1 Nisan 2017 Cumartesi

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE ORTA DOĞU’YA YAHUDİ GÖÇÜ, BÖLÜM 1


İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE ORTA DOĞU’YA YAHUDİ GÖÇÜ, BÖLÜM 1


GÖÇMEN YAHUDİLERE TÜRKİYE’NİN YARDIM FAALİYETLERİ VE 
İNGİLTERE’NİN KIBRIS’TA AÇTIĞI MÜLTECİ KAMPLARI 


SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SÜRECİNDE ORTA DOĞU’YA YAHUDİ GÖÇÜ, GÖÇMEN YAHUDİLERE TÜRKİYE’NİN YARDIM FAALİYETLERİ VE İNGİLTERE’NİN KIBRIS’TA AÇTIĞI MÜLTECİ KAMPLARI 

Dr. Öğ. Alb. Ulvi KESER• 
• Kara Harp Okulu Komutanlığı/Ankara. 
ulvi.keser@gmail.com. 
0.312.4175190-0.544.4530144. 


Giriş 

İkinci Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlar. Savaşın başlamasının ardından tarafsız kalmayı esas alan Türkiye savaşa katılması veya taraf ülkelerin lehine tarafsızlık politikası izlemesi yönünde baskılarla karşılaşır.1 Türkiye’nin söz konusu savaş dönemindeki konumu “stratejik mevkinin önemi dolayısıyla gerek müttefiklerin, gerek mihverin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikâyesinden başka bir şey değildir. Savaşan tarafların bu faaliyetleri karşısında Türkiye’nin politikası ise savaşın dışında kalmak ve memleketi savaşın yıkıntılarından korumak olmuştur.”2 Savaşın şiddetlenmesiyle bu dönemde bütün Avrupa’da yaklaşık 5.100.000Yahudi hayatını kaybeder. Bunun yaklaşık 3.000.000’u Polonya, 700.000’den fazlası Sovyetler Birliği, 260.000’i Çekoslovakya, 180.000’i Macaristan, 130.000’i Litvanya’da hayatını kaybeder. Yunanistan’da ise Yahudi nüfusunun %87’sini oluşturan 67.000 Yunan Yahudi’si hayatını kaybeder. Sadece Atina’da Almanlar tarafından kamplara gönderilen veya değişik şekillerde öldürülen Yahudi ise 
Selanik nüfusunun beşte birini teşkil edecek şekilde 46.000 kişidir. Romanya, Yunanistan ve Çekoslovakya ve Polonya’da Yahudilerin Romen, Yunan, Çek isimleri almaları yasaklanır.3 Ayrıca emlak alıp satmaları, kendi dinlerinden olmayanlarla evlenmeleri de yasaklanır. Ticaret hayatında, gazetelerde, devletin farklı kademelerinde ve askerlik vazifesinde olan bütün Yahudiler işten atılırlar ve zorla çalışma kamplarına gönderilirler. 1945 yaz döneminden 1946 Temmuz ayına kadar geçen süreçte Romanya ve Macaristan’dan 30.000 insan ülke dışına kaçar.4 Pek çok işyeri bu şartlar altında yağmalanırken iş yerleri de el değiştirmeye başlar.5 Bu dönemde sadece Yahudi malları değil, bizzat Yahudilerin kendileri de hiçbir sebep olmadan katledilmeye başlanmıştır.6 

Romanya ve Yunanistan Yahudilerinin yaşadıkları,Polonya Yahudileri için de geçerlidir. Toplu taşıma araçlarına binmeleri, kamuya ait sinema, gece kulübü, lokanta gibi yerlerde bulunmaları, telefon etmeleri, sinema, tiyatro, kamuya açık yerler, tramvay ve toplu taşım araçlarından istifade etmeleri yasaklanır. Gazete, dergi ve her türlü basın-yayın aracına el konulur. Yahudi düşmanlığını körükleyen propaganda malzemeleri bütün sokaklara, kamuya açık yerlere asılır. Yakalanan Polonyalı Yahudiler tutuklanırlar, trenlere tıkılarak kamplara gönderilirler ve kollarına Yahudi olduklarını belli edecek “Davut Yıldızı” takmaları zorunlu kılınır.7 Gestapo tarafından ayrıca bütün Yahudi mallarına el konulur. Bu dükkân ve evlerdeki mallar, nakit para, mücevherat ve kıymetli eşyalar Alman kamyonlarıyla bölge dışına çıkarılır. Bu insanların gitmek istedikleri Filistin ise İngiliz idaresindedir ve İngiltere’nin siyaseti Yahudilerin Filistin’e gelmesine veya getirilmesine pek de açık değildir.8 Pek çok Yahudi tarafından ‘uygar bir 
ülkede geçici bir çarpıklık’9 olarak görülen Nazi iktidarı sırasında 1934-1935 döneminde 104.539 Yahudi Filistin’e göç eder. Pek çok kişi Almanlar için 
çalışmak üzere kamplara gönderilir.10 Bu arada Yunanistan’ın değişik bölgelerinden 12.898 Yahudi Alman işgal kuvvetlerine karşı koymak üzere 
askere yazılır.11 Yahudilerin Selanik’teki Baron Hirsch kampından12 Polonya’daki Auschwitz-Birkenau kampına gönderilmesi de 16 Mart 1943 
günü gerçekleşir ve Selanik nüfusunun beşte birini oluşturan Sefardim Yahudi topluluğunun tamamı13 Auschwitz’deki ölüm kamplarına gönderilir. 
Oysa işgalin hemen sonrasında, Alman işgal kuvvetleri tarafından “İşgal Kuvvetleri, bölgede yaşayanların malını, canını ve şerefini koruyacağını 
taahhüt eder.”14 şeklinde bir protokole de imza atmıştır; ancak bu protokol çok çabuk unutulur. İlginç bir nokta ise Selanikli Yahudiler tarafından Haziran 
1943 döneminde Almanlara “gönüllü” olarak 3.500.000.000 Drahmi bağış yapılmasıdır.15 Gestapo ise Yahudileri toplarken aşağılayıcı bir tutum 
izleyerek erkeklere zorla kadınların elbiselerini giydirir ve hepsini sıfır numara tıraş eder. Alman yetkililere göre ise “Kalite olarak çok düşük oldukları için” Yunanistan Yahudileri ortadan kaldırılmıştır.16 Bu arada Alman uyruklu 450 Yahudi çocuk ile 40 öğretmen ve bakıcılardan oluşan bir gruba Filistin’e gitmeleri için 25 Ağustos 1940 tarihinde izin verilir.17 Söz konusu grup yolculuklarını tehlikelere karşı bir önlem olarak ellişer kişilik gruplar hâlinde yapacaklardır; ancak bazıları için “Zamanından önce Filistin’e getirilen Yahudiler hayatı kurtarılmış Yahudiler değillerdir.”18 

Türkiye’nin Göçmen Yahudilere Yardım Faaliyetleri 

İngiltere’nin kanun dışı bir hareket olarak nitelendirdiği Yahudilerin Filistin’e gitme düşüncesini engelleme konusunda son derece kararlı bir tutum sergilemesi Yahudilere başka seçenek bırakmaz. Genel olarak Türkiye’nin politikası ise transit olarak Türkiye’den geçmek isteyenleri hiçbir problem yaratmamak ve destek olmak şeklindedir. Bunu yapabilmek amacıyla Yahudilerin Filistin’e nakledilmeleri sürecinde sorumlu kuruluş olarak ortaya çıkan Hayim Barlas müdürlüğündeki Yahudi Ajansının Pera Palas’tan yürüttüğü bütün girişimlere destek verilir. Bu dönemde İstanbul’da adı öne çıkan Yahudi ise İstanbullu bir manifatura tüccarı olan Simon Brod’dur.19 Ayrıca İzmir doğumlu Menaşe Hana ve Leon Jabes de gayret gösterenler arasındadır.20 İngiltere ise mültecilerin kendilerini Filistin’e götürecek gemiler bulmasını engellemekten bu gemileri özellikle Akdeniz’de engellemeye kadar pek çok tedbirler alır. İngiltere tarafından masaya yatırılan tedbirler arasında mülteci gemilerinin batırılması ve bu gemilerin Nazi ajanları tarafından batırıldıkları yönünde propaganda yapılarak haklılıklarının savunulması gibi fikirler de söz konusudur.21 Bütün bu girişimlerin yanında İngiltere her zaman yürütmekte olduğu ince, sinsi ve geleceğe yönelik planlamaları da hayata geçirir. Araplarla Yahudiler arasında ortaya çıkacak bir sürtüşmede taraf olmak istemeyen ve özellikle zengin petrol rezervlerinin üzerinde oturan Arap ülkelerini gücendir mekten ısrarla kaçınan İngiltere böylece bütün askerî kaynaklarını bu konuda harcamak niyetinde de değildir. Böylece Romanya ve Bulgaristan’dan 
kaçarak Karadeniz Boğazı’na gelen ve Türkiye’den geçmek isteyen Yahudi göçmenlerin sayısı iyice artar;22 ancak Yahudilerin gelişi sırasında 
istenmeyen gemi kazaları da meydana gelir.23 

Türkiye’de Alınan Tedbirler ve Yahudi Gemileri 

Dışişleri Bakanlığı da 14 Eylül 1942 tarihinde yayımladığı bir genelgeyle ‘Son günlerde Romanya’dan 4-5 bin Musevi’nin tehcirine karar verilmesi üzerine, bunların her ne pahasına olursa olsun Romanya’yı terki tasmim ettikleri ve bu meyanda 4 vapur derununda birçok Yahudi’nin Filistin’e gitmek için hazırlık yaptığı; ve birtakımının da ayrıca motor ve küçük vapur kiraladıkları ve bu seyahati tertip edenlerin, işbu Yahudilere ait paraları bir ecnebi diplomatik kuryesi vasıtasıyla memleketimize çıkarmaya muvaffak olduklarının haber alındığı’ bildirilerek hazırlıklı olunması istenir.24 Emniyet Müdürlüğü de ‘Şimdiye kadar geçen hadiselere ve son misallere bakarak bu Yahudilerin Karadeniz Boğazı’ndan geçmesinin mahzurlu olduğu ve bu mahzurları önlemek için başka bir düzenlemenin yapılması gerektiğini’ belirtir. 

3 Aralık 1940 günü Bulgaristan ve diğer bazı Avrupa ülkelerinden topladığı 380 Çekoslovak ve Bulgar Yahudi’si göçmenle yola çıkan Salvador gemisi ise ahşaptır ve güçsüz bir motora sahiptir. İngiltere’nin Türkiye’den durdurulmasını istediği geminin motoru daha Karadeniz’de iken arıza yapar ve 11 Aralık 1940 günü bir Türk römorkörü tarafından çekilerek İstanbul limanına getirilir. Gemidekilerin vizeleri olmadığından inmelerine de müsaade edilmez. Arızanın giderilmesi, rüzgârın azalması ve Türk yetkililer tarafından yakıt ve yiyecek sağlanması üzerine gemi bir kere daha yola çıkar ve Marmara’ya açılır. Öte yandan geminin ahşap omurgası bu rüzgâra da dayanamaz ve Silivri açıklarında darmadağın olup batmaya başlar.25 Yahudi Ajansı yetkilileri olay yerine geldiklerinde güvensiz bir gemiyle insanları yola çıkarmanın mı yoksa onları Hitler’in ellerine teslim etmenin mi daha iyi olduğunu düşünmekten kendilerini alamazlar ve sonuçta ne kadar tehlikeli olursa olsun bulabildikleri her vasıtayla insanları Filistin’e göndermeye devam kararı verirler. O gece 70’i çocuk olmak üzere 200 Yahudi göçmen hayatını kaybeder. Kazadan sağ kurtulan 133 Yahudi’nin ise İstanbul’da 
kalmalarına müsaade edilir. Bu olayın hemen ardından 18 Aralık 1940’ta İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Hugh Knatchbull-Hugessen kendi 
hükûmetinden konuyla ilgili bir mesaj alır:26 

“Orta Doğu’daki menfaatlerimizin korunması adına lütfen Türk hükûmeti üzerinde kazadan sağ kurtulanların Filistin’e karadan veya başka bir yol takip ederek gitmelerine mani olacak bir şeyler yapmaları için baskı yapın.” Bu dönemde Türkiye’ye deniz yoluyla gelen Yahudi göçmenler ve 
bunları getiren gemiler ise şu şekildedir;27 Transilvanya gemisiyle 8 Mart 

 1939 tarihinde gelen 54 Romen, Imtı gemisiyle 10 Mart 1939 tarihinde gelen 600 Romen, Atrato gemisiyle 22 Mayıs 1939 tarihinde gelen 325 Alman, Çek 
Lasparla gemisiyle 22 Haziran 1939 tarihinde gelen 380 Alman, Çek Rim gemisiyle 27 Haziran 1939 tarihinde gelen 450 Alman, Çek Frossola gemisiyle 1 Temmuz 1939 tarihinde gelen 658 Alman, Çek Patya gemisiyle 30 Temmuz 1939 tarihinde gelen 700 Romen, Parkerhil gemisiyle 9 Ağustos 1939 tarihinde gelen 850 Romen, Putniçer gemisiyle 16 Ağustos 1939 tarihinde gelen 271 Macar, Harziyon gemisiyle 7 Eylül 1939 tarihinde gelen 142 İngiliz, Rudniçer gemisiyle 10 Eylül 1939 tarihinde gelen 210 Bulgar, Neomi Julia gemisiyle 12 Eylül 1939 tarihinde gelen 1200 Romen, Salvator gemisiyle 1941 yılında gelen 246 Romen ve Bulgar. Marmara’da batan bu gemideki 125 göçmen boğularak hayatını kaybederken geriye kalan 121 kişi de Filistin’e gider. Bu arada 23 Aralık 1940 tarihinde Silivri açıklarında batan gemiden kurtarılan Yahudi göçmenlere yardım etmek amacıyla Sofya Musevi Heyeti Merkeziyesi tarafından İstanbul’a Nissimoff ve Rosendelf isimli iki Yahudi görevlinin gönderilmesinin söz konusu olduğu açıklanır. 

Bakanlar Kurulu tarafından 13 Ocak 1941 günü alınan kararla söz konusu bu iki kişiye Yahudi kazazedelere yardımcı olacak maddi bir destekle gelmeleri 
hâlinde kısa süreli olarak vize verileceği de açıklanır.28 Bu arada Yahudileri taşıyan ve Köstence’den İstanbul’a gelmekte olan Bülbül, Mefkûre ve Morina 
adlarındaki üç gemiden 84 tonluk Bülbül ve Mefkûre 4 Ağustos 1944 gecesi saat 24.00’te Bulgaristan’ın Ahtapolu ve Rezve bölgeleri arasında belirlenemeyen üç denizaltının saldırısına uğrar. Birbirine 7 mil mesafede ve aynı rota üzerinde Filistin’e giden bu Yahudilere yardım için Türkiye’nin tahsis ettiği ve Türk bayrağı taşıyan gemilere yapılan bu saldırıda Mefkure’de 700, Morina’da ise 3085 Yahudi bulunmaktadır. Saldırıda Mefkûre batarken 295 Yahudi ile gemide çalışan 2 gemici de kaybolur.29 6 tayfa ve 5 mülteci de Bülbül gemisi tarafından sağ kurtarılırlar. Saldırıdan kurtulmayı başaran Mustafa Engur idaresindeki Bülbül gemisine ise hava şartlarının çok kötü olması yardımcı olmuştur. 8 Türk personeliyle yola çıkan 84 grostonluk gemi Romanya’dan aldığı 405 Yahudi mülteciyi İstanbul’a götürürken havanın bozmasıyla saat 12.00 sularında İğneada limanına sığınır ve saldırılardan kurtulur. Yahudiler İğneada’da Kızılay yetkililerine teslim edilir. 

Bu 405 kişi daha sonra Kırklareli, Tekirdağ ve İstanbul valiliklerinin kontrolünde trenle İstanbul’a getirilir.30 Aynı gün Şile limanına bağlı ve 300 Yahudi göçmen taşıyan Kâzım Kaptan yönetimindeki 40 grostonluk Atabolu gemisi de gece 04.00 sularında kimliği bilinmeyen başka bir savaş gemisi tarafından batırılır. Bu gemiden kurtarılan 6 tayfa ile 6 Yahudi göçmen de Bülbül gemisiyle İğneada’ya getirilir.31 

Türkiye’ye Gelen Diğer Mülteciler ve Yahudiler 

Avrupa’da Yahudi göç akımının başlamasından sonra Türkiye’de yaşanan ilginç bir gelişme ise “memleketimizde vatandaşlar arasında nifaka sebebiyet verecek mahiyette olduğu görülen Yahudi Muhaceretleri” isimli kitabın Bakanlar Kurulu tarafından 25 Eylül 1949 tarihinde Matbuat Kanununun 51. maddesine göre dağıtılmasının yasaklanması ve toplatılmasıdır.32 24 Mayıs 1944 günü İstanbul-Şile limanına gelen bir Alman motorundaki 64 Alman ve Romen subay ve askeri de Boğaz Komutanlığı tarafından teslim alınır ve Gazel römorkuyla İstanbul’a getirilir.33 Bu arada Filistin’e gitmek için Türkiye’ye transit vize ile giren fakat Suriye’den geri çevrilen 1 Romen, 2 İspanyol, 1’i İngiliz ve 143’ü Bulgar pasaportu taşıyan 147 Yahudi, Türkiye’den yardım talebinde bulunur. Islahiye’de bekletilen grubun 105 kişilik ilk grubu trenle İstanbul’a getirilir ve Yahudi teşkilatına teslim edilir. Bu gruba İstanbul’da bekletilen 40 kişilik bir grup da eklenir ve Aksu vapuruyla bu göçmenler 16 Ekim 1945 günü Hayfa’ya gönderilirler.34 Türkiye’nin bu insanlara bir başka yardımı ise İstanbul’da bulunan Yahudi örgütlerine müdahale etmemesi ve çalışmalarına müsaade etmesidir. 

Yahudilerin Durumu ve Türkiye’nin Yardım Faaliyetleri 

Bu arada ülkelerini terk ederek Türkiye kanalıyla Filistin’e gitmek isteyen ve deniz yollarını tercih eden Yahudi göçmenler konusu da ciddiyetini korumaktadır. İngiltere’nin kendi iç siyaseti ise Yahudilerin Filistin’e getirilmesine açık değildir. Yahudilerin bulundukları ülkelerden ayrılarak Filistin’e gelmeleri daha diplomasi masasında İngiltere tarafından engellenir.35 Amerikan hükûmetinin Yahudi mülteciler ve göçmenlerle ilgili çok sıkı kurallar koyması, Avrupa kıtasında bu Yahudilerin Filistin’e gidebilmek için kullanacakları en uygun yerlerden Portekiz’in ise 22 Ekim 1940 tarihinde çıkardığı bir yasayla Yahudilerin topraklarını geçiş için kullanmalarına yasak getirmesi sonrasında tek kaçış yolu olarak Türkiye 
kalır.36 Portekiz’in aksine Türkiye, 20 Şubat 1941 tarihli kanunla Yahudilere transit vize konusunda her türlü kolaylığı hazırlar.37 Filistin’e gitmek isterken 
yakalanan Pepo Eskenazi’ye bir emniyet görevlisi “ Biz sizlerin Filistin’e gitmek istediğinizi biliyoruz. Buna karşı koymak için hiçbir sebebimiz yok. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 4


ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 4

Bu durum HAMAS iktidarının önündeki en önemli engeldi. 

Orta Doğu ve dünya kamuoyunu şaşırtan HAMAS zaferinin etkisi henüz geçmemişti ki bu kez de Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed’e 
ait karikatürler nedeniyle Orta Doğu’da yeni olaylar patlak vermeye başladı. Şubat 2006 başlarında önce Suriye’de Danimarka ve Norveç elçilikleri 
yakıldı, bir gün sonra 5 Şubat 20006’da da Beyrut’taki Danimarka konsolosluk binası ateşe verildi.106 Hariri suikastı nedeniyle BM’nin görevlendirdiği Mehlis Raporu gereği köşeye sıkıştığı iddia edilen Suriye’nin, bu kez “Karikatür krizi” ile Beyrut’ta karışıklığı sürdürmek istediği de ileri sürülmüştü.107 Böylece Suriye kuvvetleri ayrıldıktan sonra, 2006 yılı içinde Lübnan’daki ilk istikrarsızlık görüntüleri ortaya çıkmıştı. 

İsrail İşçi Partisi Lideri Şimon Peres, Kasım 2005’te başkanı olduğu partisinden istifa etmiş, bir süre önce de Başbakan Ariel Şaron da Likud partisinden ayrılarak Kadima adlı yeni bir parti kurmuştu. Peres, parlamento seçiminde Şaron’u desteklemişti.108 İsrail genel seçimleri yaklaştığında genel seçim kararı alan ve Kadima partisini de kurmuş olan İsrail Başbakanı Ariel Şaron hastaneye kaldırıldı. Şuuru yerinde olmayan Şaron’un yerine Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert vekalet etmeye başladı. Ocak 2006 içinde komaya giren Şaron daha sonra bir daha kendine gelemeden ölecekti. 28 Mart 2006’da yapılan genel seçimler sonucunda Kadima 120 sandalyeden 28’ini kazanarak hükûmet kurma görevini üslendi.109 Kadima lideri Ehud Olmert liderliğinde kurulan yeni dört partili (Kadima, İşçi, Şaas ve Emekliler) hükûmet 5 Mayıs 2006’da göreve başladı. 25 kişilik kabinedeki en ilginç isim kuşkusuz, İşçi Partisi Lideri ve sendikacılıktan gelen İsrail tarihinin ilk sivil Savunma Bakanı Amir Peretz idi.110 

Lübnan Krizi - BM’nin 2 Yıl Sonra Yeniden Lübnan’a Asker Çağırması 

Filistinli militanların Haziran 2006 sonlarına doğru Gazze Şeridi sınırındaki Kerem Şalom geçiş noktasını basarak iki İsrail askerini öldürüp bir askerî de kaçırmasının ardından bölgede yeni bir gerginlik başladı. Hatta bu olayda İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ü arayarak İsrailli askerin bulunması konusunda destek ve yardım istediği duyuldu. Abdullah Gül Filistin Başbakanı İsmail Haniye ile telefonla görüşmüş, Haniye sorunları diplomasi yoluyla çözmeye çalıştıklarını ifade etmiş, İsrail tarafının gerekçeleri dinlememesinin, bölgeyi üçüncü bir intifada tehlikesiyle karşı karşıya getirdiğini söylemişti. Bu arada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da rehin alınan İsrail askerini kurtarmak amacıyla gittiği Gazze Şeridi’nde, İsrail’in kaçırılan askerin serbest bırakılmasını sağlamak için Gazze Şeridi’ne uyguladığı abluka nedeniyle mahsur kalmıştı.111 Aslında aynı günlerde Hükûmette aradığını tam olarak bulamayan Filistin Başbakanı Haniye’nin başını çektiği HAMAS, El-Fetih’in de lideri olan Filistin Devlet Başkanı Abbas ile uzlaşmak üzereydi. Bu uzlaşı yoluyla Filistin’de bir birlik hükûmeti kurarak içeride yaşanan karışıklığı sonlandırmak, İsrail karşısında bir muhatap yaratarak tek taraflı İsrail politikalarına maruz kalmaktan kurtulmak ve AB’den yardım almak planlanıyordu. Asker kaçırma olayı ile her ne kadar İsrail suçlansa da, aslında HAMAS’ın başarısını önlemeye yönelik, Filistin iç politikasındaki 
anlaşmazlığın ve güç mücadelesinin bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür.112 

İsrail’in henüz HAMAS’la sorunu devam ederken bu kez de Hizbullah’la yeni bir çatışmaya zemin hazırlandı. 12 Temmuz 2006’da Hizbullah’ın sekiz askerini öldürmesi ve ikisini de kaçırması üzerine İsrail, Lübnan’a savaş ilan etti. İsrail Litani nehrine kadar olan bölgede Hizbullah’ı etkisiz hâle getirmek için havadan, karadan ve denizden saldırıya geçti. İsrail saldırıları karşısında sadece Hizbullah değil, sivil halk ve çocuklar da can ve mallarını kaybettiler. Bu saldırılardan en kanlısı 30 Temmuz 2006’da İsrail’in Kana yerleşim bölgesine gece yarısı düzenlediği bir saldırıydı. Kana bulanan Kana’da o gün 37’si çocuk 60 kişi katledilmişti. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora ile görüşme talebi, Sinyora tarafından reddedilmişti. Kana katliamı Fransa, İKÖ, Türkiye, İngiltere ve Avrupa Komisyonunda kınanmış, BM soruna acil çözüm bulabilmek için toplanmıştı.113 Bu arada Hizbullah da İsrail’i caydırmanın yolunu bulmuştu. Elinde 20 km menzilli Katyuşa, 45 km menzilli Fecir-3 ve Fecir-5 füzeleri bulunan Hizbullah114, çatışmanın ilerleyen dönemlerinde Hayfa dâhil İsrail yerleşim bölgelerine fırlattığı zaman, İsrail tam anlamıyla buna karşı bir 
savunma önlemi bulamamanın çaresizliği içerisindeydi. 12.7.2006’da başlayan ve BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararını tarafların kabul 
etmesi ile 14.8.2006’da sona eren Lübnan krizi sırasında 1130’dan fazla ölü, 3600 kişinin yaralandığı, ölenlerden üçte birinin 12 yaş altı çocuklar olduğu 
öğrenildi. Ayrıca 312 asker ve jandarma da hayatını kaybetmişti.115 

Ateşkes sonrası pek çok batılı otorite bu savaşı Hizbullah ve lideri Nasrallah’ın kazandığında birleşti. İsrail, Hizbullah konusunda iyi istihbarat yapamamış, Hizbullah’ı çözememiş, açtığı savaşın hedefi Hizbullah’ı etkisizleştirmek iken bunu silah ve kanla yapamamıştı. Hizbullah bu savaşta 246 füze ateşlemiş, 159 İsrail askerini öldürmüştü.116 Savaşta ölen 159 İsrailliden 43’ü sivildi. İsrail her ne kadar Hizbullah militanını öldürmüşse de Hizbullah’ı zayıflatamadığı gibi Litani nehri kuzeyine de atamamıştı. Üstelik kaçırılan İsrail askerlerine de ulaşamamışlardı. İsraillilerin çoğunluğu, BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı ateşkes kararı ile Lübnan’a yerleştirilecek BM’ye bağlı askerî birlikler Hizbullah’ı Güney Lübnan’dan uzak tutacak ve Suriye’den silah desteği almasını engelleyeceklerdi.117 Lübnan’a ilki İtalya’dan olmak üzere, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeden BM Barış Gücü askerleri gönderildi.118 Bu kuvvetler taraflar arasındaki çatışmayı önlemeye çalışacaklar, yıkılan köprü, okul ve hastaneler ile bozulan yolları onaracaklar, hem de Hizbullah’ın karadan ve denizden silah ve lojistik yardım almasını önlemeye çalışacaklar. 

Lübnan krizinden sonra bölgedeki en önemli gelişme HAMAS ile El- Fetih arasında zaman zaman alevlenen çatışmalar olmuştur. Bu arada İsrail 
Başbakanı Ehud Olmert, Aralık 2006 başlarında Almanya’da iken, sonradan sözcüsü tarafından düzeltilmek istense de, İsrail’in nükleer silahlara sahip 
olduğunu belli eden ifadeler sarfetmiştir. Olmert’in bu “gafı” Likud Partisi milletvekillerinden Juval Steinitz tarafından, Olmert’in Başbakanlıktan istifa 
etmesi gerektiğini ileri sürecek kadar önemli bulunmuştur.119 Bu eleştirilere kulaklarını tıkayan Olmert, 6 yıl aradan sonra Filistin’le barış görüşmeleri 
yapmak için arayışlara girmiştir. Bu maksatla Filistin Devlet Başkanı Abbas ile 23 Aralık 2006’da bir araya gelmiş ve Haniya’nın HAMAS hükûmetinin değişmesi hâlinde, İsrail tarafından Filistin’e verilmekte olan gümrük gelirlerinden 100 milyon doların serbest bırakılacağını ve cezaevlerindeki pek çok Filistinlinin de bırakılacağını söylemiştir.120 Bu son gelişme üzerine Filistin’de erken seçim rüzgarları esmeye başlamış, seçimi isteyen El-Fetih’li Devlet Başkanı Abbas, HAMAS’a karşı bir bakıma sırtını bir zamanlar düşman olan “Batı”ya dayamıştır. Kuşkusuz Abbas burada pragmatik bir çözüm arayışı içerisine girmiştir. Zira HAMAS genel seçimleri kazandıktan sonra, neredeyse hiçbir üretim faaliyeti tam olmayan, geliri bulunmayan Filistin halkı için her yıl ABD’den ve AB’den yapılan mali yardımlar 7 Nisan 2006’dan itibaren kesilmiştir.121 İsrail ise gümrük gelirlerinden bir kısmını ayırdığı Filistin yönetimine, HAMAS seçildikten sonra, bu geliri vermeyeceğini baştan ilan etmişti. 

Arap-İsrail Çatışmalarında Türkiye 

Türkiye, 1965 yılından itibaren 1980’li yılların sonuna kadar Orta Doğu’da şöyle bir politika izlemeye çalışmıştı: (1) Haklı Arap davalarına siyasal destek sağlamak, (2) Arap ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklarda taraf tutmamak ve bunlara karışmamak, (3) Batı ile devam ettirilecek askerî, siyasi ve ekonomik ilişkilerin Arap ülkelerinin çıkarları üzerinde olumsuz etkiler yaratmamasına itina göstermek, (4) İsrail’le ilişkileri kesmemek; ancak asgari düzeyde de olsa sürdürmek, (5) Arap ülkeleriyle ekonomik, ticari ve diğer alanlarda yakın iş birliği kurmaya çalışmak.122 

1976’da Suriye kuvvetlerinin Lübnan’a girişinden sonra, Suriye’nin kontrolü altındaki Beka Vadisi’nde Türkiye’ye yönelik terör faaliyetleri ile tanınan ASALA, PKK ve bazı Marksist-Leninist örgütler için eğitim ve barınma imkânları sağlanmıştır. Türkiye’ye ilaveten Lübnan’da özellikle İsrail’e yönelik örgütler de barınmış ve bunların İran ve Suriye tarafından desteklendiği pek çok kez iddia edilmiştir. Özellikle PKK’nın Türkiye’ye verdiği can ve mal kayıplarının artış kaydetmesiyle Türkiye-İsrail arasında 1990’lı yılların ortasından itibaren önemli bir yakınlaşma tesis edilmiş, PKK terör elebaşısı Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve 20 Ekim 1998’de Adana Mutabakatı’nın imzalanması ile Türkiye-Suriye ilişkileri normalleşmeye başlamıştır. Suriye ile ilişkiler, 2000 yılı içinde Beşşar Esad’ın Suriye Devlet Başkanı oluşuyla iyileşme ivmesini artırmış, buna 
karşılık 3 Kasım 2003 genel seçimlerinin ardından AKP iktidarının gelişiyle ve hele de 2003 Irak Savaşı ile Türkiye-İsrail ilişkilerinde ABD’ye paralel 
olarak bir soğuma meydana gelmiştir. Başbakan dâhil Türk devlet adamları İsrail’in Filistinlilere füze ile saldırmasını “devlet terörü” olarak nitelemiştir. Bu 
eleştirilerden biri de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından İsrail’in Lübnan’a saldırısı sırasında, Ağustos 2006’da Washington Post’ta yayımlanan; “Dünyanın her yerinde aynı soru soruluyor: Tek başına bu trajediyi durdurma imkân ve kabiliyetine sahip olan dünyanın tek süper gücü, insanların bu kadar acı çekmesine neden göz yumuyor ve merhamet çağrılarını neden karşılıksız bırakıyor?”123 ifadelerinin yer aldığı makalesinde ABD’nin eleştirilmesiyle devam etmiştir. 

BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararı yayımlandıktan sonra, Lübnan’a asker gönderme konusu Türkiye’nin gündemine oturmuş ve Türkiye istihkam ağırlıklı bir kara birliği ile, denizde keşif-karakol görevi yapacak bir fırkateynini BM’nin emrine vermiştir. Türkiye Lübnan krizinin başından beri akan kanı ve gözyaşlarını durdurmak için uğraşmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: (1) Başbakan R. Tayip Erdoğan; Ağustos 2006 başında, Malezya’daki İKÖ’nün genişletilmiş yürütme kurulu toplantısında BM’yi eleştirmiş, AB’yi etkin olmaya çağırarak dünyayı uyarmıştır. “Bu savaşın galibi olmayacaktır, acil ateşkes ilan edilmeli. Orta Doğu yangını medeniyetler çatışması potansiyeli taşıyor. Bu ateş hepimizi yakar. Dünya barışı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük tehditle karşı karşıya” demiştir. (2) Başbakan ayrıca Ateşkes sağlandığında, tarafların kabulü ve uygun siyasi koşullar oluştuğu takdirde, Türkiye’nin BM çatısı altındaki istikrar gücüne katılabileceğini ifade etmiş, Lübnan’ın yeniden imarına katkıda bulunmak üzere bağışçı ülkeler konferansı düzenlenmesi fikrini desteklediğini söyleyerek, barış için her türlü girişimi İKÖ adına yürütecek bir 
temas grubu kurulmasını önermiştir. (3) Türkiye, AB içinde ayrıca İspanya ile birlikte “Medeniyetler İttifakı”nın özel temsilcisi sıfatıyla da Hristiyan ve 
Müslüman dünyaları arasında uzlaştırıcı rolüne de soyunmuştur. Tüm bunlar ve Lübnan’a gönderilen Türk askerlerinin mevcudiyeti, Türkiye’nin Lübnan 
konusundaki samimi icraatlarıdır. Türkiye, hemen sınırlarının yakınındaki bu yangından turizm bağlamında ekonomik yönden olumsuz etkilendiği gibi, 
petrol fiyatlarının yükselmesiyle de olumsuz etkilenebilmektedir. Üstelik bölgeye mücavir olmasıyla, çıkabilecek bir savaşın önlenememesi hâlinde, ekonomik, siyasi ve sosyal açılardan olumsuz etkilenmesi devam edecektir. Hem bu nedenlerle, hem de bölgeyle yüzyıllardır süren kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler, Türkiye’nin bölgede etkin bir rol oynamasını gerektirmektedir. Şayet komşuda başlayan yangına müdahalede bir kova da Türkiye su dökmezse, yangının kendi üzerine gelmesi veya kendi üzerine yönlendirilmesi mümkün olabilir… 

Arap - İsrail Anlaşmazlığının Derin Yaraları 

Arap-İsrail çatışmalarının tarihi yukarıda ayrıntılarıyla verilmeye çalışıldı. Gelinen noktada önemli hususları şöyle sıralamak mümkündür: 

İsrail’in bölgedeki varlığı başta HAMAS olmak üzere Arap halklarının bir kısmı tarafından kabul edilmemektedir. 

Bölgede kalıcı barış için ikna edilmesi gereken devletlerden en önemlisi Suriye’dir. Suriye’nin ise en önemli şartı, İsrail’in 1967 savaşında işgal etmiş olduğu toprakları koşulsuz geri iade etmesidir. 

Bölgede, İsrail’in varlığına tahammül edemeyen İran’ın etkisi, İsrail’e yönelik terör faaliyetlerinin desteklenmesi ile sürmektedir. İran’da mevcut Molla rejimi devam ettikçe, İran yanlısı örgütler desteklenecek ve desteklendikçe bölge istikrar bulmakta sorun yaşayacaktır. 

Suriye, İsrail’in işgal ettiği topraklara koşulsuz kavuşsa dahi, ön bahçesi gibi gördüğü Lübnan’ın iç işlerine karışmayı sürdürecek, günün birinde Lübnan’ı Suriye’ye katmak için enerjisinden taviz vermeyecektir. 

Bölgede Ürdün ve Lübnan gibi, kendi ayakları üzerinde duramayan ve içeriden yada dışarıdan silahlı müdahaleler karşısında yabancı askerlerin yardımına muhtaç ülkelerin yaşayabilmesi ve istikrar bulabilmesi için öncelikle Suriye-İsrail, İran-İsrail, ABD-İran ve ABD-Suriye ilişkilerinin normale dönmesi gereklidir. 

Bölgede istikrarın sağlanabilmesi için gereken en önemli hususlardan biri de Filistin devletinin artık terörle bir yere varılamayacağını anlayan Devlet Başkanı Mahmud Abbas gibi kişilerin çoğunlukta ve iktidarda olmasıyla mümkün olabilecektir. Zira her ne kadar İsrail Filistin halkının toprakları üzerinde zorla oturup devlet kurmuşsa da, mevcut siyasi koşullar içinde İsrail’in bu bölgeden başka bir yere taşınması yada kazınması mümkün değildir. İsrail, yaşayabilmek için mücadele etmesi gerektiğini, bu mücadelede de en az kayıpla var olabilmek için her türlü savunma ve güvenlik önlemini almakta, almaya devamda da kararlı gözükmektedir. Filistinlilere karşı Kudüs’te duvar örerek Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında onlarca kontrol noktası ve yasak bölgeler uygulamalarının Filistinlileri perişan ettiği doğrudur. Bu ıstıraptan kurtulmanın yolu ise “bileğini bükemediği” İsrail’le savaşmak yerine, onunla uzlaşmaktan geçmektedir. İzlenecek bu tür bir yol, gerektiğinde Batı dünyasının bile İsrail’e baskı yaparak Filistinlilere uyguladığı baskıyı azaltmasında önemli bir rol oynayabilecektir. 

Orta Doğu’da Bölge Dışı Güçlerin Rolü 

Bölgeye XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren artan İngiltere ve Fransa’nın ilgisi, 20. yüzyılın başında Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali’nin Hidiv oluşuyla artmış, Mısır sayesinde Fransa Haçlı seferleri döneminden beri sürdürdüğü Lübnan’daki Marunilerle ilişkisini geliştirmişti. Osmanlı topraklarında Fransız İhtilalinin ardından ortaya çıkan isyanlar ve yeni devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması, azınlıklar için Batılı ülkelerin baskısıyla, 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlatılan iyileştirme çalışmaları, daha sonra Filistin bölgesi için ayrı bir tabloya dönüşmüştü. 1820’lerden itibaren Osmanlı topraklarında baş gösteren “Misyoner” faaliyetlerin ağırlıklı olarak Filistin-Lübnan bölgesine kaymış, bu bölgede İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan Rusya’ya varıncaya kadar tüm büyük devletlerin misyoner teşkilatları kurulmuş, bölge gayrimüslimleri için “koruyucu” ülke olmak, büyük devletlerin hükümdarları için birer onur vesilesi olmaya başlamıştı.124 Filistin ve Lübnan’da o dönemde çoğunluğu Sünni Arap, Alevi Arap, özellikle Lübnan’da Maruni Hristiyanları ve Dürzi Müslümanları, Şii Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Grek Ortodoksları, Türkler ve daha küçük gruplar 
yaşıyordu. Birinci Dünya Harbi yaklaşırken Filistin’e Avrupa’dan Yahudi göçleri başlamıştı. 

Orta Doğu’nun XIX. yüzyıldaki en büyük önemi Hindistan-Akdeniz- Avrupa arasındaki ticaret yolu olması, bölgenin önemli ipek üreticisi olması ve nihayet 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla dünya deniz ticaret yollarından önemli bir kavşak noktasına sahip olmasıydı. Doğu Akdeniz’e ve dolayısıyla Orta Doğu’ya hâkim olan hem Kızıldeniz-Akdeniz, hem de Akdeniz-Karadeniz arasındaki deniz ticaret yollarını da kontrol edebilirdi. Bu nedenledir ki İngiltere, 1878’de önce Kıbrıs’ı, 1882’de de Mısır’ı işgal etmişti. Arkasından da İran Körfezi’nde boş durmayacak ve Kuveyt’i ilhak edecekti. 

O dönemde bölgeye inmeye çalışan bir diğer büyük devlet Rusya idi ve genellikle zayıf Osmanlı Devleti’nden çok, karşısında güçlü İngiliz donanmasını bulmuştu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru bölgeye XIX. yüzyılın yeni büyük devleti Almanya girmeye başladı. Hedef, Berlin-İstanbul-Bağdat demir yolu projesiyle İngiltere’den daha önce Hindistan’a ulaşmaktı. Bu kez bölgedeki çıkarları tehlikeye düşen İngiltere, Rusya ve Fransa ile bir araya gelerek Almanya’ya karşı cephe almıştı. Sonuç ise Birinci Dünya Harbi ve bu harbin sonunda yenilen Osmanlı topraklarında, İngiliz ve Fransız çıkarları doğrultusunda cetvelle çizilen manda yönetimlerinin kurulmasıydı. Bölgede Fransa ve İngiltere gibi iki müttefiki bile birbirine düşüren önemli bir gelişme, petrolün makinelerde kullanılması, XX. yüzyılın yeni enerji kaynağı petrolün Orta Doğu’daki tanımsız varlığıydı. 

Orta Doğu’da İngiliz ve Fransızların çizdiği sınırları tanımayan ve en kısa sürede bağımsızlığına kavuşan tek ülke Türkiye olmuştur. Öte yandan Fransa’nın manda yönetimindeki Suriye’de, İngilizlerin manda yönetimindeki Irak’ta başta olmak üzere birçok yerde yerli halkın bu Avrupalı yönetimlere karşı bağımsızlık savaşları sürüp gitmişti. Özellikle İkinci Dünya Harbi sırasında bölgeye Almanya sızmak istemiş ancak Alman etkisi İngiltere ve Fransa tarafından silinmişti. 

İkinci Dünya Harbi sonunda 1946’da Lübnan ve Suriye bağımsızlığını kazanmış, Suriye Hatay ve Lübnan’ı topraklarına katma isteğini hiçbir zaman yitirmemişti. 1948’de ise, İkinci Dünya Harbi sırasında Almanya tarafından soykırıma uğrayan Yahudilerden kaçanlar da dâhil, Filistin’e yerleşen Yahudiler tarafından İsrail devleti kuruldu. Aslında İngiltere, İsrail’in kurulmasına pek de gönüllü gözükmezken özellikle Amerika’daki Yahudi lobisinin etkinliğiyle ABD, İsrail’in kuruluşunda koruyucu rol üslenmişti. İsrail’in kuruluşundan sonra da Orta Doğu’daki Anglo-Sakson milletlerin çıkarları ABD tarafından gözetilmeye başlanmıştı. Bu çıkarları koruyabilmek için bölgede kendilerine en yakın müttefik olarak gördükleri ülke de İsrail’di. Yani dünya enerji ham maddelerinin çoğunluğu Orta Doğu’daki Müslümanların elinde bulunurken bu kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen Hristiyan dünyasının bölgedeki en büyük güvencesi Musevilerdi. 

İsrail’in kuruluşundan önce başlayan Arap-İsrail çatışmaları, kuruluşundan sonra savaşlara da dönüşerek devam etmiş ve hiç durmamıştır. Hemen her defasında başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeler genellikle İsrail’in yanında saf tutmuşlardır. İkinci Dünya Harbi sonunda Varşova Paktı’nın kurulması ve iki kutuplu dünyada Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Akdeniz’i bir atlama tahtası olarak düşünen Sovyetler Birliği de bölgeye girmiştir. Sovyetlerin taraf olduğu yer de İsrail karşıtı olan Arapların yanı olmuştur. Öyle ki 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Araplarla Yahudiler birbirleriyle savaşırken bir bakıma da Sovyet ve ABD harp silah ve araçları da birbirleriyle çatışma içinde olmuştur. Çatışmaların galibi her defasında İsrail olurken harp silah ve araçlarında da üstünlük ABD’de olmuştur. 

Bölgede Müslüman ülkeler içinde ABD’ye en yakın petrol üreticisi ülkelerden İran, Arap-İsrail çatışmasında genellikle suskun kalırken 1979 Molla rejiminin İran’a yerleşmesiyle İsrail’e karşı Filistin’de yeni bir müttefik ortaya çıkmıştır. Hele de 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Arap-İsrail çatışmasında, Şam-Tahran eksenli ve Lübnan’da İsrail’e yönelik birçok grubun saldırılarında İran’ın ekonomik ve eğitim desteği olduğu iddia edilmiştir. Bir bakıma, bölgede Arapların yanındaki Sovyet ittifakının yerini İran doldurmuştur. 

2003 Irak Savaşı ve ABD’nin Orta Doğu’ya yerleşme düşüncesi, bölgeye yeniden bir çekidüzen verme düşüncesi gibi pek çok tasarı ile ABD, dünyanın tek küresel gücü olarak Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının sorunsuz olarak ve kendi kontrolünde üretim ve ulaştırmasının sağlanması için bir dizi önlem almak istemiştir. Bu nedenle Irak Savaşı’ndan sonra bölgede Suriye ve İran muhtemel hedefler olarak gösterilmiştir. Ancak zaman içinde Irak’ta ABD’nin kontrolü sağlayamaması, Irak’taki direnişin gittikçe artması sonucunda Suriye ve İran’ın hedef tahtasından silinmesine neden olmuştur. Buna karşılık 2004’ten itibaren İran’ın nükleer silah ürettiğinin duyulması ve İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın “İsrail’in yerinden kazınması”nı öngören söylemleri, ABD’nin bölgedeki politikalarını olumsuz etkilemeye başlamıştır. Üstelik Irak’ta sözde Saddam rejiminden kurtarılan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin de yer yer direnişe katılması, hatta İran etkisine girmekte oluşu, Arap-İsrail çatışmalarında, Araplardan daha çok İran’ın varlığını hissettirmiştir. Bu nedenledir ki Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütü Temmuz-Ağustos 2006 aylarında İsrail’e karşı mücadelede, kaybetmemiş, hatta savaşı kazandığı yönünde bölgede büyük itibar kazanmıştır. Hizbullah’ın kazanmasına neden olan en önemli etkenlerden biri ise ellerindeki İran yapısı yerden yere atılan füzeler olmuştur. 

Irak’ta kaybetse de dünya enerji ham madde kaynaklarının büyük bir çoğunluğu Orta Doğu’da var olmaya devam ettikçe küresel ticaretin aksamaması ve küresel hegemonyanın devamı için ABD bölgede kalmaya, bölgedeki en önemli müttefiki İsrali’i de desteklemeye devam edecektir. Soğuk Savaş sonrasında eski Sovyet topraklarında kurulan devletlerden Rusya’nın da bölgeye ilgisi olmakla birlikte, küresel güç ABD ile gelinen aşamada bir mücadele içerisine girmemektedir. AB ülkeleri içinde İngiltere ABD ile birlikte hareket ederken, zaman zaman aykırılıkları görülen Fransa ve Almanya da esas itibariyle ABD çizgisinden fazlaca sapmamaktadırlar. Dünyanın gelecekteki potansiyel küresel gücü Çin’in de bölgedeki çatışmalara doğrudan müdahalede bulunmak gibi çabalarının olmadığı, enerji ham maddelerinin kesintisiz transferi konusuna özen gösterdiği görülmektedir. 

Sonuç 

Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Orta Doğu’nun kaderi, karteline dâhil şirketlerle Büyük Devletler, yerli hanedanlar, çeşitli milliyetçi ve Siyonist parti yada hareketlerin ellerinde şekil bularak, sınırları çiziliyordu. İngiltere ve Fransa bu bölgeyi coğrafi, kültürel, politik, demografik, sosyolojik ve tarihî bir alan gibi görürken, bu alanın kaderi üzerinde tek söz sahibi olarak kendi varlıklarını ileri sürüyorlardı. Doğu onlar için yeni bir buluş, tarihin basit ve kolay bir icadı değil; fakat Avrupa’nın doğusunda uzanan ve görevleri Avrupa ile birlikte düşünülmesi gereken çıkarlarının bir parçasıydı. Zira Doğu’nun, Avrupa’nın bilimine, tekniğine, zihin gücüne ve yönetim metotlarına ihtiyacı vardı.125 

Samuel Huntington da Edward Said gibi Batı’nın bölgeye bakışını özetlemekte; ancak o da İslami terör diye aslında hiçbir Müslüman’ın kabul edemeyeceği yanlış bir terimi kullanmaktan geri durmamaktadır. Keza petrolün önemini vurgulamakta; ancak petrol uğruna petrol karteline tabi şirketlerin, ait oldukları devletleri kanalıyla bölgede estirdikleri devlet terörüne değinmemektedir. Sanki “bölgedeki petrolün ait olması gereken ülkeler Batı ülkeleri, petrolü kullanan insanlar da Batılı olmalıymış gibi” imada bulunmaktadır.126 

Batı’ya karşı meydan okumanın Müslümanlardan geleceğinin altını çizen Huntington, bir bakıma Batı ülkelerine de yol göstermektedir. Oysa Müslüman ülkelerinin Batı’nın topraklarında ya da Batı’daki çıkarlar konusunda herhangi bir isteği ve hedefi yoktur. Burada çıkarı olan Batı’dır ve çıkar sahaları da Müslüman ülkelerin sahip olduğu topraklardaki petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Bu topraklar da ki pazar paylarıdır. Bu topraklarda yetişen bilgili ve zeki insanları devşirmek ve kendi sistemini güçlendirmek için onlardan yararlanmaktır. Yeni dünya düzeni kurulması senaryosu da yeni değildir ve Birinci Dünya Harbi başlamadan önce ortaya konulmuş, 

Birinci ve İkinci Dünya Harplerinden sonra sahnelenmiş, XX. Yüzyıl sonunda bir başka savaşın sonunda, “Soğuk Savaş” sonrasında yeniden sahne almıştır. Arkasında ise Müslümanları “hasım” ve “terörist” gibi göstermek isteyen petrol karteli bulunmakta, teröre destek veren Müslüman ülkeler ve kuruluşlar da farkında olmadan bu petrol kartelinin emellerine alet olmaktadır. 

Orta Doğu’daki kalıcı barış, bölge ülkelerinin, eğer yapabilirlerse çok yakını dâhil “geçmişe sünger çekmeleri” ile mümkündür. Barışın tesisine katkısı olacak bölge dışındaki aktörlerin en başında da ABD gelmektedir. Ancak ABD’nin özellikle George W. Bush’un başkanlığı döneminde böyle bir girişime sıcak baktığını söylemek mümkün değildir. Filistin asıllı ABD’li araştırmacı Edward Said ABD’nin tutumu konusunda, daha 20-26 Aralık 2001 tarihlerinde; “ABD’nin terörizme karşı savaşı yayıldıkça daha fazla huzursuzluğun ortaya çıkması kesin gibi. İşleri yoluna koymak şöyle dursun, ABD iktidarı muhtemelen sorunları kontrol edilemez şekilde işin içinden çıkılmaz hâle getiriyor. ABD ve Avrupalılar bir anti-Taliban koalisyonu oluşturma ihtiyacı duydukları için Filistin sorununa yönelik yenilenmiş bir dikkatin ortaya çıktığını söylemek ironi olarak anlaşılmamalıdır.” şeklindeki ifadeleri ile doğru teşhisi koymuştu sanki.127 Gerçekten de o tarihten sonra anti-Taliban maskesi altında Irak’a İngiltere ile birlikte savaş açan ABD, 
Avrupa’nın tamamını değilse bile önemli bir bölümünü yanına alarak hareket etmiş, BM kararlarını bile hiçe saymıştı. AB’nin ağır topları olan Almanya ve 
Fransa’yı bile karşılarına almayı göze almış, bu yüzden AB’nin çatırdamasına aldırış bile etmemişti. 

Suriye’nin mutlak surette bölgedeki terör örgütlerine desteği kesmesi, hatta bu konuda uluslararası bir iş birliğinin tesisi yoluna gitmesi gereklidir. 

Terör konusunda XXI. yüzyılın en hassas ülkesi olan ABD’nin yöneticileri de bu konuda Suriye’yi zorlamaktadır. ABD’nin maksadı, Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisini azaltmak, İsrail’e karşı terörist saldırılar yapan Hizbullah ve Filistinli diğer terörist gruplara yardımını kesmektir. Böyle bir hareket tarzı uygulandığı takdirde, ABD’nin Suriye’ye karşı güveni gittikçe artacaktır.128 Golan tepeleri ve 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların koşulsuz Suriye’ye verilmesi hâlinde Suriye’nin tavrı olumlu yönde değişebilir. Ancak İsrail bunu kabul edebilecek midir? Zira İsrail’in BM Genel Kurulunda 10 Kasım 1975’te, “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 (XXX) sayılı, ve 35’e karşı 72 devlet tarafından desteklenen (32 çekimser, üç oylama harici) kararı karşısında,129 “Siyonizm” tutumunu değiştirebilecek midir? Öte yandan Yitzak Rabin gibi cesaretini canıyla ödeyebilecek yeni liderler çıkabilecek midir? Zira BM’nin almış olduğu karara rağmen Filistinlilerle arasına yeni bir duvar çekmesi ve Suriye ile yaşanan Golan Tepeleri çıkmazı da Orta Doğu’daki kalıcı barışın sağlanmasına engel olan diğer önemli gerçeklerdir. 

Yahudi Yazarlardan Norton Mezvinsky, İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan “İsrailli Araplar”ın durumunu incelemiş ve bunların yasalar uyarınca yurttaşlık haklarından tam olarak yararlanamayıp ikinci sınıf yurttaş konumuna düşürüldükleri sonucuna varmıştır. Yahudi yazar Mezvinsky’e göre çözüm yolu şöyledir: “Çözüm, İsrail devletini Siyonizm’den kurtarmaktır. Siyonist devletin barışçı yoldan ortadan kalkmasını ve yerine laik, demokratik, çok ırklı bir devletin kurulmasını gündeme getiren bu öneri Orta Doğu halklarının tüm sorunlarını çözmeye yeterli olmamakla birlikte somut ve olumlu bir adım sayılabilir.”130 

DİPNOTLAR;


1 Suleiman Mousa; “The Rise of Arab Nationalism and the Emergence of Transjordan”, Nationalism in a non-National State (The Dissolution of the Otoman Empire), (Edited by: William 
W. Haddad and William L. Ochsenwald), Ohio State University Pres. Columbus, 1997, s. 242. 
2 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. 4 1. Kısım, Sina-Filistin Cephesi, Ankara, ATASE Yayını, 1979, s. 689-690. 
3 K. Krüger; Kemalist Türkiye ve Orta Doğu, (çev.: Nihal Önol), Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s. 156. 
4 a.g.e.; s. 156-157. 
5 Albert H. Hourani; Arap Halkları Tarihi, (çev.: Yavuz Alogan), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 379. 1949 yılına gelindiğinde 
Yahudiler Filistin’deki nüfusun yüzde 30’undan fazlasını oluşturuyordu. 
6 Krüger; s. 157. 
7 Arab Higher Committee. 
8 Pious Faundation. 
9 William R. Polk; The Arab World Today, Harvard University Pres, Cambridge, Massachusette, London, 1991, s. 170-172. 
10 Thomas Koszinowski; Die Palaestinenser und der arabisch-israelische Konflikt: Deutschearabische Beziehungen, (Herausgeber: Udo Steinbach), Schriften 
des Forschungsinstituts der Deutschen Gesellschaft für Auswaertige Politik e.V. Bonn, R. Oldenburg Verlag, München, Wien, 1981, s. 285. 
11 Jewish Agency. 
12 Stern Gang. 
13 Polkss; 172-175. 
14 Çağrı Erhan; Ömer Kürkçüoğlu, “Filistin Sorunu”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 637. 
15 Franz W. Seidler, Alfred M. De Zayas; Kriegsverbrechen in Europa und im Nahen Osten im 20. Jahrhundert, Verlag E.S. Mitler und Sohn GbmH, 
Hamburg-Berlin-Bonn, 2002, s. 285-287. 
16 Hourani; s. 418 ve Polk, s. 177-180. 
17 Abd el-Qadir Huseini. 
18 Burada belirtilmesinde yarar görülen bir husus vardır. 2004 yılı içinde de İsrailli liderlerin izlediği yol aynıdır. Zira 2003 ve 2004 yılı içinde de HAMAS’ın 
lider kadrosu İsrail tarafından izlenmekte ve bunlar ilk fırsatta yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumu Başbakan Şaron da bizzat bir “Hükûmet politikası” olarak 
açıklamaktadır. 
19 Polk, s. 182. 
20 Çağrı Erhan, Ömer Kürkçüoğlu; s. 639. 
21 A.L. Ratcliffe; Zur strategischen Lage im Nahen Osten, Wehrwissenschaftliche Rundschau, E.S. Mitler und Sohn Gmbh, Darmstadt, 1952, s. 457. 
22 Alain Gresh, Dominique Vidal; Orta Doğu-Mezopotamya’dan Körfez Savaşı’na, (çev.: Hamdi Türe), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 61: Mısır’daki bu 
“Hür Subaylar”ın başındaki genç ve atak Mısır subayı Cemal Abdülnasır idi. 1848 Filistin Arap-İsrail Savaşı’nda sarsılarak çıkmış, 23 
Temmuz 1952’de Hür Subayların yardımıyla iktidarı ele geçirerek 1953’te krallığı ortadan kaldırmıştı. Nasır’ın rengi o yıllarda henüz belli olmamıştı. 
Arkadaşları içinde komünistler ve Müslüman Kardeşler de bulunmaktaydı. 1955 yılında “Bağlantısızlar Hareketi”ne katılacak, 1956’da Süveyş Kanalı’nın 
millîleştirilmesi, politikasının ana hatlarını ortaya koyacaktı 
23 Türkçe “Şükrü El Kuvvetli” olarak çağrılıyor. 
24 Türkçe “Çiçekli” olarak çağrılıyor. 
25 Nikolaos van Dam; Suriye’de İktidar Mücadelesi, (çev.: S. İdiz, A.F. Çalkıvık), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 59-60. 
26 George Lenczowski; The Middle East in World Affairs, Cornell University Pres, Ithaca and London, 1982, s. 327 ve Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği: Yöneliş, 
(çev.: Taşkın Temiz), İstanbul, 1998, s. 279. Antoun Saadeh (Sa’ada) tarafından kurulan ve orijinal adı “Syrian National Party” olan partidir. 
Mezopotamya’ya “Doğu Suriye” diyen ve “Büyük Suriye” devleti kurulmasını öngören Arap milliyetçisi bir parti olup lideri Sa’ada 1951’de ölmüştür. 
27 İrfan Acar; Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, TTK, Ankara, 1989, s. 35-36. 
28 Melek Fırat, Ömer Kürkçüoğlu; “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 627-628. 
29 Tibi; s. 295-296. 
30 Polk; s. 206. 
31 Peter Mansfield; Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, (çev. Nuran Ülken), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 162-163. 
33 Polk; s. 37-40. 
34 Fatrat el-Infisal. 
35 van Dam; s. 60-64. 
36 Mansfield; s. 175. 
37 Lenczowski; s. 347-348. 
38 Hourani, s. 472. 
39 Tibi; s. 296-297. 
40 Salah Jadid. 
41 Ebru Metli; Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi Gelişimi ve İki Ülkenin Milli Menfaatleri/Hedefleri (Uzmanlık Tezi), MGK Genel Sekreterliği, 
Ankara, 2000, s. 44-45 ve Lenczowski; s. 350. 
42 Mansfield; s. 178-182. 
43 Koszinowski; s. 288. 
44 Fahir Armaoğlu; XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995, Genişletilmiş 2. Baskı, Akım Yayınevi, 
İstanbul-Ankara, s. 702-703: 1964 Mayıs ayı içinde, çoğunluğu Ürdün’de, diğerleri de Arap 
ülkelerine yayılmış durumda bulunan Filistinli Arapları organize edip onları İsrail’e karşı 
mücadeleye sevk etmek maksadıyla o zamanlar Ürdün toprakları içinde bulunan Doğu Kudüs’te 
“Birinci Filistin Kongresi” toplandı. Bu kongre ile FKÖ kurularak, 33 maddelik bir “Filistin Millî 
Misakı”(Al-Misak Al-Vatani Al-Filastani) kabul edildi. Bu misaka göre, İngiliz mandası altındaki 
Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6. maddeye göre de “Siyonist istilasından önce”, yani 
“Balfour Deklarasyonu”ndan önce, Filistin topraklarında devamlı oturmakta olan Yahudiler de 
Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947’ye kadar Filistin topraklarında yaşayan “Arap 
vatandaşları” ile bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında ister bu toprakların dışında doğmuş 
olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9. madde, Filistin topraklarının kurtarılması 
için silahlı mücadele öngörüyordu. 19. madde, Filistin’in 1947’deki bölünmüşlüğünü ve kurulmuş 
olan İsrail devletini geçersiz sayıyordu. 21’inci madde ise Filistin topraklarının tamamen 
kurtuluşunun dışındaki hiçbir çözümü kabul etmiyordu. FKÖ’nün silahlı mücadeleyi yürütmek 
için “fedayin” denen gerillalardan oluşan bir askerî teşkilatı “El-Fetih” (Al-Fatah) teşkilatı da 
kurulmuştu. 
45 Hourani; s. 475 ve Koszinowski; s. 289. 
46 O zamanlar dünya kamuoyunda “Fedain” olarak biliniyorlardı. 
47 Armaoğlu; s. 702-704. 
48 Hourani; s. 475-477. 
49 Mansfield;.s. 186. 
50 Lenczowski; s. 352. 
51 Mansfield; s. 188-189. 
52 Hourani; s. 480. 
53 Mansfield; s. 187-188. 
54 Hourani; s. 481. 
55 Bu tarihi 16 Kasım 1970 olarak verenler de mevcuttur. Bk. Bahattin Karakaya; “Suriye Dosyası”, Avrasya Dosyası, C. 4, Sayı 1-2, Ankara, 1998, s. 241. 
56 van Dam; s. 118-119. 
57 Daniel Dishon; “Greater Syria”: Reviving an old Concept, The Syrian Arab Republic, (Edited by Anne Sınai, Allen Pollack), American Academic Assoc. 
For Peace in Middle East, New York, 1976, s. 83. 
58 Büyük Suriye Hayali: Hafız Esad yönetiminin en büyük ideali Büyük Suriye’yi kurma hayali idi. 
59 Lenczowski; s. 356. 
60 Mansfield,s. 195-196. Bu federasyona başlangıçta Sudan da katılmak istemiş; ancak bu, rejimin komünist kesiminden gelen muhalefet sonucu mümkün olamamıştı. 
61 Michael Krupp; Zionismus und Stadt Israel, Gütersloher Verlagshaus Gerd Mohn, Gütersloh, 1983, s. 157-158. 
62 Armaoğlu; s. 719-721. 
63 Lenczowski; s. 357. 
64 Krupp; s. 160-161. 
65 Acar; s. 71. 
66 Arap Liga. 
67 Tel-Aviv’de Filistin komandolarının bir İsrail otobüsüne yönelik operasyonu sonucunda 31 İsraillinin ölmesi üzerine İsrail 14 Mart 1978’de 20 binden fazla bir 
kuvvetle kara, hava ve denizden Güney Lübnan’a çıkartma yapmış, iki gün içerisinde Lübnan’ın yüzde 10’unu işgal etmişti (Acar; 1989,s. 84). 
68 Lenczowski; s. 358-359. 
69 UNIFIL. 
70 Acar; s. 85-87. 
71 İrfan Acar; ss. 83-89. 
72 Tuna Köprülü, “30 Yıl Sonra Ortadoğu’da Denge Değişiyor”, Hürriyet, 27.3.1979. 
73 İrfan Acar; s. 92. 
74 Ariel Şaron 2000’li yılların başında İsrail’de tekrar iş başına hem de Başbakan olarak gelmiş olup, İsrail’de Filistinlilere karşı aldığı radikal kararlarla sadece 
Arap ve Müslüman ülkelerin değil, Batı ülkelerinin ve hatta kendi ülkesindeki Yahudilerin dahi sert eleştirileri ile karşı karşıya kalmaktadır. 
75 İsrail’in Lübnan’ı işgalinin gerçek nedeninin su sorunu olduğunu iddia edenler mevcuttur. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Türkkaya Ataöv de bunlardan biri olup, 
İsrail’in bu Lübnan harekatının asıl sebebi, Litani suları üzerinde egemen olma isteğidir. Ayrıntı için bk: Ekrem Memiş, Kaynayan Kazan Ortadoğu, 
Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya, 2002, s. 217. 
76 Acar; s. 93. 
77 a.g.e.; s. 95. 
78 Hourani; s. 496. 
79 Şule Kut; “Filistin Sorunu ve Türkiye”, Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, (Editör: Haluk Ülman), TÜSES, İstanbul, 1991, s. 25-27. 
80 Al-Jihad al-islam. 
81 Armaoğlu; s. 870-871. 
82 Armaoğlu; s. 871-872. 
83 Mustafa Coşkun; “İsrail’in Güney Lübnan Serüveni”, Stratejik Analiz, ASAM, Ankara, Temmuz 2000, s. 19. 
84 Arnold Blumberg; The History of Israel, Greenwood Pres, Westpor, Connecticut, London, 1998, s. 164-171, 174. 
85 Ferhad İbrahim; “Syrien nach Hafiz al-Asad: Zwischen Kontinuität und Wandel”, 
www.bpb.de/publikationen/V8F2UP,0,0,Syrien_nach_Hafiz_alAsad:_Zwischen_Kontinuit, (erişim: 22.10.2005), s. 5. 
86 Hillel Haklin; “The Rabin Assassination: A Reckoning”, (Edit: Neal Kozod), The Mideast Peace Process, Encounter Boks, San Fransisco, 2002, s. 47. 
87 İsrail, bu tarihten sonra Filistin’le ipleri koparmaya başlayacak, bu konuda İsrail’le anlaşmaya 
yanaşmayan radikal Filistinli gerilla örgütleri de yardımcı olacaktır. Çeşitli provokasyonlardan sonra da Nisan 1997’de Kahire’de bir araya gelen 
Arap Birliğinin Dışişleri Bakanlarının toplantısı sonunda “Barış Süreci Görüşmelerinin” sona erdiği bildirilecekti. 
http:// www. sophienschule. de/extern/ israel/ mat1ge9. htm. 
88 Kamel S. Abu Jaber; The Arab-Israeli Peace Process: A Critical Evaluation, Perceptions Journal of International Affairs, 
Volume V, Number 1, March-May 2000, s. 113. 
89 İbrahim; s. 5. 
90 Metli; s. 49. 
91 117 STAT.2482, PUBLIC LAW 108-175, Dec. 12, 2003. 
92 Ümit Enginsoy; “Sıra Suriye’de mi?”, Ulusal Strateji, Yıl 5, Sayı 35, 5 Mayıs 2003. 
93 Star; 19.1.2004. 
94 Cumhuriyet; 19.3.2004. 
95 Gökhan Gök; http://www.wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=12252. 
96 Milliyet; 13.10.2005. 
97 Celalettin Yavuz; “Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin İkinci Durağı Suriye mi?”, 2023, 15.12.2005, Sayı 56, s. 14-15. 
98 Zaman; 20.1.2004. 
99 Milliyet; 23.3.2004. 
100 Milliyet; 12.11.2004. 
101 “Arafatçılar Tasfiye Edildi, İsrail Memnun”; Milliyet, 25.2.2005. 
102 “Kan ve Gözyaşı”; Milliyet, 18.8.2005, s. 20. 
103 “Türkler Yıkmamıştı, Biz Neden Yıkıyoruz?”; Milliyet, 23.8.2005, s. 20. 
104 Thomas Avenarius; “Die Grenzen des Wiederaufbaus”, Süddeutsche Zeitung,24./25. September 2005, s. 11. 
105 “Hamas Dünyayı Böldü”; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=176961, 28.6.2006. 
106 “Dün Suriye'deki Elçilik Yakılmıştı. Bu Kez De Beyrut'taki Danimarka Konsolosluğu Yakıldı”, 5.2.2006, http://www.nethaber.com/?h=44726. 
107 Oky; “Damaskus nutzt den Streit, um in Beirut Chaos zu stiften”, 7.12.2006, 
http://www.welt.de/data/2006/02/07/842059.html. 
108 “Peres tritt aus Arbeitspartei aus”; http:// www. welt. de/ data/ 2005/ 11/ 30/ 811405. html, 2.12.2005. 
109 “İsrail’de Seçimleri Kadima Kazandı”; http:// www. usakgundem. com/ haber. php? id= 3783, 29.03.2006. 
110 “İsrail: Hükûmet Güvenoyu Aldı”; VOA Türkçe, 5 Mayıs 2006, 
http://www.usakgundem.com/haber. php? id= 4565. 
111 İsrail Türkiye'den yardım istedi, http://www.milliyet.com.tr/2006/06/28/dunya/axdun01.html, 30.11.2005, (erişim:28.6.2006). 
112 Serhat Erkmen; “İsrail, Hizbullah, HAMAS Savaşı”, 26.7.2006, (erişim: 27.12.2006), http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1057&kat1=32&kat2=#_ednref1 
113 “İsrail’den Çocuk Katliamı”, Akşam, 31.7.2006, s. 17. 
114 “Mit eiserner Faust”; Der Spiegel, 24. Juli 2006, s. 80-87. 
115 “İsrail Hem Onayladı Hem Vurdu”; Akşam, 14.8.2006, s. 12. 
116 “Nasrallah wins the war”; The Economist, August 19th 2006, s. 9. 
117 “The blame game”; The Economist, August 19th 2006, s. 33. 
118 Türkiye, TBMM’de 5.9.2006 günü Lübnan’a asker gönderme iznini Hükümete verdi. 
119 “Olmert versucht politischen Sprengsatz zu entschärfen”, 12. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,454120,00.html 
120 “Olmert startet Diplomatie-Offensive mit Abbas”, 24. Dezember 2006, 
http:// www. spiegel.de/ politik/ ausland/ 0, 1518, 456486, 00. html. 
121 “Beziehungen zwischen Israel und den Palästinensern”; 23. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,456447,00.html 
122 Ekmeleddin İhsanoğlu; Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı, Yeni Türkiye, “Türk Dış Politikası Özel Sayısı”, Sayı 3, Ankara, 1995, s. 418. 
123 “Gül’den ABD’ye Eleştiri”; Akşam, 4.8.2006. 
124 Ayrıntılar için bk. Celalettin Yavuz; Geçmişten Geleceğe Suriye-Türkiye İlişkileri, ATO Yayını, Ankara, 2005, s. 76-92, 104-108. 
125 Edward Said; Oryantalizm-Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çev.: Semih Uzel), Pınar Yayınları, İstanbul, 1982, s. 372-373. 
126 Samuel Huntington; Medeniyetler Çatışması, (Derleyen: Murat Yılmaz), Vadi Yayınları, Ankara, 2001, s. 31-32. 
127 Edward Said; Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu, (Çev.: A. Cüneyt, A. Kerem, N. Ersoy), Aram Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 192. 
128 Alan Makovsky; Syria’s Foreign Policy Challenges U.S. Interests, 2001, 
http: //www. ciaonet.org/ pbei/ winep/ policy_2001/maa03.html 
129 Humprey Walz; “Siyonizm ve Irkçılık: Çelişen Görüngüler ve Algılamalar”, (Çev.: Türkkaya Ataöv), Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 17. 
130 İ. Hatem Hüseyni; “Siyonizm’i Eleştiren Yahudiler”, Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 259. 


***