Ersin DEDEKOCA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ersin DEDEKOCA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2017 Salı

Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?


Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?

Ersin DEDEKOCA*
* 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışman




Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS Hükümeti’nin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “Otoriter ” gelişmeye benzer bir “ Popülist-milliyetçimuhafazakâr ” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır. Bir zamanlar “Avrupa’nın periferisinden  merkezine değişim“ için örnek verilirken; şimdilerde “ Putinizm’in Polonyalı yüzü ”, ” Vistula’daki Orbanizm-Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Polonya  versiyonu ”,” Avrupa’ya kuşkulu-Euroskeptic ”, “ Demokrasi maskesi giymiş totaliter Polonya ” olarak nitelenen Polonya algısındaki dönüşümün gerçeklik  payı ve etkenleri çalışmamızın konusu olmuştur.

1989’da ilk “ Serbest Seçim ”ini gerçekleştiren, 1999’da NATO, 2004’de de AB üyesi olan Polonya, 38,5 milyon nüfusu ve cari $ fiyatlarıyla yaklaşık 550 milyar’lık ulusal geliri ile Orta/Doğu Avrupa ve eski Sovyet Bloku üyesi AB ülkeleri içinde en büyük ekonomi konumundadır. AB gerçekleşmeleri karşısında Polonya ekonominin dört başat olgusu, AB ülkelerinde yoğun olan 2008/09 “durgunluğunun” yaşanmamış olması;  işsizlik seviyesinin AB ortalamasının üzerinde seyretmesi; karbon salınımının yüksekliği; son olarak da, kişi başı GSMH’nın AB ortalamasının ancak yüzde 67’sine ulaşması olarak belirmektedir.1

Kömür, sülfür, bakır, doğal gaz ve gümüş doğal kaynaklarına sahip ve dünyanın 24 ncü büyük ekonomisi olan ülkenin başlıca ekonomik parametreleri, yıllar itibariyle gerçekleşme ve tahmin olarak aşağıdaki tabloda topluca izlenebilir: Global konjonktüre koşut olarak 2004-07 yılları arasında ortalama yıllık yüzde 6 oranında gerçekleşen ekonomik büyümenin giderek düştüğünü, 2014 yılında yeniden toparlandığı izlenmektedir.

Bilindiği gibi, Polonya ekonomisi yakın zamana kadar, Avrupa’nın en hızlı büyüyen, en düşük enflâsyonu ve bütçe açığı (yüzde 3) yaşayan, işsizliği ve gelir eşitsizliği giderek azalan ülkeleri arasında kabul edilmekteydi.2 

Ülke ulusal gelirinin oluşumuna baktığımızda, sahip olduğu dinamik nüfusun bir sonucu olarak, yüzde 60,1’inin “hane halkı tüketimi”nin oluşturduğunu
görmekteyiz. (kamu harcamaları, sabit yatırım ve net dış ticaretin payları da sırasıyla: yüzde 60,1-18,2-19,5 ve 1,5’dur.) Aynı yaklaşımı sektörler
itibariyle yaptığımızda da, GSMH’nın yüzde 3,4’ünü tarım, 40,1’ini sanayi ve 56,5’unu hizmet dallarının yarattığı ve sanayileşmiş bir ülke
olduğu anlaşılmaktadır.3



Dış satım ve alım arasındaki denge negatif bakiye verse de, açık rakamı çok düşüktür. Keza, “cari denge” deki açık da, “taşınabilir” sınırlardadır.
İhracat ve ithalâtında en büyük ortağı Almanya olup (yaklaşık yüzde 28 pay ile), bakiyesini AB üyesi ülkeler paylaşmaktadır. Ülkeye gelmiş FDI stoku 280.8 mia.$, ülkenin yurt dışındaki yatırım stoku da 70.6 mia.$ dır. Diğer yandan, ülke içi tasarruf oranları da yüzde 18 civarında olup, Batı ülkeleri için ortalamanın üstünde bir olgudur. Bu rakamlardan yapılacak çıkarım, Polonya ekonomisinin, özellikle AB üyeliği sonrası gösterdiği büyümede, önemli tutara varmış olan FDI payının yadsınamaz katkısıdır. Bu bağlamda vurgulanması gereken bir diğer konu da ülkenin, özellikle kamu borçlanmasından kaynaklanan dış borçlarının yüksekliğidir.

Elektrik üretiminde “üretim fazlası”( üretim: 152.7; tüketim 139 mia.kWh) yaşayan Polonya’da, toplam enerjinin yüzde 84,6-1,6-8,8’i sırasıyla fosil, hidroelektrik ve yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır. Doğalgaz tüketiminin yüzde 63’ünü dış alım yoluyla temin eden ülkenin enerji kaynağı, ağırlıklı olarak hidrokarbona (kömür) dayalı olup, yüksek seviyede karbon emisyonuna yol açmaktadır.4
İşsizlik oranının yüksekliği “süreklilik” niteliği kazanmış olan Polonya’da, 2002-06 yılları arasında yüzde 20’ler civarında seyreden anılan oran, 2010 yılından bu yana 9-10,2 arasında değişmektedir.

Yaşam kalitesi konusunda ülkedeki bir diğer olgu da, nüfusun yaklaşık yüzde 17’sinin “yoksulluk sınırı” nın altında yaşaması gerçeğidir.5İşgücünün
eğitim ve mesleki bilgi seviyesi yüksek olan ülke nüfusunun yüzde 60,5’unun şehirlerde yaşamakta, ülkenin işgücü ile ilgili bir diğer sorunu da, nüfus artışını durması, hatta 2015 için yüzde 0,09 oranında azaldığının beklenmesidir. Polonya’nın sosyal yapısıyla alâkalı bir diğer husus da, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 99,7’sinin aynı etnik kökenden olması gerçeğidir.( Romanya ile birlikte en düşük yabancı kökenli nüfusa sahip AB ülkesi)6 Ukrayna’da yaşanan iç çatışması sonrası bu ülkeye, çoğu geçici ve resmi olmayan yollarla göç eden Ukraynalılar’ın dahil edilmesiyle bu oranda çok ufak bir sapma olabilir.7

Sonuç olarak, son on yılda ulusal gelirini yüzde 20 oranında arttıran ve kişi başı milli gelirini katlayan Polonya ekonomisinin, oransal olarak değil, ama 
mutlak rakam olarak iç tasarruf yetersizliğinin sonucu olarak kaynak yönünden dışa bağımlı (FDI, dış borç ve portföy yatırımı); işsizliği
yüksek; nüfusunun önemli bir bölümü yoksulluk sınırında yaşayan ve daha çok iç pazara yönelik bir üretim yapısı özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz.8

Ülkenin Yönetişimi ve Politik Yapısı Kuvvetler ayrılığı temelli anayasası 2 Nisan 1997’de yürürlüğe giren Polonya’da, Sovyetlerin
yıkılmasından sonraki 1989-2004 yılları arasındaki dönemi, önceki rejimin yumuşak bir devamı olarak algılayan, hızlı ekonomik ve politik değişimin
ürküntüsünü taşıyan halk yığınlarının oyları şekillendirdi. Ancak bu dönemin sonuna gelindiğinde, özelleştirmeler ile yüksek işsizlikten ve mevcut
demokrasinin kurumlarından hoşnut olmayan ve yaygın yolsuzluktan bıkan kitlelerin seçim tercihlerinde ağırlıkları görülmeye başlandı.9

<  25 Ekim 2015’de yapılan ve katılım oranının yüzde 55 olduğu genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. >

Kuvvetler ayrılığı, yetkileri kısıtlı cumhurbaşkanı, iki meclisten oluşan parlamentosu (parlamentonun alt kanadı-Sejm ve üst kanadı- Senato), 
güçlü anayasa mahkemesi unsurlarını taşıyan parlamenter bir demokrasiye sahip Polonya’nın demokrasi geçmişine baktığımızda,
derecesi ve yönü değişik olmakla birlikte, “liberal olmayan-illiberal” özellik genellikle hâkim olmuş, ancak ülke demokrasisini bozacak bir güç sergilememiştir.10 



Sovyet bloğunun yıkılmasından sonra 1991,1993, 1997, 2001, 2005, 2007, 2011 ve 2015 seçimlerini yaşayan ülkenin geçmiş toplam 25 yıllık demokrasisinin son on yıllık sürecini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

- 2001 ve 2005 seçimlerinde Sejm’in yapısında, sol kanattan (216’dan 55 sandalyeye) sağ kanada doğru (PiS, 44’den 155’e;
Civil Platform-PO, 65’den 133’e, 2007’de 209 ve 2011’de de 207’e) çok belirgin kayış olmuştur.11 

Bu bağlamda seçmen davranışındaki bir diğer çıkarım da, Polonyalı seçmenlerin genellikle “yönetim karşıtı” istikametinde oy verdikleridir.12

- İlliberal nitelikli partiler: League of Polish Families (LPR), Self-Defense ve Law and Justice Party (PiS) ülke siyasi yaşamında hep var olmuşlardır. 
Anılan üç partinin oluşturduğu koalisyon ülkeyi 2005-07 yılları arasında, şimdiki PiS’in genel başkanı olan Jaroslaw Kaczynski’nin  başbakanlığında

-2010’da uçak kazasında ölen cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin ikiz kardeşi- yönetmiştir.

- Kasım 2007 seçimlerinde, PO’nun oy oranı yüzde 41,5 yükselirken, PiO’nun oyları yüzde 32,1’de kalmıştır. Bir diğer ifade ile, “ılımlı merkez”, “illiberal” 
kanada karşı güçlenmiş; seçmen, PiS’nun temsil ettiği illiberal politikaları sorgulamıştır. Seçim sonuçlarına göre, PO’dan Donald Tusk’un başbakanlığın da, kırsal ve tarıma ağırlıkveren Polish People’s Party (PSL) ve PO koalisyonu kurulmuştur.

- Ekim 2011 seçimlerinde PiS’nun oyları yüzde 29,89’a gerilerken, merkez oylarını temsil eden PO’nun oy oranı 39,18’e yükselmiştir.
PO ve PSL, mevcut koalisyonun devamına karar vermiş, PO’dan Donald Tusk ikinci kez başbakanlığındaki hükümet 2015 Kasım’ına kadar görev yapmıştır.

- 2015 yılının 10 ve 24 Mayıs tarihlerinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, PiS’in adayı Andrzej Duda, ikinci turda yüzde 51,5 oy alarak, eski cumhurbaşkanı ve PO’nun adayı Komorowsky’yi geçerek seçilmiş ve bu seçim gelecekteki PiS’nun iktidarını işaret etmiştir.13

- 25 Ekim 2015’de yapılan genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Katılma oranının yüzde 55 olduğu seçimde, milliyetçi-muhafazakâr PiS, sağ-popülist Kukiz’15 ve aşırı sağ Korvin oyların sırasıyla yüzde 39, 9 ve 4,9’unu almışlardır. PO’nun oy oranının sadece 23 olduğu seçim sonucuna göre, hiçbir sosyal demokrat parti parlamentoya girememiştir.14

Liberal karşıtı ve popülist PiS’in tek başına yönetime seçildiği bu son seçimde “seçmen tercihinde” yaşanan büyük değişimi irdelediğimizde, aşağıdaki faktörlerin başat rol oynadığını görmekteyiz:15


- Ekonomideki büyümeden yeterince payalamayan sosyal sınıfların tepkisi. Gençlerdeki işsizliğin, genel işsizlik oranının iki katı olması, kırsal yörelerde ve 
küçük kasabalarda iş bulmanın, şehirlerde de uzun süreli iş bulmanın zorluğu; 2008 krizinde yürürlüğe konulan “kemer sıkma politikaları” sonucu, kamu sektöründe ücretler dondurulurken, bir kısım özel sektörde de ücret azaltılmasına gidilmesinin yol açtığı memnuniyetsizlikler.

- Yıllarca süren neo-liberal politikalardan sonra PiS’in, asgari ücrette artış ve vergi istisnalarında yükseltme yapılacağı, emeklilik yaşının düşürüleceği yönündeki sosyal politika vaatleri.

- Avrupa’da yaşanan “göçmen krizi”nin, seçimler sırasında istismar edilmesi.

- AB’nin liberal/sınırlayıcı kurallarına ve Euro Bölgesine katılmaya karşı olan seçmenlerin tepkileri.

- PiS’in yönetici kadrosunun genellikle yeni nesil gençlerden oluşması; seçim dönemindeki uslûplarının kavgacı ve aşırılıktan uzak olması.(bu bağlamda, anayasa değişikliği konusu bile partinin web sitesinden silinmiş)

- Uzun yıllardır yönetimde olan PO’nun “yıpranmışlığı” ve yeni politikalar üretememesi. Son Seçim Sonrası Yaşananlar 25 Ekim seçimleri sonrasında Beata Szydlo başbakanlığında kurulan PiS hükümeti 16 Kasım’da göreve başladı. Ancak yönetimin yaptığı ilk uygulamalarla Szydlo’nun, seçimler sırasında sunduğu “ılımlı” yüzünün değiştiği ve ikinci plânda kaldığı; gerçek gücün parti lideri Jaroslaw Kaczynski’nin elinde olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, seçimlerden önce Szydlo, önceki cumhurbaşkanının uçak kazasında ölümüyle ilgili komplo teorileri  üretmekle ün salan Antoni Macierewicz’in Savunma Bakanlığına getirilmeyeceğini beyan etmişken, aksini yaparak, Macierewicz’i Savunma
Bakanı olarak seçti ve İstihbarat Birimi Başkanını da, partiye yakın bir isimle (yolsuzlukla savaş biriminin eski başı ve görevi kötüye kullanmaktan
3 yıl ertelenmiş hapis cezası yükümlüsü) değiştirdi.16

Basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştiren hükümetin tepki toplayan bir diğer icraatı da, Anayasa Mahkemesine, önceki yönetim tarafından atanan üyeleri kabul etmeyerek ve Anayasa Mahkemesi’nin, bu durumdaki 5 üyeden sadece ikisi için bunu uygun gören kararı hilafına, 5 yeni üye seçmesi olmuştur.17Diğer yandan, anılan mahkemenin çalışması ve karar süreçleri ile ilgili ve Meclis’in her iki kanadı tarafından da Aralık ayının son 10 günü içinde onaylanan yasa tasarısı, son olarak Cumhurbaşkanı’nın da imzası ile yürürlüğe girmiştir. 

<  Polonya’nın yeni Hükümeti, basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştirdiği gerekçesiyle tepki topladı. >

AB Komisyonu’nun da karşı çıktığı, geniş protesto gösterilerine yol açan ve ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesini tehlikeye sokacağı ve Anayasa Mahkemesi’nin
işlerliğine gölge düşüreceği gerekçesi ile büyük eleştiri alan yeni yasaya göre, mahkeme kararlarında basit değil, üçte iki çoğunluk şartı aranacaktır. 
Bir diğer anlatımla, önceden kararlarda 9 üyenin oyu yeterli iken, artık 15 üyeden 13’ünün oyu gerekli olacak.18 

Başbakan Szydlo, bu kanun sayesinde hükümetin yapmak istediği reformların, Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesinin önüne geçileceğini
ifade ediyor. Görüldüğü gibi, yapılan bu değişiklikler ve önümüzdeki 18 ay içinde, mahkeme başkanı dahil 3 üyenin de sürelerinin dolacak olması,
anılan mahkemenin yeni yasalar konusundaki denetimini çok zayıflatacağı açıktır.19

Diğer yandan, “ülkenin muhafazakâr bir anlayışla yeniden inşa edilmesi” gerektiğini savunan yeni Polonya hükümeti, eğitim, medya ve sanat dünyası ile 
ilgili değişimleri ele almaya başladı. Bu bağlamda ülkenin yeni Kültür Bakanı’nın, tiyatroların gösterim programlarına müdahalesi gündeme geldi.20

Ülkedeki bu gelişmeler ile AB de çok yakından ilgileniyor ve çeşitli vesilelerle kaygılarını belirtiyor. Son olarak, Avrupa Parlamentosu Başkanı
Martin Schultz, yeni Polonya hükümetinin yaptıklarını “zamana yayılmış darbe” olarak niteleyince ipler daha gerildi. Polonya hükümeti bu
açıklamayı hemen kınadı ve hâlâ yerine getirilmeyen “ Resmî özür ” talebinde bulundu.21

Polonya’nın demokrasi geçmişinde önemli bir yer tutan Sovyet sonrası ilk Cumhurbaşkanı Lech Walesa, “galiba yeniden bir demokrasi savaşı başlatma
zamanı geldi” diyerek, PiS yönetimi karşıtı protestolara destek verdi. Walesa, mevcut hükümetin özgürlükler için bir tehdit oluşturduğunu
ve düzenlenecek bir erken seçimle, bir an önce onlardan kurtulmak gerektiğini dile getirdi.22



Gelişmelerle İlgili Genel Değerlendirme, Beklentiler ve Sonuç

Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS hükümetinin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “otoriter” gelişmeye benzer bir “popülist-milliyetçi-muhafazakâr” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır.

Öyle ki, düşünce yazılarının büyük bölümü, PiS liderinin, Macaristan Başbakanı Victor Orban ve onun illiberal yolda gerçekleştiği dönüşüme öykündüğü
ve bu olasılığın gerçekleşme derecesi üzerinedir.

Ülkede Ekim genel seçimleriyle yaşanan değişimin bir anti-demokratik dönüşüm olmayıp, seçmene karşı yapılmış radikal vaadler kampanyasının seçmeni cezbetmesi olarak değerlendiren görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşler, Polonya demokrasisinin bir tehlike içinde olmadığını, tarihten gelen parlamento egemenliğinin bir tür “test edilmesi” olarak ifadesini bulmaktadır.

Anayasa ve kurumsal altyapıları ile birlikte giderek “liberal olmayan”, popülist ve muhafazakâr kulvarda hızla ilerleyen Macaristan ile23 Polonya özelliklerinin başlıca benzer ve ayrık noktalarını aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

- Polonya ekonomisin büyük, istikrarlı, hızlı gelişen ve krizlerden uzak kalmış yapısına karşılık, Macaristan ekonomisinin sıkıntıları bulunmaktadır.

- Orban’ın, gerçekleştirdiği otokratik dönüşümleri, AB mali yardımları desteğinde ve zamana yayılı olarak hayata geçirmiş olmasına karşın; AB karşıtlığını 
baştan ortaya koyan ve 2005-07 dönemi yönetiminden de olumlu bir sicilinin olmayan PiS için, dönüşümü aynı yönde ve hızla hayata geçirmesi
yolunda bir engel olarak durmaktadır.24  

Kaldı ki, PiS’in erken emeklilik, vergi indirimi, asgari ücret artışı ve vergi indirimi gibi refah artırıcı sözlerini tutması, işi daha da zorlaştıracaktır.

- Macaristan’da olduğu gibi, demir perdenin yıkılmasından sonra Polonya’da demokrasiye geçiş, Komünist partinin reformcu kanadıyla, demokratik ve barışçı muhalefetin yuvarlak masa toplantılarıyla uzlaşmacı ya da oydaşmacı (consensual) biçimde gerçekleştirilmiştir.
Yine bu iki ülkedeki anayasa mahkemelerinin demokratik pekişmeye katkısı büyük olmuştur.25Macaritan’da, iktidardaki Fidesz Partisi’nin,  Sandalye sayısının yeterli olması sayesinde gerçekleştirdiği ve otokratik bir yönetim için gerekli kurumsallaşmayı sağlayan anayasa değişikliklerinin, gerekli üçte iki oy için mevcut meclis çoğunluğu yeterli olmadığından, Polonya için olanaklı görünmemektedir.

Kanımızca, ülkesindeki illiberal/popülist/totoriter dönüşüm için Türkiye, Çin ve Singapur’u örnek gösteren Orban’ın Macaristan’ından farklı olarak Polonya’da, meclis aritmetiği, mevcut kurumlar, demokratik geçmiş, halkın homojen etnik yapısı ve kültürel geçmişinin, kısa sürede ve radikal bir  değişime izin vermeyecektir. Aksine, bu tür değişim girişimleri, eğitim seviyesi yüksek ve değerlerine bağlı nüfusa sahip olan ülkede dayanışma, hassasiyet 
ve yığınların tepkisini arttıracaktır.
Seçimle gelen bu değişimin, önceki dönemde yaşanan hızlı politik ve ekonomik dönüşüme ve globalleşme ile ilgili çarpıcı yeni şekillenmeye karşı sağ-popülist ve illiberal bir tepki/reaksiyon olduğunu söyleyebiliriz. Keza bu keskin değişimi, “Avrupa yılgınlığı ve şüphesi” olarak da görebiliriz.

Bir diğer yaklaşımla, yaşananları, çeyrek yüzyıl önce politik, sosyal moral ve hayat tarzında yaşanan beklenmedik özgürlük patlamasının, “kültürel
değişim tehdidi” ile yüzleşmesi neticesi gerçekleştiği de belirtilebilir.

Ancak bu vardığımız sonuç, popülizme karşı günümüz dünyasında artan trendi ve “demokratik illiberalizmi” görmezden gelmemize yol açmamalıdır.
Bu bağlamda belki de, Sharun Mukand ve Dani Rodrik’in müşterek çalışmasındaki “seçim demokrasisi-electroral democracy” ve “liberal demokrasi”
ayırımını dikkate almalıyız.27 Çalışmada, mevcut demokrasilerdem çoğunun“liberal” den çok “seçimsel” olduğu; başat özelliklerinin de,
“politik rekabete” izin vermesi ve “açık/serbest seçimlerin” yapılabilmesi olarak belirtilmiştir. Buna karşılık, “azınlık ve yönetimde olmayan grupların 
hakları” sürekli ihlâl edilmektedir. 

Yine anılan çalışmada, bu sınıfa giren, başta Macaristan, Ekvator, Meksika, Türkiye ve Pakistan ile bunun dışındaki bazı ülkelerde öne çıkan gelişmeler, 
Siyasi rakiplere yönelik taciz, medya üzerinde baskı ve sansür ile, dinî ve etnik azınlıklara karşı ayrımcılık şeklinde ortaya çıktığı gözlemi aktarılmaktadır.
Bu sınıflama ve tanımlar ölçüsünde en azından, Polonya’da yönetime gelen PiS’in ilk iki ay içindeki uygulamalarının “liberal” değil, “seçim demokrasisi”
unsurlarını taşıdığını söyleyebiliriz.

Bu gelişmeye aracılık eden ve 21nci yüzyıla damgasını vuran düşünce akımlarının başında gelen “pragmatizn (faydacılık)” toplumsal, siyasal
vb. birçok alana damgasını vurmuştur. Pragmatizme göre, faydalı olan her şey gerçek kabul edilmekte ve bireyleri, toplumsal yaşamdaki amaçlarına ulaştıracak çözümlerin en pratiğini bulmak ve bununla sonuca gitmek önemlidir. Bu yaklaşım sonucu toplumsal çıkarlar, kurumlar, ortak değerler ve birikimler geri plâna itilmekte; tek amaç, yönetimi sürdürmek olmaktadır. 

Bu bakımdan,
Asya ülkeleri dışında, Doğu/Orta Avrupa üyeleri olan Macaristan, Türkiye ve Polonya’da yaşanan gelişmeler önemsenmeli ve yakından izlenmelidir.


Dipnotlar


1 “Poland Economy Profile 2014”,Indez Mundi, 
http://www.indexmundi.com/poland/economy_profile.html (23.12.2015)
2 Hubert Tworzecki and Radoslaw Markowski,”Did Poland just voteinan authoritariangovernment?”,The Washington Post,  3.11.2015,
https://www.washingtonpost.com/news/monkeycage/wp/2015/11/03/did-poland-just-vote-in-an-authoritarian-government/  (26.12.2015)
3 “The World Fact/Poland”,USA Centrai Intelligence Agent,14.12.2015,
https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/pl.html (24.12.2015)
4 “Energy sector of the World and the Poland”,Worlld Energy Council,Aralık 2014, 
https://www.worldenergy.org/wpcontent/uploads/2014/12/Energy_Sector_of_the_world_and_Poland_EN.pdf  (27.12.2015); 
Andrew Kureth,”Why Poland still clings to coal”,Politico, 17.10.2015, 
http://www.politico.eu/article/why-poland-stillclings-to-coal-energy-union-security-eu-commission/ (27.12.2015)
5 The World Bank/Data,”Poverty headcount ratio at national povertylines (% of population)”,
http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.NAHC/countries (28.12.2015)
6 “File:Non-national population by group of citizenship, 1 January 2014
YB15.png”,Eurostat, 
http://ec.europa.eu/eurostat/statisticsexplained/ index.php/File:Non-national_population_by_group_of_citizenship,_1_January_2014_(%C2%B9)_YB15.png 
(30.12.2015)
7 Andrzej Mleczko,”Democracy put to the test”,VoxEurop,29.10.2015,
http://www.voxeurop.eu/en/content/article/5003604-democracy-puttest?xtor=RSS-9 (30.12.2015)
8 Poland Contry Report 15/183, Temmuz 2015, IMF,
https://www.imf.org/external/pubs/ft/scr/2015/cr15183.pdf (25.12.2015)
9 Jacek Kucharczyk and Olga Wysocka,”Poland”, Grigorij Meseznikov,Olga Gyárfášová, and Daniel Smilo(Ed.),” Populist Politics and Liberal
Democracy in Central and Eastern Europe”,Intitute for Public Affairs,2008, s.73-77,
http://www.isp.org.pl/files/7832124490738466001218629576.pdf (28.12.2015)
10 Jan Kubik,” Illiberal Challenge to Liberal Democracy The Case of Poland”, Taiwan Journal of Democracy, Volume 8,No.2,s.9,
https://www.academia.edu/2404404/Illiberal_Challenge_to_Liberal_Democracy_The_Case_of_Poland (28.12.2015)
11 Kubik,agm.s.5-6
12 Tworzecki ve Markowski, agm.
13 “Poland election: President Komorowski loses to rival Duda”,BBC News,25.05.2015, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-32862772 (28.12.2015)
14 “Poland’s choice: the day after”,ecfr.eu,26.10.2015,
http://www.ecfr.eu/article/commentary_polands_choice_the_day_after_4083 (27.12.2015)
15 Jan Zielonka,”Is Poland Hungary?”,ZEIT,29.10.2015
http://www.zeit.de/politik/ausland/2015-10/poland-election-hungaryzielonka (29.12.2015); Tworzecki ve Markowski,agm.
16 “The return of the awkward squad”,The Economist,5.12.2015,
http://www.economist.com/news/europe/21679494-two-weeks-polands-new-government-making-europe-nervous-return-awkward-squad (28.12.2015)
17 Ivan Krastev,,”Why Poland Is Turning Away From the West”,NYT,11.12.2015, 
http://www.nytimes.com/2015/12/12/opinion/why-poland-is-turning-away-from-the-west.html?_r=0 (21.12.2015)
18 Maciej Kisilowski, “Poland’s ‘overnight court’ breaks all the rules”,POLITIKO, 8.12.2015, 
http://www.politico.eu/article/law-vs-justice-poland-constitution-judges/ (22.12.2015)
19 “Law to curb power of top court ‘is end of democracy in Poland”,The Guardian,28.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/28/poland-law-curbpower-top-court-end-democracy-andrzej-duda (31.12.2015)
20 The Economist “The return of the awkward squad”,agm; Tolga Bilener,” AB çıpası ve demokrasi”,Taraf,27.12.2015
21 “Polish PM rounds on European parliament head over ‘coup’ remark”, The Guardian,15.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/15/polish-pm-roundson-european-parliament-head-over-coup-remark (30.12.2015)
22 “Poland: Lech Walesa warns against ‘undemocratic’ curbs on court”,The Guardian,23.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/23/poland-constitutional-crisis-lech-walesa-law-justice-pis (30.12.2015)
23 Bu konuda bkz.Ersin Dedekoca,”Macaristan Örneği:Liberal Olmayan Demokrasi Yayılıyor mu?”,21.Yüzyıl TR.Enst.,24.04.2015,
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/ekonomik-arastirmalarimerkezi/
2015/04/24/8186/macaristan-ornegi-liberal-olmayan-demokrasi-yayiliyor-mu (31.12.2015) 24 Krastev, agm.
25 Ergun Özbudun,” Demokrasiye Geçiş ve Demokrasinin Pekişmesi Sürecinde Anayasa Mahkemelerinin Rolü”,2007,
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/OZBUDUN.pdf (20.12.2015)
26 Judy Demsey,”Judy Dempsey’s Strategic Europe-Poland’s Euroskeptic Future”,Carnegie,26.10.2015, 
http://carnegieeurope.eu/strategiceurope/?fa=61741 (28.12.2015)
27 Sharun Mukand ve Dani Rodrik,” The Political Economy Of Liberal Democracy”, The Institute for Advanced Study, Temmuz 2015,
http://drodrik.scholar.harvard.edu/files/dani-rodrik/files/the_political_economy_of_liberal_democracy.pdf (1.01.2016)


***

1 Ağustos 2016 Pazartesi

DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 2






          DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 2


Bu trendin bir sonucu olarak yarış(rekabet) sakatlanmakta; “ekonomik karar alma süreci”ne politikanın nüfuz etmekte ve bu yarışın sonunda yeni ve farklı 
“kazananlar” ve “kaybedenler” ortaya çıkmakta; “China Investment Corporation (CIC)’’ın, bundan böyle Çin Maliye Bakanlığı’na, yapılmış fonlama için faiz ödemeyeceğini deklare etmiştir.46” gibi, serbest piyasa ekonomisi prensipleri çelişen kararlar ortaya çıkmaktadır. Ian Bremmer’e göre, devlet kapitalizmindeki yükseliş, global marketlerin “kitlesel verimsizlikler (massive inefficiencies)” ile tanışmasına ve popülist siyasetin, ekonomik karar sürecine yerleşmesine yol açmıştır.47 

Devlet güdümlü bu yeni sistemin aktörlerinin(görünürde ekonomik) niteliklerine baktığımızda, bunların dört başlık altında toplandığını görüyoruz: 

-Toplamda dünya petrol rezervlerinin yüzde 75’inden fazlasını kontrol eden, görünüşte ulusal, aslında çok uluslu petrol şirketleri, 

-Ağırlıklı olarak devlet sahipliliğinde olan ve Petro-kimya, enerji üretimi, demir-çelik üretimi, liman ve gemi işletmeciliği, silah ve ağır makine üretimi, 
telekominikasyon, ulaşım, havacılık konularında faaliyet gösteren şirketler, 

-Çokça örneği Rusya, Çin ve bazı gelişmekte olan ülkelerde görülen, görünüşte “özel mülkiyet”, gerçeğinde ise, “devlet-destekli ulusal büyük şirketler”. 
Rusya’da genellikle oligarkların sahipliliğinde olan bu kategoride, yukarıda sıralanan iş kollarına ek olarak madencilik, metalurji, bilgisayar, 
kimya, otomobil gibi sektörler bulunmaktadır. 

-Ulusal varlık fonları (SWFs). Çalışmamızın önceki bölümünde örneği verilen büyük fonlardan sadece Norveç’in demokrasiyi temsil etmesi; seffaflık 
notu yönünden de, sahipliliği Norveç, Singapur, Hong-Kong gibi ülkeler olanların dışında kalan UVF’nin bu konudaki notunun düşük olması,48 
anılan fonların yönetiminde ve sahipliliğindeki devlet ağırlığı konusundaki düşünceyi güçlendirmektedir. 

Başat özelliği, devlet yönetimi sorumluları ile, şirket veya teşebbüs sahip-yöneticileri arasında oluşan sıkı bağ olan devlet kapitalizminin, global pazarlar açısından taşıdığı riskleri aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:49 

• Ticari kararların, bu tür karar ve operasyon hakkında yeterli deneyim ve bilgi sahibi olmayan siyasi bürokrasiye terk edilmesi ve bunun sonunda piyasaların 
rekabetten ve verimlilikten uzaklaşmaları. 
• Yatırım kararlarının arkasındaki dürtünün, ekonomik olmaktan çok politik olması ve neticede verimlilik ve etkinliğin ihmal edilmesi. 
• Verimlilik ve etkinliğin savsaklanması sonucu tüketici fiyat yükünün artması ve enerji konusunda çok bariz olmak üzere, üretim girdi maliyetinin yükselmesi nedeniyle özel firma karlarının düşmesi. 
• İş ve devlet politikasının iç içe geçmesi, iç ve dış politik koşulların (ulusal çıkarlar ve dış politika hedefleri) iş kararlarında daha çok etkin hale gelmesi. 
• İş hayatında geçerli olan çeşitli yazılı ve yazılı olmayan “etik kurallar”ın, iş ve devlet yönetiminin aynı merkezde toplanması nedeniyle aşınması ve bunun sonucu olarak “kuralsızlık” ve/veya “kişiye göre değişen esnek kurallar”ın egemen olması; moral değerlerde yıpranma. 

Anılan sistemle ilgili bir diğer korku da, sistemin global ticaret sisteminde yarattığı etkilerdir. Şöyle ki, açık veya gizli devlet desteği alan ve bundan yararlanan piyasa aktörlerinin, bu konuda getirilecek açıklık (seffaflık) kurallarını kabul etmeleri çok zor olacak, bu olgu da dünya ticaretinin gelişmesini olumsuz etkileyecektir. 
Sistemin gelişmekte olan ülkelerdeki yansımasına baktığımızda ise, özel sektör şirketlerin sağlamak için yıllarını verdikleri ayrıcalıkları ve değerleri, devlet 
destekli şirketlerin kolayca ve kısa zamanda elde etmeleri cazibesi ön plana çıkmakta ve önemli bir kamuoyu desteğini arkasında bulmaktadır. 

Bilindiği gibi, ABD’de post-Ronald Reagan ve Margaret Thatcher döneminin yarattığı ekonomik performansla son 30 yıldır uzlaşmış ve bunu “serbest ticaret-
sermaye akışında serbesti-globalizasyon”olarak hayata geçirmiş bulunan devlet ve piyasa işbirliği, 2008 finansal krizi ile ağır darbe almıştır. Krizin yarattığı hasarı onarmak amacıyla, daha önceki dönemlerde denenmiş olan “ekonomide devletin uygun rolü” tekrar gündeme gelmiştir. Bu süreçte yaşananları, işsizliği azaltmak, direşken bir şekilde düşen büyümeyi tekrar arttırmak, özellikle gelişmiş ekonomilerdeki yüksek borçluluğu makul bir seviyeye çekme bağlamında “devletin etkin olması” olarak sunan görüşler bulunmaktadır.50 Yine bu yaklaşımda olanlar, devlet ağırlıklı ekonomi ve iş modellerinin uygulandığı Çin, Rusya ve diğer G20 ülkelerinden çok şey beklemektedirler. 

Bu konudaki çalışmaların birinde, devletin karar ve sahipliliğinde ağırlığı olan teşebbüslerde, bu modelin getirdiği çeşitli zorluklar olmasına karşın, anılan ekonomik birimlerin performansının giderek düzeleceği ve bu tür iktisadi işletmelerin dünya çapında oyuncu olma yolunda ilerledikleri ve yöneticilerinin, giderek daha az devlet kararı bekler hale gelecekleri belirtilmektedir.51 Yine bir başka çalışmada da, Çin devlet şirketlerine yönelik “devlet kayırmacılığı”nın ve devlete yakınlığın sağladığı avantajların giderek azaldığı; sınır ötesi işleriyle ilgili onay sürecinin özel ve kamu şirketlerinin her ikisi için de aynı olduğu; kamu kontrolü-izni gibi süreçlerde subjektif kriterlerin her iki tür işletme için de terk edildiği vurgulanmaktadır.52

Bu konuda vurgulanmaya değer bir diğer konu da, özellikle kamu kontrollü Çinli altyapı şirketlerinin çeşitli ülkelerde taahhüt üstlendikleri ve dışlanmadıkları; 
buna karşılık da, Çin Hükümetinin hisse alımlarında seçici davrandığı, ekonomi üzerindeki sıkı bağlarını gevşettiğini ve bürokratların son zamanlarda sadece, “farklılık yapabilecekleri” endüstrilerde yoğunlaştıkları olgusudur.53 

DEVLET KAPİTALİZMİNİN GELECEĞİ 

Son 30 yıldır kendi arasında uzlaşmış bulunan devlet ve piyasa işbirliği, serbest piyasa ekonomisi sisteminin 2008 finansal krizi ile ağır darbe almıştır. Krizin yarattığı hasarı onarmak amacıyla, daha önceki dönemlerde denenmiş olan “ekonomide devletin uygun rolü” tekrar gündeme gelmiştir. Bu dönemde yaşanan sorunlardan: işsizliği azaltmak, direşken bir şekilde düşen büyümeyi tekrar arttırmak, özellikle gelişmiş ekonomilerdeki yüksek borçluluğu makul bir seviyeye çekme bağlamında ortaya çıkan “devlet güdümünde kapitalizm (state-directed capitalism)”, önemli bir hata yapılmazsa sürecek gibi durmaktadır. Anılan bu yeni oluşumda başı çeken Çin artık kendisini, “liberal ekonomi”ye ulaşma yolunda bir istasyon değil, aksine, uyguladığı sistemi “sürdürülebilir” bir model olarak görmektedir.54 Keza, devlet ağırlıklı ekonomi ve iş modellerinin uygulandığı Çin, Rusya ve diğer G20 ülkelerinden çok şey beklenmektedir. 

“Devlet eliyle kapitalizm” konusunda yukarıda aktarmaya çalıştığımız gelişmeler sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik 
şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.55 Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; serbest piyasa cephesindeki ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmekte dir.56  Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.57 


Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “serbest piyasa kapitalizmi”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,58 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması; buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.59 

2007-09 arasında yaşananların, serbest piyasa tutuculuğunu geriye götüreceği; yaşanan krizin ehliyetli politik liderlik ve aktif hükümet gerekliliğinin artık oy verenlerce anlaşılmış olduğu; bireylerin politikacı ve bazı kurumlara güveninin, banka sistemine olan nefreti ölçüsünde sarsıldığını belirten çalışmada60ayrıca; 4,0 olarak nitelenen günümüz kapitalizminde hükümet ve piyasa arasında yeni ve karmaşık bir ilişki yumağı olacağı, dünyanın artık körü körüne piyasa çözümü odaklı olmayacağı, bireyin uluslararası kurumlara yetki devrinden öte, demokratik yolla seçilecek yönetici ve saygın düzenleyicilerin daha güçlendirilmesini isteyeceği öngörüleri bulunmaktadır.61 Tümüyle pazara dayalı kapitalizm (free-market capitalism) ve gevşek kurallı (deregulation) dönemin sonuna gelindiği konusundaki katıldığımız bir diğer görüşü de belirtirken;62 son olarak, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerin yanında, giderek devlet yönetiminde daha çok hakim olan “yumuşak güç-soft power” yaklaşımının bir yan ürünü olarak ortaya çıkan ve zaman içinde gelişmiş ülkeleri daha da çok etkileyecek olan ve yakın bir zamanda ortadan kalkması ufukta görülmeyen63 “devlet kapitalizmi”yönlü bu değişimin sürdürülebilirliği, globalleşmenin yarattığı orta sınıfa sürdürülebilir refah sunulması ve “yozlaşma”dan uzak durmasına, alternatif yeni doktrinler üretilmesine bağlı olacağını söyleyebiliriz. 

SONUÇ 

2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan otokratik Körfez ülkelerinde “devlet kapitalizmi”nin yaygınlaştığını görmekteyiz. Siyasilere, “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu ve bunlara son zamanlarda Güney Afrika’nın da eklendiği gözlenmektedir. 

Bir diğer ifade ile, anılan ülkelerde, liberal ekonomistlerin “görünmez el” i yerine, “devlet kapitalizmi”nin “görünen el”inin piyasaya müdahale etmekte ve bu “ekonomik alandaki devlet güçlenmesi” daha çok bazı stratejik sektörlerde (stratejik enerji varlıklarında) yoğunlaşmaktadır. 

Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları 
hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup, ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını, “devlet kapitalizmi”nin bu ülkelerde, piyasanın kendi 
özgün işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü işlevini gördüğünü söyleyebiliriz. Gelişmekte olan ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli” şeklinde bir dönüşüm olduğunu ve bu gelişmenin ekonomik faaliyet ve özellikle ülke içi politik gücün iç içe geçmesine, siyasilerin yetki ve etkilerini artırmasına yol açtığı çok açık bir gerçektir. Diğer yandan, kamu sermayeli şirketlerin, doğrudan veya örtülü olarak devletten destek alarak kendilerine farklı bir güvence yaratmaları ve piyasayı düzenleyen merci olan devlet tarafından sahip olunmaları nedeniyle rekabet koşullarındaki eşitliğin bozulduğu da göze çarpmaktadır. Konunun bir diğer farklı boyutu da, kamusal sermayeli şirketlerin olduğu bir ortamda, devletin “ekonomik ağırlığı”nın artması, “yetkinin kötüye kullanılması”na da yol açma olasılığıdır. Kamu sermayeli şirketlerin ekonomide daha fazla paya sahip olduğu ülkelerin “şeffaflık ligi”nde alt sıralarda yer almaları, bu tehlikeli olasılığın hayata geçmesini kolaylaştırabilir. 

Anılan trendin zaman süreci ile ilgili olarak da, “devlet kapitalizmi” yönlü bu değişimin devamının, globalleşmenin yarattığı orta sınıfa “sürdürülebilir refah” 
sunulması ve “yozlaşma”dan uzak durmasına, alternatif yeni doktrinler üretilmesine bağlı olacağını söyleyebiliriz. 


Kaynakça;


1 Ömer Faruk Çolak, “Hoş Geldin Devlet Kapitalizmi”, Dünya Gazetesi, 23.09.2011, 
http://www.dunya.com/ho%C5%9F-geldin-devlet-kapitalizmi-%C3%B6mer-faruk-% (5.01.2012) 
2 H.Ömer Köse, “Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel Dönüşümü”, Sayıştay Dergisi, Nisan-
Haziran 2003, Sayı: 49, http://www.sayistay.gov.tr/yayin/dergi/icerik/der49m1.pdf (18.01.2012) 
3 Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, Seelan Singham, “Improving Performance at State-owned Enterprises, 
McKing Quarterly, May 2009, https://www.mckinseyquarterly.com/Improving_performance_at_stateowned_enterprises_2357 (6.02.2012) 
4 Ian Bremmer, The End of The Free Market, Portfolio, New York, 2010, s.4-6 
5 Stefan Halper, Beijing Consensus-How China’s Authoritarian Model will Dominate The Twenty-First Century, 
Basic Books, New York, 2010, s.68-70, 
6 Joshua Kurlantzick, Charm Offensive-How China’s Soft Power is Transforming The World, Yale University 
Press, Binghamton, 2007, ; Stephen S. Cohen & Bradford DeLong, The End of Influence-What Happens 
When Other Counries Have The Money, New York:Basic Books, 2010, Joseph E. Stiglitz, Freefall-Free 
Markets and The Sinking of The Global Economy, Allen Lane, London, 2010,; A.Ersin Dedekoca, Ekonomi-
Politik Pencereden ABD-Çin İlişkileri;Eski Dünyaya Yeni Düzen, Barış Kitap, Ankara, 2011, Thomas 
J.DiLorenzo, How Capitalism Saved America, New York:Three Rivers Press, 2004; Anatole Kaletsky, Capitalism 
4.0 The Birth of a New Economy, Bloomsbury Publishing,London, 2010 
7 http://media.economist.com/sites/default/files/sponsorships/MM150/20120121_state_capitalism.pdf 
(01.02.2012) 
8 http://www.state.gov/secretary/rm/2012/02/184623.htm (28.02.2012) 
9 Korkut Boratav, “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?”, Küreselleşme Emperyalizm Yerelcilik İşçi Sınıfı, Ankara, 
İmge Kitabevi, 2000, s.19, 46, 47; Köse, agm. s.19 
10 http://ekutup.dpt.gov.tr/yerelyon/oik554.pdf (25.12.2011); Köse, agm. s.26 
11 Ian Bremmer, State Capitalism Comes of Age, Foreign Affairs, May-June 2009, 
http://www.foreignaffairs.com/print/65076 (31.01.2011); Çin’in “devlet sahipli teşebbüsleri (China’s stateowned 
enterprises)” hakkında daha geniş bilgi için: Jonathan R. Woetzel, “Reassessing China’s State-Owned 
Enterprises”, July, 2008, McKinsey Quarterly, 
http://www.mckinsey.it/storage/first/uploadfile/attach/140418/file/reth08.pdf (10.01.2012) 
12 Bremmer, age. s.43,52’de devlet kapitalizmi, devletin, politik kazanç için piyasaya hakim olduğu sistem olarak 
tarif edilmekte; devlet kapitalizminin piyasayı, ülke içi ve uluslararası platformlarda kendi siyasi ve ekonomik 
kaldıracını yükseltmek amacıyla kullanıldığı belirtilmektedir. 
13 Gerard Lyons, How State Capitalism Could Change The World, Financial Times, June 7,2007, 
http://www.ft.com/cms/s/0/6eb8da08-1503-11dc-b48a-000b5df10621.html#axzz1IA0YM2gO 
(15.09.2011) 
14 Stiglitz, age. s.185 
15 DiLorenzo, agm. s.223-230 
16 Cohen &DeLong, s.6,7, Bu gelişmeyi, büyük ve kanayan şirketleri ve çalışanların işlerinikurtarmaya yönelik paslanmış estrümanlarla müdahaleyi imgeleyen- “limon sosyalizmi” olarak nitelemektedir. 
17 Bremmer, agm. 
18 Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos, “Reshaping The Global Economy”,(Electronic Version) Finance&Development 
Magazine, March 2009, Volume 46, http://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2009/03/pisani.htm (28.05.2011) 
19 “Cash Injection to The CIC” 11.02.2012, http://www.swfinstitute.org/swf-news/injection-to-theCIC/
(8.03.2012). 
20 China Huijin applies for $50 billion government injection, 25.03.2010, http://www.swfinstitute.org/sovereign-
wealth-funds/china-huijin-applies-for-50-billion-government-injection-according-topaper/(8.03.2012) 
21 Russia’s Oil Reserve Fund Received Cash Injection, 2.02.2012, http://www.swfinstitute.org/swf-news/russia%
e2%80%99s-oil-reserve-fund-received-cash-injection/ (13.02.2012) 
22 “The Rise of State Capitalism” The Economist, 21-27 January 2012, s.11, 
http://media.economist.com/sites/default/files/sponsorships/MM150/20120121_state_capitalism.pdf 
(01.02.2012) 
23 Metin Ercan, “Devlet Eliyle Kapitalizm”, Radikal Gazetesi, 28.01.2011 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleID=1076979 (06.02.2012) 
24 Bremmer, age. s.65 
25 Bremmer, agm, http://www.foreignaffairs.com/articles/64948/ian-bremmer/state-capitalism-comes-of-age 
26 Siglitz, age. s.58-76’da, “flawed response” olarak isimlendirdiği bu durumu ayrıntılı olarak irdelemektedir. 
27 Stiglitz,age. s.184,185 
28 Türkçede henüz tam kabul görmüş bir çevirisi olmayan ve çeşitli kaynaklarda Bağımsız Varlık Fonları, Ulusal
Varlık Fonları, Ulusal Yatırım Fonları, Ülke Yatırım Fonları, Devlet Refah Fonları veya kısaca Ulusal Fonlar diye adlandırılan “Sovereign Wealth Funds” 
aslında ülkelerin resmi rezervleri dışındaki birikimlerini anlatmaktadır .
http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/sunumlar/bagimsiz-varlik-fonlari-sovereign-wealth-fundsraporu 
/ (28.03.3011) 
29 Sevinç Akbudak, “Ulusal Varlık Fonları Gelişmeler ve Düzenleme Çalışmaları”,SPK Araştırma Raporu, 
16.05.2008, http://www.spk.gov.tr/yayin.aspx?type=yay03&submenuheader=-1 (29.03.2011) 
30 Sovereign Wealth Funds, A Work Agenda of IMF, Fabruary 29, 2008, 
http://www.imf.org/external/np/pp/eng/2008/022908.pdf (29.03.2011); Lyons Gerard, “State Capitalism: 
The Rise of Sovereign Wealth Funds, 13November 2007, 
http://banking.senate.gov/public/_files/111407_Lyons.pdf (06.02.2012) 
31 Sovereign Wealth Funds, TUSİAD International Strategic Focus Report No.1,17 April 2008, 
http://www.tusiad.org/__rsc/shared/file/TUSIADInternationalStrategicFocusReportNo1SovereignWealthFunds.pdf 
(28.09.3011); Stephen Jen, “Sovereign Wealth Funds-What Are They and what is happening?”, World Economics,
Oct-Dec.2007, http://relooney.fatcow.com/0_New_2857.pdf (08.10.2011)ve Sevinç Akbudak, agm, 
32 “Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012”23.02.2012, 
http://www.swfinstitute.org/swf-article/sovereign-wealth-funds-could-be-growing-even-faster-in-2012/ 
(8.03.2012) 
33 Gerard, agm. 
34 Martin Wolf, “The Brave New World of State Capitalism”, The Financial Express, October 17,2007, 
http://www.thefinancialexpress-bd.com/print_view.php?news_id=14575 (05.12.2010) 
35 Sovereign Wealth Funds Rankings, Largest SWF by Assets Under Managements, 
http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/(9.03.2012) 
36 “ Çin, Devlet Fonlarıyla Ava Çıkıyor”, Ufuk Korcan, Vatan Gazetesi, 28.02.2012, 
http://haber.gazetevatan.com/spk-azerbaycanin-sermaye-piyasasini-yeniden-kurmaya-talip/433546/4/Haber 
(29.02.2012) 
37 Akbudak, agm, 
38 Bremmer, age. s.5 
39 Bremmer, age. s.72 
40 Lyons, agm 
41 Robert D.Atkinson, “The Rise of The New Mercantilism”, The Globalist, May 30,2008, http://www.theglobalit.com/printStoryId.aspx?StoryId=7027 (06.01.2011) 
42 Bu konuda Rusya’da yaşananlarla ilgili olarak, S.P.Peregudov, Business and Burecaucracy in Russia, Russian Politics and Law, vol.47,no.4 July-August 2009 
43 Bremmer, age. s.22 
44 Bremmer, age. s.83,166 
45 “The Rise of State Capitalism”, The economist, s.11, agm. 
46 “CIC No Longer to Pay Interest to the State”,26.08.2009, http://www.swfinstitute.org/swf-news/cic-nolonger-
to-pay-interest-to-the-state/ (9.03.2012) 
47 Bremmer, agm. 
48 http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ (10.03.2012) 
49 Bremmer, agm. 
50 “State Capitalism vs the Free Market:Which Performs beter?”,Michael Schuman, George Magnus, Time 
Business, 30.09.2011, http://business.time.com/2011/09/30/state-capitalism-vs-the-free-market-whichperforms-
better/ (23.02.2012) 
51 Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, and Seelan Singham, agm. 
52 Woetzel, agm.
53 The Rise of State Capitalism, The Economist, s.11agm. 
54 “The Rise of State Capitalism”, The Economist, s.11 agm. 
55 Lyons, agm 
56 Robert D.Atkinson, “The Rise of The New Mercantilism”, The Globalist, May 30,2008, http://www.theglobalit.com/printStoryId.aspx?StoryId=7027 (06.01.2011) 
57 Bu konuda Rusya’da yaşananlarla ilgili olarak, S.P.Peregudov, Business and Burecaucracy in Russia, Russian 
Politics and Law, vol.47,no.4 July-August 2009 
58 Bremmer, age. s.22 
59 Bremmer, age. s.83,166 
60 Kaletsky, age. s.269,270 
61 Kalatsky, s.331-334 
62 Roger C.Altman, Globalization in Retreat, Foreign Affairs, Jul/Aug.2009, Vol.88,issue.4, s.2-7, 
http://www.foreignaffairs.com/articles/65153/roger-c-altman/globalization-in-retreat (20.11.2011) 
63 Beremmer, agm, ; Ian Bremmer, “Q&A With Ian Bremmer on State Capitalism”, Foreign Affairs, April 28, 
2009, http://www.foreignaffairs.com/print/65076 (1.02.2012); Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, and Seelan Singham, agm. 


Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


****

DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1



DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1




Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


Özet: 

1970’lerden bu yana, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların periferilerinde hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici 
olduğu kapitalizm (market-driven capitalism/free market capitalism) denilen ekonomik faaliyetler ve onların düzenlenme biçiminde devletler, kendi hudutları içindeki hükümranlıklarını, BM ve insan hakları evrensel kurallarına göre kullanmakta ve olayları kontrol etmekteydiler. 

Ancak, küreselleşmenin hız kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Brezilya, 
Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını görmekteyiz. Anılan yaygınlaşma nın; bazı sektörlerde yoğunlaşmasının yanında, 2000’li yılların başından itibaren de, kamu sermayeli şirketler üzerinden yapıldığı gözlenmektedir. 

Aşağıdaki çalışmada, görünürde “serbest piyasa” karşısına kuvvetli bir rakip olarak çıkan “devlet kapitalizmi” ile ilgili süreç; etkenler, yaygın şekilleri, sonuçları, küreselleşmeye entegrasyonu, ulus devlet egemenlik alanına karşı/birlikte yapılanması ve genel panoramadaki yeri parametreleriyle irdelenmeye çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler : Devlet kapitalizmi, küreselleşmenin ekonomik boyutu, egemenlik, ulus devlet, ulusal varlık fonları (SWF), uluslararası nitelikli hükümetdışı örgütler (NGO), özelleştirme, sermaye ve emeğin mobilitesi, devletçilik, kamu sermayeli şirketler(SOE), piyasaya müdahale, uluslararası şirketler, şirket kurtarma operasyonu ve sermaye enjeksiyonu. 


















GİRİŞ 

19 ve 20. yüzyıllarda, özellikle Batı ülkelerinden başlayıp, sonrasında tüm dünyayı saran “ulus-devlet” yapılanması, 1980’den bu yana “küreselleşme” olarak isimlendirilen yeni dalga ile kırılmaya çalışılmaktadır. 1929 dünya ekonomik buhranı ve bunun bir ürünü olan “eksik istihdam” sorununu çözmeye yönelik Keynesyen politikaların özü; kapitalizmi kurallara bağlamak (regüle etmek) ve işleyişindeki aksaklıkları “kamu müdahalesi” ile düzeltmekti.1 

İngiltere’de Margaret Thatcher(1979-1990), ABD’de Renald Reagan’un (19811989) öcülük ettiği “ neo-liberalizm”’in hakim olduğu 1970’lerden sonra ise, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların uydularında (periferilerinde) hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici olduğu kapitalizm” süreci başlamıştır. Bir diğer anlatımla, Keynescilikten “monetarizm”e ve neo-liberalizme, açık ya da örtülü güdümlülükten “pazar ağırlıklı çözümlere”, parasal genişlemecilikten “kısıtlılığa”, merkantilizm’den “serbest ticarete” doğru bir dönüşüm gözlemlendi.2 

Bu süreç, kamuya ait ekonomik kurum ve kuruluşlarının hantal ve verimsiz olmaları savı ile başlayan ve 1980-90’ larda ekonomilerde başat rol oynayan “özelleştirme” dalgasını da içine almaktadır. 

Tüm bu özelleştirme dalgasına karşın, yine de devlet sahipli veya kontrollu teşebbüslerin GSMH’ daki payı Afrika ülkelerinde yüzde 50, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika’da yüzde 15’in üzerindeydi.3 

Ancak, 2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını; hükümetlerin petrol gibi bazı sektörlerde hakim durumda olduklarını (bu hakimiyet oranı, toplam ham petrol rezervlerinin yüzde 75’ini temsil etmektedir) ve bu devlet kontrolündaki veya özel imtiyazlı petrol şirketlerini kullanarak havacılık, gemicilik, enerji üretim tesisleri, silah üretimi, telekominikasyon, metal, mineral, petro-kimya sektörlerine müdahale ettiklerini görmekteyiz.4 

Batının “piyasa ve demokrasi özellikli liberalkapitalizm”ine karşılık, genelde kaynak zengini ülkelerde görülen ve enerji gelirlerini, sosyal baskıyı azaltmak amacıyla kullanan (aksi halde çıkacak faturanın daha yüksek olacağını biliyorlar) “liberal olmayan kapitalizm” ile, “ihracat destekli-devlet yönlendirmeli kapitalizm” (Çin örneğinde olduğu gibi) şeklinde iki tür öne çıkmaktadır.5 

Genellikle “devlet kapitalizmi” olarak bir süredir literatürde yer alan6 anılan trend; liberal ekonomistlerin “görünmez el (invisible hand)” in hüküm sürdüğü 
görüşüne karşın, “devlet kapitalizmi”nde piyasaya “görünen el (visible hand)”in müdahale ettiği, 1990’ların “asgari devlet” şampiyonluğunun yerinde yeller estiği şimdilerde egemen olduğu belirtilen “devlet kapitalizm”ini çeşitli boyutlarıyla işleyen The Economist Dergisinin 21-27 Ocak 2012 tarihli sayısındaki “özel rapor“7 ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 19 Şubat 2012’de, Meksika’nın Los Cabos şehrinde yapılan G20 toplantısında yaptığı, devlet kapitalizmi ve ulusal varlık fonları hakkındaki görüşlerini içeren konuşma8 ile daha da güncellik kazanmıştır. 

Anılan raporda, politikacılara “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen 
ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu; bunun yanında da Güney Afrika’nın da son zamanlarda bu yöne doğru bir kayış içinde olduğuna dikkat çekilmektedir. 

DEVLET ELİYLE KAPİTALİZM SÜRECİ 

“Coğrafi mekan”ın bir yönetim ölçeği olma özelliğini yitirdiği “küreselleşme” fazında, 200 yıldır milli pazarlarda doğmuş, milli sınırlar içerisinde temel bulmuş 
ve başından beri devlet desteğine dayanmış olan kapitalizm ile ulus-devlet arasındaki ilişkinin sonuna gelindiği; bazılarının hükümranlığını güçlendiren, bazılarının otonomilerini azaltan devletler arası yeni bir güç dengesini kurumsallaştığı;9 yoğun yabancı sermaye girişi ile “devletsiz (çokuluslu) firmalar (multinational companies)”ın sayı ve boyutça ulusal ekonomideki payının arttığı; uluslararası ekonomik örgütler tarafından ticaret ve ekonominin şekillendirildiği gözlenmektedir. Keza, yine bu aşamada ulus devletlerin, yetkilerinin bir bölümü ulus-devlet-üstü kurum ve mekanizmalara devredilirken, diğer bir bölümünü de yerel yönetimlere aktarılarak, “ yerelselleşme (desantralizasyon)” olgusu yoluyla da küreselleşmenin desteklendiği, kısaca, iki binli yıllara doğru, “ sanayi toplumundan bilgi toplumuna” geçiş sürecine, “merkezi ağırlıklı yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetime”, “temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye” doğru gelişmelerin eşlik ettiğini10 söyleyebiliriz. Anılan bu süreç, karar alma süreçlerini kısaltarak, merkezi veya yerel yönetimlerin “devlet kapitalizmi”nin yeşerip, güçlenmesi anlamında uygun ortam yarattığı düşüncesindeyiz. 

“Devlet kapitalizmi” aşamasının önceleyen ve besleyen bir diğer gelişmeyi de, ulusal hükümetleri by-pass edip, doğrudan dünya siyaseti ve günceli ile ilgilenen, “ulusal” ile “uluslararası” ilişkisini ve ulusalın “ küresel kurum-kuruluşkurallar”a entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan“uluslararası nitelikli 
hükümet-dışı örgütler (NGO)”in yaygınlaşması olgusu olduğunu belirtmeden geçemeyiz. 

Ian Bremmer, Çin’in “devlet kapitalizmi”ni, Çin firmalarını yabancı rakiplerine karşı güçlendirmek; yeni iş sahaları yaratarak, istihdamı arttırmak ve ihracat güdümlü modelden, daha çok iç talebe dayalı bir büyümeyi gerçekleştirmek amacıyla kullanacağını; bu sistemin büyük ekonomilerden çok, küçük ve sağlıklı ekonomilerde (Singapur gibi) daha başarılı olacağını; keza, son zamanlarda artan “ekonomideki devlet müdahalesi”nin kalıcı bir gelişme değil, geçici olduğunu; ABD’de yaşananların da, önceden olduğu gibi, devletin bazı sektörle daha fazla ilgilenmesinin bir yansıması olduğunu belirtmektedir.11 

Anılan makalede ayrıca, Batı’da görülen “devlet müdahalesi”nin, hükümetlerin öz rollerindeki bir değişim veya serbest piyasanın yerini almak olmayıp, sadece, serbest piyasa ekonomisinin daha sağlıklı olması için yapılan bir restorasyon çalışması olduğu da vurgulamaktadır. 

Devlet kapitalizmi12 ve “kaynak milliyetçiliği-resourse nationalism” olarak nitelenebilecek olan günümüz gelişmesi, iki tür ekonomi temelli gelişmede kendini göstermektedir: Bunlardan biri; Asya, Rusya ve Ortadoğu yönetimlerinin ülke yabancı para rezervlerini ve tasarruflarını, deniz ötesi varlık alımında kullanmaları (bu konsept yeni bir olgu olmayıp; farklılık, bu konuya ilgi duyan ülke sayısındaki artıştır); diğeri ise, bu devlet fonlarının daha çok stratejik enerji varlıklarına yoğunlaşmalarıdır.13 

Sürecin gelişimine baktığımızda da, SSCB’nin dağılması sonrasında Doğu Avrupa, Rusya ve BDT ülkelerinde, öncesinde 1970’li yılların ikinci yarısında 
Çin’deki piyasaya uyum çalışmalarıyla başlayıp, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerde de yeniden yapılanma süreci sonrası güçlenmeye başlayan, yapılan özelleştirmelerle hızı artan “serbest piyasa ekonomisine geçiş”in sonucunda; 

• Devletin ekonomideki payının küçülmüş, ticaret hacminin artmış, globalleşme sonucu tüketici tercihi ve arz zincirlerinin değişmiş olduğunu, 
• Teknoloji ve doğrudan sermaye akımlarındaki serbesti ve yeniklerin de bu akımı güçlendirdiğini, görmekteyiz. 

Ancak özetlediğimiz bu sürecin yarattığı küresel dengesizlikler (bütçe ve cari açıklar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, orta sınıfın zayıflaması, enerji savaşları, kuralsızlaşma, globalde ülkeler arasındaki ”nüfus-paylaşılan ekonomik değerler-uluslararası politik etkinlik”, giderek artan eşitsizlik) ve özellikle finansal piyasaların kendi kendini düzeltme yetisinin olmaması ve söz konusu piyasaların iyi çalışmasının otomatiğe bağlanamaması14 sonucu 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ikisinde de, devlet müdahalesi ve/veya devlet kapitalizmi olarak tezahür eden trendi tetiklemiştir. “Devlet kapitalizmi”nin böylelikle, piyasanın işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü haline geldiğini saptamaktayız. 

ABD’de çeşitli form ve kamu kuruluşlar aracılığı ile yaratılan “ devlet müdahalesi”nin (1980’lerin sonundan itibaren) ekonomik büyümenin sonunu getirdiğini, kararları iş sahipleri ve yatırımcılar yerine merkezi yönetimce alınmaya başlandığını ve bunun sonucunda da “daha az üretkenlik” ve daha düşük yaşam standardı” ortaya çıktığını belirten Thomas J.DiLorenzo’dan15 farklı düşünüyoruz. Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi-state interventionism” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup,16 ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını; gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli”nin hissedildiğini; bu gelişmenin de, uluslararası ilişkileri ve büyük ölçekli ekonomik güç ve etkinin merkezi otoriteye transfer olmasıyla 
global ekonomiyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini söyleyebiliriz.17 

2004-2008 yılları arasında BRIC ülkeleri orijinli 117 devlet şirketi veya kamu kontrollu şirket, Forbes Global 2000’in, dünyanın en büyük şirketleri listesinde 
yer almış; öte yandan da toplam 239 Japon, Alman, İngiliz ve ABD firması söz konusu dönemde listeden düşmüştür. 2008-09 döneminde şirketlerin başarısızlığı ve bunun sonucunda, daha önce de bahsettiğimiz “kurtarma amacıyla kamu tarafından hisse alınması (government bailout)” hızlanan bir trend kazanmıştır. Kriz sonrası Batı ülkelerindeki yeniden yapılandırma ve kurtarma faaliyetlerinde sermaye enjeksiyonları aşağıdaki grafikte 
görülmektedir:18 


Kaynak: Reshaping The Global Economy, Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos. 


Bunun yanında, özellikle Çin’de, anılan ülkenin en büyük, dünya genelinde de beşinci büyük ulusal varlık fonu (SWF) olan 2007 yılı kuruluşlu China Investment Corporation (CIC)’ın 200 milyar Amerikan Doları tutarında Çin Maliye Bakanlığı kaynaklı sermayesi ile, People’s Bank of China’dan kullandığı 410 milyar Dolar tutarındaki kredi ve yeni kamu fonu arayışları19; yine CIC grubuna dahil China Central Huijin Investment Ltd.in de, Çin Hükümeti’den 50 milyar Dolar nakit yardım alması20, şirket kurtarılması veya yaşatılması veya pazar hakimiyetinin kaybedilmemesi bağlamında, farklı bir rejimden örnek olarak bahsedilmeye değer bulunmuştur. Keza, aynı amaçlar gözetilerek, Rusya’nın, National Welfare Fund’dan sonraki ikinci büyük ulusal varlık fonu olan Russia’s Oil Reserve Fund’un, Ocak 2012’de yaklaşık 30 milyar Amerikan Doları tutarında nakit yardım alması, bu bağlamda bir diğer gerçektir.21 

Devletler, kendi alanlarında “yıldız” konumunda olan şirketleri gizli ve açıktan destekleyerek, bu desteğin getirdiği avantaj sayesinde rakiplerine göre hızlı büyümelerinin ve karlarını arttırmanın üstünlüğünü yakalamış oluyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti’ne baktığımızda, devletin en büyük 150 şirketin başat ortağı durumuna geldiğini gözlemekteyiz. Diğer yandan, özellikle petrol sanayiinde dünyanın en büyük ölçekli şirketlerinin kamu sermayeli -veya devlet destekli- olduğunu; iletişim, bankacılık, kimya, taşımacılık gibi çok farklı alanlarda bile dünya liderleri arasında kamu şirketleri bulunduğunu görmekteyiz.. Bu şirketler, yeri geldiğinde ‘liberal kapitalizmin’ araçlarını da kullanıyorlar ve örneğin sermaye piyasaları ile entegre olabiliyorlar. Kamu sermayeli şirketlerin hisse değerlerinin toplam hisse senedi piyasası içindeki payları, Çin’de yüzde 80, Rusya’da yüzde 62 ve Brezilya’da yüzde 38’e ulaştığını da ayrıca vurgulamak gerekir. 

Yukarıda belirttiğimiz “uluslararası ölçekte yıldız yaratma” dışında, özelleştirilmiş bir kısım şirketlerin bir araya gelerek, “ölçek ekonomisi”nden yararlanmaları 
ve böylece uluslararsı sularda rekabet güçlerini artırmayı hedefleyen, ağırlıklı olarak Brezilya ve Güney Afrika’da görülen devlet müdahalelerini de bu arada zikretmeliyiz.22 Zaman içerisinde, ekonomideki itici güçleri arttıkça ve sağlamlaştıkça, bu şirketlerin sistem üzerinde birer kambur olmaktan çıkarak kâr merkezi haline geldikleri de ayrı bir olgu olarak saptanmaktadır.23 

Bu sürecin bir türevi olarak, tümü de devletlerin sahip olduğu 14 firma dünya enerji piyasasını kontrol etmekte ve fiyatların belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu realitenin yarattığı “ fiyatları yüksek tutma-enerji zengini devletlerin servetlerinin artması-servet artışı ile birlikte anılan ülkelerin stratejik önemlerinin yükselmesi-sonuçta bu ülkelerin uluslararası arenadaki etkinliğinin yükselmesi-döngüsü sürmektedir.24 Ayrıca kamu sermayeli şirketler birer ‘ulusal ekonomi şampiyonu’ olmanın ötesine geçerek, sınır ötesi şirket satın almaları ile uluslararası arenaya da sıçramış olmaları ayrı bir gerçek olarak durmaktadır. Bir diğer anlatım ve Metin Ercan’ın ifadesiyle, bir yönüyle küreselleşmenin antitezi olarak görülebilecek “devletçilik”, diğer yandan küreselleşmenin içine “entegre” olmuş durmaktadır. 

Bu değişimin finansal krizi derinleştirdiği gibi, global durgunluğu da arttırdığını söyleyen Ian Bremmer, bu sonucun, ABD’nin gücünün azalması veya gelişmekte olan ülkelerin etkisinin artmasından ileri gelmediğini vurgulamak tadır. Ona göre, eğer ülkeler serbest piyasa ekonomisini kucaklamaya devam etselerdi, ABD’in global piyasada düşen payının diğer ülkelerce telafi edilmesi (offset) olasılığı çok kuvvetliydi.25 Öte yandan Joseph E.Stiglitz, zaten gelişmiş ekonomilerde mevcut olan sağlık, enerji, çevre (özellikle küresel ısınma), eğitim, nüfusun yaşlanması, sanayi üretimindeki düşüş, fonksiyonel olmaktan uzak finansal piyasalar, global dengesizlik, ABD’nin büyük rakamlara ulaşmış nakit ve bütçe açıkları nedeniyle uzun süren krizi, mevcut kaynak ve olanakları yanlış kullanan yönetimlerin de derinleştirdiğini;26 özellikle ABD’nin, 2000 yılında yüzde 35, 2009 yılında yüzde 60 olan borç/GSYİH oranının 2019 yılında yüzde 70’e yükselmesinin beklendiğini; bu gelişmelerin de, hükümetin merkez rolünü kuvvetlendireceğini; bundan sonra yapılacak olanın da, piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesi ile, sosyal yapının yeniden inşa edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadır.27 

ULUSAL VARLIK FONLARI 

Çalışmamızın önceki bölümünde bahsedilen ülkelerin kamusal kaynakların, diğer ülkelerdeki yatırımlarını genellikle, global yatırım tutarının yaklaşık sekizde 
birini temsil eden “bağımsız varlık fonları(UVF)-sovereign wealth funds”(SWF)28 aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Kaynağını, cari fazla veren ve birikimleri gerekli rezervin üstüne çıkan ülkelerden alan ulusal fonlar, son 10–15 yılda toplam değerin aşırı bir şekilde artmasıyla birlikte en önemli bir yatırım aracı haline gelmiştir. 

Yüksek petrol fiyatları ve finansal küreselleşme ile, küresel finansal sistemdeki ülkeler arası dengesizliğin bir türevi29 olan bu süreçte, artışın en önemli iki merkezi petrol zengini Körfez ülkeleri ile, ihracat patlaması sonucu cari fazla veren Asya ülkeleri olmuştur. 1990’ların başında 500 milyar dolar seviyesindeki “ulusal varlık fonları”nın bugün 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu ve IMF’ye göre 2012 yılında 12 trilyon; Lyons Gerard’a göre de 13,4 trilyon Amerikan Doları’na30 ulaşacağı, Stephen Jen’e göre de resmi rezervleri aşacağı tahmin edilmektedir.31 

Emtea’ya dayalı (commodity-based) ve değerinin yaklaşık 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu belirtilen UVF’nın yıllar itibariyle değişimi aşağıda sunulmuş olup, 2012 yılında da artış beklenmektedir.32 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/ Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012, 23.02.201 


“Hedge fonları”, “ Özel sermaye yatırımları (private equity)” gibi başlıca “alternatif yatırım araçları”nın en önemli fonlayıcısı; hisse senedi ve bono piyasalarında en büyük oyuncu olması beklenen devlet kontrollu anılan fonları33 “ Şeffaf olup olmadıklarına ” göre kategorilendiren bir diğer makalede, bunlardan hakim pozisyon almak isteyenlerle, stratejik olarak önemli iş kollarının sahipliliğinde olanlar için kuşku duyulabileceği belirtilmekte; piyasada devletin, Batılı ülkelere göre daha fazla rol üstlenmesini isteyen ve entegrasyon arzusunda olan ülkelerin ortaya çıkışının üzerinde durulması önerilmektedir.34 


UVF’larına büyüklük parametresinden baktığımızda, başta gelen fonları aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:35 

VARLIK TUTARI ÜLKE FON ADI (milyar $) 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ 

Toplamı 4,9 milyar Amerikan Doları’na ulaşmış olan “emtea’ya dayalıUVF”nın yaklaşık yüzde doksanını temsil eden yukarıdaki UVF’nın en büyüküçünün Çin (yüzde 27), beşinin Körfez Ülkeleri (yüzde 37), ikisinin de Singapur 
orijinli olduğunu görmekteyiz. Ufuk Korcan’ın da belirttiği gibi,36 SWF Institute’ün hazırladığı yukarıdaki listenin zirvesinde 627 milyar dolarlık varlığı yöneten Abu Dhabi Investment Authority yer alıyor. 

Anılan Fonu, 567.9 milyar dolar ile, 1997 yılında kurulan ve 2005 yılındaki varlıklarının değeri 181.2 milyar dolar seviyesinde bulunan Çin’in devlet varlık fonlarından SAFE Investment Company izlemekte. SAFE, İhracata dayalı büyüme modeliyle varlıklarını büyüten Çin’in SAFE Investment adlı fonu da geçen 6 yılda yüzde 213 artırmayı başarmıştır. 

40 civarındaki farklı ülkeyenin kontrolunda olan ve sayıları 50’yi geçen “ulusal varlık fonları”nın başlıcaları BAE, Norveç, Singapur, Hollanda, Suudi Arabistan, 
Japonya, Kuveyt, Rusya, Çin, Kanada, Hong Kong orijinli37 olup; ulaştığı rakamlar, ulusal varlık fonlarının “devlet kapitalizmi” trendindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. 

DEVLET GÜDÜMLÜ YENİ SİSTEMİN İRDELENMESİ 

Sevinç Akbudak’ın daha önce zikredilen çalışmasında, küresel finans piyasalarında sermaye dolaşımına engel olup, etkinlikten uzaklaştıran “korumacı” niteliğini vurgulamakta; Ian Bremmer ise, bu sürecin ulaştırdığı “devlet kapitalizmi” veya, Bremmer tarafından yapılan başka bir tanımlamadaki “bürokrasi motoruyla çalıştırılan kapitalizm-bureaucratically engineered capitalism”in, devleti “hakim ekonomi oyuncusu” yaptığını ve bu gücün de politik kazanımlarda kullanılma gibi bir haksızlığa yol açtığını belirtilmektedir.38Ancak tüm bu belirtilenlerin yanında, ister petro-dolar, isterse ihracata dönük yapının sonucu olsun, elde edilen cari fazlanın yarattığı aşırı döviz varlığının, tüketim baskısı nedeniyle enflasyona yol açmaması ve ulusal para birimini zayıflatmaması için “ulusal yatırım fonlarına” yatırım yapıldığı gerçeği de gözlerden uzak tutulmamalıdır39 

Öte yandan, bu gelişme sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.40Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; bu cephedeki (serbest piyasa) ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmektedir.41Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.42Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “ Serbest piyasa kapitalizmi ”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,43 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması, buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.44 

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, G20 toplantısında yaptığı ve daha önce sözü geçen konuşmasında, ulusal varlık fonlarındaki, devletin sahipliliği veya 
kontrolünde olan ekonomik birimlerdeki (şirket/girişim) artışın yarattığı ve “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen bir oluşumla karşı karşıya olduğumuzu; bunun da, “rekabetçi kapitalizm” için, evrensel boyutta ve rekabetçi koşullardan uzak (devlet desteği, özel koruma vs) bu yeni oluşumlarla mücadele etmesi gibi bir haksızlık yarattığını belirtmektedir. 

Uygulamalarına baktığımızda da gerçekten, devlet kapitalizmi olarak nitelenen bu yeni değişimde, devletin başat ekonomik aktör olarak rol aldığını ve pazarın 
da, siyasi kazanımlar için kullanıldığını görmekteyiz. Diğer yandan, devlet bir kısım şirket ve oluşumları çeşitli yollardan desteklerken, bu desteği alamamış olan özel teşebbüs firmaları zarar görmekte; devlet destekli devler (giants), özel şirketler tarafından genellikle daha verimli kullanılan sermaye ve yetenekli işgücü bolluğu içinde çalışmaktadır. Keza, kamu kontrollu veya sahipli piyasa şirketleri, devlet nezdindeki ayrıcalıkları nedeniyle, özel teşebbüsün kendi olanakları ile oluşturmak zorunda oldukları teknolojiyi, birbirlerini taklit yoluyla kolayca sağladığı da bir diğer gözlenen husustur. 

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, devlet kapitalizmi veya “devlet güdümlü iş yapma” modelinin homojenlik ve stabiliteyi garanti etmemesidir. Bir diğer anlatımla, devlet kapitalizmi ancak, sistemin uzman/ehil (competent) devlet tarafından yönetilmesi durumunda iyi çalışmaktadır. Ayrıca, 
ülke veya bölge halkının sahip olduğu kültür de sistemin başarısında etkin olmaktave farklı sonuçlar vermektedir. Örneğin, Asya ülkelerindeki güçlü mandarin kültürünün Güney Afrika ve Brezilya’da olmaması; Rusya Federasyonunda Kremlin ve iş hayatına egemen olan güçlerin, eski KGB mensubu bürokratlardan oluşması gibi.45 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***