26 Eylül 2017 Salı

Alevilerin Etnik Kimliği, Aleviler Kürt Mü? Türk Mü? BÖLÜM 1




Alevilerin Etnik Kimliği, 
Aleviler Kürt Mü? Türk Mü? BÖLÜM 1


Cemal Şener 

1951 Erzincan Merkez-Güllüce doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Erzincan'da tamamladı. 
Daha sonra İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümünde "Erzincan’ın Demografik Yapısı" tezi ile lisans, İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi'nde "Çerkes Ethem Olayı" tezi ile yüksek lisans yaptı. Alevilik Olayı'nı doktora çalışması olarak sürdürürken, Siyasal Bilimler Fakültesi'ndeki görevinden YÖK nedeni ile 1983'te ayrıldı. Türkiye’nin toplumsal yapısı ile ilgisi 
çalışmalarını sürdürmektedir. Yayınlanmış yapıtları: Çerkes Ethem Olayı, Alevilik Olayı, Alevi Törenleri, Alevilik Üstüne Ne Dediler, Atatürk ve Aleviler, Topal Osman Olayı, Yaşayan Alevilik, Alevi Sorunu Üstüne Düşünceler, Şeriat ve Alevilik, Alisiz Alevilik Olur Mu?, Bihatayık Evladı Kerbelayık, Anadolu’da Alevi-Bektaşi Dergahları, Şaha Doğru Giden Kervan, Benim Kabem İnsandır, Aleviler Ne Yapmalı?, Şamanizm, Anadilde İbadet, Alevilik Dersleri, Osmanlı Belgelerinde Aleviler-Bektaşiler, İbni Haldun’un Hayatı ve Düşünceleri, Alevilerin Etnik Kimliği, Türklerde Çadır, Osmanlı Belgelerinde Dersim Tarihi. 

2. Baskıya SUNU (Ali Tayyar Önder) 

Etnik kimliği iki temel öğe belirler, biri dil (soy) diğeri inanç(dır). Bir ölçüde de egemen kültür. Ancak, kültürü de belirleyen temelde dil (soy) ve dindir. Kimliksiz bir toplumun başarıya ulaşması mümkün değildir. Tarihte de örneği' yoktur. Kimlik; temelde dayanışma, direnç, güç birliğidir. 
Oysa, bu "insan merkezli" kimlik, toplumsal sosyolojik gerçekler karşısında fazlaca abartılı bir iyimserliktir ve Alevileri, pekişmiş güçlü bir kimliğin topluluğa sağlayacağı direnç ve güçten yoksun kılmaktadır. 

Aleviler Türk’le Sünni’yi özdeşleştirmişler, Türklüğü sahiplenmemişlerdir. Zazaca Tırk'ın "Sünni' anlamı taşıması bundandır. 

Aleviliği, "evrensel" bir oluşum gibi takdim etme kompleksine sahip birçok Alevi araştırmacı (nedeni çok) Aleviliği, Şamanizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Hıristiyanlık vb. pek çok etmenin bir paydası olarak tanımlamak gayretkeşliğiyle, 72 millet felsefesi, etnik kimliği horlayan bir “insanlık” kimliği uydurmuşlardır. 
Oysa, Alevilik inanç olarak değil, töre, gelenek, usul, yaşam tarzı olarak Şamandır. Zerdüştlükle ise, hiçbir ilgisi yoktur. Eline, beline, diline ilkesi Maniheizmden gelmemiştir. Ali'nin oğlu Hasan’a vasiyetinde mevcuttur. Musahiplik Medine'de ensarın Mekkeli göçmen Müslümanları kardeşlik 
edinmesiyle başlamıştır. Hz. Muhammed’de Ali'yi kardeşlik tutmuştur. Mehdi, yani kurtarıcı inancı 
Kur'an kaynaklıdır. Kaldı ki Zerdüştlük, Maniheizmden bir şeyler katılmışsa bunları getirenler Türkmenlerdir. Alevilik, özde, Kuran’ın ahlak temelinin Türkmen yaşamına, değerlerine uyarlanmış yorumudur bence. 

Demek ki; Aleviler önce Türkçe biliyorlar. Türkçe'nin yerini zamanla Kürtçe ya da Zazaca alıyor. ... 

Osmanlıda kuruluş yıllarında Türkmen ağırlığı vardı. Bu Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar devam: etti; Dönme-Devşirme geleneği Osmanlı'da hakim oldukça Türkmen düşmanlığına koşut olarak Alevi düşmanlığı da arttı. Türkmen'in önünde iki yol vardı. Ya Sünnileşip ümmetçileşecekti 
veya "Katli vacip"ti. İşte Osmanlı 'ya karşı bitip tükenmeyen Celali Ayaklanmaları böyle başladı. 

Merkezi otoritenin güçleri karşısında yenilen Türkmen'in canını kurtarmak için tek yol kalmıştı. Kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerine yerleşmek, Türkçe'yi derhal unutup Kürtçe ya da Zazaca'yı öğrenip canını kurtarmak. İşte Horasan Türkleri'nin Kürtleşme macerası böyle başlıyor. 
Dersim bölgesinde dede ocaklarının tümü kendilerinin Horasan'dan gelen Türkmen Aşireti olduğunu savunur. 

KOÇGİRİ AŞİRETİ KÜRT MÜ? TÜRK MÜ? 

Melikoff... İlk Safeviler'in taraftarlarının adı olan, fakat giderek horlayıcı 'asi zındık', hatta 'Kürt' anlamlarına gelmeye başlayan Kızılbaş deyiminin yerini; oldukça yakın bir tarihte, Alevi sözü almış bulunuyor. 
Türk sözünün kaba, küçültücü, yaban, köylü anlamı üstüne dururken "İslama girmiş, Müslüman olmuş, Selçuklu hanedanı gibi, kültürü İranlılaşmış kentli Türk ile, henüz İslamlaşmamış veya yeterince İslamlaşmamış göçer ya da yarı göçer Türk arasındaki uyuşmama dolayısıyla birincisine Müslüman, ikincisine Türk denmiştir diyor. 
Melikoff; sosyal anlamda kullanılan Türk ve Kürt sözcükleri için ... Türk de İslamlaşmamış olana deniyordu diyor ve devam ediyor: "Bu sözcüğün etnik anlamda değil, sosyal bir anlamda kullanıldığı açıktır. ... Aşiret bağları hala canlı, cemaat dışı bir İslam inanışı ile belli bir yaşam tarzını sürdüre gelen Anadolulu anlamında Kürt deyimi ile karşımıza çıkar". Prof. Dr. İrene Melikoff ... "Sonuç olarak, bu boylara verilen 'Kürt' adı, Alevi Kürtler de bulunmakla birlikte, onların tümünün Kürt kökenli olması gerektiğini göstermez. Kürtlerin çoğu Şafii 
mezhepten gerçek Sünni’dirler. Alevilere takılan Kürt lakabı sosyal bir değer taşır, belli bir yaşam biçimini gösterir, resmi Sünniliğe uymayan, aşiret adetleri hala canlı olan ve kendi içlerine kapanmış olarak yaşayan cemaatleri ifade eder” diyor. 
Koçgiri konusunda araştırması olan tarihçi Baki Öz’de bu konuda Ömür Lütfi Barkan ve İrene Melikoff'u doğrulamaktadır. O da araştırması sonucu; Koçgiri aşiretinin Orta Asya'dan Anadolu’ya gelen bir Türkmen aşireti olduğunu, esasen İzolu olduklarını Dersimden buraya yerleştiklerini Şeyh Hasan aşireti ile akrabalık ilişkilerinin bulunduğunu, sonradan Kürtleşen bir Türkmen boyu olduklarını yazıyor.

GÖKALP'TEN ÖCALAN’A TÜRKMENLERİN KÜRTLEŞMESİ 

Abdullah Öcalan'ın savunmasından; “Türk men akınlarının XI. Yüzyılda Kürtlerin yoğun yaşadıkları coğrafyaya akın etmeleri iki halk arasında yoğun bir kaynaşmaya yol açtı. Kürtlerin nispeten yerleşik konumları bu yüzyıllarda daha çok Türk boylarının erimelerine yol açıyordu.” diyen Öcalan yazının devamında; “Türk üst tabakaları, yerel siyasal kültürle bütünleşip çoğunlukla hakim  olurken, alt tabaka daha çok Kürtler içinde erimeyi yaşıyordu açıklamasında bulunuyor. 

Türk basınında "Kürtleşmiş Türk" ya da "dağlı Türk" ifadelerine Kürtçülük adına yıllarca karşı çıkıp dalga geçenlere bakın Öcalan Türkler'in Kürtleşmesinde olduğu gibi ne cevap veriyor: "Kürt Türkü veya Türk Kürdü böyle oluşuyor. Belirgin bir özellik olarak bunu sürekli göz önüne getirmek, sağlam objektif değerlendirmeler için büyük önem taşır. Türk-Kürt kardeşliğine böyle bilimsel 
yaklaşmak büyük önem taşır." 

ALEVİLERİN COĞRAFYASI 

Ama bu yöredeki Alevilerin 60 yaş ve üstündeki kesim kendisini Kürt ya da Zaza diye ifade etmiyor. Kendisini ısrarla Türk olarak ifade ediyor. Kürtçe ya da Zazaca’yı sonradan öğrendiğini belirtiyor. Alevi anne babadan doğup kendini Kürt ya da Zaza olarak ifade eden kesim ise genç kesimdir. Onların Kürtlüğü ya da Zaza lığı, siyasal Kürtlük ya da Zazalık olarak kabul edilebilir. 

Bunlar dışında Türkiye'de Hatay, İskenderun, Adana ve Mersin civarında yerleşmiş Arap Alevilerden söz etmek gerekir. Bunlar Aleviliği benimseyen ve kendilerini etnik olarak Arap olarak ifade eden toplumsal kesimdir. 

Dersim milletvekili Hasan Hayri Bey’in 1921’de TBMM’de... Yavuz Sultan Selim zamanında Harzem'li Alevi Türkler'in can güvenlikleri nedeni ile, Dersim dağlarına çekilmek zorunda kaldıklarını ve bu tecrit neticesinde kendilerini gizlemek için Kürtçe öğrendiklerini, süreç içinde Türkçe’den uzaklaşarak Kürtleştiklerini belirtmesi çok anlamlıdır. 

TARİHSEL KÜRTLÜK / SİYASAL KÜRTLÜK 

Kendisini Kürt ya da Zaza olarak ifade eden kesim ise; son yıllarda Kürtçülük veya radikal sol rüzgardan etkilenen azınlık bir gençlik kesimidir. Bu kesimin savunduğu Kürt ya da Zaza kimliği ise tarihsel değil siyasal bir kimlik olarak kabul edilebilir. 

Bu genç kesimin anne, baba ve dedelerinin kendilerini Türk olarak ifade etmelerine karşı yönelttikleri eleştirel cevap ise asimile olduklarıdır. 

'Türkmenler canlarını kurtarmak için Osmanlı'nın ulaşamayacağı dağ köylerine çekilmişler. İşte Kürtçe ya da Zazaca o zaman devreye girmiş. Osmanlı Kürt düşmanı değil Türkmen ve Alevi karşıtı imiş. Kürtlerin bırakalım asimile olmasını, Osmanlı tarafından korunup kollandığını görüyoruz. 
Osmanlı'da özel mülk olmadığı halde, tüm mülk Allahın adına padişahın olduğu halde tımar sistemi olduğu halde bakıyoruz; Kürdistan'da özel mülkiyet var ve mülk babadan oğula padişah fermanları ile geçiyor. Hatta Kürt ağaları Osmanlı'ya yaptıkları yararlılıklar karşılığı fermanlarla mülk ediniyorlar. Hem de o mülkler babadan oğula, miras ile geçebiliyor. 
Yani Osmanlıda Kürt olmak avantaj. Celali ve benzer ayaklanmalarda canını kurtaran Türkmenler, Kürt bölgesine sığınarak Kürtçe’yi öğrenerek canlarını kurtarıyorlar. Çünkü Türkçe bilenin katli vaciptir. 

YAZIYA GELEN ELEŞTİRİLERDEN... 

Suriye toprakları içinde kalacak olan Caber’deki ecdadım Gündüz Alp'ın türbesinin bulunduğu sahada bir kilometre karelik sahanın Türk toprağı olarak kabulü, orada bir kıta askerimizin daimi olarak bulundurulması, her sabah şanlı sancağımızın merasimle göndere çekilmesi... Bu madde bugün de yürürlüktedir. Yurt dışında tek Türk toprağıdır. 

*** 
Cemal Şener bu işin tetikçisidir. Aynen İzzettin Doğan’ın Genelkurmay projeleri doğrultusunda, Aleviliği “İslam”laştırmak ve Sünniliğin biraz cıvık haline dönüştürmekteki tetikçiliği gibi. ... Hiçbir halk karar verip de asimile olmaz. Yıllara yayılan uzun bir zaman diliminde, çevredeki kültürün gücü ya da siyasi otoritenin bilinçli baskısı sonucu haklar asimile olur. Bunun tarihte hiç istisnası 
yoktur. ... Tırk demek sadece Türk anlamını taşımaz. TIRK Sünni demektir aynı zamanda. Tarihi olarak da düşman görülmüştür tüm Kızılbaş toplumunca. ... Bazen inancın ilk ortaya çıktığı dil kutsal inanç dili olabiliyor. İslam’ın Arapça’sı gibi. Alevilerin birbirlerinden farklı dillerindeki nefesleri deyişleri öğrenmesi neden onların başka bir kökenden olduklarına kanıt oluştursun ki? 

Cemal Şener burada resmen çuvallayıp saçmalıyor. ... 
Neden KOÇKIri (goceden-goçer-göçebe) şeklindeki bir anlamı düşünmüyorlar acaba? Kısaca söylemeye çalıştığım, isim ilk önce o halkın konuştuğu dildeki anlamı araştırılarak irdelenir. 

*** 
Hemen tüm yaşlı Alevilerde olduğu gibi, kendilerine “Nesin?” diye sorulduğunda “Alevi” diye yanıt verirler, Kürt, Zaza diye değil, Türk diye ise hiç değil. Zira Dersim yöresinde, “Türk” sözcüğünün genel anlamı “Sünni” demektir, ki bu Lazlar, Kürtler veya Sünni Zazalar için de genelleme olarak söylenir. Alevilerin tümü ise, dili Zazaca, Kürtçe, Türkçe veya Arapça olsun, Zazaca’da yer yer “Kirmanc (Kürt anlamına gelmez)”, yer yer “Elevi” veya “isane ma, sare ma” (bizim insan/millet) olarak tanımlanır. ... Dersimli birinin kimlik konusundaki tartışmada verdiği yanıt: 
“Ben ne Türk’üm, ne de Kürdüm, Aleviyim!”. Avrupa’yı “ulus” cetveline uymayan bu millet tasnifi, ümmetçi bir bakış açıdan kaynaklanıyor, ki bunun Osmanlı hükümdarlarının Alevi toplumunu, dil açısından ayırt etmeksizin “Kızılbaş” diye tanımlayıp düşman görüp katliamlar uyguladığı ile de ilintilidir, belki ana etkendir de, zira aynı sıkı bağ Sünni Türkler, Kürtler, Zazalar, Lazlar, Çerkezler, 
Lezgiler vs. arasında görülmektedir. ... Doğu Anadolu’daki Alevilerin yaşlı kesiminin kendisini Kürt veya Zaza milletinden değil de, Alevi milletinden sayması o yöredeki Şafii Kürt veya Şafii ve Hanefi Zazalar’la yaşadığı çatışmalardan kaynaklanıyor olsa gerek. ... Aleviliğin de Yahudilikte 
olduğu gibi, gerçekten geçmişte de mi bir endogen (endojen) mezhep anlayışına sahipti? Yani, bir insan sadece Alevi veya Yahudi olarak doğabildiği olayı (Aleviliğin ve Yahudiliğin misyoner bir din olmamasının sebebi de bundandır sanırım). ... Şeyh Sait ayaklanmasına katılmamasının ana nedeni tabii ki 
Alevilerin şeriat korkusuydu (zaten bir ulusal ayaklanma sayılmaz); bunun dışında Şeyh Sait ile Cirbran aşireti arasındaki akrabalık bağı (eşlerinden biri o aşirettendi) olması da sebepti sanıyorum. ... Bu tür, özellikle bilimsel kaygı gütmeden ve samimi olmayan bir tartışmayı yaratmak, insanları hayatta daha önemli olan yaşam mücadelesi sorunları değil d e “kimlik” sorununa teşvik eder. Sadece kimlik sorununu çözmekle kendimizi hayatta tatmin edebiliyorsak, 
hayatın bize öğreteceği daha çok şey var demektir... 

*** 
Üç tane önemli görev var ve bunlardan hiçbiri Türkçe ve Arapça değil, peki bu nasıl Büyük Türk kültürü oluyor? ... Pir sözcüğü Zazaca ve Zazalardan kopan çeşitli halkların inançlarında mevcuttur. Pir Türkçe karşılığı ulu demektir. "Rayber" Zazaca'dır, "Raye" yol "Ber" de Götürmek fiilin köküdür. 

İkisini yan yana getirince "Rayber" ve Türkçe'de yol süren veya yol götüren. "Mürşid" sözcüğü ille Zazaca demiyorum ama Zazaca'da 'Mur'la başlayan epeyce sözcük vardır. ... 

Alevilik Türk inancı mıdır? Hayır Alevi Türk yok, asimile olmuş (dilini değiştirmiş) Türkçe konuşan 

Alevi var. Eğer Alevilik Türk inancı olsaydı kökeni Orta Asya’da olurdu. Hem de saydığım önemli kurumların adı Türkçe olurdu hem de Türklüğün ana merkezi Orta Asya’dır ve oradaki Türklerin de Alevi olması gerekiyordu. En azından bir parça alevi de Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan'da olurdu. ... Güney Zazalarda halk halen kendine Dimli/Dimli diyor. Dimli adının da 
çeşitli dilbilimciler bu adın Partça'da adı Xorasan (anlamı Güneşin görüldüğü yer, Güneş ülkesi ... Zazaca'da halen asaane; görünmek, asnane göstermek) olan bölgede bir dönem yaşamış İrani bir halk olan Deylem'lerden geldiğini ve 935'te Deylem devletini kurmuş 1055 yılında Türk beyi olan Tuğrul bey tarafından yıkılmıştır. Türkler bu halkı önüne kattı ve dağıttı. ... 

Alevilik ise daha eski İrani inançların kökeni olan Zerdüşt, mani'yle ilintilidir. Hatta eski Hint diniyle de benzerlikleri olan bir inanç biçimidir. ... Alevilik bir mezhep değil ama tek tanrılı inançlar gibi bir inançtır. 

*** 
Melikoff'un tezinde açıklanmayan en önemli şeylerden biri, neden ve nasıl Alevi olan bir grubun kendi mezheptaşı olmayan Kürt grupları arasına sığınıp, o grupla kendi dilini unutacak kadar kaynaşabileceği. Ha şunu söyleyebilirsiniz, Türkçe konuşan bir Alevi gurup, Kürtçe konuşan bir Alevi grupla kaynaşıp Kürtçe’yi birinci lisanı haline getirmiş olabilir. O mümkündür; ama mezhebi farklılıklarının 
ölüm kalım meselesi olduğu bir dönemde, farklı mezheplerden iki grubun bu kadar iç içe girmiş olması bana anlaşılmaz geliyor doğrusu. 

*** 
Alevilik ayrı bir millet midir? Bu tür soruların böylesine önemli addedilmesi bir tek şeyin göstergesidir, o da aslında hiç de eski olmamasına rağmen milliyetçilik ideolojisinin nasıl toplumun tüm katmanlarınca içselleştirildiği. ... Milliyetçilik bir ideolojidir, genellikle Fransız Devrimi ile başladığı varsayılır. Klasik anlamda, kişilerin "birincil" kimliklerinin ırksal/dilsel kimlikleri olması gerektiğini savunur. ... Yani siz şu veya bu grubun milliyetçisi olabilirsiniz, ancak sizin dedenizebeniz 
büyük ihtimal sizin düşündüğünüz anlamda milli kimlikler içerisinde düşünmüyor ve hareket etmiyordu. ... Bence Aleviler ayrı millet değil ama bağımsız bir etnik gruptur. Hiçbir etnik grup Adem ve Havva'dan beri mevcut olmuş değildir. Bütün etnik kimlikler tarihin belli bir döneminde, belli sosyal, ekonomik, demografik vs. faktörler sonucunda oluşmuşlardır. Bir etnik grubu bir araya getiren dil, din, coğrafya, ortak düşman, geçim kaynağı vs. unsurlarından biri, daha sıklıkla da birden fazlasıdır. Son çözümlemede etnik kimliğin tek objektif ölçüsü vardır, o da insanların kendini nasıl tanımladığı, kendini ait hissettiği en büyük grubun ne olduğudur. Tabii bütün bunlar her zaman sabit ve nesnel olarak ölçülebilecek nitelikler değildir. Ancak özellikle modern öncesi dönem için bir etnik grubun sınırlarını belirleyen en güzel ölçü evlilik kalıplarıdır, yani bir grup eş seçiminde kimleri meşru görüyor, kimleri gayrı meşru görüyor. Bu ölçüye göre de 
Aleviler bağımsız bir etnik gruptur. Zaten yüzyıllarca kendi içinde evlene evlene farklı dil grupları birbirinden ayrılamayacak derece iç içe geçmiştir. İşte tam da bu yüzden Alevilik, ayrı bir etnik grup niteliğindedir. Yoksa boşuna mı 16., yy.da yaşamış olan Hasan Dede aşağıdaki dizeleri söylemiş: Bahçe bizim, gül bizdedir... Yetmiş iki dil bizdedir. 

“ALEVİLERİN ETNİK KİMLİĞİ” YAZISINA GELEN ELEŞTİRİLERİ DOĞRU OKUMAK 

Diyarbakır bölgesi Eylül 1515'de Osmanlı birliğine katılmıştır. Tartıştığımız olay ise bu yıllardan sonra yöreye giden Türkmenlerin Kürtleştirilmesi ile ilgilidir. 
Tartıştığımız bölge Orta Anadolu veya Batı Anadolu'daki Türk-Kürt ilişkisi değil. Tartıştığımız bölge Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu ve Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail çatışmasından dolayı aynı zamanda Osmanlı'yı arkasına alan Kürt Ağalarının bölgedeki hakim pozisyonudur. Osmanlı yönetimi Türkmen'i değil, Kürt toprak ağalarını tutmaktadır. Osmanlı, Türkmen Safevi Şah İsmail 
karşıtıdır. Aynı zamanda da Türkmen Şahını destekleyen Türkmen’in karşıtıdır. 
Zaza’lar ile ilgili olarak; V. Minorsky, O. Mann, David McKenzie, Haddak, M.V. Bruinessen ve Hewrami vb. araştırmacılar Zaza’ların Kürt olmadığını araştırmalarında açık olarak ifade ederler. 
Zaza’ların Türkiye dışında yaşamadığı da biliniyor. Son yıllarda kurulmaya çalışılan İran-Deylem ilişkisi ise biraz zorlama görülüyor. Zaza’ların, Harzemli Türkler olduğunu söyleyen tarihçiler de bulunuyor. Oldukça ciddi bir iddia olarak kabul ediliyor. 

Bu satırların yazarı ve onun gibi düşünenlerin amacı illa ki Zaza’ların ve Kürt'lerin Türk olduğunu ispat değildir. Hiç böyle bir kaygı taşınmıyor. Ortada tarihsel bir sürecin doğru yorumlanıp, yorumlanmadığı meselesi var. Ortada bir toplumsal kesimin her şeye karşın illa da “ben veya biz Kürt değiliz” çığlığı söz konusudur. Birilerinin bu çığlık sahiplerine "illaki siz Kürtsünüz" deme hakkı 
yoktur. Tıpkı, Mezopotamya'dan, Zağros Dağlarından gelen Kürt olduğunu söyleyene “Hayır sen Türksün" deme hakkı olmadığı gibi. Tabii sonuçta kim kendini nasıl tanımlıyorsa o odur. 
Hollandalı antropolog M.V. Bruinessen ve Prof. Dr. İrene Malikoff’da alanlarında haklı olarak uluslar arası değeri olan, kendi konularında, biri Kürtler konusunda, diğeri Aleviler konusunda otoritedirler. 

M.V. Bruinessen kitabında; "Kürdistan'da bütün aşiretler mutlaka aynı kökene sahip olma durumunda değillerdir. Çevrede bazı Kürt aşiretleri Türkleşmişken bazıları da Kürtleşmişlerdir” dedikten sonra sözü edilen bölge kastedilerek kitabında, “yörede Alevilerin büyük çoğunluğunun Türk soylu olduğunu” saptamışlardır. 

Alevilerin zaten ezici çoğunluğu Türkmen'dir. ... Zorunlu tarihsel nedenlerden dolayı Kürtleşen Türkmen Alevilik söz konusudur. 

Tartıştığımız konu 1500 yıllarının Osmanlı-Kürt ve Osmanlı-Türkmen ilişkileridir. Kürt bölgesine sığınan Türkmenler ile Kürtler ilişkisinde; çoğunluk olan Şafii Kürtlerdir. Azınlık olan ise, Türkmen Alevilerdir. İşte asimilasyon bu nedenle çoğunlukla Türkmen' in Kürtleşmesi şeklinde olmuştur. 
Her Alevi yazar Ahmet Yesevi, Lokman Parende, Dede Korkut vs. diye yazıyor. Bu kişilerin Orta Asya'da yaşadığını ise sağır sultan bile öğrendi. ... Orta Asya Cumhuriyetlerindeki Türkler'in yaşamını gidip izleyenler, tıpkı bizim 40-50 yıl önceki Anadolu'yu gördüklerini söylüyorlar. 
Aleviliğin kaynağı Orta Asya'dır. Horasan'dır. Yusuf Hemedani, Ahmet Yesevi, Lokman Parende, Hacı Bektaş Veli ve Anadolu-Rum Erenleri'nin yoludur. Alevi uluları Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan 

Abdal, Fuzuli, Nesimi, Virani, Kul Himmet, Yemini ve Şah İsmail Türk kökenlidirler. ... Hiç birinin anadili, Zazaca veya Kürtçe değildir. 

Kürt ve Alevilik üstüne düşünce üretecekseniz, Prof. Dr. Bruinessen'i, Prof. Dr. Melikoff'u küçümseyemezsiniz. 

Osmanlı-Kürt ilişkilerini, Osmanlı-Türk ilişkilerini nesnel olarak öğrenmek istiyorsanız; Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'yı, İsmail Hakkı Danişmentli'yi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ'ı, Doğan Avcıoğlu'nu, Prof. Dr. Sencer Divitçioğlu'nu yok sayamazsınız. Bu konudaki Osmanlı belgelerini görmezlikten gelemezsiniz. 

Cevdet Türkay'ın aşiretlerin yerleşmesi üstüne yaptığı dev çalışmayı görmezlikten gelemezsiniz. Dr. İsmail Beşikçi 'nin bile kitabına aldığı Osmanlı'nın Kürt aşiretlerine imtiyazlar veren fermanları okumazlıktan gelemezsiniz. 

Cumhuriyet tarihinin en önemli sosyologu Ziya Gökalp'in siyasi-ideolojik düşüncelerini benimser veya benimsemezsiniz ama O'nun Kürt aşiretleri üstüne yaptığı sosyolojik araştırmaları yok sayamazsınız. ... Osmanlı İktisat Tarihi denilince konunun piri olan Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan'ın aşiret yapılanması ile ilgili saptamalarını ciddiye almak zorundasınız. 

Apo'nun "Türkmen aşiretlerinin Kürtleşmesi" tespiti yakalanmadan çok önceye dayanır. ... Apo'ya kızarak Kürtçülük yapmak eskimiş bir şark kurnazlığıdır. 

Apo'nun dediklerini tercüme etmek gerekirse, diyor ki; Yavuz'un istemesine rağmen Kürt beylikleri ayrı devlet kurmadılar. Osmanlı’dan tavizler koparıp Şah İsmail ile savaşmayı menfaatlerine daha uygun buldular. Yani Safeviler'i İran’da kurulan Türkmen devletini Kürt beylikleri olmasaydı Osmanlı yenemezdi. 

Sadece Çaldıran'ı değil, Osmanlı'nın Ridaniye, Mercidabık ve Memlük Araplarına karşı başarısının altında da doğuda kendilerine jandarma görevi gören Kürt beyliklerinin imzası vardır. 
Abdullah Öcalan'dan okuyalım: "19. yüzyıl başlarına kadar Kürt toplumu gelişmesini sürdürüyor. 
Dil, kültür ileri gelişme sağlıyor. Sorunlar çok müstesna yaşanıyor. Bunda ortak devlet çatısı altında yerel hükümetlerin geniş özerkliği, bağımsız aşiret yapıları, dil, din alanında Alevilik dışında geniş özgür gelişme imkanı önemli rol oynuyor. Bugün bile, ders alınacak çok yönlü zengin bir yönetim deneyiyle karşı karşıyayız." 
Yani Osmanlı'nın Türkmen ile sorunlarının yoğunlaştığı ve Türkmen için Osmanlı yönetiminin adeta yaşanmaz olduğu dönem Osmanlı'nın Kürtler ile uyumlu ilişkilerinin olduğu dönem oluyor. Şeriatçılarla Kürtçülerin ümmet esasına dayalı Osmanlı'yı cayır cayır özlemelerinin sebebi buradan kaynaklanıyor. 
Deng Dergisi yazarlarından Mehmet Bayrak’ın referans aldığı L. Lollyneux-Seel ... Şah İsmail'in başarısını anlatırken; "muzaffer olmasına neden olan yedi Türk boyu kıyafet olarak farklılık gösteriyordu: kafalarına kırmızı bir başlık takıyorlardı."  diyor. 

Bu boyların adları ise dipnotta; Ustacalu, Şamlu, Nikalı, Baharlı, Zülkadirli, Kıyar ve Afşar Türkmen boylarıdır deniyor.

Prof. Von Luschan ... "Sadece Kürtler genelde Şafii Sünnilerdir. Kürtlerde çok az sayıda Kızılbaş bulunmaktadır." 
Ama Şafii Kürtler ise, Alevi ama Zazaca ya da Kürtçe konuşanları "Kürt" kabul etmezler. Onlar Kürt değil Alevidir derler. ... Alevilerin bir kesiminin·Türk kimliğine sahip çıkmaları ve Türkçe'den başka dil bilmedikleri halde, Sünni Türk'e "Türk" deyip kendine "Kürt" demelerinin sebebi Osmanlı'nın Türkmen  Alevi-karşıtı siyaseti ve yaptığı toplumsal katliamlardır. Son yıllarda Alevi ama Türkmen gençlerin kendini "Kürt" sayması ise siyasi-ideolojik tepkidir. Siyasi-ideolojik Kürtlüktür. Mehmet Bayrak ... “Başka Türkler de yakın zamanlarda sınıflarına ve reddedilmiş statülerine sembol olarak Kürt kimliğini kabul etmişlerdir." 

Aynı kitapta makalesine yer verilen Hans Lukas Kieser ... şu tespiti de yapıyor: “Bununla beraber pek çok ipucu, Aleviliğin beşiği olan Dersim'in en azından bir bölümünün Kürtleşmiş Ermeni asıllı halklardan oluştuğunu gösterir.” ... “Ermenilerin Kürtleşmesi 19. yy.ın sonunda ve 20. yy.ın başında devam etti.” 

1915-1918 yıllarında Hacı Bektaş Veli Dergahı dedesi Cemalettin Efendi'nin tespitidir. ... Bizden öncekilerin ölümünden sonra sahipsiz kaldılar ve "tamamen Kürt oldular" diyor. Demek ki daha önce Kürt değillerdi. 
1937 -38 Dersim Olayları denilen olayın kahramanı Seyit Rıza'dır. ... Anadolu'nun herhangi bir yerine sürülmektense atalarının geldikleri Horasan’a gitmek istediğini yazar. ... Dersim Alevileri'nin etnik kimliğini tanımlamak için bu belgeden daha güçlü bir referans olabilir mi? Tunceli bölgesinde yaşayanların büyük bir bölümü kendilerinin Horasan bölgesinden geldiğine inanmaktadırlar. 

"Büyük ayaklanmaların başarısızlığa uğramasıyla Dersim gibi Kürt bölgelerinde eziyetlerden kurtulmak için 1530 tarihlerinden başlayarak Kızılbaş Türkmen kabilelerin Kürtleşmiş olduğunu da unutmamak gerekir." 
Hans Lukas Kieser diyor ki; Büyük ayaklanmanın başarısızlığa uğraması ile yani Şah İsmail’in Osmanlı 'ya yenilmesi ile 1530 tarihlerinden itibaren; "Kızılbaş Türkmen kabilelerin Kürtleşmiş olduğunu da unutmamak gerekir." 

OSMANLI'DA PADİŞAH EVLİLİKLERİ 

Osmanlı'nın kurucusu olarak kabul edilen ismi önce Otman olup sonra Osman olan 1. Osman, öz amcası Dündar Bey'i boğdurduktan sonra padişah oldu. Kendisinin Şeyh Edebali'nin nüfuzunu arkasına almak için de kızı Balhun Hatun ile evlendiği kabul edilir. Bazı kaynaklar ise; Bal ve Mal Hatunların iki ayrı kişi üstelik kardeş olduklarını ve Moğol asıllı olduklarını yazıyor. 

Osman'dan sonra padişahlık oğlu Orhan'a geçti. Orhan, Türk olmayan Moğol anneden dünyaya gelmiştir. Kendisi, Türk olmayan ismi sonradan değişerek Nilüfer Hatun olan Horofira ile evlenmiştir. Padişah Orhan'ın diğer iki eşinin isimleri ise, Prenses Asporçe ve Teodora'dır. 

3. Osmanlı padişahı olan I. Murat tahta kardeşleri Halil ve İbrahim'i öldürerek oturdu. Kendisi Orhan'ın Horofira'dan doğan çocuklarından biridir. Annesi Rum asıllıdır. 

I.Murat'ın ilk eşi Bulgar Kralı İvan Aleksandr'ın Yahudi eşinden doğan Marya'dır. Marya'nın adı daha sonra değiştirilmiş Gülçiçek Hatun olmuştur. Diğer eşi ise Bulgar Kralı Susmasun'un kızı Tamara'dır. 

I.Murat'tan sonra Osmanlı Padişahı olan 1. Beyazıt'ın annesi Bulgar asıllı Gülçiçek Hatun (Marya)'dur. Beyazıt taht için on kardeşini peş peşe öldürmüştür. Beyazıt'ın eşlerinden biri, Sırp Kralı Lazar'ın kızı Olivera diğeri ise, Bulgar asıllı Olga'dır. Tarihçiler, annesi Bulgar Prensesi Olga olan Çelebi Mehmet'in Fetret Devri denen dönemde kardeşleri ile 12 yıl savaştığını ve kardeşi İsa'yı öldürttüğünü yazıyor. 
Çelebi Mehmet'in; Veronika'dan doğan, Murat, Ahmet, Yusuf, Anna'dan doğan Mahmut ve Sofia’dan doğan Kasım adında çocukları oluyor. 

Daha sonra Osmanlı tahtına oturan 2. Murat taht kavgasında kardeşi Mustafa'yı öldürmekle yetinmedi, amcasını saltanatı için Edirne surlarında astığı gibi, diğer kardeşlerini etkisiz kılmak için gözlerine mil çektirdi. 

2. Murat'ın annesi Veronika'dır. 2. Murat Sırp asıllı Despina ve İtalyan asıllı Stella ile evlenir. Adı daha sonra değişerek Hüma Hatun olan Despina Fatih'in çok etkisinde kaldığı annesi Mara Despina'dır. Tarihçiler Fatih Sultan Mehmet'in hayatına 17 kadının girdiğini yazıyorlar. Bunlardan bazılarının isimlerini verelim. Bunlardan biri Rum Zağanos Paşanın kızı Kornelya'dır. Daha sonra adı 
değiştirilip Hatice Sultan olmuştur. Diğer bir eşi, Trabzon Kralı David Kommen'in kızı Prenses Anna'dır. Bir diğeri Mora Valisi'nin kızı Helen ile Phrantzes'in kızı Tamara’dır. Görüldüğü gibi Fatih, fethettiği yerlerin krallarının kızlarını da kendine eş almıştır. Gülşah Hatun takma adlı bir Fransız kızı, Bizanslı Prenses İren, yargıcın kızı Maria'da bunlara dahildir. 
Fatih tahtının geleceği için kundaktaki kardeşi Ahmet'i bile boğdurmuştur. Fatih Kanunnamesi ile de taht için; baba, amca ve kardeş katlini kanunlaştırmıştır. 
Fatih'ten sonra Osmanlı padişahı olan 2. Bayezıt taht için, İtalya'ya kaçan Cem Sultan'ı ve çocuklarını öldürttü. 2. Bayezıt, Fatih'in eşlerinden Rum Zağanos Paşanın kızı Kornelya'dan doğmuştur. Kendisinin Sırp, Romen,Bulgar asıllı eşlerinden bazılarının isimleri şunlardır: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katberin, Nina, Martha ve Danilava. 

Yavuz Sultan Selim, saltanatı için akrabalarından canlı kimse bırakmadı. Tümünü öldürdü. Eşlerinden bazılarının adları ise şöyle: Hafza Hatun olarak bilinen Lehistan Yahudi’si Helga, Ayşe 

Hatun olarak bilinen Aleksandra ve Taçlı Hatun olarak bilinen Kırım Tatar Hükümdarının kızı Katarina'dır. 

Kanuni Sultan Süleyman tahtını garantiye almak için, oğlu Mustafa'yı cellatlara öldürterek seyretti. 

O da yetmedi dört torununu daha öldürttü. Evliliklerindeki eşlerinin adları ise şöyle: Polonyalı Anna, Hürrem Sultan olarak meşhur olan Rus papazın kızı Roksalan Sultan ve Gülfem Sultan olarak bilinen Sicilyalı Rozalina'dır. 
Kanuniden sonra padişah olan Sarı Selim'in eşlerinden birisinin adı, Roksalan Sultan'ın kızı Nurbanu olarak bilinen Raşel'dir. 

I. Süleyman'ın annesi Hafza Hatun Hıristiyan Kafkas'lardandır. 2. Selim 'in annesi Hürrem Sultan ise Slav'dır. 3. Murat'ın annesi Nurbanu Valide Sultan ve 3. Mehmet'in annesi Safiye Sultan ise Venediklidir. 3. Murat da tahta çıkma konusundaki geleneği evlilikler konusundaki gelenek gibi sürdürmüştür. Tahta çıkar çıkmaz beş kardeşini birden öldürtmüştür. 

2. Osman'ın annesi Mahfiruze Sultan ile 4. Murat'ın annesi Mahpeyker Sultan yani Kösem Sultan Rum kökenli Hıristiyan’dırlar. 2. Osman taht için kardeşi Şehzade Mehmet'i öldürtürken, 4. Murat da padişahlık uğruna üç kardeşini birden öldürtmüştür. Padişah 4.Mehmet'in annesi Hatice Turhan Sultan Rus kökenlidir. Annesi Rus kökenli olan bir de  l.Osman vardır. 2. Mustafa ve 3. Ahmet'in anneleri ise, Giritli Rum olan Rabia Sultandır. Padişah 2. Mahmut'un annesi Nakşidil Valide Sultan ise Fransız asıllıdır. Son dönemde ise Osmanlı 
sarayına Hıristiyan kökenli Kafkas gelinler alınmaya başlanmıştır. 

Osmanlı Tarihinde saraydaki evliliklere baktığımızda "ecdadımızın durumu" Türk milliyetçiliği açısından pek parlak gözükmüyor. Osmanlı sarayında olup bitenler, Türk milliyetçiliği açısından olduğu gibi, bir yönü ile İslam adına da savunulacak şeyler olamaz. 

Bu olup bitene bir de 600 yıl boyunca Osmanlı'yı; Türklerin ve Müslümanların değil de devşirme ocaklarından yetişen yöneticilerin yönettiği varsayılırsa Türk milliyetçiliği ve İslam ümmetçiliği üstüne “ecdat edebiyatı” yapanlar kendilerini ikna etmekte hayli zorluk çekecekler gibime geliyor. Çünkü; Osmanlı'da devlete her düzeyden yönetici yetiştiren devşirme ocaklarına "Türk" ve "İslam"kökenli çocukların alınması yasaktır. Oralara "Türk" ve “İslam” olmayan "gayri Müslim" 
yani Müslüman olmayan kesimlerin çocukları alınıp yetiştirilir. Bu kanallardan gelen ve Türkçe’yi bile bilmeyen yöneticiler Osmanlı'ya yıllarca sadrazam olmuştur. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

25 Eylül 2017 Pazartesi

MEHMED ÂKİF ERSOY'DAN NÜKTELER


MEHMED ÂKİF ERSOY'DAN NÜKTELER


Yazar Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK   


Âkif döneminde Avrupa’ya gitmek aydınlar arasında âdeta moda olmuştu. Herkes mutlaka bir vesileyle gider ve çoğu hayranlıkla dönerdi. Âkif de Berlin’e gidenler arasındaydı. 

Döndüğünde biri sordu:

–Berlin’de ne var ne yok üstat?

Âkif şöyle cevap verdi:

–Ne olsun. Gördüğüm kadarıyla yaşayışları dînimiz gibi, dinleri yaşayışımız gibi.1

Âkif, gözlemci olarak Avrupalıların yaşayışı ve bizim yaşayışımız arasında ilişki kurup dersler çıkarmıştır. Ama çoğu kişi için durum aynı değildi. Etraf, Avrupa’ya tahsile gidip döndükten sonra bize ait bütün değerleri hor gören gurur âbidesi insanlarla doluydu. Bunlardan birini Âkif şöyle uyarmak zorunda kalmıştı:

“Siz insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız, şimdi Eyfel Kulesi’nden mi bakıyorsunuz?”2

Bu tür Avrupa yobazlarının bazıları işi daha da ileri götürerek Fransızca   kelimelerle konuşmayı moda gibi görüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki bugün Türkçeyi bilim dili olarak görmek istemeyenlerin dedeleri bunlardı. Halkın da hiç beğenmediği bu tipleri Âkif öyle hicvetmiştir ki sesi ve tesiri günümüze kadar gelmiş:

–Ayağmı ezdin adam... Patlıyor musun ne zorun?

–Vurursam ağzına!..

–Yâhû! Gürültünüz ne? Durun!

–Yavaş be!

 –Çüş be! Gözün kör mü?

            –Pardon

            –İllâllah!

–Nasıl ki çıktı şu «pardon» eşeklik oldu mubah!3

Bugün de, yaptığı kabalığı «pardon» diyerek geçiştirmeye çalışanlara, halkın; «Pardon çıkalı eşekler çoğaldı!» şeklinde verdiği cevabın kaynağı herhâlde merhum Âkif’in yukarıdaki nükteli mısraları olmalıdır.

Âkif, Avrupa’ya gidenlerin çoğu gibi orada şaşkın ve aylak aylak dolaşmak yerine, bir zamanlar korkuyla karışık hayranlıkla Türk’ün gelenek ve medeniyetini öğrenmeye çalışanların hangi sebeplerle Avrupa medeniyetini kurduklarını araştırmış ve bu amaçla onların eserlerini titizlikle okumuştu. Bu yüzden Avrupa ile ilgili hemen her konuda münevverlere cevap verir, verdiği örneklere ise «Avrupa âyetleri» derdi. Onlara;

“Durun ben size Avrupa âyetleri okuyayım.” der mevzû-ı bahs olan meselede Avrupa âlimlerinin neler dediklerini hangi memleketlerde o meselenin ne sûretle tatbik edildiğini sayar, döker nihayet muhatabını yola getirirdi. Üstâdın kafasında «Avrupa âyetleri» o kadar çoktu ki...4

CAHİLLİK

Mehmed Âkif, gördüğü bir yanlışlığı güzel bir üslûpla, mümkünse muhatabı kırmadan düzeltmeye çalışırdı. İtirazları esnasında, muhatap yanlışını kabullenmiyorsa hak ettiği cevabı vermekten de çekinmezdi.

Bir gün mevlid dinliyordu. Güzel sesli mevlidhanlardan biri okurken üst üste yanlışlar yaptı. «Muhammed» ile «Mustafâ» kelimelerinin yerlerini bile değiştirdi. Mevlid bitince Mehmed Âkif;

“–Bazı değişiklikler yaptın, bu değişikliklerle vezin dahî bozulur.” diyerek uyarmaya çalıştı.

Mevlidhan;

“–Sen ne bilirsin! Onu bana hocam öyle öğretti.” deyince Âkif gülerek;

“–Öyleyse hocan da sen de Az Cahil değilmişsiniz!” dedi.5

ÂKİF’İN BÜLBÜLÜ KANATSIZ, KUYRUKSUZ OLMUŞ

Gerçekten mevlid okumak bir sanattır. Mevlid okumak için yalnızca sesinin güzel ve mûsıkî bilgisinin var olması yeterli değildir. Okuyucunun metnin anlamına da 
dikkat etmesi, sesinin tonunu ona göre ayarlaması, vurguyu anlama göre yerli yerince yapması, mimikleri ona göre uygulaması gerekir. Aksi hâlde eserin dinleyici üzerinde bir tesiri olmaz. Dinleyici duygulandırılmak istenirken uyutulur. 18 Nisan 2009’da Bursa’da düzenlenen Kutlu Doğum Kutlamaları’nda bir konuşma yapan Emin IŞIK Hocamız da bu hususlara dikkat çekmişti. Emin Bey, Süleyman Çelebi’nin;

Bî-hurûf u lâfz u savt O Pâdişâh Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh6 
beytinin okunuşundan dert yanmış, bu beytin; “O padişah harfsiz, sözsüz ve sessiz olarak Mustafâ’ya şüphesiz hitap etti.” şeklindeki anlamı dikkate alınarak özellikle birinci mısraın okunuşunda sesin alçaltılması gerektiğini vurgulamıştı.

ImageÂkif de, benzer bir hususa dikkat çekmiştir. Bir gün yapmacıklı jest ve mimiklerle şiir okuyan birisi Âkif’in «Bülbül» şiirini Tâceddin Dergâhı’nda okudu. 
Şair bu okuyuşu hiç beğenmedi. O sırada bu okuyuşu nasıl bulduğunu soran birine şöyle dedi:

“Bu bülbül bizim Bülbül’e benziyordu ama ne kanadı kaldı ne kuyruğu!”7

DİŞİNİ GÖSTERMEMİŞ

Âkif’in nüktelerinin temeli söze, dolayısıyla kelimelere dayanır. Dikkati kelimeler üzerindedir. Fırsatını yakaladığı an nükteyi patlatır. Âkif hastanedeyken yakın dostu Ferid KAM onu ziyarete gider. Selâmlaşma, hâl-hatır konuşmalarından sonra, Âkif’in dişlerinin beyazlığı Ferid Bey’in dikkatini çeker. Hasta yanında espri yapıp konuşmayı hoş sohbete dönüştürmek isteyen Ferid Bey, Âkif’e;

“–Aman Üstad, dişlerin ne kadar da beyazmış!?.” der.

Âkif derhâl şu cevabı verir:

“–Ben sana bu zamana kadar Dişlerimi hiç göstermedim.”

« Dişini göstermek » deyiminin bu kadar anlamlı kullanılışına şahit olmak zor.

MEKTUP YAZMAK İÇİN NE LÂZIM?

Yukarıdaki kıssadan da anlaşılacağı üzere Ferid KAM, Mehmed Âkif’in yakın dostudur. Âkif’in Mısır’a gidişiyle, sık sık bir araya gelen bu dostların buluşmaları imkânsızlaşır. Aralarında o dönemde çok yaygın olan mektuplaşma da olmaz. Ancak Âkif’in annesi İstanbul’da vefat edince Ferid KAM, Âkif’e bir başsağlığı mektubu yazar. Daha önce hiç mektubu gelmeyen Ferid Bey’e Âkif şöyle nükteli bir cevap yazar:

“Yahu, Senden ses-sadâ çıkması için, Bizim evden cenaze çıkması mı lâzım?”8


DİPNOTLAR;

1 Ethem ÇALIK, Şair ve Yazarlarımızdan Nükteler, İstanbul 1993, s. 136.

2 Ethem ÇALIK, a.g.e., s. 136.

3 Aslı için bkz. M. Â. Ersoy, Safahat (Eski ve yeni harflerle tenkidli neşir), haz., M. Ertuğrul DÜZDAĞ, İstanbul 1991, s. 299-300.

4 Hasan Basri ÇANTAY, Âkifnâme (Mehmed Âkif), İstanbul 1966, s. 42-43.

5 Âlim GÜR, «Mehmed Âkif’ten Nükteler», Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 5, Konya 1999, s. 208, 209.

6 Süleyman Çelebi, Mevlid, Sûfî Yay., İstanbul 2005, s. 112-113, b. 403.

7 Âlim GÜR, a.g.m., s. 230.

8 Âlim GÜR, a.g.m., s. 211.

***

Rus Gemileri Batı Akdenizde


Rus Gemileri Batı Akdenizde


EMRAH KEKİLLİ
31 OCAK 2017

Rusya’nın askeri desteği öncesi dahi Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. 



1. Rus Gemileri Neden Libya sularında?

Libya’nın doğusunu askeri yöntemlerle kontrol eden emekli General Halife Haftar, Rusya’ya 2016 yılı Kasım ayında gerçekleştirdiği ikinci ziyarette (ilki Haziran’daydı) hem Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov hem de Savunma Bakanı Sergey Şoygu tarafından kabul edilmişti. Libya’daki resmi konumu tartışmalı olan ve BM Libya temsilcisine randevu vermeyen Haftar’ın, Rusya’dan bu derece üst düzey kabul görmesi, Rusya’nın Libya’ya yönelik yeni bir pozisyon almaya başladığı şeklinde yorumlanmıştı. 
2014 yılı ortalarından itibaren Libya’da çatışan askeri kamplardan birinin liderliğini yürüten Haftar, uzun süredir Libya’ya yönelik silah ambargosunu illegal yollardan temin ettiği silahlarla aşmaya çalışmamakla birlikte resmi yollardan silah sorununu giderme arayışı içindeydi. 

Bu noktada Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılı Şubat ayında Kahire’yi ziyaret ettiğinde Mısır’ın aracılığıyla Haftar’a bağlı dönemin Genelkurmay Başkanı Abdulrezzak el-Nazuri Rus yetkililerle bir araya gelmiş ve silah talebinde bulunmuştu. Bu çerçevede Haftar’ın Rusya ziyaretlerinde bu konudaki yardım taleplerini ve karşılıklı iş birliği konularını dile getirdiğini tahmin etmek zor değil. Bu toplantıların ardından 12 Ocak 2017’de, dünya basınının gündeme taşıdığı ve konunun ilgilileri arasında ciddi tartışmalara neden olan Rus uçak gemisinin Libya’nın doğu bölgesi kara sularına ulaşması gerçekleşmiştir.

2. Rusya-Haftar ittifakı iddialarının içeriği nedir?

Haftar’ın Libya’da kontrol alanını genişletmek ve gücünü tahkim etmek için bölgesel ve uluslararası ittifaklar içine girdiği bilinen bir durumdur. Haftar Mısır, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenmektedir. Buna rağmen ülkenin doğusunda, Bingazi içinde, Derne ve Cufra’da ciddi bir direnişle karşı karşıyadır ve bu direnişi kıramamaktadır. Bunun yanında ülkenin batı kısmı Haftar karşıtı bir pozisyona sahiptir, güney ise iki kamp arasında bölünmüş durumdadır. Yani Haftar sahip olduğu iç ve dış desteğe rağmen ülkenin kontrolünü ele geçirememektedir. Bu çerçevede silah temin etmeye çalışmakta, mümkünse kendisine destek verecek küresel bir güç bulmak için çabalamakta dır. Haftar ve liderlik ettiği koalisyonun siyasi yüzü olan Temsilciler Meclisi (TM) Başkanı Ukeyla Salih, Batılı devletlerden dahi silah talebinde bulunmuş ancak bu talepler reddedilmiştir.

Bu çerçevede Haftar, Ruslarla iletişime geçmiştir. Her ne kadar Rus yetkililer ve Haftar sözcüleri tarafından yalanlanmış olsa da Haftar ve “Russian Rosoboroexport” temsilcilerinin bir silah anlaşması yaptığı iddia edilmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde Haftar’ın Rusya’dan 2 milyar dolar civarında silah alacağı belirtilmektedir. 

Alınması planlanan teçhizatın, on tane SU-30, altı tane SU-35 ve dört tane YAK-130 eğitim uçağı, S-300 hava savunma sistemleri, T-90 tankları olacağı bilgisine yer verilmektedir. Ayrıca T-72 model tankların bakım ve onarımının Ruslar tarafından gerçekleştirileceği kaydedilmektedir. Rusya’nın Suriye’de SU-24 yakın hava desteği ve SU-25 stratejik operasyon uçaklarını uzun süredir kullandığı düşünüldüğünde SU-30, SU-35 ve YAK-130 uçaklarını Libya’da kullanmak isteyebileceği yorumu yapılmaktadır. Bunun yanında Kaddafi’nin 2008 yılında Rusya’dan ülkenin doğusunda bir deniz üssü kurması karşılığında 20 uçak alması yönünde yaptığı anlaşma da dikkate alındığında bu anlaşmanın yeni bir kurgu ile uygulanmak istendiği öne sürülmektedir. Dahası Rusya’nın Suriye’de uyguladığı modeli Batı Akdeniz’e taşıma yönünde riskli bir stratejik hamle yapmasının mümkün olacağı yorumu da yapılmaktadır. Bu noktada yerel basına yansıyan bilgilerde Rus askeri yetkililerin, Libya’nın Mısır sınırına yakın bölgelerinde bir deniz üssü kurmak amacıyla keşiflerde bulunduğu ifade edilmektedir.

3. Rusya-Haftar ittifakı iç dengeleri nasıl etkiler?

Yukarıda ifade edildiği üzere ciddi direniş nedeniyle Haftar, Libya’da kısıtlı bir alanı kontrol etmektedir ve askeri kapasite anlamında ciddi zaafları olduğu ifade 
edilmektedir. Rusya’nın Suriye’de Esed’e yaptığı gibi Haftar’a askeri ve siyasi destek sağlaması durumunda ülkenin doğusundaki devrimci birlikler ciddi güç kaybedebilir ve bölgeyi tamamıyla terk etmek zorunda kalabilir. Haftar doğu bölgesinin kontrolünü tamamen ele geçirmesi durumunda batı bölgelerine doğru harekete geçmesi halinde, bazı küçük şehirlerin kontrolünü ele alabilir, Trablus’ taki bazı silahlı grupları kendi tarafına çekerek buradaki devrimci hattı kırabilir. Buna rağmen Misrata’nın bu sürece ciddi mukavemet göstereceği, Haftar’ın Trablus’u ele geçirmesi durumunda kendilerine hayat hakkı tanımayacağını bilen bazı silahlı grupların direneceği öngörülebilir.

Siyasi süreç açısından değerlendirmek gerekirse BM inisiyatifi ile teşkil edilen Başkanlık Konseyi ve Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ülkenin batısına kısmen hakim durumda iken doğusuna hiçbir şekilde etki edememektedir. BM Özel Temsilcisi bir şekilde Haftar’ı da sürece dahil ederek siyasi çözüm için ikna etmek istiyor olsa da Haftar’dan randevu dahi alamamaktadır. Hatta Haftar, Tubruk’u ziyaret etmek isteyen Kobler’in uçağının Tubruk’a inmesine izin vermemektedir. Rusya’nın askeri desteği öncesi dahi UMH’ye karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. Bunun yanında Trablus ve etrafında UMH’nin Haftar’a karşı kesin bir olumsuz tavır takınmasını isteyen bazı gruplar, alternatif stratejilere yönelebilir ki bu durum UMH’nin batı bölgesinde de elini zayıflatır.

4. Rusya-Haftar ittifakı Libya’ya yönelik bölgesel ve uluslararası dengeleri nasıl etkiler?

Halife Haftar’ın operasyonlarında Mısır’ın askeri ve lojistik destek verdiği, Ürdün’ün Haftar’ın askerlerini eğittiği, BAE’nin Blackwater Şirketi üzerinden Halife Haftar’a hava desteği sağladığı kamuoyunun genel olarak kabul ettiği konulardır. Kahire’nin Moskova’yla güçlenen ilişkileri çerçevesinde Haftar ve Moskova arasında aracılık yaptığı da dikkate alındığında Haftar’ın Moskova’yla anlaşmasının Mısır’ı rahatsız etmeyeceği öngörülebilir. BAE ve Ürdün’ün tavırlarında bir değişiklik olup olmayacağı ise süreç içinde belli olacaktır. Haftar’ın siyasi emellerini reddetmekle birlikte “terörle mücadele”de lojistik olarak onu desteklediğini ifade eden Fransa’nın belirtildiği üzere bir Haftar-Rus anlaşmasında Rusya’nın Batı Akdeniz’deki varlığından memnuniyet duymayacağı açıktır.

Haftar’ı fiilen destekleyen bölgesel ve uluslararası güçler dahi UMH’yi kabul etmekle birlikte, fiili olarak, İtalya DEAŞ terör örgütüyle mücadelesinde UMH’ye bağlı Misrata merkezli teşekkül etmiş “Çelik Gövde” güçlerini desteklemektedir. İtalya’nın Misrata’da bulunan tıp merkezi, ülkenin batısındaki aktörler tarafından askeri üs olarak nitelendirilmektedir. Tıp merkezi ya da askeri danışmanlık şeklinde de olsa İtalya’nın DEAŞ terör örgütüyle mücadelede “Çelik Gövde”nin, siyasi olarak da UMH’nin yanında olduğu görülmektedir. İtalya Dışişleri Bakanı, Rusya’nın Libya’ya yönelik adımlarından duyduğu endişeyi, “Rusya’nın Libya’da muhtemel bir askeri varlığı durumunda Libya’da daha etkin bir rol üstlenmemiz gerekecektir” sözleriyle ifade etmiştir. ABD ve İngiltere ise şu ana kadar UMH’ye ve “Çelik Gövde” güçlerine destek vermektedir. Ancak Trump yönetimi ile birlikte ABD’nin Libya’da tavır değiştirip değiştirmeyeceği şu an için belirsizdir. 

Ancak Obama’nın gitmesiyle görevi bırakan ABD’nin Libya Özel Temsilcisi yaptığı son açıklamada ABD’nin, Mısır’ın Haftar’a desteğinden rahatsız 
olduğunu ifade etmişti.

5. Libya’da Siyasi çözüm mü, Askeri çözüm mü?

Halife Haftar, siyasi çözüm istemediğini, gerek darbe girişimi sırasında (Şubat 2014) meclisi feshederek askeri bir konseyin yönetimi devralacağını açıklayarak 
gerekse halihazırda BM Özel Temsilcisi Kobler’e randevu vermeyip uçağının Tubruk’a inmesini engelleyerek göstermiştir. Bunun yanında seçilmiş belediye 
başkanlarını ve sivil kurumları devre dışı bırakarak kontrolü altındaki bölgelerde askeri valiler atayarak fiilen askeri yönetim uygulamaktadır. Ayrıca Bingazi’de yer yer, hangi odaklarca düzenlendiği belli olmayan (!) gösterilerde TM’nin kendini feshederek bütün yetkilerini Haftar’ın liderlik edeceği bir asker meclise devretmesi istenmektedir. Darbe ile iktidara gelen Mısır yönetiminin, Haftar’ın askeri yöntemlerinden rahatsız olmadığı gibi Haftar’ı siyasi ve askeri olarak net bir şekilde desteklediği bilinmektedir. Yani Mısır’ın bölgedeki siyasi ve askeri kaygılarına mutabık bir yönetim Haftar eliyle Libya’da hayata geçirilmek istenmektedir. 

Bu noktada Rusya’nın Haftar’a (muhtemel) askeri desteği, Mısır’ın ve Haftar’ın askeri yönetim hedeflerine katkı sunacağı gibi BM’nin siyasi çözüm çabalarına 
büyük oranda zarar verebilir.

BM inisiyatifi ile teşekkül eden UMH şu ana kadar kendisinden beklenenlere karşılık vermemiş olsa da halihazırda Türkiye’nin yanı sıra başta İngiltere ve İtalya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin desteğini almaktadır. Ancak UMH’nin Libya’nın tamamını kontrol edememesinin nedeni Haftar’ın doğu bölgesine UMH’yi sokmaması, batıda ise Haftar’ın muhtemel askeri operasyonundan endişe eden silahlı grupların UMH’nin yanında her zaman bir B planına ihtiyacı olduğunu düşünmesidir. 

Yani siyasi sürecin tıkandığı nokta Halife Haftar’ın siyasi sistem içindeki rolüdür. Gerek UMH gerek ülkenin batısında UMH’ye destek veren aktörler, askeri güçlerin sivil yönetime bağlı olması gerektiğini savunmakta, Haftar ise askeri yönetimde ısrarcı olmaktadır. Libya’daki siyasi ve askeri hiyerarşi içindeki yeri tam anlamı ile tartışmalı olan Haftar’dan “Libya orduları komutanı” şeklinde söz edenler Haftar’ın söylemine meşruiyet sağlamaktadır. Bu çerçevede Avrupa ülkelerinin UMH’yi güçlendirmek için atacağı adımlar, Libya’daki sivil ve siyasi sürecin geleceği için bir hayli önemlidir. Sistemi tıkadığı noktalarda Haftar’a karşı daha net bir tavır takınılması siyasi aktörlerin kamuoyundan aldığı desteği artıracaktır.

http://www.setav.org/5-soru-rus-gemileri-bati-akdenizde/



***

Sn. İlker Başbuğ ile “Terör Örgütlerinin Sonu” Adlı kitabı ve güncel “Kürt Meselesi” üzerine söyleşi



Sn. İlker Başbuğ ile “Terör Örgütlerinin Sonu” Adlı kitabı ve güncel “Kürt Meselesi” üzerine söyleşi


08. 08. 2011
Milliyet Gazetesi

7 ve 8 Ağustos 2011
Bodrum 26 Temmuz, 2011

Kandil varken Terör bitmez

PKK kanlı eylemlerini son dönemde yine devlete, hükümete meydan okurcasına artırdı. Silvan’da halkımızın büyük infialine yol açan hain PKK saldırısı üzerine yaptığı açıklamada Başbakan Erdoğan ülkemizde bir Kürt sorunu olmadığı hususundaki görüşünü tekrarlarken, bundan sonra terörle mücadelede çok daha farklı stratejiler uygulanacağını da vurguladı. Bunun ardından polis özel harekat timlerinin terörle mücadelede yeniden rol almalarına ilişkin hükümet kararı açıklandı.

Azan şiddet ortamında Demokratik Toplum Kurultayı’nın (DTK) Diyarbakır’da özerklik ilan etmesi, Türk kamuoyunun büyük bölümünde PKK’nın demokratik özerklik etiketi altında bağımsız Kürt devletini Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı izlenimini pekiştirdi.

İşte bütün bu konuları, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, “Terör Örgütlerinin Sonu” adlı kitabı yeni yayımlanmış bulunan emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral. İlker Başbuğ’la bu söyleşi çerçevesinde sorguladı ve çarpıcı analizler ve cevaplar aldı.

Türkiye’de Ayrımcılık yok

Ş. Elekdağ: “Terör Örgütlerinin Sonu” başlıklı kitabınızla yakın ilgisi nedeniyle önce PKK’nın Silvan saldırısı bağlamında Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamada vurguladığı şu iki hususa değinmemizin yararlı olacağını düşünüyorum. Birincisi, Başbakan, “Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur PKK sorunu vardır, Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunları vardır” diyerek sorunun özüne yeni bakış açısını vurguladı. İkincisi de “Bundan sonraki süreç çok daha farklı stratejilerle ve uygulamalarla kendini gösterecektir. Amacımız terörü minimize etmek olacaktır” demek suretiyle terörle mücadelede değişik bir stratejik yaklaşımın benimseneceğini belirtti.

Başbakanın bu ifadelerini nasıl yorumluyorsunuz?

İlker Başbuğ: “ Kürt sorunu yoktur ” ifadesi, hatırlıyorsanız seçim döneminde de Sayın Başbakan tarafından kullanıldı. Kitabımın bir bölümünde ben de bu konuya değiniyorum. Burada hemfikiriz. Esasında bu konuya ilişkin görüşlerimi kitabımda detaylı anlatmaya çalıştım. Türkiye’de şu anda, altını çiziyorum, bir Kürt sorunu olduğu kanaatinde değilim. Niye böyle bir sonuca ulaşıyorum? Bir ülkede etnik farklılıklar olabilir. Bugün dünyadaki ülkelerin büyük bölümünde çok homojen, tek etnisiteye dayanan bir millet yok zaten. Bu ülkelerde etnik farklılıklar olduğunu görüyoruz. Etnik farklılıkların olması demek orada ille bir etnik sorun olduğu anlamına gelmez.

Hangi alanda kısıtlama var?

Etnisiteye dayalı bir sorun var dediğiniz zaman, o ülkede o etnik gruba karşı ayrımcılığın yapılmış olması gereklidir. Kürt kökenli vatandaşlarımız Türkiye’de her yere dağılmış durumda. Yerleşim alanlarında en ufak bir kısıtlama yok.  Peki, eğitimde bir sınırlama var mı? Belirli bir etnik gruptan olanın şuraya giremeyeceği hususunda bir ayrımcılık var mı? Eğitimdeki fırsat eşitliği ayrı konu, bütün vatandaşlarımız için ayrı bir olay. İş alanlarında ayrımcılık var mı? Bugün biz devlet ihalelerinden tutun bütün diğer iş alanlarında bir ayrımcılık yapıyor muyuz? Bunların olduğunu söylemek gerçekten mümkün değil Türkiye’de.

Bazı ülkelerde ise bu farklılıkları görüyoruz. Madem ki konuyu Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunları açısından ele alıyoruz. Ben bu alanda hiçbir ayrımcılığın olduğu kanaatinde değilim bugün.

‘ Kürt sorunu ’ yoktur

Ş. Elekdağ: Yapılan anketlerde, Kürt vatandaşlarımız, kimliklerinin ve dillerinin tanınması konusunda yaşadıkları sorunları, Kürt kimliğini açıklayan kişilerin devlet kademelerinde yükselmede karşılaştıkları zorlukları ayrımcılık olarak belirtiyorlar…

İ. Başbuğ: Ciddi bir konu bu. Bunun üzerinde, yetkililerin herkesin dikkatli olması lazım. Şimdi Türkiye’de bu konuda münferit olaylar olmuş olabilir. Kürt etnik kökenli vatandaşlarımız sadece Güneydoğu veya Doğu Anadolu’da mı yaşıyor? Hayır her yerde yaşıyor. İzmir’de de yaşıyor İstanbul’da da yaşıyor Bursa’da da yaşıyor. Önemli olan buralarda yaşayan vatandaşlarımız diğerleri tarafından bir farklı muameleye ayrımcılığa tutuluyor mu, tutulmuyor mu? Ben bunu soruyorum.

en tutulduğu kanaatinde değilim. Ama bu konuda da hassas olunması dikkatli olunması düşüncesini taşıyorum. Münferit olayları bir kenarda tutuyoruz. Tamam ama, bu terör olayları bu şekilde devam ederse, yarın bu ayrımcı düşünceler genele giderse Türkiye için esasa ciddi tehlikeler ve risk budur. Dolayısıyla ben de Sayın Başbakan’la aynı kanaatteyim. Kürt sorunu yoktur. Var dediğiniz zaman İstanbul’da yaşayan Kürt vatandaşımızın da sorunu olması lazım. Oradaki sosyal hayatı, yaşantısı içinde bir sorunu olması lazım.

Ş. Elekdağ: Başbakan Erdoğan’ın, terörle mücadelede farklı stratejiler uygulanacağı hususundaki beyanına gelirsek…

İ. Başbuğ: Ben doğrusu, Sayın Başbakan’ın bu beyanıyla neyi kastettiği hususunda yorum yapamam. Aslıdan bu soruyu kendisine yöneltmek lazım. Farklı stratejiler ve uygulamalar ne olacak açıkçası ben bilemiyorum.

Terör tamamen bitmez

Ş. Elekdağ: Bundan önce terörle pazarlığa da yer veren bir strateji uygulandı, bundan böyle terörle etkili bir mücadele stratejisi yürüteceğiz anlamına gelmez mi bu ifadeler?

İ. Başbuğ: Ben o konunun yorumunu yapmak istemiyorum. Çünkü cümle çok genel bir cümle. Bu bakımdan yapacağımız yorum yanıltıcı olabilir. Ama Sayın Başbakan’ın son cümlesi, yani amacın terörü minimize etmek olduğu hususuna gelince, bunda aynı noktadayız tabii ki. Hatta biz şu terimi kullanmayı daha tercih ediyoruz: Terör örgütlerini marjinalize etmek. Yani bir terör örgütü ile karşı karşıyaysanız, terör örgütünü tamamen ortadan kaldırmak biraz ütopik -gerçekçi olmayan – bir yaklaşım oluyor. Bugün stratejilerin, terör örgütlerinin marjinalize edilmesine dayanması lazım… Mesela bir DHKPC’yi buna örnek olarak gösterebilirsiniz. Terör örgütlüğünü devam ettiriyor mu ettiriyor ama marjinalize olmuş bir terör örgütüdür. Dolayısıyla elbette hepimiz arzu eder ki terör örgütünü tamamen ortadan kaldıralım… Ama gerçekçi olmak istiyorsak marjinalize etmek gibi bir hedef koymamız lazım. Burada örgütü marjinalize ederken terör eylemlerini de minimize edeceksiniz. Bu amaç doğrudur, bu amaca aynen katılıyorum…

Polis şehirde mücadele eder

Ş. Elekdağ: Şimdi terörle mücadelede polise etkin rol verilmesi söz konusu. Bu amaçla 15 bin mevcutlu özel harekat timleri oluşturulması hususunda çalışma yapıldığı açıklandı. PKK ile mücadelede arazide ve dağda polis özel harekat birliklerinin devreye sokulması beklenen sonuçları verir mi?

İ. Başbuğ: Bu önemli bir konu. PKK terör örgütü ile diğer terör örgütlerini veya terörle mücadeleyi aynı noktada görürseniz yanılırız. Örneğin bugün İsrail’de ve diğer ülkeler de terör olayları var. Mücadelenin nasıl yapılacağını saptamak için terör örgütünün yapısına, nasıl örgütlendiğine ve terör eylemlerini hangi alanlarda icra ettiğine bakmamız lazım.

PKK terör örgütüne baktığımız zaman, kırsal alanda, yani dağda bayırda eylemler yapmak için organize olmuş ve eğitilmiş bir terör örgütü olduğunu görüyoruz. Şehirlerde ve meskun yerlerde bazen taşeron kullanıyor, çünkü kendisi örgüt olarak yerleşim yerlerinde eylem yapmak üzere örgütlenmiş ve eğitilmiş örgüt değil. Bu durumda terörle mücadele edenlerin de kuvvet yapılarını örgütün niteliklerine göre düzenlemeleri zorunlu. Şehirlerde mücadelede asli unsur elbette polis, polisin yetmediği yerde de jandarma olacaktır. Kırsaldaki terörle mücadele ise farklı. Kırsal alanda ve dağlık arazideki terörle mücadeleyi silahlı kuvvetler dışında hiçbir kuvvet yapamaz. Bu biraz komik olur.

Organizasyon, eğitim farklı

Birincisi, kırsal alanda ve dağda yapacağınız mücadele için ona uygun organizasyonunuz olması lazım, artı eğitim konusu var. Ayrıca, “emir-komuta-kontrol” en önemli konulardan birisi. Kilometrelerce alana dağılıyorsunuz. Böylesine bir alanda “emir-komuta-muhabe-re” konusu çok önemli. Silahlı kuvvetlerin muhaberesi ile mukayese edemezsiniz.

İkincisi, kırsal alanda gerektiği zaman ağır silahlar kullanıyorsunuz. Türk kamuoyunda yanlış bir inanç var onu da düzelteyim. Bizim terörle mücadele, tankları kullandığımızı sanıyorlar, bu çok komik. Oralara tank çıkaramazsınız. Orada en fazla insan veya hayvanlarla taşıdığınız malzemelerle harekat kabiliyetin sahip oluyorsunuz.

Dolayısıyla, kırsal alanda mücadele ancak orduyla yürütülebilir.

Ş. Elekdağ: Kırsal alanda ve dağda polis özel harekat timleriyle terörle mücadele yapılamaz diyorsunuz..

İ. Başbuğ: Nispeten yumuşak arazilerde, örneğin Diyarbakır, Mardin bölgesi gibi yerlerde, gerektiği zaman polis özel harekat timlerinden yararlanılabilir. Bu tür yumuşak arazilerde, silahlı kuvvetlerle birlikte polis özel harekat timleri de kullanılabilir. Ancak, “kırsal alandan silahlı kuvvetleri çekelim onun yerine polis özel harekatını götürelim” yaklaşımı, çok gerçekçi bir düşünce değil. Şimdi Güneydoğu Anadolu’yu biliyorsunuz. Terör örgütleri için ideal bir coğrafya. Böyle bir coğrafyada terör örgütlerini kontrol altında tutabilmeniz için alanı kontrol etmeniz lazım. Yüzde yüz bir kontrol mümkün değil ama belli yerleri elde bulundurmanız zorunlu.

1993 yılından beri strateji olarak alan kontrolüne önem verdik. Karakollar var, jandarma karakolları var, bunlar alan kontrolüne yardım ediyor. Ama bazı uzak yerlere birlikler yerleştirerek o alanı kontrol etmeye, dolayısıyla teröristlerin hareketlerini kısıtlamaya çalışıyoruz. Alanı tamamen boş bırakırsanız teröristlere büyük hareket olanağı sağlarsınız. Alan kontrolünü de ancak silahlı kuvvetler yapabilir.

Ş. Elekdağ: Yani, kırda ve dağlık arazide terörle mücadeleyi ordudan başkası yapamaz diyorsunuz…

İ. Başbuğ: Evet. Mesela Şırnak’ın biraz batısına giderseniz Küpeli dağı bloğu vardır. Bu çok geniş bir alan. Orada kritik üç dört yeri tutmanız lazım. Bu görevi oraya birlik konuşlandırarak yapacaksınız. Bunu ordunun dışında kimse yapamaz.

Terörle mücadeledeki iki temel

Ş. Elekdağ: Şimdi “Terör Örgütlerinin Sonu” adlı kitabınızı ele alalım. PKK terör örgütünün tasfiye edilmesi veya marjinal hale getirilmesini iki temel üzerine oturtmuşsunuz. Birincisi, Türkiye’de liberal demokrasinin tüm kurum ve unsurları ile eksiksiz uygulanması. İkincisi de terörle mücadelenin askeri yöntemleri de kapsayan bütüncül bir stratejik yaklaşımla yürütülmesi. Liberal demokrasi anlayışını izah eder misiniz? Bu sistemin uygulanması etnik gruplar arasında ayrılıkçılığın giderilmesine nasıl katkıda bulunacak ve söz konusu gruplar üzerinde nasıl kaynaştırıcı bir etki yapacaktır?

İlker Başbuğ: Bir ülkenin yapısında farklı gruplar olabilir, önemli olan bu gruplara karşı ayrımcı muamele olup olamadığıdır. Bu konuya değindik. Ben Türkiye’de ayrımcılık noktasında tehlikeli noktada olduğumuz kanaatinde değilim. O halde terörle mücadele ederken de en çok dikkat edilmesi gereken husus ayrımcılığın derinleşmemesidir.  Ülkelerde etnik ayrımcılığın derecesine göre çözümlerin farklı olduğunu görüyoruz. Literatüre baktığımızda dört çeşit çözüm görünüyor. Birincisi, etnik farklılıkların veya etnik ayrımcılığın çok derinleşmiş olduğu ve artık geriye dönüş olmayan bir noktada olan bir ülkenin durumu. Bu durumda çözüm bölünme oluyor. Türkiye bölünür mü ben o kanaatte değilim.

İkinci model, etnik demokrasi. Bu, biraz garip bir terim. Hem demokrasi, hem etnik… Ama bu model İsrail’de var. Etnik demokrasi, çoğunlukta olan etnik grubun ülkeye tam hakim olması.

Üçüncü model, biraz tuhaf bir isim “güç paylaşımı/partner demokrasi” uygulaması. İsviçre, Belçika, Kanada partner demokrasisiyle yönetiliyor. Buna İspanya’yı da örnek verebilirsiniz.

Dördüncü model, liberal demokrasidir. Ben düşünce olarak etnik farklılıkların oldukları ülkelerde liberal demokrasinin en uygun siyasal sistem olduğunu düşünüyorum. Nedir liberal demokrasi? Bir, vatandaşlık esasına dayalı ulusalcılık var. Sanki ulusalcı veya milliyetçi deyince etnik demokrasiyi kast ediyoruz sanılabilir. Öyle bir şey değil. Ulusalcılık iki türlü oluyor esasında. Bir vatandaşlık esaslı, bir de kültürel ulusalcılık var. Bizde, Cumhuriyet’in ilk dönemlerde kültürel ulusalcılık ağırlıklıdır, fakat sonradan Atatürk’ün vatandaşlık esasına dayalı ulusalcılığa kaydığını görüyoruz. Vatandaşlık kavramı sübjektif bir kavram. Siz diyorsunuz ki kendi irademle bu devlete vatandaşlık bağıyla bağlıyım. İsterseniz istediğiniz zaman bu iradenizi çekebilirsiniz. Vatandaşlık bağıyla bağlandığınız zaman hem haklarınız var hem sorumluluklarınız var. Bu esasen, Anayasanın 66. maddesine yer almış. Orada ne diyorduk 66. maddede…

Kandil varken terör bitmez

Ş. Elekdağ: Bu siyasi ortamda PKK nasıl etkisizleştirilecek?

İ.Başbuğ: PKK  4 aktörden oluşuyor. Birincisi, Kandil’deki silahlı kanat… Bu kanatta üçlü bir grup var, bunlar, Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan. İkinci aktör siyasi kanattır. Bu bağlamda Belçika’daki ana grup öne çıkıyor. Siyasi kanadın en büyük gücü ekonomiktir. Para kesilirse silahlı kanat zora girer. Üçüncü aktör, Türkiye’deki siyasi oluşum ve bazı sivil toplum örgütleridir. Dördüncü aktör ise, İmralı’dır. Bunların içinde en önemlisi, bana göre, silahlı kanattır. Silahlı kanadın oluru olmadan örgütün silah bırakması mümkün değildir. Silahlı kanat gerekirse Öcalan’ı dinlemeyebilir. Örgütü silah bırakmaya zorlayacaksanız PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığını riske sokmanız zorunlu. Bu şartlarda örgüt silah bırakmaya gidebilir. Ancak, silahlı kanadı silah bırakmaya zorlarken, bu kanattaki yöneticilerin güvenliliğini düşünmeniz lazım. Terör örgütünün çökmesi için lider kadronun çökmesi lazım. Yoksa, örgüt şu anda koşulsuz silah bırakmaya pek yaklaşmaz.

Anadilde eğitim sorun olabilir

Ş. Elekdağ: Liberal demokrasi uygulayan ülke örneği olarak Güney Afrika’yı gösteriyorsunuz. Ancak, bu ülkede etnik grupların kimlikleri tanınıyor. Etnik grupların kendi ana dillerinde eğitim yapma ve kültüre sahip olma ayrıcalıkları var. Bu durumda Güney Afrika, Türkiye’ye örnek olabilir mi?

İlker Başbuğ: Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşların kültürel özgürlüklerini yaşamada bir sınırlamaları var mı? Artık bence kültürel özgürlüklerinin yaşanmasını engelleyen bir hususun bugün itibarıyla mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Geçmiş dönemde bazı eksikliklerimiz hatalarımız olmuş olabilir. Etnik kimliği resmen tanıdığınız zaman o siyasal bölünme riskine gidebilir.

Güney Afrika’nın anayasasında resmen yer almış mı almamış mı bilmiyorum tanınmanın… Ana dillerini öğrenme konusunda Türkiye’de zaten bir sorun yok. Ana dilde eğitim çok tartışılıyor. Ama burada ben liberal demokrasinin prensibine sıkı bağlı kalmak kanaatindeyim ve devletin böyle bir yükümlülük taşıdığı  kanaatini taşımıyorum. Anadilde eğitim konusunun ikinci bir  perspektifi de var. Ana dilde eğitime,bu çocukların topluma entegrasyonuna ne kadar fayda sağlayıp sağlamayacağı noktasında da bakmanız lazım. Ana dilde eğitim görmüş bir öğrencinin topluma entegrasyonu bir sorun olmaz mı? Bence ciddi sorunlar olabilir. Devletin de böyle bir yükümlülüğü olduğuna ben inanmıyorum.

Tanımamak ret değildir

Ş. Elekdağ: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktü” diyor.

İ. Başbuğ: Ben bu devletin bu Cumhuriyetin bir vatandaşıyım. İstemiyorsanız bu bağı kesersiniz, burada sizi zorlayan bir nokta yok. İkinci prensip, bireyin özgürlükleri. Devlet, bireyin özgürlüklerinin önünü açacak. Özellikle bireyin kültürel özelliklerinin önünden engel olmaması lazım. Diğer bir prensip ise kolektif hakların olmaması. Kollektif hak dediğiniz siyasal hak kavramına gidiyor. Siyasal hak dediğiniz zaman liberal demokrasinin dışına çıkarsınız, üçüncü modele gücün paylaşımına gidersiniz. Devletin etnik farklı gruplara karşı tama anlamıyla tarafsız olması lazım. Türkiye’de bu çok ters bir noktada yorumlanıyor; etnik gruba bazı farklılıklar tanıyoruz deniyor ki bu çok yanlış. Bir gruba pozitif ayrımcılık yaparsanız, obür gruba haksızlık edersiniz. Dolayısıyla dil, din ve kültürel farklıların devlet tarafından resmen tanınması, bu konuların siyası konu haline dönüşmesine ve etnik sorunlar doğurmasına yol açar. Ayrı bir kültüre sahip olmanın hak olarak tanınması doğru değil.

Şunu da iyi anlamak lazım. Bir şeyin tanınmaması o olayın reddedilmesi anlamına gelmez. Tanımada resmiyet vardır. Ama tanınmama demek, reddetme anlamına da gelmiyor. Resmen tanımamakla birlikte kabul diyorsunuz. Farklı gruplara karşı tarafsız kalacaksınız. Devletin farklı etnik gruplara karşı hiç yükümlülüğü yoktur. Devlet, devlet olarak etnik farklı gruplara karşı farklılıklarından dolayı onlara bir yükümlülüğü yoktur. Devletin Kürtçe dersini devlet okullarında öğretme yükümlülüğü yoktur.

Etnik gruplar dört yana dağılmış durumda

Ş. Elekdağ: Yani, liberal demokraside, hiçbir şekilde ayrımcılık olmayacak, tüm vatandaşlar eşit hukuku paylaşacak, bireysel haklar sonuna kadar açılacak, devlet etnisiteye karşı tamamen tarafsız olacak ve etnisite siyasi bir malzeme olarak kullanılmayacak. Kitabınızda Güney Afrika’yı liberal demokrasiye model olarak gösteriyorsunuz. Bu nasıl oluyor?

İ. Başbuğ: Güney Afrika model olarak bugün ilginç bir örnek… Çok şiddetli bir etnik çatışma yaşayan ve etnik farklılıkların çok derinleştiği bu ülkeyi çözüme götüren olaylar nelerdir? Güney Afrika’nın bölünmesini engelleyen iki önemli neden vardır. Birincisi, ülkenin hiçbir bölgesinde bir grup tam çoğunluğa sahip değildir ve etnik grup mensupları ülkenin dört bir yönüne dağılmışlardır. İkincisi, ekonomi çok entegre olmuştur. Mandela diyor ki ülkeyi bölersek Güney Afrika’nın ekonomisini çökertiriz. Aynı şartlar Türkiye’de de mevcuttur ve Türkiye’nin bölünmezliğinin nedenlerin oluşturur.

“ Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile Milliyet için yaptığı söyleşinin bugün ikinci bölümünü yayımlıyoruz. Sohbetin bugünkü bölümünde, terör örgütüne yönelik sınır ötesi operasyonlar, Kuzey Irak’ın örgüte sağladığı avantaj, örgüt lideriyle görüşme, seçim barajı ve asimilasyon iddiaları ele alındı. “

Ş. Elekdağ: Kitabınızda Türk Silahlı Kuvvetlerinin PKK terörü ile mücadele başarılı olduğunu vurguluyorsunuz. Oysa, siyasi çevrelerce yapılan bazı açıklamalar, askerin PKK ile mücadelesinde başarılı olamadığı gibi bir algılamaya yol açmıştır. 2007 yılında siyasi iktidar tarafından “Askeri otoriteye, askeri olarak PKK’ya son verebilir misiniz?” sorusunun iletildiği ve bu soruya kesin olumlu karşılık alınmadığı belirtilmektedir. Bu doğru mu? Genelkurmayın verdiği yanıt iddia edilen şekilde oldu mu?

İ. Başbuğ: TSK’nin PKK terörüyle mücadelede başarılı olduğunu, kitabımda, Türkiye dışında yapılan bilimsel ve saygın  bir çalışmaya dayanarak da açıkladım. Bu çalışma, Amerika’daki RAND kuruluşunun Milli Savunma Araştırma Enstitüsü tarafından 2010 yılında yayınlanmıştır. Çalışmada dünyada yaşanılan 30 farklı terörle mücadele durumu ele alınmış ve bunlara iyi ve kötü uygulamaları gösteren kriterlere göre puan verilerek başarılı olunup olunmadığı saptanmıştır. Türkiye, 8 başarılı örnek arasında yer almıştır.  Türkiye’nin başarısını görmek için, terör örgütü lideri 90’lı yılların başında ne istiyordu, ne oldu, buna bakmak lazım.

Kaçırılan fırsatlar

Türkiye’nin yaptığı hata, terör eylemleri ne zaman ortadan kalktıysa, yetkililerin, belki asker de dahil, terörün son bulduğunu sanmaları. 1987’de bir sistem değişikliği ile olayı kaybettik. (Sn. Başbuğ, sıkıyönetimden OHAL’e geçilmesini kastediyor. Ş.E.). 1992’de Kuzey Irak harek?tı çok önemlidir. O zaman PKK’nın Kuzey Irak’taki güçlerini Osman Öcalan kontrol ediyordu ve TSK’ne karşı çok yanlış bir taktik uygulamıştı. Neredeyse mevzi savunma düzeni almıştı. Çatışmada örgüte büyük bir darbe vurduk. 1500 civarında terörist öldürüldüğü gibi, binlerin üzerinde bir terörist grubu da kaçtı ve Talabani’ye sığındı. Talabani’ye o zaman baskı yapıp sığınanları da geri alabilseydik, bugün çok farklı noktada olurduk.

Bir tarihi fırsat da 1999-2002 döneminde kaçırıldı. 1999’da yakaladığımız örgüt başının verdiği talimat üzerine Türkiye’deki teröristlerin hepsi Kuzey Irak’a çekilmiş ve eylemler bitmişti. İşte bu noktada Türkiye ne yapıp edip, PKK’yı Kuzey Irak’ta bitirecekti. Ama bunu yapamadı. 1999-2002 döneminde koalisyon hükümeti kendi iç sorunları nedeniyle bu soruna odaklanamadı.

Sorunlar bundan ibaret değildi. 1999’da Türkiye tüm dengesini bozan bir deprem geçirmiş, arkadan gelen ekonomik kriz de ülkeyi altüst etmişti. Bu arada Amerika’nın Irak harekatı hazırlıkları ortaya çıktı. Bu dönemde ben de TSK’da önemli görevlerdeydim. Hepimizin hatası var. O dönemin şartlarını iyi kullanamadık.

Kaçırdığımız diğer bir fırsat da 1 Mart tezkeresidir. Bence bu kaçırdığımız son fırsattır. Ben o düşüncedeyim. Silahlı kuvvetlerin büyük bölümü de aynı düşüncede. Siz bu hususta belki farklı düşüncelerde olabilirsiniz.

TSK üzerine düşeni yaptı

Ş. Elekdağ: Şimdi sormak istediğim, bu kaçırılan fırsatlardan sonra terörün nasıl biteceği…

İ. Başbuğ: Yanılmıyorsam Kara Kuvvetleri Komutanıydım, bana şu soruyu yönelttiler: “Siz mücadelede başarılıyız diyorsunuz… Terör niye bitmiyor?” Benim yanıtım TSK’nin bu hususta kendi üzerine düşen görevi yaptığı, ancak iki kritik alanda gerekli önlemler başarıyla uygulanamadığı takdirde sonuç alınamayacağı merkezinde oldu.

Birinci, kritik alan terör örgütüne katılım sorunudur. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurumları ve kuruluşlarıyla PKK terör örgütüne katılımlarını kontrol etmeli, katılımı asgari seviyeye indirmeli. Devlet bu konuda başarılı olmuş mudur? Maalesef başarısızdır.

İkinci kritik alan, dağdan çözülmeleri sağlayacak tedbirlerdir. Bu ikisini yaparak mücadeleye devam ederseniz, terör örgütünü marjinalize etmeniz mümkün olur… Peki terör örgütüne katılımları kontrol etmek silahlı kuvvetlerin görevi midir? Hayır, bu devletin görevidir.

24 Mayıs 1993’te Demirel başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, OHAL bölgesinde terör örgütüne katılmış ama kan dökmemiş PKK’lıların teslim olmaları halinde haklarında kovuşturma yapılmayacağı hususunda bir karar alındı. Şimdi böyle bir karar zor çıkar…

Mücadele üç boyutla olmalı

Ş. Elekdağ: Peki, 2007’de Hükümetin “PKK’ya son verebilir misiniz?” sorusuna TSK’nin kesin bir olumlu yanıt veremediği yolundaki iddialara ne diyorsunuz?

İ. Başbuğ: Ben o dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olarak böyle bir sorunun muhatabı olmadım… Ne güvenlik alanındaki mücadele ile terör örgütlerini marjinalize edebilirsiniz, ne de güvenlik alanında mücadele etmeden sadece diğer önlemlerle örgütü etkisiz hale getirebilirsiniz. Bu mücadelenin güvenlik boyutu da olacak, sosyal boyutu da olacak, ekonomik boyutu da olacak, propaganda boyutu da olacak.

Ş. Elekdağ: Kitabınızda ülkemizde bir Kürt devleti kurulması tehlikesini ciddiye almayan bir algılamanın mevcudiyetinden bahsediyorsunuz ve bu umursamazlıktan şikayetçisiniz.

İ. Başbuğ: PKK kurulduğu zaman açıklanan deklarasyona baktığınız zaman 4 aşamalı hedeflerini görüyorsunuz. Kürt kimliğinin tanınmasının sağlanması birinci adımı oluşturuyor. Bu nedenle anayasal kimlik tanınmasının tehlikeli bir ilk adım olduğunun altını çiziyorum. Sonra özerk yapıya kavuşma ikinci adımı oluşturuyor. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması ise üçüncü adımı teşkil ediyor. Dördüncü adımda ise, Irak, Türkiye Suriye ve İran’ı kapsayacak şekilde bir Kürdistan kurulması öngörülüyor. Bu hedefler PKK’nın manifestosunda mevcut.

Bugün birinci adımda taviz verirseniz, ikinci adımın gelmesini engelleyemezsiniz. Bu itibarla, ilk adımın doğru atılması lazım. Ben özellikle kimliğin tanınması konusunu önemsiyorum. Kimliği tanıdık derseniz, bunu ikinci adım takip edebilir ve süreç kontrolünüz dışına çıkabilir.

Kuzey Irak temizlenmeli

Ş. Elekdağ: PKK terör örgütünün gücünü Irak’ın kuzeyinde kendisine sağlanan güvenli bölgeden aldığının altını kitabınızda kalın çizgilerle çiziyorsunuz. Bu Türkiye’nin ulusal ve toprak bütünlüğüne bir tehdittir. Uluslar arası hukuk açısından topraklarındaki terör örgütünü etkisiz hale getirme sorumluluğu olan Irak bu yükümlülüğünü yerine getirmekten acizse Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK üstlerine karşı müdahale hakkı doğar. Kitabınızda Amerika’nın Afganistan’a El Kaide’ye güvenli bölge sağladığı nedeni ile müdahalede bulunduğunu vurguluyorsunuz. Bölgesel güç iddiasında olan Türkiye neden bu hakkını kullanamıyor?

İ. Başbuğ: Tabi işin ana noktasına gidersek, Türkiye’nin PKK’yı marjinalize edebilmesi için olmazsa olmaz şart, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldırması veya azaltmasıdır.

PKK 1982’den beri Irak’ın kuzeyinde güvenli bölgelere sahip bulunuyor. Güvenli bölgeler iki kategoride oluyor. Birincisi, gönülsüz güvenlikli bölge. Bu kategoride yerel otorite, örgütün lojistik ikmaline engel olabilir ve eylemlerine kısıtlamalar getirebilir. Buna gönülsüz güvenli bölge deniliyor. Gönüllü güvenli bölgeler denilen ikinci kategoride ise terör örgütü bölgeden lojistik destek alıyor. Hareketlerine kısıtlama yok.

Güvenli bölgelere sahip 52 terör örgütünden 23’ü amaçlarına ulaşırken, güvenli bölgelere sahip olmayan 29 örgütten ancak 3’ünün başarı sağlayabildiği görülüyor. Altı çizilmesi gereken husus, bir terör örgütünün gönüllü güvenli bölgeye sahip olmasının ona büyük avantaj sağladığıdır.

Bu konuda istediğinizi yaptırmak sizin gücünüze bağlı, karşı tarafı zorlarsanız tabii ki yapabilir. Türkiye’nin bu konuda ne gücü vardır? Öncelikle ekonomik gücü var. Ekonomik gücümüzü daha çok kullanabilirsiniz bu açıdan.

Irak’a operasyona engel yok

Ş. Elekdağ: 2008’de Sayın Babacan Dışişleri bakanıyken Türkiye’nin dört talebini Irak Dışişleri’ne, Barzani’ye iletilmek üzere belirtti. Bu talepler, Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetiminin PKK’yı terör örgütü olarak ilan etmesini, terör örgütünün ele başlarından birkaçının Türkiye’ye teslim edilmesini, PKK kamplarının tecrit edilmesini ve örgüte lojistik desteğin kesilmesini kapsıyordu. Barzani, bunların hiçbirini yerine getirmedi. Barzani göz göre PKK’yı besliyor… Diğer taraftan, PKK’nın Kuzey Irak’taki eylem gücünü ve kapasitesini muhafaza ettiği sürece, Türkiye’nin  terör sorununa sivil alanda barışçıl, demokratik, ekonomik ve sosyal çözüm önerileri uygulamaya çalışsa bile bunlardan sonuç alamayacağı muhakkak…

İlker Başbuğ: Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarını marjinalize edemeden terör sorununu istediğiniz noktaya getiremezsiniz. Bunu nasıl yapacaksınız? Kuzey Irak’a operasyonlar yapabilirsiniz. En son 2008’de yaptık. Irak’ın kuzeyine yapacağınız operasyonlara engel var mı? Ben çok engel olduğu kanaatinde değilim.

Ş. Elekdağ: Amerika Birleşik Devletleri?

İ. Başbuğ: Şartlar el veriyorsa Amerika Birleşik Devletleri’nin buna karşı çıkması söz konusu değil. Önemli olan orada operasyon yapmaktan ziyade, operasyon sonrasında bölgede köklü bir çözüme ulaşmak için ne kadar zaman kalacağınız… Bir operasyon yaptınız ve bölgede 2-3 ay kaldınız, sonra tekrar geri çekildiniz. Bu şekilde hareket örgüte darbe vurur ama sizi istediğiniz amaca götürmez. O zaman, maksimum hedefe ulaşmak için Irak’ın kuzeyinde güvenli bölgeyi tam kontrol ederek uzun süreler kalmak durumundasınız. Ancak, uzun kalmayı uluslar arası konjonktürde nasıl sağlayacaksınız?

En temel soru budur. O zaman bunun tek çaresi, ya Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte yapacaksınız, ya da bu sorunu Kuzey Irak yönetimi ile birlikte düşünmeniz lazım.

İstifaların nedeni veda mesajında var

Ş. Elekdağ: Söyleşimizin konusu “Terör Örgütlerinin Sonu” başlıklı kitabınızdı. Ancak, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Koşaner ile üç kuvvet komutanının emekliliklerini istemeleri Türkiye’nin olduğu kadar dünya gündeminde de geniş tartışmalara yol açtı. Bu konuya temas etmezsek, bu önemli olayı, tabir caizse, ıskalamış olacaktık. Bu olay hakkında emekli Genel Kurmay Başkanı olarak görüşleriniz nedir?

İ. Başbuğ: Elbette bu durum bizler için de üzücü olmuştur. Ancak, birlikte görev yaptığım ve kendilerini yakinen tanıdığım değerli komutan arkadaşlarımın aldıkları bu karara saygı duymak zorundayız. Genelkurmay Başkanı Org. Sn. Işık Koşaner, Türk Silahlı Kuvvetlerine yayımlamış olduğu veda mesajında almak mecburiyetinde kaldıkları kararın nedenlerini açık şekilde ortaya koymuştur. Veda mesajında ortaya konulan düşüncelere ve nedenlere aynen katıldığımı da ifade etmek isterim.

Örgüt lideriyle görüşme yapmak riskli bir konu

Ş.Elekdağ: Kitabınızda, terör örgütü liderinin yakalanması sürecinin iyi yönetilebilmesinin terörün marjinalize edilmesine yol açtığını belirtiyorsunuz. Türkiye bu süreci iyi yönetebildi mi?

İ. Başbuğ: Bir felsefe profesörü olan Peru’daki terör örgütünün lideri Guzman yakalandıktan sonra kafes içinde pijama gibi hapishane kıyafetiyle Şili’de dolaştırıldı. Bu şekilde terör örgütü liderinin halkın ve destekçilerinin gözünde kredibilitesinin düşürülmesi istendi. Sonra, Guzman’a bir açıklama yaptırıldı. Açıklamada Guzman, silahla mücadelenin hedefine ulaşamayacağını belirterek silah bırakması için örgüte yalvardı. Guzman hapishanede iken örgütle teması da tamamen kesildi. Guzman’ın yerine geçenler örgütü ayakta tutamadılar. 1994’e gelindiğinde örgüt çökmüştü.

Türkiye aynı şeyleri yapabildi mi? Öcalan yakalandıktan sonra PKK’ya çağrıda bulundu ve Türkiye’den Irak’ın kuzeyine geçmelerini istedi ve örgüt bunu uyguladı.

Devletin, devletin organlarının, bazı kurumlarının örgüt lideriyle görüşme yapması da çok riskli bir konu. Bu siyasi karardır, yani siyasi otorite kararı alır ve riskini de kabul eder. Başarı sağlar veya sağlayamaz, o ayrı bir tartışma konusu. Fakat önemli olan, prensip olarak görüşmenin çok gizli yürütülmesidir. Kamuoyuna yansıtıldığı zaman, taviz verdiğiniz anlamı çıkar ve olay kontrol dışına çıkabilir. İstatistikler şunu gösteriyor. Görüşme sürecini iyi ve gizli bir şekilde yürütürseniz eylemlerde bir azalma sağlanabiliyor.

Amerika’ya açık olacak, avantaj tanıyacaksınız

Ş. Elekdağ: Türkiye’nin Kuzey Irak’ta operasyon yapmasına ABD’nin karşı çıkmasının söz konusu olamayacağını söylediniz. Bu beni şaşırttı. Çünkü, ABD, resmen TSK’nin kuzey Irak’a kara harekatı yapmasını engelliyor.

İ. Başbuğ: Aslında bu soru işin en çarpıcı noktası. Amerika’yı benden daha iyi tanıyorsunuz. Ama benim de naçizane görevim esnasında edindiğim izlenimlerim var. Amerikalılar samimidir. Kafalarında ne varsa, hedeflerini, amaçlarını, doğrudan ortaya koyarlar. Biz böyle düşünüyoruz derler. Artı, bir konuda düşüncelerinizi rasyonel olarak anlatırsanız onları ikna edebilirsiniz. Bu benim kanaatim. Amerikalılarla çalışmak daha kolaydır. Ama, siz de samimi olacaksınız, açık olacaksınız, onlara da bir avantaj tanıyacaksınız bir adım atarken…

2008 operasyonu üzücüydü

Ş. Elekdağ: Kitabınızda, bu silahlı kanadın  yaşamasına, faaliyetini devam ettirmesine yaralarını sarmasına yardım eden en önemli unsurun Kuzey Irak’taki güvenli bölge olduğunu tekrar tekrar belirtiyorsunuz. Güvenli bölgeyi sağlayan da Kürt Bölgesel Yönetimi. Bölgesel Yönetim Türkiye’ye karşı bunu yaparken kime güveniyor? Amerika’ya… NATO müttefikimiz Amerika’nın en azından Kürt Bölgesel Yönetimi üzerine gerekli baskıyı yapması lazım. Amerika bunların yapılması için gerekli olan baskıyı maalesef Barzani’ye uygulamıyor. Çünkü Amerika PKK’yı hâlâ Ortadoğu stratejisi çerçevesinde kullanacağı bir araç olarak görüyor.

İ. Başbuğ: Ben pek o kanaatte değilim.

Ş. Elekdağ: 2008 başında Türkiye Kuzey Irak’a başarılı bir kara harekatı yaptı. Fakat daha sonuna gelmeden Amerikan Savunma Bakanı Gates, Türkiye’ye “Artık bunu kesin” demeye başladı.

İ. Başbuğ: Siz daha yetkilisiniz mesleki olarak. Ülkelerin dış politikasını milli menfaatler yönlendirir. Ülkelerin ulusal menfaatleri de aynı noktada olmaz. Özellikle 2008’den itibaren, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu ve Irak’daki ulusal menfaatleri çerçevesinde rasyonel olarak bu bölgeye baktığımız zaman, Amerika’nın artık bölgede PKK’nın fazla rolünün kalmadığını düşündüğünü söyleyebiliriz. Sözünü ettiğiniz 2008’deki operasyon aslında bizim için üzücüydü. Gerçekte bu kış operasyonu dünyada hiçbir ordunun başaramayacağı bir operasyondu. Amacı belliydi, hedefine ulaştı ama bir iletişim felaketi ile karşı karşıya kaldık.

Ş. Elekdağ: Peki, Amerikan yönetiminin bu konuda bu kadar telaşlanmasının sebebi nedir?

İ. Başbuğ: Muhtemelen Kürt Bölgesel Yönetimi’nin talepleri oldu…

Harekâta katılsak kuzeyde olacaktık

Ş. Elekdağ: “Eğer Türkiye, ABD’nin 2003’te Irak’a yaptığı harekatta Amerika’nın yanında yer alabilseydi, PKK’yı marjinalize edebileceğimiz fırsatlar elimize geçecekti” dediniz. Ancak, Amerika’nın yanında yer olsaydık Amerika’nın saplandığı batağa saplanmayacak mıydık? Bizim bu bataktan kurtulmamız Amerika’dan daha zor olamaz mıydı? Ayrıca, Amerikalılar Türk askerine dar bir arazi şeridi veriyordu…

İ. Başbuğ: Amerika ile görüşmeler olduğu sırada ben Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı idim. Ama tabii bu sürecin biz de içindeydik. Biz bu bağlamda Amerikalılarla hemen hemen bir anlaşma noktasına gelmiştik. Eğer o anlaşma geçseydi olacak tablo şuydu: Türkiye-Irak sınırında biz bir hat çizdik. PKK’nın kullandığı bütün güvenli bölgeler bu hattın kuzeyinde kalıyordu. Amerikalılarla bu konuda da hem fikir olmuştuk. TSK bu bölgeye girecekti. Hiçbir birliğimizin kalkıp Saddam ordusu ile çatışması da söz konusu değildi. Bize bırakılan bölgede PKK vardı ve biz buranın kontrolünü sağlayacaktık. Burada tamamen biz PKK ile mücadele edecektik.

Sonradan hatırlayacaksınız ikinci bir tezkere geldi. Irak’a bir tugay yollayacağız denildi. Ama istemediler. İşte gönderilseydi, o tugaylar fiili çatışmaya gireceklerdi. Ancak ilk yapılan sözünü ettiğim anlaşmada böyle bir şey yoktu.

Seçim barajı düşürülmeli

Ş. Elekdağ: Kitabınızda Türkiye’nin karşılaşabileceği en büyük tehlikenin terörle mücadelenin uluslararası zeminde tartışma konusu haline getirilmesi olduğunu belirtiyor bunun önlenmesi için “Türkiye’de siyasal temsil hakkının tam olarak sağlanması ve korunmasına özen göstermelidir” diyorsunuz. Bunu açar mısınız?

İ. Başbuğ: Siyasal temsil hakkı çok önemli. Olmadığı zaman çok ciddi bir uluslar arası sorun haline dönüşebilir olay… Türkiye’de siyasal temsil var. Ancak, barajın artık düşürülmesi lazım. Bu barajla Türkiye’nin önümüzdeki genel seçimlere girebileceğini ben tahmin etmiyorum. Baraj düşmezse bu konu çok tartışma konusu olur. Uluslararası konuya dönüşmesi çok tehlikeli bir olay. Libya olayı kötü bir örnek örnek.

Türkiye’de asimilasyon politikası uygulanmadı

Ş. Elekdağ: Kitabınızda Türkiye’nin Kürt vatandaşlarımıza asimilasyon politikası uygulamadığını, bütün yapılanın ikincil kimliklerin, birincil kimliğe dönüşmesinin önlenmesi olduğunu belirtiyorsunuz bunu izah eder misiniz?

İ. Başbuğ: Ben bu konuda Profesör Metin Heper’nin görüşleri ile aynı paraleldeyim. Biliyorsunuz Heper’in “Devlet ve Kürtler” adlı bir kitabı var. Bu asimilasyon konusunu orada inceler ve  Türkiye’de Osmanlı dönemi de dahil bir asimilasyon politikası uygulanmadığı sonucuna varır. Ama önemli olan, bireylerin ikincil kültürel kimliklerinin birincil kimliğe baskı yoluyla dönüştürülmemesi.

Bu bazı dönemlerde ülkemizde yaşanmış. İşte o zaman yönetimler, belki o dönemler haklı nedenlerle -şimdi tenkit edebiliriz ama- bazı kısıtlamalar koymuşlar. Örneğin zorunlu göçe başvurulmuş. Ancak, olay bittikten sonra göç ettirilenler eski yerlerine dönmüşler.

Gerçekten bir asimilasyon politikası olsa, o göç edenlerin terk ettikleri yerlere dönmelerine izin verilir mi? Dolayısıyla bir asimilasyon politikası olduğu kanaatini ben de taşımıyorum.

Ş. Elekdağ: Asimilasyon konusundaki duyarlılık ve iddialar yoğun biçimde süregeliyor…

İ. Başbuğ: Geçmişte o günkü şartlar altında yapılması gereken şeyler yapılmıştır. Onlara fazla takılmasak daha iyi olur diye düşünüyorum

https://sukruelekdag.wordpress.com/2011/08/08/sn-ilker-basbug-ile-%E2%80%9Cteror-orgutlerinin-sonu%E2%80%9D-adli-kitabi-ve-guncel-kurt-meselesi-uzerinesoylesi/#more-953