18 Mayıs 2017 Perşembe

AMERİKA DA DEMOKRASİ.



  AMERİKA DA DEMOKRASİ.





Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartların eşitliği kadar şaşırtmadı. Bu vakanın, cemiyetin gidişi üzerindeki 
muazzam tesirini kolayca farkettim: halk efkârına belli bir istikamet veren; kanunların muayyen bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, 
idare edilenlere de hususî alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakıanın, tesirini kanunların ve siyasî adetlerin çok ötesine kadar yaydığını 
ve sivil hayattaki nüfuzunun Devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım: Fikirler yaratıyor, hisler doğuruyor, adetler telkin ediyor ve kendi yaratmadığı 
her şeyi de tadil ediyordu. Böylece, Amerikan cemiyeti ile  alâkalı tetkiklerimi artırdıkça, şartların eşitliği vakıasının, her hususî oluşun kendisinden çıktığı 
temel vakıa olduğunu gitgide daha fazla bir şekilde görmeye başlıyor ve onu hep önümde bütün müşahedelerimin varacağı merkezî nokta olarak buluyordum.

O zaman düşüncelerimi bizim yarım dünyaya yönelttim ve yeni dünyanın bana arzettiği manzaraya benzer bazı şeyleri orada da farkeder gibi oldum. 
Amerika’daki gibi son hudutlara varmamış olsa bile, oraya doğru her gün biraz daha fazla yaklaşan, şartların eşitliği oluşunu gördüm. 
Ve Amerikan cemiyetlerinde hüküm süren tipte bir demokrasi, Avrupada’da, bana, iktidara sür’atle yaklaşır gibi göründü. Bu andan itibaren, okumak üzere 
bulunduğumuz kitabın ana fikri kafamda belirdi.


Büyük bir demokratik inkılâp gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Herkes Onu görüyor, fakat hakkında aynı hükmü vermiyor. Bazıları onu yeni bir şey olarak 
telâkki ediyorlar ve geçici sandıkları için hala durdurulabileceğini zannediyorlar. Diğerleri, kendilerine tarihte rastlanılan en eski ve devamlı olay olarak 
göründüğü için, bunun karşı konulmaz bir şey olduğuna hükmediyorlar.

Bir an için nazarlarını yedi asır önceki Fransa’ya çeviriyorum: onu toprağa sahip ve sakinlerini idare eden bir avuç aile arasında parçalanmış bir halde 
buluyorum. Hükmetme hakkı nesilden nesile miras yoluyla geçiyor, insanların birbiri üzerinde tesiri için tek vasıta var: kuvvet, iktidarın biricik menşeî: 
toprak mülkiyeti. Fakat çok geçmeden ruhban sınıfının siyasî gücü teessüs ediyor ve yayılmağa başlıyor. Ruhban sınıfı sinesini zengin, fakir; asil, avam 
herkese açıyor. Eşitlik Devlet idaresine kilise yoluyla nüfuz etmeye başlıyor ve ebedî bir köleliğe mahkûm gibi görünenler, asillerin arasında rahip olarak yer 
alıyor ve ekserî kralların da üstünde oturuyor. Zamanla cemiyet daha medenî ve istikrarlı bir hal aldıkça, insanlar arasındaki çeşitli münasebetler de daha 
kabarık ve karışık oluyor. Medenî

Kanun ihtiyacı kendisini kuvvetle hissettiriyor. O zaman hukukçular ortaya çıkıyorlar, mahkemelerin karanlık çalılarını ve tozlu odalarını terkederek prensin 
sarayına, zırhlı ve kürklü baronların yanma oturmağa gidiyorlar. Krallar büyük teşebbüsler peşinde harap oluyorlar; asiller hususî harplerde bitip tükeniyorlar; 
avam, ticaret yoluyla zenginleşiyor. Paranın tesiri Devlet işlerinde kendini hissettirmeye başlıyor. Ticaret iktidar temin eden yeni bir kaynak oluyor ve 
borsacılar hem istihfaf hem de dalkavukluk edilen bir siyasî kudret halini alıyor. Yavaş yavaş kültür seviyesi artıyor; san’at ve edebiyat zevkinin doğduğu 
görülüyor; kültür bir muvaffakiyet, ilim bir idare vasıtası, zekâ bir sosyal kuvvet oluyor. Kültürlü kimseler Devlet idaresine giriyorlar. Bununla beraber, 
iktidara giden yeni yollar keşfedilince asaletin değerinin azaldığı görülüyor. XI. asırda asalet ölçüsüz derecede kıymette iken XIII. asırda satın alınıyor; ilk 
asalet tevcihi 1270 de vukubuluyor ve nihayet eşitlik Devlet idaresine bizzat aristokrasi yolu ile giriyor. Geçen yedi asır boyunca, kralın otoritesine savaşta 
veya rakiplerinin güçlerini bertaraf etmede, asillerin halka siyasî kudret verdikleri bazen görüldü. Halkı aynı seviyeye getirmede en sebatlı ve en aktif krallar 
Fransa Kralları oldular. Kuvvetli ve haris oldukları zaman halkı asillerin seviyesine yükseltmeye çalıştılar; zayıf ve mutedil oldukları zaman da halkın kendilerinin 
üstünde yer almasına müsaade ettiler.

Bazıları demokrasiye kabiliyetleriyle, bazıları da acizleri ile hizmet ettiler. XI. ve XIV. Louis tahtın altındaki her şeyi eşit kılmağa çalıştılar ve XV. LOUİS 
nihayet sarayı ile birlikte tozlara bulandı. Vatandaşlar feodal taksimden başka yollarla toprak mülkiyetine sahip olmağa ve tanınmış olan menkul mülkiyeti 
tesir yaratmağa, kudret temin etmeğe başladıktan sonra, insanlar arasına birçok yeni eşitlik elemanı sokmayan ne bir sanayi keşfinde bulunuldu ne de 
endüstri ve ticarette bir ıslâhat yapıldı. Bu andan itibaren keyfedilen bütün metotlar, doğan bütün ihtiyaçlar, tatmin edilmek istenen bütün arzular evrensel 
bir seviye eşitliğine doğru terakkilerdir. Lüks zevki, savaş aşkı, moda iptilâsı, insan kalbinin en sathî ve en derin ihtirasları, zenginleri fakir, fakirleri zengin 
yapmak için ahenkle çalışıyor görünüyorlar. Zekâ eserlerinin zenginlik ve kuvvet kaynağı oluşundan itibaren, ilmin her terakkisini, her yeni malûmatı, her 
yeni fikri halka uzanan yeni bir kudret kaynağı telâkki etmek icabetti. Şiir, hitabet, hatıralar, zekâ oyunları, muhayyilenin ateşi, düşünce derinliği, 
Tanrı’nın tesadüfe göre dağıttığı bütün meziyetler, demokrasiye hizmet ettiler; ve hattâ hasımlarının elinde bulunduğu zaman dahi, insanın tabiî 
büyüklüğünü ortaya koyarak demokrasi davasına yaradılar. Şu halde zihin aydınlığının ve medeniyetin terakkisi, demokrasinin terakkisi demek oldu. 

Edebiyat fakirlerin de, zayıfların da her gün silâh aramağa koştukları bir cephane halini aldı. Tarihimizin sayfalan çevrilirse, denilebilir ki yedi asırdan beri 
eşitlik yönünde hizmet etmeyen hiç bir büyük hadiseye rastlanamaz.

Haçlı Seferleri ve İngiltere harpleri asilleri çok azaltıyor ve topraklarını bölüyor; kazaların kuruluşu feodal monarşiye demokratik hürriyeti sokuyor; ateşli 
silâhların keşfi asil ile köylüyü muharebe sahasında eşit kılıyor; matbaa zekâlarına eşit kaynaklar veriyor; posta sarayların kapısına olduğu kadar fakir 
kulübesinin eşiğine de ışık getiriyor; Protestanlık, bütün insanların eşit şekilde Tanrı’nın yolunu bulabileceklerini ilân ediyor. Keşfedilen Amerika binlerce 
yeni servet yolu açıyor ve meçhul macerapereste hem zenginlik hem de kudret temin ediyor. Şayet XI. asırdan itibaren ellişer yıllık safhalar halinde 
Fransa’da olup bitenleri incelerseniz, her safhada cemiyetin yapısında ikili bir inkılâbın vuku bulduğunu farketmemenize imkân yoktur. Asil, sosyal 
hiyerarşide gerilerken, avam ilerlemekte; biri inerken öbürü çıkmaktadır. Her yarım asır onları yaklaştırmakta ve çok geçmeden birbiriyle birleşir bir hâle 
getirmektedir. Oysa, bu sadece Fransa’ya has birşey de değildir.

Nazarlarımızı ne tarafa çevirirsek çevirelim, bütün Hıristiyan âleminde aynı inkılâbın cereyan ettiğini farkederiz. Her tarafta milletlerin hayatında çeşitli 
olayların demokrasiye hizmet ettiğini görürüz. Herkes ona yardım etmektedir: Bu rejimin muvaffakiyetinde payı olmak isteyenler yanı sıra, ona hizmeti 
aklından bile geçirmeyenler; onun için çarpışanlar yanı sıra, kendilerini açıkça düşmanı ilân edenler, bütün hepsi karmakarışık bir şekilde aynı yolda 
sürüklendiler; ve hepsi kimi arzusu hilâfına kimi de bilmeden kaderin elinde oyuncak olarak müştereken çalıştılar.

Şartların eşitliğinin tedricî gelişimi, şu halde, İlâhî bir oluşun belli başlı özeliklerini taşımaktadır: evrenseldir; devamlıdır; insanın önleyebileceği bir şey 
değildir; bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir. Bu kadar uzaklardan gelen bir toplumsal hareketin, bir neslin çabalamasıyla 
önlenebileceğini sanmak akıllıca bir iş olur mu? Kralları mağlup eden, derebeyliği altüst eden demokrasinin, zenginler ve buıjuvalar önünde gerileyeceği 
söylenebilir mi Demokrasi, kendinin bu kadar kuvvetli ve hasımlannın da bu kadar zayıf olduğu şu anda mı duracak?

O halde nereye gidiyoruz? Kimse bilmiyor. Zira mukayese ölçüleri şimdiden elimizden çıktı. Zamanımızda Hıristiyanlar arasında şartlar, dünyada hiç bir 
yerde ve hiç bir zamanda görülmemiş derecede eşittir, ve şimdiye kadar olanların azameti, bundan sonra olup bitecekleri sezmeye mâni oluyor. 
Okuyacağınız bu kitap, bütün manialara rağmen bunca asırdır yol alan ve halâ bugün bile bizzat kendi eseri olan harabeler arasında yürüyen ve önlenmez 
inkılâbın manzarasının, yazarın ruhunda yarattığı bir nevi dinî korkunun baskısı altında yazıldı. Tanrı’nın ne istediğini anlamamız için, mutlaka konuşması 
şart değildir. Hâdiselerin daimî temayülünün, tabiatın olağan aklının ne olduğunu tetkik etmek yeter. Tanrı’nın sesini duymasam bile, yıldızların gökte onun 
parmağının çizdiği yolu takib ettiklerini biliyorum. Şayet zamanımız insanları, devamlı müşahedeler ve samimi düşüncelerle eşitliğin tedricî gelişiminin 
tarihimizin hem mazisi hem istikbâli olduğunu kabul ederlerse, yalnız bu seziş bile, bu gelişime Tanrı iradesinin mukaddes mahiyetini verecektir. 
Demokrasiyi durdurmak istemek, o zaman bizzat Tanrı’ya karşı savaşmak gibi görünecek ve insanlar için Tanrının kendilerine zorunlu kıldığı sosyal 
duruma uymaktan başka çare kalmayacaktır.

http://www.derindusunce.org/2017/05/17/amerikada-demokrasi-alexis-de-tocqueville-3/#more-42471


..

..

16 Mayıs 2017 Salı

Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?


Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?

Ersin DEDEKOCA*
* 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışman




Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS Hükümeti’nin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “Otoriter ” gelişmeye benzer bir “ Popülist-milliyetçimuhafazakâr ” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır. Bir zamanlar “Avrupa’nın periferisinden  merkezine değişim“ için örnek verilirken; şimdilerde “ Putinizm’in Polonyalı yüzü ”, ” Vistula’daki Orbanizm-Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Polonya  versiyonu ”,” Avrupa’ya kuşkulu-Euroskeptic ”, “ Demokrasi maskesi giymiş totaliter Polonya ” olarak nitelenen Polonya algısındaki dönüşümün gerçeklik  payı ve etkenleri çalışmamızın konusu olmuştur.

1989’da ilk “ Serbest Seçim ”ini gerçekleştiren, 1999’da NATO, 2004’de de AB üyesi olan Polonya, 38,5 milyon nüfusu ve cari $ fiyatlarıyla yaklaşık 550 milyar’lık ulusal geliri ile Orta/Doğu Avrupa ve eski Sovyet Bloku üyesi AB ülkeleri içinde en büyük ekonomi konumundadır. AB gerçekleşmeleri karşısında Polonya ekonominin dört başat olgusu, AB ülkelerinde yoğun olan 2008/09 “durgunluğunun” yaşanmamış olması;  işsizlik seviyesinin AB ortalamasının üzerinde seyretmesi; karbon salınımının yüksekliği; son olarak da, kişi başı GSMH’nın AB ortalamasının ancak yüzde 67’sine ulaşması olarak belirmektedir.1

Kömür, sülfür, bakır, doğal gaz ve gümüş doğal kaynaklarına sahip ve dünyanın 24 ncü büyük ekonomisi olan ülkenin başlıca ekonomik parametreleri, yıllar itibariyle gerçekleşme ve tahmin olarak aşağıdaki tabloda topluca izlenebilir: Global konjonktüre koşut olarak 2004-07 yılları arasında ortalama yıllık yüzde 6 oranında gerçekleşen ekonomik büyümenin giderek düştüğünü, 2014 yılında yeniden toparlandığı izlenmektedir.

Bilindiği gibi, Polonya ekonomisi yakın zamana kadar, Avrupa’nın en hızlı büyüyen, en düşük enflâsyonu ve bütçe açığı (yüzde 3) yaşayan, işsizliği ve gelir eşitsizliği giderek azalan ülkeleri arasında kabul edilmekteydi.2 

Ülke ulusal gelirinin oluşumuna baktığımızda, sahip olduğu dinamik nüfusun bir sonucu olarak, yüzde 60,1’inin “hane halkı tüketimi”nin oluşturduğunu
görmekteyiz. (kamu harcamaları, sabit yatırım ve net dış ticaretin payları da sırasıyla: yüzde 60,1-18,2-19,5 ve 1,5’dur.) Aynı yaklaşımı sektörler
itibariyle yaptığımızda da, GSMH’nın yüzde 3,4’ünü tarım, 40,1’ini sanayi ve 56,5’unu hizmet dallarının yarattığı ve sanayileşmiş bir ülke
olduğu anlaşılmaktadır.3



Dış satım ve alım arasındaki denge negatif bakiye verse de, açık rakamı çok düşüktür. Keza, “cari denge” deki açık da, “taşınabilir” sınırlardadır.
İhracat ve ithalâtında en büyük ortağı Almanya olup (yaklaşık yüzde 28 pay ile), bakiyesini AB üyesi ülkeler paylaşmaktadır. Ülkeye gelmiş FDI stoku 280.8 mia.$, ülkenin yurt dışındaki yatırım stoku da 70.6 mia.$ dır. Diğer yandan, ülke içi tasarruf oranları da yüzde 18 civarında olup, Batı ülkeleri için ortalamanın üstünde bir olgudur. Bu rakamlardan yapılacak çıkarım, Polonya ekonomisinin, özellikle AB üyeliği sonrası gösterdiği büyümede, önemli tutara varmış olan FDI payının yadsınamaz katkısıdır. Bu bağlamda vurgulanması gereken bir diğer konu da ülkenin, özellikle kamu borçlanmasından kaynaklanan dış borçlarının yüksekliğidir.

Elektrik üretiminde “üretim fazlası”( üretim: 152.7; tüketim 139 mia.kWh) yaşayan Polonya’da, toplam enerjinin yüzde 84,6-1,6-8,8’i sırasıyla fosil, hidroelektrik ve yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır. Doğalgaz tüketiminin yüzde 63’ünü dış alım yoluyla temin eden ülkenin enerji kaynağı, ağırlıklı olarak hidrokarbona (kömür) dayalı olup, yüksek seviyede karbon emisyonuna yol açmaktadır.4
İşsizlik oranının yüksekliği “süreklilik” niteliği kazanmış olan Polonya’da, 2002-06 yılları arasında yüzde 20’ler civarında seyreden anılan oran, 2010 yılından bu yana 9-10,2 arasında değişmektedir.

Yaşam kalitesi konusunda ülkedeki bir diğer olgu da, nüfusun yaklaşık yüzde 17’sinin “yoksulluk sınırı” nın altında yaşaması gerçeğidir.5İşgücünün
eğitim ve mesleki bilgi seviyesi yüksek olan ülke nüfusunun yüzde 60,5’unun şehirlerde yaşamakta, ülkenin işgücü ile ilgili bir diğer sorunu da, nüfus artışını durması, hatta 2015 için yüzde 0,09 oranında azaldığının beklenmesidir. Polonya’nın sosyal yapısıyla alâkalı bir diğer husus da, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 99,7’sinin aynı etnik kökenden olması gerçeğidir.( Romanya ile birlikte en düşük yabancı kökenli nüfusa sahip AB ülkesi)6 Ukrayna’da yaşanan iç çatışması sonrası bu ülkeye, çoğu geçici ve resmi olmayan yollarla göç eden Ukraynalılar’ın dahil edilmesiyle bu oranda çok ufak bir sapma olabilir.7

Sonuç olarak, son on yılda ulusal gelirini yüzde 20 oranında arttıran ve kişi başı milli gelirini katlayan Polonya ekonomisinin, oransal olarak değil, ama 
mutlak rakam olarak iç tasarruf yetersizliğinin sonucu olarak kaynak yönünden dışa bağımlı (FDI, dış borç ve portföy yatırımı); işsizliği
yüksek; nüfusunun önemli bir bölümü yoksulluk sınırında yaşayan ve daha çok iç pazara yönelik bir üretim yapısı özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz.8

Ülkenin Yönetişimi ve Politik Yapısı Kuvvetler ayrılığı temelli anayasası 2 Nisan 1997’de yürürlüğe giren Polonya’da, Sovyetlerin
yıkılmasından sonraki 1989-2004 yılları arasındaki dönemi, önceki rejimin yumuşak bir devamı olarak algılayan, hızlı ekonomik ve politik değişimin
ürküntüsünü taşıyan halk yığınlarının oyları şekillendirdi. Ancak bu dönemin sonuna gelindiğinde, özelleştirmeler ile yüksek işsizlikten ve mevcut
demokrasinin kurumlarından hoşnut olmayan ve yaygın yolsuzluktan bıkan kitlelerin seçim tercihlerinde ağırlıkları görülmeye başlandı.9

<  25 Ekim 2015’de yapılan ve katılım oranının yüzde 55 olduğu genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. >

Kuvvetler ayrılığı, yetkileri kısıtlı cumhurbaşkanı, iki meclisten oluşan parlamentosu (parlamentonun alt kanadı-Sejm ve üst kanadı- Senato), 
güçlü anayasa mahkemesi unsurlarını taşıyan parlamenter bir demokrasiye sahip Polonya’nın demokrasi geçmişine baktığımızda,
derecesi ve yönü değişik olmakla birlikte, “liberal olmayan-illiberal” özellik genellikle hâkim olmuş, ancak ülke demokrasisini bozacak bir güç sergilememiştir.10 



Sovyet bloğunun yıkılmasından sonra 1991,1993, 1997, 2001, 2005, 2007, 2011 ve 2015 seçimlerini yaşayan ülkenin geçmiş toplam 25 yıllık demokrasisinin son on yıllık sürecini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

- 2001 ve 2005 seçimlerinde Sejm’in yapısında, sol kanattan (216’dan 55 sandalyeye) sağ kanada doğru (PiS, 44’den 155’e;
Civil Platform-PO, 65’den 133’e, 2007’de 209 ve 2011’de de 207’e) çok belirgin kayış olmuştur.11 

Bu bağlamda seçmen davranışındaki bir diğer çıkarım da, Polonyalı seçmenlerin genellikle “yönetim karşıtı” istikametinde oy verdikleridir.12

- İlliberal nitelikli partiler: League of Polish Families (LPR), Self-Defense ve Law and Justice Party (PiS) ülke siyasi yaşamında hep var olmuşlardır. 
Anılan üç partinin oluşturduğu koalisyon ülkeyi 2005-07 yılları arasında, şimdiki PiS’in genel başkanı olan Jaroslaw Kaczynski’nin  başbakanlığında

-2010’da uçak kazasında ölen cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin ikiz kardeşi- yönetmiştir.

- Kasım 2007 seçimlerinde, PO’nun oy oranı yüzde 41,5 yükselirken, PiO’nun oyları yüzde 32,1’de kalmıştır. Bir diğer ifade ile, “ılımlı merkez”, “illiberal” 
kanada karşı güçlenmiş; seçmen, PiS’nun temsil ettiği illiberal politikaları sorgulamıştır. Seçim sonuçlarına göre, PO’dan Donald Tusk’un başbakanlığın da, kırsal ve tarıma ağırlıkveren Polish People’s Party (PSL) ve PO koalisyonu kurulmuştur.

- Ekim 2011 seçimlerinde PiS’nun oyları yüzde 29,89’a gerilerken, merkez oylarını temsil eden PO’nun oy oranı 39,18’e yükselmiştir.
PO ve PSL, mevcut koalisyonun devamına karar vermiş, PO’dan Donald Tusk ikinci kez başbakanlığındaki hükümet 2015 Kasım’ına kadar görev yapmıştır.

- 2015 yılının 10 ve 24 Mayıs tarihlerinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, PiS’in adayı Andrzej Duda, ikinci turda yüzde 51,5 oy alarak, eski cumhurbaşkanı ve PO’nun adayı Komorowsky’yi geçerek seçilmiş ve bu seçim gelecekteki PiS’nun iktidarını işaret etmiştir.13

- 25 Ekim 2015’de yapılan genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Katılma oranının yüzde 55 olduğu seçimde, milliyetçi-muhafazakâr PiS, sağ-popülist Kukiz’15 ve aşırı sağ Korvin oyların sırasıyla yüzde 39, 9 ve 4,9’unu almışlardır. PO’nun oy oranının sadece 23 olduğu seçim sonucuna göre, hiçbir sosyal demokrat parti parlamentoya girememiştir.14

Liberal karşıtı ve popülist PiS’in tek başına yönetime seçildiği bu son seçimde “seçmen tercihinde” yaşanan büyük değişimi irdelediğimizde, aşağıdaki faktörlerin başat rol oynadığını görmekteyiz:15


- Ekonomideki büyümeden yeterince payalamayan sosyal sınıfların tepkisi. Gençlerdeki işsizliğin, genel işsizlik oranının iki katı olması, kırsal yörelerde ve 
küçük kasabalarda iş bulmanın, şehirlerde de uzun süreli iş bulmanın zorluğu; 2008 krizinde yürürlüğe konulan “kemer sıkma politikaları” sonucu, kamu sektöründe ücretler dondurulurken, bir kısım özel sektörde de ücret azaltılmasına gidilmesinin yol açtığı memnuniyetsizlikler.

- Yıllarca süren neo-liberal politikalardan sonra PiS’in, asgari ücrette artış ve vergi istisnalarında yükseltme yapılacağı, emeklilik yaşının düşürüleceği yönündeki sosyal politika vaatleri.

- Avrupa’da yaşanan “göçmen krizi”nin, seçimler sırasında istismar edilmesi.

- AB’nin liberal/sınırlayıcı kurallarına ve Euro Bölgesine katılmaya karşı olan seçmenlerin tepkileri.

- PiS’in yönetici kadrosunun genellikle yeni nesil gençlerden oluşması; seçim dönemindeki uslûplarının kavgacı ve aşırılıktan uzak olması.(bu bağlamda, anayasa değişikliği konusu bile partinin web sitesinden silinmiş)

- Uzun yıllardır yönetimde olan PO’nun “yıpranmışlığı” ve yeni politikalar üretememesi. Son Seçim Sonrası Yaşananlar 25 Ekim seçimleri sonrasında Beata Szydlo başbakanlığında kurulan PiS hükümeti 16 Kasım’da göreve başladı. Ancak yönetimin yaptığı ilk uygulamalarla Szydlo’nun, seçimler sırasında sunduğu “ılımlı” yüzünün değiştiği ve ikinci plânda kaldığı; gerçek gücün parti lideri Jaroslaw Kaczynski’nin elinde olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, seçimlerden önce Szydlo, önceki cumhurbaşkanının uçak kazasında ölümüyle ilgili komplo teorileri  üretmekle ün salan Antoni Macierewicz’in Savunma Bakanlığına getirilmeyeceğini beyan etmişken, aksini yaparak, Macierewicz’i Savunma
Bakanı olarak seçti ve İstihbarat Birimi Başkanını da, partiye yakın bir isimle (yolsuzlukla savaş biriminin eski başı ve görevi kötüye kullanmaktan
3 yıl ertelenmiş hapis cezası yükümlüsü) değiştirdi.16

Basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştiren hükümetin tepki toplayan bir diğer icraatı da, Anayasa Mahkemesine, önceki yönetim tarafından atanan üyeleri kabul etmeyerek ve Anayasa Mahkemesi’nin, bu durumdaki 5 üyeden sadece ikisi için bunu uygun gören kararı hilafına, 5 yeni üye seçmesi olmuştur.17Diğer yandan, anılan mahkemenin çalışması ve karar süreçleri ile ilgili ve Meclis’in her iki kanadı tarafından da Aralık ayının son 10 günü içinde onaylanan yasa tasarısı, son olarak Cumhurbaşkanı’nın da imzası ile yürürlüğe girmiştir. 

<  Polonya’nın yeni Hükümeti, basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştirdiği gerekçesiyle tepki topladı. >

AB Komisyonu’nun da karşı çıktığı, geniş protesto gösterilerine yol açan ve ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesini tehlikeye sokacağı ve Anayasa Mahkemesi’nin
işlerliğine gölge düşüreceği gerekçesi ile büyük eleştiri alan yeni yasaya göre, mahkeme kararlarında basit değil, üçte iki çoğunluk şartı aranacaktır. 
Bir diğer anlatımla, önceden kararlarda 9 üyenin oyu yeterli iken, artık 15 üyeden 13’ünün oyu gerekli olacak.18 

Başbakan Szydlo, bu kanun sayesinde hükümetin yapmak istediği reformların, Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesinin önüne geçileceğini
ifade ediyor. Görüldüğü gibi, yapılan bu değişiklikler ve önümüzdeki 18 ay içinde, mahkeme başkanı dahil 3 üyenin de sürelerinin dolacak olması,
anılan mahkemenin yeni yasalar konusundaki denetimini çok zayıflatacağı açıktır.19

Diğer yandan, “ülkenin muhafazakâr bir anlayışla yeniden inşa edilmesi” gerektiğini savunan yeni Polonya hükümeti, eğitim, medya ve sanat dünyası ile 
ilgili değişimleri ele almaya başladı. Bu bağlamda ülkenin yeni Kültür Bakanı’nın, tiyatroların gösterim programlarına müdahalesi gündeme geldi.20

Ülkedeki bu gelişmeler ile AB de çok yakından ilgileniyor ve çeşitli vesilelerle kaygılarını belirtiyor. Son olarak, Avrupa Parlamentosu Başkanı
Martin Schultz, yeni Polonya hükümetinin yaptıklarını “zamana yayılmış darbe” olarak niteleyince ipler daha gerildi. Polonya hükümeti bu
açıklamayı hemen kınadı ve hâlâ yerine getirilmeyen “ Resmî özür ” talebinde bulundu.21

Polonya’nın demokrasi geçmişinde önemli bir yer tutan Sovyet sonrası ilk Cumhurbaşkanı Lech Walesa, “galiba yeniden bir demokrasi savaşı başlatma
zamanı geldi” diyerek, PiS yönetimi karşıtı protestolara destek verdi. Walesa, mevcut hükümetin özgürlükler için bir tehdit oluşturduğunu
ve düzenlenecek bir erken seçimle, bir an önce onlardan kurtulmak gerektiğini dile getirdi.22



Gelişmelerle İlgili Genel Değerlendirme, Beklentiler ve Sonuç

Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS hükümetinin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “otoriter” gelişmeye benzer bir “popülist-milliyetçi-muhafazakâr” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır.

Öyle ki, düşünce yazılarının büyük bölümü, PiS liderinin, Macaristan Başbakanı Victor Orban ve onun illiberal yolda gerçekleştiği dönüşüme öykündüğü
ve bu olasılığın gerçekleşme derecesi üzerinedir.

Ülkede Ekim genel seçimleriyle yaşanan değişimin bir anti-demokratik dönüşüm olmayıp, seçmene karşı yapılmış radikal vaadler kampanyasının seçmeni cezbetmesi olarak değerlendiren görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşler, Polonya demokrasisinin bir tehlike içinde olmadığını, tarihten gelen parlamento egemenliğinin bir tür “test edilmesi” olarak ifadesini bulmaktadır.

Anayasa ve kurumsal altyapıları ile birlikte giderek “liberal olmayan”, popülist ve muhafazakâr kulvarda hızla ilerleyen Macaristan ile23 Polonya özelliklerinin başlıca benzer ve ayrık noktalarını aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

- Polonya ekonomisin büyük, istikrarlı, hızlı gelişen ve krizlerden uzak kalmış yapısına karşılık, Macaristan ekonomisinin sıkıntıları bulunmaktadır.

- Orban’ın, gerçekleştirdiği otokratik dönüşümleri, AB mali yardımları desteğinde ve zamana yayılı olarak hayata geçirmiş olmasına karşın; AB karşıtlığını 
baştan ortaya koyan ve 2005-07 dönemi yönetiminden de olumlu bir sicilinin olmayan PiS için, dönüşümü aynı yönde ve hızla hayata geçirmesi
yolunda bir engel olarak durmaktadır.24  

Kaldı ki, PiS’in erken emeklilik, vergi indirimi, asgari ücret artışı ve vergi indirimi gibi refah artırıcı sözlerini tutması, işi daha da zorlaştıracaktır.

- Macaristan’da olduğu gibi, demir perdenin yıkılmasından sonra Polonya’da demokrasiye geçiş, Komünist partinin reformcu kanadıyla, demokratik ve barışçı muhalefetin yuvarlak masa toplantılarıyla uzlaşmacı ya da oydaşmacı (consensual) biçimde gerçekleştirilmiştir.
Yine bu iki ülkedeki anayasa mahkemelerinin demokratik pekişmeye katkısı büyük olmuştur.25Macaritan’da, iktidardaki Fidesz Partisi’nin,  Sandalye sayısının yeterli olması sayesinde gerçekleştirdiği ve otokratik bir yönetim için gerekli kurumsallaşmayı sağlayan anayasa değişikliklerinin, gerekli üçte iki oy için mevcut meclis çoğunluğu yeterli olmadığından, Polonya için olanaklı görünmemektedir.

Kanımızca, ülkesindeki illiberal/popülist/totoriter dönüşüm için Türkiye, Çin ve Singapur’u örnek gösteren Orban’ın Macaristan’ından farklı olarak Polonya’da, meclis aritmetiği, mevcut kurumlar, demokratik geçmiş, halkın homojen etnik yapısı ve kültürel geçmişinin, kısa sürede ve radikal bir  değişime izin vermeyecektir. Aksine, bu tür değişim girişimleri, eğitim seviyesi yüksek ve değerlerine bağlı nüfusa sahip olan ülkede dayanışma, hassasiyet 
ve yığınların tepkisini arttıracaktır.
Seçimle gelen bu değişimin, önceki dönemde yaşanan hızlı politik ve ekonomik dönüşüme ve globalleşme ile ilgili çarpıcı yeni şekillenmeye karşı sağ-popülist ve illiberal bir tepki/reaksiyon olduğunu söyleyebiliriz. Keza bu keskin değişimi, “Avrupa yılgınlığı ve şüphesi” olarak da görebiliriz.

Bir diğer yaklaşımla, yaşananları, çeyrek yüzyıl önce politik, sosyal moral ve hayat tarzında yaşanan beklenmedik özgürlük patlamasının, “kültürel
değişim tehdidi” ile yüzleşmesi neticesi gerçekleştiği de belirtilebilir.

Ancak bu vardığımız sonuç, popülizme karşı günümüz dünyasında artan trendi ve “demokratik illiberalizmi” görmezden gelmemize yol açmamalıdır.
Bu bağlamda belki de, Sharun Mukand ve Dani Rodrik’in müşterek çalışmasındaki “seçim demokrasisi-electroral democracy” ve “liberal demokrasi”
ayırımını dikkate almalıyız.27 Çalışmada, mevcut demokrasilerdem çoğunun“liberal” den çok “seçimsel” olduğu; başat özelliklerinin de,
“politik rekabete” izin vermesi ve “açık/serbest seçimlerin” yapılabilmesi olarak belirtilmiştir. Buna karşılık, “azınlık ve yönetimde olmayan grupların 
hakları” sürekli ihlâl edilmektedir. 

Yine anılan çalışmada, bu sınıfa giren, başta Macaristan, Ekvator, Meksika, Türkiye ve Pakistan ile bunun dışındaki bazı ülkelerde öne çıkan gelişmeler, 
Siyasi rakiplere yönelik taciz, medya üzerinde baskı ve sansür ile, dinî ve etnik azınlıklara karşı ayrımcılık şeklinde ortaya çıktığı gözlemi aktarılmaktadır.
Bu sınıflama ve tanımlar ölçüsünde en azından, Polonya’da yönetime gelen PiS’in ilk iki ay içindeki uygulamalarının “liberal” değil, “seçim demokrasisi”
unsurlarını taşıdığını söyleyebiliriz.

Bu gelişmeye aracılık eden ve 21nci yüzyıla damgasını vuran düşünce akımlarının başında gelen “pragmatizn (faydacılık)” toplumsal, siyasal
vb. birçok alana damgasını vurmuştur. Pragmatizme göre, faydalı olan her şey gerçek kabul edilmekte ve bireyleri, toplumsal yaşamdaki amaçlarına ulaştıracak çözümlerin en pratiğini bulmak ve bununla sonuca gitmek önemlidir. Bu yaklaşım sonucu toplumsal çıkarlar, kurumlar, ortak değerler ve birikimler geri plâna itilmekte; tek amaç, yönetimi sürdürmek olmaktadır. 

Bu bakımdan,
Asya ülkeleri dışında, Doğu/Orta Avrupa üyeleri olan Macaristan, Türkiye ve Polonya’da yaşanan gelişmeler önemsenmeli ve yakından izlenmelidir.


Dipnotlar


1 “Poland Economy Profile 2014”,Indez Mundi, 
http://www.indexmundi.com/poland/economy_profile.html (23.12.2015)
2 Hubert Tworzecki and Radoslaw Markowski,”Did Poland just voteinan authoritariangovernment?”,The Washington Post,  3.11.2015,
https://www.washingtonpost.com/news/monkeycage/wp/2015/11/03/did-poland-just-vote-in-an-authoritarian-government/  (26.12.2015)
3 “The World Fact/Poland”,USA Centrai Intelligence Agent,14.12.2015,
https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/pl.html (24.12.2015)
4 “Energy sector of the World and the Poland”,Worlld Energy Council,Aralık 2014, 
https://www.worldenergy.org/wpcontent/uploads/2014/12/Energy_Sector_of_the_world_and_Poland_EN.pdf  (27.12.2015); 
Andrew Kureth,”Why Poland still clings to coal”,Politico, 17.10.2015, 
http://www.politico.eu/article/why-poland-stillclings-to-coal-energy-union-security-eu-commission/ (27.12.2015)
5 The World Bank/Data,”Poverty headcount ratio at national povertylines (% of population)”,
http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.NAHC/countries (28.12.2015)
6 “File:Non-national population by group of citizenship, 1 January 2014
YB15.png”,Eurostat, 
http://ec.europa.eu/eurostat/statisticsexplained/ index.php/File:Non-national_population_by_group_of_citizenship,_1_January_2014_(%C2%B9)_YB15.png 
(30.12.2015)
7 Andrzej Mleczko,”Democracy put to the test”,VoxEurop,29.10.2015,
http://www.voxeurop.eu/en/content/article/5003604-democracy-puttest?xtor=RSS-9 (30.12.2015)
8 Poland Contry Report 15/183, Temmuz 2015, IMF,
https://www.imf.org/external/pubs/ft/scr/2015/cr15183.pdf (25.12.2015)
9 Jacek Kucharczyk and Olga Wysocka,”Poland”, Grigorij Meseznikov,Olga Gyárfášová, and Daniel Smilo(Ed.),” Populist Politics and Liberal
Democracy in Central and Eastern Europe”,Intitute for Public Affairs,2008, s.73-77,
http://www.isp.org.pl/files/7832124490738466001218629576.pdf (28.12.2015)
10 Jan Kubik,” Illiberal Challenge to Liberal Democracy The Case of Poland”, Taiwan Journal of Democracy, Volume 8,No.2,s.9,
https://www.academia.edu/2404404/Illiberal_Challenge_to_Liberal_Democracy_The_Case_of_Poland (28.12.2015)
11 Kubik,agm.s.5-6
12 Tworzecki ve Markowski, agm.
13 “Poland election: President Komorowski loses to rival Duda”,BBC News,25.05.2015, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-32862772 (28.12.2015)
14 “Poland’s choice: the day after”,ecfr.eu,26.10.2015,
http://www.ecfr.eu/article/commentary_polands_choice_the_day_after_4083 (27.12.2015)
15 Jan Zielonka,”Is Poland Hungary?”,ZEIT,29.10.2015
http://www.zeit.de/politik/ausland/2015-10/poland-election-hungaryzielonka (29.12.2015); Tworzecki ve Markowski,agm.
16 “The return of the awkward squad”,The Economist,5.12.2015,
http://www.economist.com/news/europe/21679494-two-weeks-polands-new-government-making-europe-nervous-return-awkward-squad (28.12.2015)
17 Ivan Krastev,,”Why Poland Is Turning Away From the West”,NYT,11.12.2015, 
http://www.nytimes.com/2015/12/12/opinion/why-poland-is-turning-away-from-the-west.html?_r=0 (21.12.2015)
18 Maciej Kisilowski, “Poland’s ‘overnight court’ breaks all the rules”,POLITIKO, 8.12.2015, 
http://www.politico.eu/article/law-vs-justice-poland-constitution-judges/ (22.12.2015)
19 “Law to curb power of top court ‘is end of democracy in Poland”,The Guardian,28.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/28/poland-law-curbpower-top-court-end-democracy-andrzej-duda (31.12.2015)
20 The Economist “The return of the awkward squad”,agm; Tolga Bilener,” AB çıpası ve demokrasi”,Taraf,27.12.2015
21 “Polish PM rounds on European parliament head over ‘coup’ remark”, The Guardian,15.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/15/polish-pm-roundson-european-parliament-head-over-coup-remark (30.12.2015)
22 “Poland: Lech Walesa warns against ‘undemocratic’ curbs on court”,The Guardian,23.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/23/poland-constitutional-crisis-lech-walesa-law-justice-pis (30.12.2015)
23 Bu konuda bkz.Ersin Dedekoca,”Macaristan Örneği:Liberal Olmayan Demokrasi Yayılıyor mu?”,21.Yüzyıl TR.Enst.,24.04.2015,
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/ekonomik-arastirmalarimerkezi/
2015/04/24/8186/macaristan-ornegi-liberal-olmayan-demokrasi-yayiliyor-mu (31.12.2015) 24 Krastev, agm.
25 Ergun Özbudun,” Demokrasiye Geçiş ve Demokrasinin Pekişmesi Sürecinde Anayasa Mahkemelerinin Rolü”,2007,
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/OZBUDUN.pdf (20.12.2015)
26 Judy Demsey,”Judy Dempsey’s Strategic Europe-Poland’s Euroskeptic Future”,Carnegie,26.10.2015, 
http://carnegieeurope.eu/strategiceurope/?fa=61741 (28.12.2015)
27 Sharun Mukand ve Dani Rodrik,” The Political Economy Of Liberal Democracy”, The Institute for Advanced Study, Temmuz 2015,
http://drodrik.scholar.harvard.edu/files/dani-rodrik/files/the_political_economy_of_liberal_democracy.pdf (1.01.2016)


***

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın


İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın 




Yeter ki Onursuz Olmasın Raproşman
Şanlı Bahadır KOÇ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışmanı.,




  Türkiye ile İsrail arasında bir süredir yaşanan diyalog sürecinin olumlu sonuçlanma ihtimali belirdi. Bu yazıda aradaki meselelerin incelik ve zorluklarını ve sorunları aşmanın potansiyel getiri ve sonuçlarını irdelemeye çalışacağız. İsrail çok önemli, eli uzun ve düşman olmanın akıllıca olmadığı bir ülke. 
Onunla pazarlığımızın özü direk meseleler hakkında olmalı, pazarlık sıkı ve gerçekçi yapılmalı, karşı tarafın beklenti ve ihtiyaçları iyi tahlil edilmeli. 

Anlaşma gerçekleşse bile bunun hemen ve tamamen “ Çiçek Bahçesi ” yaratmayacağı da unutulmamalı.

   Bu yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki yakınlaşmanın içeriğini, onu mümkün kılan ve şekillendiren faktörleri, sınırlarını, varsa mahzur, zorluk, getiri, incelik, 
bedel ve risklerinive bu yolda ilerlerken dikkatten kaçırılmaması gerekenleri tartışmaya çalışacağız. “ İki tarafın da barışmakta çıkarı olduğu ” doğru ama bu 
basit ifadenin altında burada ancak bir kısmını ayrıntılandırabileceğimiz “grinin binbir tonu” var ve bu nüanslara ne kadar hakim olursak hem “ Ütülme ” ihtimalini azaltmış, hem de ilişkiyi daha sağlam ve gerçekçi bir temel üzerine inşa etme şansımızı o kadar arttırmış olabiliriz. Arada yaşanan gerilimle ilgili tek değilse bile en önemli şeylerden biri şudur: İsrail 10 Türk vatandaşını bile bile öldürdü ve bu büyük ölçüde yanına kaldı.
   Türkiye İsrail’e yaptığı bu “yanlış”la orantılı bir bedel ödetemedi. Mevcut ve potansiyel siyasi liderlerimizin uluslararası siyasetin bu trajik gerçeği üzerine 
iyi düşünmelerini ve buradan çıkarılacak dersleri içselleştirmelerini umuyoruz ama açıkçası bundan çok umutlu da değiliz.

   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lafın arasında söylenmiş olsa da, “İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var, kabul edelim Türkiye’nin de İsrail’e” sözü doğru,
bariz ve önemli olduğu kadar kimin söylediği düşünülünce birçok İsrailli için yerinden zıplatacak kadar şaşırtıcı da olmalı. Bu söz İsraillilerde Erdoğan’ın
yakınlaşma konusunda ciddi olup olmadığı şeklindeki soru işaretlerini dağıtmış olabilir. Ayrıca İsrailliler Türkiye ile “soğuk savaş”tan sadece “ Soğuk Barış ”a 
değil ilişkileri bunun çok daha  ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler. 

Bir açıdan bakıldığında “elini bu kadar açmanın” belki pazarlık açısından mahzurları olduğu söylenebilirse de bu sözün, aradaki meselelerin teknik boyutu bir yana, ilişkinin düzelme ihtimalini arttıracağı söylenebilir.
   Bilindiği gibi, henüz nihai sonuca varmayan “anlaşma”nın içeriğinde Mavi Marmara’da ölenlerin yakınları için İsrail tarafından 20 milyon dolarlık
bir tazminat fonu kurulması, konu ile ilgili Türk mahkemelerindeki davaların düşmesi, büyükelçilerin karşılıklı olarak dönmeleri, Türkiye’deki Hamas liderlerinden Salih El Aruri’nin ülkeyi terki ve onun kurduğu söylenen “terör” kumanda merkezinin kapatılması, Gazze’ye yönelik ablukanın şekil ve derecesi tam belli olmamakla beraber (sadece Türkiye için?) esnetilmesi var. Ayrıca anlaşmadan sonra, muhtemelen ayrı, teknik ve uzun müzakerelerin konusu olacak İsrail gazının Türkiye’ye ve onun üzerinden başka pazarlara satılması öngörülüyor. Müzakerenin sonucundan bundan kısmen farklı bir sonuç çıkabilir (veyanihai anlaşma sağlanamayabilir) ama şu an ana iskeletin bu olduğu görülüyor. Türkiye’nin Gazze’de yardım dağıtımı, imar ve altyapı faaliyetlerinde alışılmışın çok ötesinde bir rol oynaması ihtimali de bulunuyor. Bu noktada çıplak gözle bakıldığında daha önceki pozisyonlarına göre daha fazla esneyenin Türk tarafı olduğu söylenebilir.

Yukarıdaki içerik daha çok İsrail merkezli kaynaklardan çıktığı için bu resmin müzakerenin gidişatını kısmen eksik veya yanlış yansıtıyor olabileceği ihtimalini de dikkate almak zorundayız. Bu haberlerin ilk ve daha çok neden karşı taraftan geldiği de üzerinde konuşulmaya değer olabilir.



   Dış politikada esneklik, çeviklik, yaratıcılık ve pragmatizme karşı olmamız söz konusu değil.

Ama barışma masasına “muhtaç”,” köşeye (ve kuyruğu) sıkışmış” olarak oturuyor görünmekten de rahatsızız. Dış politikanın doğasında diğer aktörlerle,
(aynen 19. Yüzyıl Avrupa balo salonlarında aristokrat kadın ve erkeklerin dans ederken eş değiştirmelerinde olduğu gibi) yakınlaşma, uzaklaşma ve sonra tekrar yakınlaşma var. Ama acaba Türkiye her barışma seansına biraz daha zayıf, her tura manevra alanı biraz daha daralmış olarak giriyor olabilir mi? Bu kadar sık ve keskin manevra yapmak “stratejik çeviklik”e mi işaret, yoksa giderek daralan manevra alanında her dümen kırışta daha fazla ödün vermeye mi? Yakındadönecek bir yer de kalmayabilir mi? Bu soruları muhalif liderlerin Salı toplantıları tadında bulanlar olabilir ama belki de tamamen temelsiz de değillerdir. 

   Erdoğan ABD ile İncirlik ve AB ile göçmenler konularında anlaştıktan sonra şimdi de İsrail ile arayı düzeltmeye çalışıyor.

Belki bunlar birbirinden kopuk, gündemin, şartların ve çıkarların dayattığı adımlar olarak görülebilir. Ama acaba Erdoğan Başkanlık konusunu zorlayacağı 
görülen 2016’da bu üç aktörle “barışık olmayı,” dış gelişmelerden ayrı ve belki de bağımsız olarak içerideki gündemi nedeniyle de amaçlıyor olabilir mi? 
Öyle değilse bile bu dış aktörlerin bu ihtimali göze alacakları tahmin edilebilir.

Şimdi, acaba bu üçlü bu dönemde Türkiye’ye yaklaşımlarında, 

1) Koordineli hareket edecekler ve ortak bir pozisyon belirleyecekler mi? 
2) Erdoğan ile kısa vadede iyi geçinmenin onun Başkanlık şansını arttıracağını düşünecekler mi? 
3) Düşünürlerse bunu kabul edilebilir ya da arzu edilir bulacaklar mı? 
4) Erdoğan’ı hazır iç gündemi nedeniyle kendilerine “muhtaç” yakalamış hissederlerse aradaki pazarlığı yukarıdan açmaya (ve tabii kapatmaya) çalışacaklar mı?

Yani Erdoğan’ın başkanlığını kabullenmek şartıyla Türkiye’den başka konularda “ilave kolaylıklar” alabilirler mi? 

Bu soruların pratikte ne kadar anlamlı olduğunu açıkça bilmiyoruz. Bu nedenle onların şimdilik spekülatif –ve sorumsuz- egzersizler olarak kabul edilmesini rica 
ediyoruz.
Yalnızlığın değerlisi olur mu bilinmez ama bazı durumlarda gereklisi olabilir: Bazen stratejik çıkarlarınızı korumak için yapmanız gereken şey başkalarının 
hoşuna gitmeyebilir. Böyle durumlarda başkalarının mırıldanma, homurdanma ve hatta tehditlerine rağmen “doğru” şeyi yapmanın sonucu yalnızlık olabilir. Olabilir diyerek kesin konuşmamak ve açık kapı bırakmak istiyorum çünkü her olayı şartları, bağlamı, zaman içindeki gelişimi ve eldeki imkan ve seçenekler le değerlendirmek gerekir. 



Bunları dedikten sonra yalnızlıkla ilgili şu noktalara da dikkat etmeli:

1) Yalnızlık bir alışkanlık haline gelmemeli.
2) İşin diğer aktörlerin bize karşı özellikle de askeri olarak birleşmelerine yol açmamasına ve bizi “ Yerde Tekmelemeye” kadar gitmemesine dikkat etmeli. 
3) Yalnızlık sadece bizi direk ve ciddi olarak ilgilendiren konular için göze alınmalı, 3. Taraflar, İnsani meseleler ya da iç politika amaçlı manevralar için değil. 
4) Yalnız kalacak ve bunun için bir bedel ödeyeceksek bu konuda içeride olabildiğince geniş bir konsensüs olmalı. 

< İsrailliler Türkiye ile “ Soğuk Savaş ” tan sadece “ Soğuk Barış ”a değil ilişkileri bunun çok daha ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler.  >

Tabanı ne kadar geniş olursa olsun tek bir parti bu konuda “ Ben Yaptım oldu ” demekten kaçınmalı. Muhalefet partileri de iktidardan gelen her girişime 
otomatik olarak karşı olmamalı ama konu hakkında doğru, ayrıntılı, zamanlı (eskimemiş) ve belki de periyodik bilgi, sağlıklı işleyen istişare kanalları ve
eleştiri ve uyarılarının samimi olarak dikkate alınmasını talep etmeli. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri düzeltmek için temel taleplerinin Gazze’nin elektriği,
suyu, ambargonun kalkması ve Mescid-i Aksa ile meseleler olması doğru ve normal değildir.

Bunların hiçbiri Türkiye’yi direk ilgilendiren meseleler sayılamaz. Bu konulara ilgisiz olalım demiyorum elbette ama bunlar önceliklerimizin tepesinde
yer almamalılar. İsrail’den öncelikli olarak istediğimiz şeyler somut, milli ve gerekli şeyler olmalı.

  Bu örnekte de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış politikasında ciddi bir “bencillik açığı” vardır. Bencil – ve elbette rasyonel- olmayan dış politikalar yürüten devletler, eğer ABD gibi çok büyük hata yapma lüksleri yoksa, bir gün “yolun kenarına itilebilirler.” Ülkenin sınırsız olmayan maddi ve entelektüel kaynakları akılcı –ve acımasız- bir öncelikler sıralamasına göre hasredilmelidir. Bu tür eleştiriler çok yapıldı ama iktidarın bunları dinlemeye niyeti olmadığı ve seçmenin de en azından yüksek sesle bu konuda onu zorlamadığı ve cezalandırmadığı görülüyor. Ama bu durum bizi bu temel doğruyu bıkmadan tekrarlamaktan alıkoymamalı.

  O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden Israil’in üstüne “o kadar çok” gitmek hatalıydı, ama “ Sopayı yedikten sonra ” da aynı şekilde değilse bile çok da zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu. 

Bu yapılamadı.

Şimdiyse arayı düzeltmek istemek yanlış değil. Ama bunu doğru yapmakla yapmamak arasında çok fark olabilir. Mesela madem Hamaslı liderin
sınırdışı edilmesi müzakerenin bir parçası o zaman sadece sözde bile kalsa PKK’nın da ismi geçebilir, “.. ve PKK gibi terör örgütlerine karşı işbirliği” gibi. (Buna cevaben şu karşı argüman gelebilir: İsrail’in PKK ile ilişki içinde olduğuna dair bir kanıt yok ki? 
  Ayrıca bu iki kelimeyi aynı cümlede yan yana telaffuz etmek ileride maazallah bu ilişkinin gerçekleşmesi ihtimalini arttırabilir”). 

Bir de şu var: İsrail çok uzak olmayan bir gelecekte tekrar Gazze’de yüzlerce kadın-çocuk öldürürse ne yapılacak? Çok sanmıyorum ama Türkiye ile
bu yeni yakınlaşma İsrail’i o tür bir şey yapmaktan alıkoyabilir mi?

Netanyahu İran nükleer anlaşması konusunda Obama ile girdiği bilek güreşini kaybetti. İşin peşini uygulama safhasında da pek bırakmayacaktır
ama durum bu. Ayrıca ABD’deki Yahudi toplumunda özellikle gençler arasında İsrail’den belli bir kopuş ya da en azından ona karşı artan bir ilgisizlik
var. İsrail Avrupa ile de işgal altındaki topraklarda üretilen ürünlere yönelik uygulamalarda  görüldüğü gibi şu an için henüz sınırlı ve sembolik
ama zamanla tırmanabilecek ve tüm İsrail ürünlerini içererek ciddi hale gelebilecek sorunlar yaşıyor. Mısır’da darbenin olmasıyla İsrail bir
parça rahatlamıştı ama burada da Sisi’nin durumu çok parlak değil. Suudilerin yaşadığı ekonomik sorunlar Sisi’ye yaptıkları desteği sınırlayabilir ve
bu da Mısırlı generalin hayatını zorlaştırabilir. İsrail’in içinde değişik şekillerde hem Batı yakası, hem Doğu Kudüs ve hem de İsrail’deki Arap vatandaşları
içeren ağır çekim ve sınırlı bir mini intifada (ya da onun gibi bir şey) yaşanıyor.

Ambargo Hamas’ı Gazze’de güçten düşürmüş değil ve Abbas ve diğer Fetih liderlerinin sorunları nedeniyle Hamas’ın alternatifi İran yanlısı İslami
Cihat veya IŞİDvari başka örgütler olabilir. İsrail, Gazze konusunda otoritesini tanımış ve ona rağmen hareket etmeyen “sınırlı sorumlu” bir Türkiye
ile Gazze ve hatta Hamas meselesine makul bir çözüm bulma ihtimali olduğunu düşünebilir.

Ayrıca, İsrail gazının Türkiye dışındaki hatlardan satılması belki imkansız değil ama bunun ciddi ilave ekonomik bedelleri olacağı açık. İran ile Türkiye
arasındaki mevcut sorunlu ilişkiler de İsrail’in Ankara ile bu ülkeye karşı somut işbirliği imkanları yaratabilecek türden bir ilişki hayal edebilmesini
mümkün kılıyor olabilir. Suriye meselesi henüz İsrail’i Türkiye kadar yormuyor, üzmüyor ve tedirgin etmiyor ama orada da konuşulacak şeyler olabilir. 

   Moskova’nın Suriye’ye gelmesi potansiyel olarak manevra özgürlüğünü kısıtlayabileceği için bizim kadar olmasa da İsrail için de bir soru işareti. 
İsrail, İran’dan korkan ve Obama tarafından ortada bırakıldığına inanan Körfez’deki muhafazakar Arap rejimleriyle de arayı ama açık ama kapalı düzeltiyor ve bu önemsiz değil ama bu ülkelerin toplamının askeri ve ekonomik potansiyeli Türkiye kadar etmeyebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yahudi devletinin hem Avrupa ile hem de kısmen Yahudiler de dahil olmak üzere  ABD ile ilişkilerinde ileride daha da ciddi hale gelebilecek kopuşlar yaşanmaya başladı. Kamuoylarını da kapsayan bu kötüleşme belki ileride düzelebilir ve İsrail Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle yakınlığını arttırarak kendince buna hazırlanmaya çalışıyor ama tabii bunlar bölgedeki bir Türkiye ile arayı düzeltmenin önemini azaltmıyor.

Kısacası İsrail’in de Türkiye ile arayı düzeltmek için bazı nedenleri var.

İsrail bulduğu gazı bölgenin en önemli pazarı olan ve yakınlığı nedeniyle daha az maliyet yaratacak Türkiye’ye satmaktan memnun olur. İsrail bir gaz anlaşmasının Türkiye ile ilişkileri daha istikrarlı ve sağlıklı temellere kavuşturabileceğini de hesaplayabilir. Ayrıca bunu yüksek sesle telaffuz
etmeseler de Ankara’ya gaz satmanın ona karşı değeri abartılacak kadar olmasa da bir güç ilişkisi yaratmasını da umabilirler. Tabii bu arada İsrail’in
Ankara’nın Rusya ile sorun en sorun yaşadığı ve gaz ile ilgili endişeleri olduğu bir anda boru hattı kartını öne sürmesinin ne kadar “akıllıca” olduğu da açık. İsrail ve Rum gazının en ekonomik olarak Türkiye üzerinden piyasalara ulaşacağı elbette sır değildi.

  Ama İsrail ile “ Barışmanın ” boru hattı gibi somut bir getirisi olacağı düşüncesini Rusya’ya karşı sıkışmış Erdoğan’ın zihnine ona en cazip gelecek anda  somutlaştırarak sokmak İsrail açısından gerçek bir zamanlama becerisi. Hep söylüyoruz diplomasi ve dış politika, başka şeylerin yanında, nüansların 
biriktirilmesi, zamanlama, hesap yapma, karşıdakini tanıma meselesi. Tabii bu konuda uzun ve teknik müzakereler yapılacak ve sonuç alınacağı da garanti
değil. Ama Türkiye artık bu konuda “çengele takılmış” sayılabilir. Bunu bir eleştiri olarak ifade etmiyoruz ama “bu işin bittiği şeklinde” bir havaya
girmek ileride Türkiye’ye teknik ve mali müzakerelerde gerekenin ötesinde ödünler vermeye sevk edebilir.

  Rusya ile uçak krizi yaşanmasaydı da İsrail ile Türkiye arasında daha önce başlamış diyalog muhtemelen devam edecek ve belki de ilerleyecek ve hatta “müspet” bir sonuca varacaktı ama herhalde bu kriz Ankara’nın ilişkileri düzeltme yönündeki ihtiyaç ve isteğini arttırmış ve bu konudaki tereddütlerini azaltmıştır. İsrail’in bu durumu bir fırsat olarak mı göreceği yoksa Ankara’nın “zayıf ” konjonktürel durumunu pazarlık masasında kullanmaya mı çalışacağı çok belli değildir. İsrailliler, Erdoğan’ın kendilerine geçici olarak ve tamamen samimi olmayan bir şekilde mi döndüğünü, sadece yaşadığı bölgesel sıkışıklıktan onu kurtaracak ferahlatıcı bir penceremi aradığını, yoksa İsrail ile gerçek bir barışma
konusunda “samimi” olup olmadığını merak ediyorlardır.

Özellikle gaz boru hattı konusunda stratejik bir adım atmadan önce bundan emin olmak isteyebilirler. 

< O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden İsrail'in Üstüne " O kadar çok " Gitmek hatalıydı, ama " Sopayı yedikten
sonra " da aynı şekilde değilse bile çok da Zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu.  >

   Benzer sorular Türkiye tarafından da sorulabilir. Çok sanmıyorum ama ya yarın İsrail Türkiye’ye, “bak bana ihtiyacın olduğunu itiraf ettin, ama sandığının aksine ben sana muhtaç değilim, en azından senin bana olduğun kadar çok ve ivedi olarak değil” derse? Böyle demez tabii ama vücut dili ve müzakere anlayışıyla böyle “konuşabilir” mi? Belki, ama herhalde kendisi açısından daha akıllıca olan bu hep açık kalmayabilecek fırsat penceresi herhangi bir nedenle kapanmadan ondan istifade etmektir. İsrail ayrıca ilişkilerdeki bu potansiyel düzelmenin Mısır, Rum Kesimi ve Yunanistan ile gelişen ilişkilerini nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışacak ve kısmen bu aktörlerin telkin ve çekincelerini de dikkate alabilecektir.

Çıplak gözle görülen ilişkiyi düzeltmeye daha fazla ihtiyaç duyan ve bunu daha çok isteyenin Türkiye olduğudur. Bu bir sorundur ama aşılmaz bir engel de değildir meğer ki İsrail bu durumu abartılı şekilde kötüye kullanmasın. Türkiye İsrail ile ilişkileri düzeltme adımını kendini bu kadar sıkışmış hissetmeden atsa bu “ Barışmanın Pazarlığını ” daha güçlü yapabilirdi. Buna karşı da belki denebilir ki, ”diyalog zaten biz çok sıkışmadan önce  başlamıştı. Ayrıca şu anda kendimizi çaresiz ve İsrail’le barışmak zorunda hissettiğimiz doğru değil.” Bu arada ikincil ama belki önemsiz olmayan bir soru: İsrail Türkiye ile Rusya arasındaki çatışmanın kendine alan yarattığını gördükten sonra acaba bu ilişkinin tekrar yoluna konmasını ister mi?

İsrail ile diyalog ve ilişkinin yeniden tesisi Türkiye’ye

1) Yeni enerji hatları “ İhtimali, ” 
2) Turizm ve ticaret gibi ekonomik konularda Rusya’dan kaynaklanan kayıpları kısmen de olsa telafi imkanı,
3) Gazze konusunda sınırlı da olsa insani bir başarı sağlanırsa bunun Ankara’nın bizim sağlıklı olanın çok ötesinde diye düşündüğümüz “ Prestij açlığını ” kısmen yatıştırması, 
4) Belki İsrail ile  başta Suriye olmak üzere Kürt meselesini de içeren konularda stratejik diyalog kurma fırsatı verebilir.
Ayrıca nükleer anlaşmadan sonra artık İsrail’den askeri bir operasyondan korkmasına gerek kalmadıysa da 
5) İran’ın yüzünde bu yakınlaşma nedeniyle tedirginlik ifadesi görmek son dönemde bu ülke ve onun yerel müttefiklerinden darbeler yiyen  Ankara’yı memnun edecektir. 
6) İsrail ile “düşmanlık” ilişkisinden çıkılması ABD’deki Türkiye ve Erdoğan karşıtı havayı da belki ve bir parça dağıtabilir. 
7) Ayrıca Türkiye ile sorunlu bir İsrail’in bölgede Kürtlerle ilişkili gelişmelerde Ankara karşıtı sonuçları olacak pozisyonlar alması ve açık veya gizli hamleler yapması daha az muhtemeldir. 
8) İsrail ile diyalog ve işbirliği kapılarının açılması ve ilişkinin daha pozitif bir renge bürünmesi, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının paylaşımı konusunda ileride yaşanabilecek ve bizi sadece Rum kesimi ve Yunanistan ile değil potansiyel olarak İsrail ile de hem de askeri düzeyde karşı karşıya getirebilecek sorunların daha yumuşak şekilde aşılmasını sağlayabilir. 
9) Bu arada birçok kesimde bu yıl sonuca ulaşılabileceği yönünde bir hava oluşsa da bizim hala tereddütlü olduğumuz Kıbrıs konusundaki bir çözümün
de bölgenin enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınma ihtimalini güçlendireceği söylenebilir. Düşünülürse belki bu listeye eklenebilecek
başka küçük veya dolaylı maddeler daha bulunabilir. Ama gözden kaçırılmaması gereken yukarıdakilerin ikinci haricindekilerin, 

1) Somut ve kesin olmamaları, 
2) Nihai etkisinin cüzi olabileceği,
3) En iyi ihtimalle bile gerçekleşmelerinin zaman alacağı ve 
4) Müspet sonuç vermek için iki ülke içinde ve bölgede başka şeylerin yaşanma (ma) sına bağlı olmalarıdır. Örneğin yeni bir intifada ilişkiyi “tekrar birinci kareye döndürebilir”.

Ayrıca her şey yolunda gitse bile iki ülkenin bazı temel konulardaki bakış açısı, öncelik ve çıkarları arasındaki farklılık ortadan kalkacak değildir.

Böyle bir şey elbette gerekli de değildir. 
Bir bakış açısına göre iki ülkenin konuşması, düşman olmaktan çıkmaları ve birbirlerinin ayaklarına basmaktan kaçınmaları bile önemli olabilir.


Ocak’16 • Sayı: 85 21. YÜZYIL DERGİSİ


***