31 Ekim 2017 Salı

KAFAMI BOZAN ŞEYLER Asıl Almanların verdiğini merak ediyorum

KAFAMI BOZAN ŞEYLER
Asıl Almanların verdiğini merak ediyorum




CAN ATAKLI
​KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Medyaya “ Büyük ada operasyonu” olarak geçen bazı sivil toplum kuruluşu yöneticilerinin davasında herkes tahliye edildi. Oysa yandaş medyamızın tavrına baksaydık o kişilerin hala hapiste olması gerekiyordu. Günlerce yayınlanan manşetlerde o sivil toplum kuruluşu üyelerinin Türkiye'de nasıl bir darbeye hazırlandıkları, yaratacakları kaosla Türkiye'nin birbirine gireceği, ekonominin çökertileceği, polisimizin müthiş istihbaratı sayesinde sayesinde bunların önüne geçildiği ileri sürülüyordu.


Sonra duruşma günü geldi çattı. Avrupa'dan pek çok gazeteci Türkiye'ye akın etti. Adliye önünden canlı yayınlar yaptılar. Yandaş medyamız bunlara gülümseyerekbaktı. Az sonra nasıl moraracaklarını konuşuyorlardı belki aralarında. Ama “beklenmedik” bir şey oldu. Mahkeme tüm sanıklara tahliye kararı verdi. Yandaş medya neye uğradığını şaşırdı. Ertesi gün haber çoğunda tek sütun bile yer almadı. Bir tanesi tahliyelerden hiç söz etmeden “Büyükada davasında 4 sanığa yurtdışı yasağı” başlığını kullandı. Kendi okurlarını “bidon kafalı” yerine koymanın tipik bir örneği idi bu.

Şimdi bu kararı “bağımsız Türk mahkemesinin kararı” olarak mı niteleyeceğiz. Bu mümkün mü? Yandaş medyanın onca yayınına rağmen mahkemenin tahliye kararı vermesi asla mümkün olamaz. Bu belli ki yukarıdan gelen bir emirle alınmış bir karar. Burada bir parantez açıp, somut örnek vermek istiyorum. Mahkemenin tahliye kararında “Delillerin yeterli olduğu ve sanıkların kaçma olasılığının bulunmadığı” belirtiliyor. Oysa iki yabancı uyruklu tutuklu hapisten çıkar çıkmaz uçağa bindikleri gibi ülkelerine döndü. Kaçmadılar tabii, devletimizin gözetiminde gittiler. Bir dahaki duruşmaya gelmeleri mümkün mü? O halde “kaçma olasılığı yok” gerekçesi çok saçma.


Dönelim konumuza. Ben zihnimde bu kuşkuyu taşırken Alman medyası “Schöreder'in aracı olduğunu” açıklayıverdi. AKP Genel Başkanıylagörüşülmüştü. Tutuklu Almanların serbest bırakılması sağlanmıştı. Haberde Türk tarafının verdiği sözü tuttuğu da belirtiliyordu. Şimdi başka davalar nedeniyle tutuklu iki Alman kaldı. Muhtemelen onlar da anlaşma kapsamı içindedir. Yakında mahkemeler onlar için de “kaçma olasılığı yok” diyerek tahliye kararı verebilirler. Tabii bu kez Almanların sözünü tutması gerekiyor herhalde.

Çünkü eğer Büyükada davasında tahliye kararı verildiyse bizim de Almanlar dan bir şey almış olmamız gerekiyor. Ben asıl bunu merak ediyorum. Biz o tutukluları verdik, ikisini henüz elimizde tutuyoruz, karşılığında Almanlar bize ne verdiler veya verecekler?


“Cemaatçilerin iadesi” bana uzak ihtimal geliyor. Çünkü Almanya bizim gibi bir parti genel başkanının talimatıyla mahkemenin elinden adam alamaz. Bize verilecek başka tavizler vardır. Örneğin ekonomimizi bir anda sıkıştıran “Alman bankalarının kredilerinde daraltma” kararı kaldırılabilir. Mülteciler konusunda ekstra paralar ödenebilir. Artık neyse ne, bilemiyoruz ama mutlaka bir şeyleralmış olmamız gerekiyor.

CANIMI SIKAN ŞEYLER AKŞENER'LE İLGİLİ İLK HAYAL KIRIKLIĞI


Oy verip vermemem önemli değil, ancak merkezde veya merkez sağda bir oluşumun güçlü biçimde ortaya çıkmasını yıllardır savunuyorum. AKP'nin yarattığı baskıcı, tek adamlı rejimin önüne demokratik yöntemlerle geçilebilmesinin en önemli yollarından biri bu bana göre. Bu nedenle Akşener'in başlattığı hamlenin mutlaka başarılı olması gerektiğine inanıyorum.


Merkezdeki bir partinin çeşitli fikir ve görüşleri çatısı altında buluşturması elbette gerekli. Ancak bu olacak diye de aşırı bir gayretkeşlik içinde olmak, mutlaka her dakika birilerine mesaj göndermeye kalkmak bana göre çok yanlış ve gereksiz.

Akşener partisini kurduktan sonra Anıtkabir'i ziyaret etti. Tam bir çağdaş cumhuriyet kadını portresi çizdi burada. Ardından hemen Hacıbayram Veli'nintürbesine gitti.

Orada kafasını siyah bir örtüyle, sanki yüzü açık çarşaf giymiş gibi görünen bir kıyafeti tercih etti.

Neden?

Bir türbe ziyareti yapınca ille de böyle kapanmak mı gerekiyor? Akşenerneden daha önce benzer ziyaretlerde yaptığı gibi başını örten bir eşarp yerinekara çarşafı andıran ve Şiilerin rengi olarak bilinen siyah bir örtüyü tercih etti? Ayrıca aynı gün hem Anıtkabir hem türbe ziyareti yapmanın ne anlamı var? Türbeziyareti bir gün sonra olamaz mıydı?

Sanıyorum
bazı aklı evvel danışmanlar “biz herkesin partisi olacağız” fikrini

fazlaabartarak aşırı bir popülizme kaydırıyorlar çiçeği burnunda genel başkanı.
Meral Akşener bana göre şunu bilmeli; Atatürk'ü ziyareti, oradaki kıyafeti ve özel deftere yazdıkları kimseyi rahatsız etmez, ama hemen arkasından gittiği türbeziyaretindeki görüntüsü destek vermek isteyen milyonlarca kişide hayal kırıklığıyaratır.

ŞAŞIRDIM
MERVE KAVAKÇI HÂLÂ AMERİKAN VATANDAŞI MI?


Birkaç ay oluyor, yeniden Türk vatandaşı olan Merve Kavakçı'nın Malezya'ya büyükelçi olarak gönderileceği açıklandı. Herkes Kavakçı'nın Kuala Lumpur'a gittiğini sanıyordu. Hatta Malezya'da başı polisle derde giren yandaş yazarlardanMustafa Akyol'u kurtaran kişinin Merve Kavakçı olduğu sanılmıştı. Açıkçası ben de o haberlerden sonra Merve Kavakçı'nın Malezya'ya gittiğini düşünüyordum.Meğer atama kararı alınmış ama kararname imzalanmamış. Sonunda önceki gün geniş bir büyükelçiler kararnamesi imzalandı AKP Genel başkanı tarafından. Bu kararnamede baktık ki Merve Kavakçı yok. AKP Genel Başkanı demek kiKavakçı'yı büyükelçi yapmaktan vazgeçmiş. Neden acaba?


Kavakçı'nın büyükelçi olacağını öğrendikten sonra “Amerikan vatandaşlığından” ayrılıp ayrılmadığını merak etmiştim. Bu nedenle Washington'da yaşayan ve konumu gereği Amerikalı yetkililerle de ilişkisi olan bir dostumu arayarak “bir sorabilir misin?” dedim. Amerikalı yetkililer bu bilginin kişilerin özel hayatı ile ilgili olduğu gerekçesiyle bilgi vermemişti. Ancak dostum “Amerikan vatandaşı olmasaydı, değil, derlerdi, özel hayat bahanesini öne sürdüklerine göre Kavakçı hâlâ Amerikan vatandaşı olabilir” demişti. Çifte vatandaşlık mümkün olduğuna göre Merve Kavakçı hem Türk hem Amerikan vatandaşı olabilir. Bu kendi tercihidir ama böyle bir kişinin yabancı ülkede Türkiye'yi temsil etmesi pek hoş olmaz herhalde. Belki AKP Genel Başkanı da bu durumu görüp “bu kadarını da yapmayalım artık” diye düşünerek Kavakçı'yı Malezya'ya göndermemiş olabilir.

BUNU YAZMAK GEREK


KILIÇDAROĞLU BU KADAR KİBAR OLMAK ZORUNDA DEĞİL

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu önceki akşam CNN Türk ekranlarında soruları yanıtladı canlı yayında. İzlediğim kadarıyla Kılıçdaroğlu'nun performansı hayli iyiydi. Sorulara etkili ve inandırıcı cevaplar verdi.


Ancak şunu söylemeliyim; Kılıçdaroğlu gerçekten çok kibar. Bu iyi bir özellik tabii de bazen dozu biraz kaçıyor. Bu kadar kibarlık bazen insanın canını sıkıyor.
Hürriyet gazetesinde yazan Abdülkadir Selvi Kılıçdaroğlu'na “Melih Gökçek'i partinizden aday yapar mısınız?” diye sordu. Merakla Kılıçdaroğlu'nun vereceği cevabı bekledim. “Hayır” dedi. İçimden “İnşallah burada keser” diye geçiriyordum ki Kılıçdaroğlu başladı anlatmaya. Soruya uzun uzadıya cevap verdi. Oysa bu soruya cevap verilmez. Bir lider milyonların önünde kendisine bu kadar absürd bir soru soran gazeteciye ille de kibar olmak zorunda olduğunu hissediyorsa “Siz bunu şaka olarak mı soruyorsunuz” der hiç olmazsa. Ama doğrusu şudur; “Beni böyle sorularla meşgul etmeyin, lütfen bir daha soru sormayın” diye tepki gösterir ya da “Siz benimle dalga geçmek için ve iktidara yaranmak için mi davet ettiniz,

AKP Genel Başkanına böyle bir soru sormaya cesaret edebilir misiniz?” diyerek kalkıp programı terk eder.
Kılıçdaroğlu bunu bir kere için bile olsa yapmalıdır. Aksi takdirde iktidar mensupları özellikle AKP Genel Başkanı karşısında “önceden verilen sorular dışında” tek kelime bile edemeyen çapsızların önünde hep bu tür hakaretleremaruz



***

İnsanlık Yenilik İyilik!.


İnsanlık Yenilik İyilik!.

Ümit ZİLELİ ,

Siz bakmayın yanaşma mahlukatın yerlerde sürünen cehaletine 
 
Yazının başlığı, çarşamba günü kuruluşu Genel Başkan Meral Akşener tarafından ilan edilen partinin adının açılımı:
-İYİ Parti!..
Gerçekten özellikle bizim toplumun çok ama çok ihtiyaç duyduğu, hatta Sinop’lu Diyojen misali elinde sönmeye yüz tutmuş fenerle aradığı sözcükler!.. İnsanlığı aramaktan, yeni bir şeyler duymak için yırtınmaktan, iyiliği bulmak için dua etmekten milletin içini fenalıklar basmıştı!..
Ben partinin ismini ilk duyduğumda, yani salı gecesi Halk TV’de “pek anlam veremediğimi” söylemiştim. Onunla da yetinmedim, gecenin köründe, geçmişteki program arkadaşlığımıza ve dostluğumuza sığınarak Ümit Özdağ’ı aradım ve aynen şöyle dedim:
-Hocam, ne olur partinin ismi bu değil deyin, sadece şaka olduğunu söyleyin!..
Kahkahası ve “budur!” demesi hâlâ kulaklarımda… Ancak düşündükçe bu basit sözcüğün aslında günlük yaşantımızda ne kadar önemli, ne denli yaşamsal olduğunun farkına vardım… Hele isminin aynı zamanda Selçuklu Boyu, Osmanlı‘nın kurucu Kayı Boyu‘nun simgesi olduğunu öğrendiğimde tam yerine oturdu. İyi sözcüğünün noktalarını kaldırın, “Y” harfini biraz yayvanlaştırın, alın size Kayı Boyu simgesi!..
Güneş ise etrafındaki sekiz çizgisiyle yine Selçuklu’dan alınma ve iyilik, erdem, insanlık üzerine hedefleri olan bin yıllık bir başka simge… Siz bakmayın yanaşma mahlukatın yerlerde sürünen cehaletine ve de kötü niyetine; bir takım zeka özürlü zevat güneş simgesini önce Vatikan amblemine benzetti, olmayınca şu salakça teze sarıldı:
-Maklubeye benziyor!..
Özellikle Cemaat’in pek sevdiği, cennetten gönderildiğine inandığı, pilav, patlıcan, biber, domates, et baharatın harmanlandığı tadı enfes bir yemek Maklube!.. Fetullah pek bayılırmış, abiler de yeni öğrencileri bu yemekle tavlarmış! Aslına bakarsanız daha çok “Çarkıfeleki” anımsatıyor!.. Bu salaklığı en güzel Yeniçağ yazarı ve İYİ Parti’nin Basın Danışmanı Murat İde betimledi:
-Eee, 20 yıl Fetullah’ın sofrasında oturanların aklına Maklube gelmeyecek de imam bayıldı mı gelecek?!.
 

İYİ Parti’nin şifreleri
Öncelikle tarifini yapalım:
-Bu parti orta sağda konumlanmayı hedefleyen, kurucularına baktığınızda, dört eğilimden de üye almış bir parti…
DYP’den, Anavatan Partisi’nden, Milli Görüş geleneğinden ve MHP’den kadrolar aynı çatı altında bir araya gelmiş durumda…
Meral Akşener, 28 Şubat döneminde Refahyol hükümetinin İçişleri Bakanı’ydı. O dönemde yakın çalıştığı isimler bugün onun yanında… Ancak kurucular arasında çok sayıda, kamuoyunda henüz çok tanınmamış genç ve kadını da barındırıyor…
-Kısacası, uzun bir aradan sonra, Türk siyasetine “Merkez Sağ” kimliğini öne çıkaran iddialı bir parti katıldı!..
Akşener’in parti lideri olarak ilk konuşması iktidara karşı çok sert, toplumun rahatça anlayabileceği mesajları da içeren bir konuşmaydı.. Özellikle şu vurgusu, 15 yıldır nefesi kesilmiş kitlelere “iyi” geldi diyebilirim:
-Yolsuzluk/hırsızlık duman değil ki, aşağıdan yukarıya yükselsin; çamur gibi yukarıdan aşağıya doğru akar!..
 

CHP açısından da büyük kazanç!

Gelelim bu partinin siyaseti nasıl şekillendireceğine…
Önce bir kamuoyu şirketinin, SONAR’ın, İYİ Parti ile ilgili tahminini aktarayım. Hakan Bayrakçı, parti kuruluşunun bir akşam öncesi bir televizyon programında yeni kurulan partinin yüzde 13-14 oy oranıyla başlangıç yapacağını öne sürdü!..
Cumhuriyet’te sevgili Orhan Bursalı ise dün köşesinde İYİ Parti ile ilgili yaptığı dikkat çekici yorumda şu tahmini yaptı:
-İYİ Parti şüphesiz CHP’den belki 2-3 puan oy çekecektir. MHP’yi en az yüzde 5 oranında eritir, AKP’den de bir o kadar hoşnutsuz seçmeni kapar…
Tamamen olmasa da katılıyorum; MHP’yi daha fazla eriteceğini sanıyorum… İYİ Parti’nin en önemli özelliği, AKP’nin içine hapsolmuş merkez sağ seçmen için bir cazibe merkezi olması. İktidar partisinin bu yeni partiden bu denli nefret etmesi, Taha Akyol’un dün köşesinde belirttiği üzere “yargı yoluyla engelleme taktikleri” geliştirebileceği tahmini de bu durumu gayet açık ve net gösteriyor!..
 


Ümit Zileli’nin yazısı

***

Matematik öğreniyoruz; 50+1 nasıl toplanır?

Matematik öğreniyoruz; 50+1 nasıl toplanır?


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU 

​2019 seçimlerinin matematiği hunharca çarpıtılıyor.
Daha önce de yazmıştım; İYİ Parti'nin resmen kuruluşundan sonra yapılan "nasıl yüzde 50+1 alacak da tek başına Cumhurbaşkanı çıkartabilecek" yanıltması almış başını giderken yeniden yazayım.

2019'da, evet seçim aynı gün yapılacak ama siyasi partilerin TBMM'ye sokacakları milletvekillerini belirleyecek olan genel seçim için ayrı, Cumhurbaşkanlığı seçimi ayrı oy kullanacağız.

*

Bu "seçimi kazanacak parti tek başına yüzde 50+1 almak zorunda" algısını yerleştirmeye çalışan kafaya göre, AKP hangi genel seçimde "yüzde 50+1" aldı ki, onun için garanti olsun 2019 seçimleri?

16 Nisan referandumunda bile, MHP'nin, Barzani'nin, YSK'nın filan da desteğiyle zor geçmemiş miydi yüzde 50 eşiğini?

*

2019'da...

Bugünkü şartlar mevcut olursa, görünen o ki Tayyip Erdoğan, Meral Akşener, CHP'nin çıkaracağı bir aday, ülkücü bir cumhurbaşkanı" vaadi olduğuna göre MHP de kendi adayını çıkaracaktır herhalde HDP'nin çıkaracağı bir aday ve Doğu Perinçek arasından "aday olma koşullarını yerine getirebilenler" yarışacak gibi duruyor ilk turda... Bu adayların herhangi birinin yüzde 50'yi geçememesi durumunda, ki herkesin kendi adayıyla girdiği bir yarışta mümkün değil geçebilmesi bu defa "en çok oyu alan iki aday" yeniden halkın oyuna sunulacak.

En çok oyu Erdoğan ve CHP'nin adayı, yahut Erdoğan ve Akşener mi aldı; ikinci turda seçim sadece bu ikisi arasında yapılacak. Her siyasi görüşten seçmen, partilerinden bağımsız olarak, bu iki aday arasında oy kullanacak. Dolayısıyla da, genel seçimde o adayın partisine oy vermese de, Cumhurbaşkanlığı için oyunu partisinden olmayan bir adaya emanet etmek durumunda kalacak.

Velhasıl, genel seçimde yüzde 20'lerde kalmış bir partinin adayı, yüzde 20'lerde kalmış bir başka partinin, veya yüzde 30'ları zorlayan bir partinin, siyasi iddiası olmayan ama bu +1'le kazanılan seçimlerde belirleyiciliği tekraren kanıtlanmış yüzde 3'lük, 5'Lik partilerin desteğiyle, yahut hepsinden amade rakibinden daha sempatik, daha temiz, daha adil, daha samimi fotoğraf verebildiği için sadece pekala çıkabilir yüzde 50'nin üzerine...

Demem o ki; şu "seçimi yüzde 50+1 oy alan parti kazanacak" meselesi, kafa bulandırmak için yayılan bir düzmece...

*

Gölge etmeyin yeter...

Bir Dışişleri Bakanlığı'nın, dış temsilciliklere gönderdiği "29 Ekim, kısıtlı imkânlar dahilinde kutlanabilecek" şeklindeki tasarruf talimatına da, bir de İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin günlerdir duyurmaya çalıştığı coşkulu kutlama programına bakıyorum;

Bir belediyenin, üstelik de bir muhalefet belediyesinin bütçesi, koskoca Türkiye Cumhuriyeti bütçesinden daha mı büyük ki, devletin yapamadığını bir belediye başkanı yapabiliyor tek başına?

Kaldı ki, kimsenin devleti yönetenlerden, öyle işlerine gelen resepsiyonlarda yaptıkları gibi, ucube sunumlu eksantrik menülerle kendilerini yedirip içirmesini, gökleri ışıklandırmasını filan beklediği de yok Cumhuriyeti kutlamak için. Gölge etmesinler; sokakları, alanları, meydanları millete geri versinler, barikatlarla heyecanlarını yarmaya kalkmasınlar kafi!

Bu devletin itibarını "cumhuriyet"e borçlu olduğunu çok iyi bilen Türk Milleti, sesinden de tasarruf etmez, sözünden de tasarruf etmez, emek-gayretinden de tasarruf etmez, cömertçe haykırarak kutlar 29 Ekim'i!

Ha, ille de parasız olmaz mı diyorsunuz?

Siz, "samimiyetle kutlamak istediğinizi" beyan edin, yıkın toplumun önündeki korku duvarlarını; merak etmeyin o yapmaya alıştığınız şölenlerdeki gibi "rant fırsatı" olarak görmez hiçbir Cumhuriyet insanı 29 Ekim'i! Ücretsiz sahne alacak sanatçısı da çıkar, ücretsiz bayrak basacak tekstilcisi de, yeri göğü kırmızı-beyaz yapacak boyacısı da, ışıkçısı da; gösteri için uçuracağınız uçağın benzinini koyacak iş adamı da...

*

Güneşine göre değişir mi(!)

Anlamadığım bir şey var; İYİ Parti kullanınca "maklube" dedikleri "güneş", AKP'li Menderes Türel kullanınca nasıl "makbul(e)" dönüşüyor ki!


***

Schröder’den sonra Bill Clinton arabulucu!


Schröder’den sonra Bill Clinton arabulucu!


Sabahattin Önkibar: 


​Eski Alman Şansöyle Schröder, Alman devleti adına Tayyip Erdoğan’la gizlice görüştü.
Bu görüşmenin hemen sonrasında ajan ilan edilen Büyükada tutukluları serbest bırakıldı.

Peki, aynı şeyi ABD adına mesela Bill Clinton yaparsa bunlar olur mu?

“-FETÖ tutukluları bırakılır mı?

-Rusya’dan S-400 sisteminden vazgeçilir mi?

-Suriye’de Rusya ve İran’la araya mesafe konulabilir mi?

-Kıbrıs’ta taviz verilebilir mi?”

Sakın ne alakası var demeyin...

Bakın Almanya dayattı ve devletimizi yönetenlerin ajan dedikleri anında serbest kaldı.

Diyeceksiniz ki ama ülke çıkarı bunu gerektiriyordu!

ABD’nin talepleri kabul edilirse ve ona da ülke çıkarı denilirse?

İsrail ve Almanya’ya boyun eğenler, ABD’ye eğmez mi?

AKP, FİLİSTİN'İ GÖMDÜ MÜ?

Sahi Filistinliler öldü ve gömüldü yani artık yaşamıyorlar mı?

Ya da devletlerini kurdular veya İsraillilerle barış mı yaptılar?

Bu soruların cevabı kuvvetli bir hayır ise bizim Filistin bezirgânı iktidar ile İslamcılar aylar ve hatta birkaç yıldır Filistin’i bir kere olsun neden ağzına almaz?

İsrail’i üzmemek ve kızdırmamak için değil mi?

Peki, ne oldu bunların davasına?

Hani Filistin’i savunmak imanı ve İslamı savunmaktı?

RABİA VE BOZKURT!

Peşinen belirteyim bir öğretmenin görev yaptığı okulda parmakla Bozkurt işareti yapması kabul edilemez ve asla onaylamıyoruz.

Ancak dürüst olalım o öğretmen Bozkurt yerine Rabia işareti yapsaydı kovulur muydu?

Kovulmazdı.

Bozkurt işaretini yapan kovuldu ise bu çifte standarttır.

Sakın ikisi aynı şey değil demeyin.

Tersine Rabia işareti siyasal İslamın sembolüyken, Bozkurt tam tersine Atatürk’ün Türk parasına bile koydurduğu Türk milletinin binlerce yılık milli figürüdür.

UYUM YASALARIYLA DİZAYN!

Anayasa’ya göre Başkanlık –Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş bağlamında referandumdan sonraki 6 ay içinde uyum yasalarının çıkması gerekirdi.

Anayasa bir kere daha çiğnendi ve o yasalar süre dolmasına rağmen hâlâ çıkarılmadı neden?

Belli ki uyum yasaları siyasi mühendisliğe vasıta yapılacak.

Seçim barajından, ittifak kurma ve adaylıklara kadar pek çok hususu kapsayacak bu düzenlemeyle birilerine kapan kurulacak dikkat!

BEN BU TGB’Yİ ÇOK SEVİYORUM!

Bu TGB’liler kimileri gibi hamaset taciri değil.

Allah ve din ticareti yapmıyor.

Milliyetçisi-devimcisi vatanseverlikte kol kolalar.

Antiemperyalizm, Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik diyorlar ki 29 Ekim Bayramımız bağlamında Samsun’dan başlattıkları kutlu yürüyüş sürüyor.

TGB’li yiğitler yarın Ankara’da önce eski TBMM binası, akabinde Anıtkabir’de olacaklar ve Türk Gençliğinin Atası ile devrimlerine bağlılığını haykıracaklar.

Ben bu TGB’lileri çok seviyorum çünkü yarınımızın teminatlarıdır...

***

Curtis

Curtis


YILMAZ ÖZDİL 
28 Ekim 1923.
94 sene önce, bugün.
Mustafa Kemal'in Çankaya köşkünde arkadaşlarına “yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz” dediği dakikalarda…

*

10 bin kilometre uzakta, New York yakınlarındaki Elmira şehrinde bir evde, 10 yaşında bir çocuk, babasının daktilosunun başına oturmuş, o çocuksu heyecanıyla mektup yazıyordu.

*

“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora, Türkiye…
Sayın efendim, ben 10 yaşında Amerikalı bir çocuğum, Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve bayan Kemal hakkında bir röportaj okudum. Türkiye hakkında bir defterim var. Şimdiden siz ve bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa küçük bir not ve imzalı fotoğrafınızı gönderin. Bir gün Türkiye'yi görebileceğimi umut ediyorum, saygılarımla, Curtis LaFrance.”

*

28 Ekim 1923 tarihli bu mektup, 27 Kasım'da Ankara'ya ulaştı. Mustafa Kemal okudu, çalışma odasına gitti, oturdu, cevap yazdı.

*

“Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti, hususi…
Mister Curtis LaFrans'a, Ankara…
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alaka ve temenniyatınıza (iyi dileklerinize) teşekkür ederim. Arzunuz vechiyle bir adet fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum. Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegane tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla bakmayıp, kanaatlarini mutlaka ilm ve esaslı tedkikata (hakkıyla anlayıp, araştırmaya) isnad ettirmeye (dayandırmaya) bilhassa atf-ı ehemmiyet (önem) eylemeleridir. Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı temenni eylerim. Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal”

*

10 yaşındaki Curtis, Amerikan bağımsızlık mücadelesinin kahramanı, yeni kıtaya özgürlük fikrini aşılayan Fransız aristokrat Lafayette'in soyundan geliyordu. Fransız devriminin en güçlü karakterlerinden biri olan Lafayette, Amerikan bağımsızlık savaşı patlak verince Philadelphia'ya gitmiş, İngilizlere karşı Amerikalıların safında yeralmış, general olmuş, George Washington'la beraber İngilizleri söküp atmış, “iki dünyanın kahramanı” ilan edilmişti.

*

İşte böyle bir adamın soyundan gelen Curtis, özgürlük, bağımsızlık hikayeleriyle büyümüştü. O küçücük yaşına rağmen “bağımsızlık” kavramının, dünyadaki en saygın yaşam biçimlerinden biri olduğunu biliyordu. Amerikan gazetelerinde Türk Kurtuluş Savaşı'yla alakalı haberleri okumuş, The Saturday Evening Post dergisinde yayınlanan Mustafa Kemal röportajını okumuş, okudukça hayran olmuş, yeni kurulan şehir “Angora”yı çok merak etmiş, ulaşır mı ulaşmaz mı, ciddiye alınır mıyım alınmaz mıyım diye düşünmeden, 28 Ekim 1923 akşamı yukardaki mektubunu yazmıştı.

*

75 sene geçti…

*

Tamı tamına 75 sene boyunca Türkiye'nin haberi olmadı.
*

Çünkü, Mustafa Kemal bu mektubu, fırsattan istifade propaganda için, Türkiye Cumhuriyeti'nin reklamı olsun diye yazmamıştı. Ne gazetelerin haberi olmuştu, ne de Amerikan konsolosluğuna duyurulmuştu. 10 bin kilometre uzaktaki 10 yaşındaki bir çocuğun samimi duygularına, samimi bir cevap vermişti, hepsi buydu.

*
Curtis büyüdü, Yale Üniversitesi'nde okudu, makine mühendisi oldu, Columbia Üniversitesi'nde işletme yüksek lisansı yaptı, Çek cumhuriyetine gitti, Prag'ta Charles Üniversitesi'nde Slav dilleri üzerine eğitim alırken, ikinci dünya savaşı çıktı, ülkesine döndü, aile şirketinin başına geçti, fabrika kurdu, itfaiye kamyonları üretti, Avrupa'dan Afrika'ya onlarca ülkeye ihracat yaptı, çok zengin bir işadamı oldu, Newport Sanat Müzesi'nin, Tarih Kurumu'nun, Newport Müzik Festivali'nin, Redwood Kütüphanesi'nin en büyük sponsoru oldu, “yılın hayırseveri ödülü”nü aldı.

*
85 yaşındayken, ABD'de yaşayan Saliha Sulander isimli Türk vatandaşıyla tesadüfen tanıştı, sohbet sohbeti açınca, Mustafa Kemal'in kendisine yazdığı mektuptan bahsetti. Saliha hanım kulaklarına inanamıyordu, acaba ben mi bilmiyorum diye araştırdı, hayır, mektuplaşmadan kimsenin haberi yoktu. Aslına bakarsanız, Amerikan Life dergisi 1959'da bu mektupları yayınlamıştı ama, dünyadan haberi olmayan sayın Türk basınının haberi olmamıştı. Saliha Sulander derhal Türk büyükelçiliğine gitti, bu mucizevi tesadüfü anlattı. Elçilik görevlilerimiz Curtis'e ulaştı, mektup incelendi, netleştirildi, Ankara haberdar edildi.

*
Sene 1998… Bülent Ecevit'in talimatıyla, kültür bakanımız İstemihan Talay tarafından Türkiye'ye davet edildi.

*
Curtis, kızıyla birlikte Ankara'ya geldi. “Polatlı diye bir yer olduğunu biliyorum, resmi davetlerden önce Polatlı'ya gitmek
istiyorum” dedi. Herkes merak etti tabii, hay hay gidelim ama, niye? Meğer, Curtis henüz iş hayatına yeni başladığı dönemde Polatlı belediyesi'ne itfaiye aracı satmıştı iyi mi… Gittiler Polatlı'ya, 40 sene önce sattığı itfaiye aracı hâlâ kullanılıyordu.

*
1960'tan itibaren Türkiye'ye defalarca gelmişti, Ankara'yı İstanbul'u İzmir'i gezmişti, tekneyle Ege ve Akdeniz kıyılarımızı dolaşmıştı. Anıtkabir'i ziyaret etmiş, kendisine ömrü boyunca ilham veren Atatürk'ün kabri başında saygı duruşunda bulunmuştu.

*
Bu defa, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi davetlisi olarak Ankara'daydı. “Hayatımın en duygulu anını yaşıyorum” dedi. Mustafa Kemal'in kendisine gönderdiği mektubu, Anıtkabir müzesinde sergilenmek üzere Türkiye'ye armağan etti.

*
Anıtkabir'deki törende kısa bir konuşma yaptı.
“1938'te Atatürk'ün öldüğünü duyduğumda 25 yaşında bir delikanlıydım. Niye ağladığımı kimse anlamamıştı” dedi.

*

2012'de… 99 yaşındayken gözlerini yumdu.

*
Curtis'in hayatını araştırırken, tam bu noktaya geldiğimde, inanın ben de şu an sizin hissedeceklerinizi hissetmiş, inanılmaz tesadüf nedeniyle gözyaşlarımı tutamamıştım…

Curtis'in uykusunda vefat ettiği gece, 10 Kasım'dı!
*
Ve, yarın 29 Ekim.
Amerikalı çocukların ilham aldığı, görmek için can attığı Cumhuriyet'ten, Amerika'ya vizeyle bile gidemeyen cumhuriyete nasıl savrulduğumuzu tekrar tekrar düşünmenin vaktidir.


***