25 Ocak 2018 Perşembe

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 1


FARUK ASLAN,


RUDOLF VON SEBOTTENDORFF 


1923’de kurulan genç Türkiye’de de Alman devletinin etkinliği 1945’e kadar açıktan devam etmiştir. Daha sonra Soğuk Savaş döneminde, derin yapılanmalar dönemi başlar. Türkiye’nin bu yıllarda ekonomik ve siyasi ilişkilerinin en yoğun olduğu ülke Almanya’dır. O yıllarda aldığı en büyük borç 150 milyon Mark tutarıyla Almanya’dan aldığı borçtur. 

1942 yılında da 100 milyon Mark askeri malzeme sağlanması karşılığında Almanya’dan kredi alınır. Burada Alman emperyalizminin, 1933 yılında faşist Nazi’lerin iktidara gelmesiyle yeniden gündemine aldığı Yakındoğu, Kafkaslar, ve Balkanlar’ı içeren egemenlik programı çerçevesinde Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler söz konusudur. Bu amaç doğrultusunda ekonomik ilişkiler geliştirilmiş ziyaretler sıklaştırılmış, Alman heyetlerinden biri gelir biri 
gider olmuştur. Almanya ile ilişkiler sadece ekonomik alanla da sınırlı değildi. Osmanlı’nın son yıllarında bu ülkeyle kurduğu askeri ilişkileri aratmayacak bir yakınlaşma başlamıştı. Türkiye’nin ordusunda görevli Alman subaylar vardır ve Almanlar, Türkiye devletinin ordusunun ihtiyaç larını karşılamak için girişimlerde bulunmuştur. Amaç orduyu Alman 
askeri sanayine bağımlı kılmaktır. Yine Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi ordunun üst kademelerinde de Almanlar vardır. Hatta bunlar ordunun ve gizli servisin örgütlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Alman Piyade Generali Mittelberger Türkiye Genelkurmayı’nı organize ederken, birinci Paylaşım Savaşı’nda Alman Askeri Gizli Servisi’nin Başkanı olan General Nicolai ise Türkiye Genelkurmayı’nın askeri istihbarat örgütünü organize etmiştir. Ayrıca Alman ordusu içinde eğitim gören Türkiyeli subaylar da vardır. Almanya’nın emperyalist emelleri doğrultusunda özellikle de Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Türk kökenli halkı da göz önünde bulundurarak Türkiye’de öne çıkardığı, telkin ettiği politika ‘Turancılık’ olmuştur. Almanya, yayılmacı siyaseti içerisinde Türkiye’ye özel bir misyon biçmiş ve bu rol Almanların 2. Paylaşım Savaşı yıllarında   yenilgiye uğrayacağı belli olana kadar karşılık da görmüştür. Almanların Türkiye’ye biçtiği misyonu Alman Büyükelçi ve Türkiye Masası Şefi Hentig şöyle ifade etmiştir: ‘Volga nehrinden Çin’e kadar, Rusya’nın Türk kökenli halklarını Türkiye’nin siyasal önderliği altında toplama.’ (103) 

Bu politikanın bir yansıması sayılabilecek olan 2.Paylaşım Savaşı sırasında Türk kökenli Müslüman savaş esirlerinden birlikler kurma meselesi de ilginçtir. Sayıları 180.000 civarında olan Türk kökenli Müslüman savaş esirlerinden 1942 yılında gönüllü kıtalar oluşturulmuş, bu kıtaların eğitimiyle Türk subaylar ilgilenmiştir. 

Bu kıtalar şunlardır: 

a- Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Kalpak ve Tacikler’den oluşan Türkistan Gönüllü Kıtası. 
b- Azerbaycanlı, Dağıstanlı, İnguş, Lezgi ve Çeçenler’den oluşan Kafkas Gönüllü Kıtası. 
c- Gürcü Gönüllü Kıtası 
d- Volga-Tatar ve Kuzey Kafkasya Gönüllü Kıtası. 

19 Bağımsız tabur ve 24 bölükten oluşan bu kıtaların komutasında sadece 4 Alman subay görev yapmıştır. Geriye kalan komuta kademesi Türklerden oluşmaktadır ve bölüklerin eğitimleriyle Türkiye’den subaylar ilgilenmiştir. 

Türkiye’nin Alman emperyalizmiyle olan yakınlığı Alman ordularının Stalingrad önlerinde bozguna uğramasıyla gerilemeye başlar. Aynı yıllarda Anadolu topraklarında faaliyet yürütenler bir tek Almanlar da değildir. İngilizler’in M16 istihbarat teşkilatının İstanbul’da birçok ajanı vardır. İngilizler için Balkan istihbarat operasyonlarında İstanbul vazgeçilmez 
bir üs haline gelmiştir. ABD’nin ise Türkiye’de güçlü bir casusluk ağı vardır. Balkanlar, Ortadoğu ve SSCB’ye yakınlığı Türkiye’yi ABD için önemli bir üs haline getirmiştir. Office Of Strategie Servises (OSS), ABD’nin istihbarat örgütü olarak bölgeyi mesken edinmiştir. ABD’nin Türkiye’deki istihbarat ağlarını kurduğu dönem asıl olarak 2. Paylaşım Savaşı yıllarıdır. ABD emperyalizminin oluşturduğu bu istihbarat ağının odağında Savaş 
Enformasyon Bürosu (OWI) bulunmaktadır. OWI’nın bürosu İstiklal caddesindedir ve burada 20 Amerikalı yaklaşık 100 civarında da Türk çalışan vardır. Bu büronun asli görevlerinden biri Türkiye basınına ABD’nin istediği haberleri aktarmak ve Amerikan yaşam tarzını ifade eden dergilerin, Holywood filmlerinin dağıtımını yapmaktır. 
ABD ile ekonomik ilişkiler de 2. Paylaşım Savaşı yıllarında artmıştır. Sadece savaş sırasında ABD’den alınan borç miktarı 95 milyon dolar tutarındadır. Kurtuluş Savaşı’nın ardından bağımsızlık kazanılmış olsa da sömürgecilik ilişkileri devam ettirilmiş emperyalistlerden borçlar alınmış ve yeniden emperyalizme bağımlılığın adımları atılmıştır. Fakat asıl bağımlılık ilişkileri 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından emperyalizmin geliştirdiği yeni sömürgecilik ilişkileri dâhilinde kurulacaktır. 

Türkiye’de Alman Derin devletini kuran Alman: Sebottendorf idi. Onun dönemini bitiren 

DP’nin iktidara gelmesi oldu. DP’nin gelir gelmez yaptığı işlerden biri de istihbarat teşkilatını Almanların kontrolünden alıp CIA’ya bağımlı hale getirmek olmuştur. Bunu ustalıkla beceren DP Hükümeti istihbarat çalışanlarının aylıklarının dahi CIA tarafından ödenmesini sağlar. DP iktidarı döneminde kurulan bu ilişkiler daha sonra 1960 ihtilalinin ardından Yassıada duruşmaları sırasında açığa çıkar. Yassıada duruşmaları sırasında ifade 
veren Milli Eğitim Bakanlığı’na vekâlet etmiş olan Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Fatih Korur bu ilişkilerin örgütün eski başkanlarından General Behçet Türkmen zamanında kurulduğunu söylemiştir. 

Genelkurmay istihbarat Başkanlığı’nda görevli bir albayken 1953 yılında Milli Emniyet Başkanlığı’na getirilmiş olan Behçet Türkmen’in ilk uygulamaların dan birisi 6 kişilik çekirdek kadroyu eğitim amacıyla ABD’ye göndermek olur. Aralarında daha sonra MİT Müsteşarı da olacak Fuat Doğu’nun da bulunduğu bu 6 kişi ABD’de eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönmüş ve Amerikalılarla birlikte İstanbul Emirgan’da açılan bir okulda dönemin istihbarat kurumu olan Milli Amele Hizmet (MAH) personelini 
eğitmiştir. 

MAH ile yabancı istihbarat teşkilatlarının ilişkilerine dair eski bir ABD ajanı Philip Agee şunları anlatıyor: 
“... CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. 
Bu örgütün eğitimi, ilerlemesi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nin Türkiye’deki görevi, Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek, bu ülkenin NATO ile bağlarını güçlendirmek ve ‘Amerika’nın kapitalist hegemonyasının devamını sağlamaktır. Tabii bu arada her yerde olduğu gibi komünizm ve aşırı sol hareketi kontrol ederek’ABD 
çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir... (104) 

EBCED HESABI ÖĞRENEN ALMAN 

Türkiye’nin Almanların elinden çıkması ve ABD kontrolüne girmesi en fazla Thule Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf olarak tarihe geçen şahsı rahatsız eder. Yine de Gehlen sayesinde Türkiye’de Alman derin devletinin paralel kolunu yerleştirmeyi başarır. Peki, kimdir bu Osmanlı Almanı? 9 Kasım 1875’de Dresden’de Adam Alfred Rudolf Glauer adıyla dünyaya geldi. Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün oğlu idi. Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlayamadan gemilerde çalışmaya başladı. Üç yıl süre ile Avustralya dâhil, bir çok ülkeyi dolaştı. Gemilerde elektrikçi olarak çalışan Glauer, Kahire’de Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak ağası olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi. Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve Bursa’daki çiftliklerinde çalıştı. İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı. 

Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş bazı bilgiler vardı. Genç Alman Glauer’i Mevlevi tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın adamları tarafından ebced ve numeroloji alanlarında eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin yanına gönderildi. Termudi ailesinin gerçek uğraş ları Kabbalizm ve Okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve Levant’ın en gizli okült örgütlerinden birini yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve okültizmi çok iyi incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu bilgiler, Glauer’in ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca öğrendiği Aryanizm ve “Rune” yazıtları arasındaki bağ kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok yaygın olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir mason locasına soktu. 

Ayrıca kıymetli kitaplığını ve okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı. 1908 yılı sonunda Glauer yeniden İstanbul’a döndü. Bu sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu. Glauer, İttihatçılarla iyi dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca, devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal 
düşüncenin propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman aralığında özellikle Bektaşi dervişleri ile yakın ilişkiler kurdu. O günlerin Türkiyesi’nde çok yaygın olan tarikat, Avrupa masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren İstanbul’da simyacılık ve bununla bağlantılı okültizm konularında konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye başlamıştı. 1911’de 
Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların en köklü ve soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf” lar tarafından evlat edinilmişti. 
Böylelikle Sebottendorf, hem Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu evlat edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf von Rose (1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de tekrarlanmıştı. Glauer’in Türkiye’deki ikameti 4 yıl sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü olarak Türk 
ordusu saflarında savaşmış ve ağır yaralanmıştı-. 

Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve orada kendine 50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz 1915’de ise Berlin’li zengin tüccar Friedrich Müller’in kızı Berta Anna Ifland ile evlendi. Yaşamının yarısı Türkiye'de geçen ve Türk vatandaşı olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşı’nda bir süre Kızılay'ın başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de Bektaşiliğe, Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski Türk Masonları’nın Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre Almanya'da kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934 yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk vatandaşı olması dolayısıyla Türkiye'ye iltica etti. Onun burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü kaydedilir. 

Ancak ölmediğini iddia edenler de vardır. Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın, yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye idiler. 

HİTLER HAZIRLANIYOR 

Thule, 1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf, monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda “Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve Rusya’da çarlığı devrim sonrası yeniden tesis etmeye çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu. Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı. Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı. 

Sebottendorf, 1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri konsolosluğunu yapmış ve Meksika’ya gidip gelmişti. Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında “SS”lerin gizli istihbarat örgütü olan “SD” (Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz istihbarat kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti. 
Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Gizli Servisi için önce P. Leverkuehn (I. Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı Mahsusası ile birlikte görev yapan Alman Subayı) sonra da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger, Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta onun bir İngiliz ajanı olduğundan 
şüphelenmişti. Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9 Mayıs 1945’de Boğaz içinde boğulmuş olarak bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için öldü gösterildi, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı. Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında 
birinci derece rol oynamışlardı. Hitler’i ajan olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri gizli polis yoluyla koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile Thule, Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu bir kuruluştu. 


MANEVİ CİHAZLANMA DERNEĞİ 

Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği adıyla Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. 

Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi. (105). Altındal derneğin amacını şu şekilde açıklıyordu: "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde Katolikleri, Protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkiliydiler. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyordu ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlardı. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde ara buluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!" Aytunç  Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Yazar Aytunç Altındal'ın 9 yıl araştırarak yazdığı "Bilinmeyen Hitler" adlı kitabındaki belgeler, tarihteki karanlık ilişkilere ışık tutuyordu. Altındal'a göre Alman diktatör Adolf Hitler'i dünya siyaset sahnesine taşıyan gizli örgütün kurucusu Türk vatandaşı olmuş bir 'Bektaşi'ydi! 

Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Alman diktatör Adolf Hitler'i dünya siyasetine sokan gizli örgütün başındaki kişinin bir Türk vatandaşıydı. Bu gizli örgütün adı "Thule Gesellschaft"tı (Thule Cemiyeti) ve başındaki kişinin adı Baron Rudolf von Sebottendorff'tu. Bu örgütün ve Baron'un dünya tarihinde önemi ise führerini (başbuğ) arayan Almanya'nın başına özel olarak eğittikleri Adolf Hitler'i getirmeleriydi. Baron ise hem bir Türk vatandaşı hem de bir Bektaşiydi! Hayatı ve gerçek kimliği tamamen sis perdesi içinde olan Sebottendorff'un ölümünün de nasıl, nerede ve ne zaman olduğu bilinmiyor. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 4

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 4



ALMANYADA BİR OSMANLI PAŞASI CİNAYETİ 

1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı (ya da torpidosuyla) İstanbul'dan kaçan Talat Paşa ve bağlıları önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye (Evpatorya), oradan Almanların hazırladığı bir trenle Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce önce Berlin'in 50 km. Uzağında, Postsdam kenti yakınlarında ünlülerin sayfiye yeri olan Neubabelsberg'e yerleştirilmiş  lerdi. 
Olay İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa Almanlardan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal Paşaların iade edilmesini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade etmeyi düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem üst düzey Alman yöneticileriyle dostluklar kurmuştu, hem de Alman kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan 
bir devrimci ve kadim Alman dostu olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre sonra eşi Hayriye Hanım'la birlikte Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti. 

'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî' gibi takma adlar altında bu adreste üç yıl yaşayan Talat Paşa İstanbul'dan kaçarken 'Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir' dediğini unutmuşa benziyordu. Çünkü bu üç yıl içinde evi yalnız Almanya'daki değil, Avrupa'daki eski Jön Türklerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları örgütleme  ye çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu. Bankeri Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına geçmek için pazarlıklar yapmış, Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı. O Salı sabahı Talat Paşa son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği 'Ben yatağımda ölmeyeceğim' cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını aklından geçirmiş olmalıydı. İki saat kadar yerde kalan cesedin üzerinden 'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak gerçek kimliğini yakınlardaki tütüncü dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir teşhis ettiler. Ceset morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak Neukölln'deki Türk mezarlığına defnedildi. 

Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve Müslüman dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro, İngiltere'deki The Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki Peyam-ı Sabah ve Journal d'Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı. AB-
D'deki New York Times ise16 Mart tarihli sayısında tehciri eski büyükelçisi Morgenthau'nun ağzından özetliyor, 18 Marttaki sayısında Talat Paşa'nın Berlin'de çok konforlu bir hayat sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu. 

(Bu iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu. Ancak eşi Hayriye Hanım yıllar sonra 'Berlin'de beş parasız kaldığımız günlerimiz oldu. Parmağımdaki yüzükleri sattık. Nihayet kendisine verilen son hatıraları ve nişanları bile' diyecekti.) 

Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite  öğrencisiydi.       
Yakalandığında cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan dolayı kan kaybeden ve o geceyi ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cinayet masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve 
sorgusunda '...Almanya'ya sadece Talat Paşa'yı öldürmek için geldim... Ailem Ermeni tehcirinde öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem için para verdi... Talat Paşa'nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü be-
nimle iftihar edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim' demişti. Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30'da Charlottenburg Üçüncü Eyalet Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki ve ABD'deki Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin Mark ile Almanya'nın en ünlü üç 
avukatı tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, davanın Ermenistan'da değil Berlin'de görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını hukuk sınırları içinde tutmalarını söyledikten sonra duruşma başladı. Yargıç, Tehliryan'a 'Talat Paşa'yı öldürmek istediniz mi,' diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı 'Soruyu anlamıyorum. 

Öldürdüğümü söyledim ya!' olmuştu. Yargıcın 'Pişman mısınız,' sorusunu ise sanık, 'Hayır' diye yanıtlamıştı, 'bir insan öldürdüm, ama katil değilim.' Sanığın o güne dek yaşadıkları, tanık ve uzman tanıkların ifadeleri dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran 1921 tarihli New York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık Soghomon 
Tehliryan değil İttihat ve Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İttihatçı zihniyet oturuyordu. Nitekim dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil 'Talat Paşa Davası' olarak bilinecekti. Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897'de İran'daki Pakariş'de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan'a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle 20-25 bin civarında Türk'ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü. Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu bir ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere 
alınmış, 1915'te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Sogomon iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu. 
Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış, Harput katliamından kurtulan iki Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot 
zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı. Önce İran'da Salmast'a, sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun süre hasta yatan Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine cesaretlenip Erzincan'a gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 
altını alıp Tiflis'e geri dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin'e varacak olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki yıkılmış evlerini gördüğünde gelmişti. Tehliryan mahkemedeki ifadesinde, polis sorgusun-
dayken söylediklerini hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilmediğini, kendisini cinayetten beş hafta önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık sık rüyasına girerek 'Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık benim oğlum değilsin' dediğini anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart 1921'de Talat Paşa'nın Hardenberger Sokağı'ndaki evinin tam karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı. 15 Mart Salı sabahı, odasında kitap okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda, sonra sokağa çıkarken görmüştü. Annesinin hayali tekrar gözünün önüne gelmiş ve bavulundaki 
silahı kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat Paşa'yı tek kurşunla öldürmüştü. Tutuklandığında cebinde bulunan 12 bin mark, Erzincan'dan getirdiği 4.800 altından arta kalmıştı. İlk gün suikastın görgü tanıkları, Tehliryan'ı tanıyanlar ve uzman tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev sahibi sanığın sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç ol-
duğunu, dans ve dil dersleri aldığını, geceleri karanlıkta mandoliniyle acıklı şarkılar söylediğini, arada düşüp bayıldığını, bazı geceler uyuyamadığını söylediler. Uzman tanıklardan 1890'lı yıllardan beri Doğu Anadolu'da görev yapan Protestan rahibi Johannes Lepsius, 1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun konuşmasında Osmanlı Devleti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000'inin tehcir edildiğini bunların yüzde 80'inin yollarda ve Der Zor'da imha edildiğini anlattı. Ardından, tehcir sırasında İzmir'de ordu kumandanı olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders, Talat Paşa'nın tehcirin sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir emir almadığını söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen 280 Ermeni 
toplum liderinden biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ kurtulduğu o ölüm yolculuğunu anlattı. Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te iken Talat Paşa'nın imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı. 

Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in en ünlü psikolog ve nörologları Tehliryan'ın sara hastası olduğunda mutabık kalmakla birlikte, cinayet sırasında bilincinin yerinde olup olmadığı konusunda çelişik görüşler bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli 
Alman Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili kasten işlendiyse 211. maddeye göre ölüm cezası verilirdi. Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır hapis cezası, öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre altı aya kadar hapis cezasına hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık cinayeti işlediği anda şuursuz veya ağır 
akıl hastası ise 'özgür iradesinin çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek serbest bırakılabilirdi. Ertesi gün 12 kişilik halk jürisi kararını açıkladı: Sanık 51. maddeye göre beraat ettirilmişti. 

Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının dinlenmesi, sanığın polis sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine gidilmemesi, olayın arkasında bir örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusundaki çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle 
birlikte daha sonra yeterli belge olmadığı ve Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için temyizden vazgeçmesi Alman yargısıyla ilgili kuşkular oluşturmuştur. Ancak bu kararın Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı savcılık makamının Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır. 

Yazıda savcı davanın politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta yol açan motifin öne çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün bile sorgulanabileceği, bununsa Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı çiziyordu. Nitekim sanık avukatları müvekkillerini savunurken, Alman İmparatorluğu'nun 
çıkarlarını da kollayan bir yol izlemişlerdi. Ayrıca, Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve uzman tanıkların anlatımları jüri üyelerini derinden etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri sisteminin yargılama usullerine eklenmesi 1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe göstermeden alabilmesi de kararı etkilemiş olmalıydı. 

Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat Paşa'yı masum mu kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya kaçan, gıyabında idama mahkûm olduğu halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin olan, mimarı olduğu 
trajediden zerrece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim, nasıl hesap soracaktı? 

Bunun soruyu mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş olan ve tehcir sırasında sekiz bin fotoğraf çeken yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar' başlıklı yazısında şöyle cevaplamıştı: '...Çelimsiz Ermeni öğrenci ve geniş omuzlu Talat Paşa bu davada arka plânda kalmışlardır. Ön plâna çıkan yarısına yakını imha edilmiş bir halkın 
mezarından ayağa kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun cellâtlarına çürümüş elleriyle uzanmaları ve bu mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya haykırmalarıydı. İşte bu durum, bu davayı Almanya'nın bu güne dek gördüğü en önemli davası haline getirmiştir. Burada anlatılan olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri apaçık bir cinayete rağmen beraat kararı vermiştir... Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, kendisinin yol açtığı felaket öyle korkunçtur ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir.' 

Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18 Temmuz 1921'de eski Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir, İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas Oteli önünde Misak Torlakyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Torlakyan İstanbul'da İngiliz subaylarından oluşan bir mahkemede yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Cevanşir'in Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlakyan'ın cinayeti sara hastalığının etkisi altında işlediği kabul edilerek beraat ettirildi. 6 Aralık 1921'de, Talat Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa, Roma'da faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Daha sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak 1931'de Kuşçubaşı Eşref, Atina'da kendisini ziyaret eden Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi Nafi Bey'e, 1914'te Abbas Hilmi Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle ne Said Halim Paşa'nın ne de İttihatçıların rolü olduğunu söylediğinde, Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah... Bir masumun 
kanına girildi... Yazık oldu... Hata ettik' dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan Karbonari örgütü tarafından yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir Bulgar öldürmüştü. Bu iş için Bulgaristan hükümetine de bir miktar para ödenmişti. 17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf' lakaplı valisi 
Cemal Azmi, Berlin'de, Talat Paşa'nın karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. 

Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman polisi failleri bulmak için 50 bin Mark ödül koydu ama kimse yakalanamadı. Daha sonra suikasti Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan üstlendi. 

'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra Soghomon Melkian adını alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da yapılan 9. Dünya Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen 101 kişinin listesinin çıkarılmasından sonra bu konuda üstüne düşeni yapmanın kendisinde bir obsesyon haline geldiğini açıkladı. 64 yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin San Fransisco şehrinde öldü ve 
Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı'na gömüldü. Bugün bazı Ermeni kaynaklarında, Tehliryan'ın 1920'de İstanbul'a uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan) adlı Ermeni'yi de öldürdüğü belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine bağlıydı ve 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan sürülen Ermeni liderlerinin adını o polise vermişti. 

Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım, 1931'de aile dostları, eski Deutche Bank Müdürü Wasserman'dan bir mektup aldı. Wasserman, Alman kanunlarına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müdde-
tin dolmak üzere olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Saraçoğlu'na gitti. Saraçoğlu 'Konu beni aşar' diyerek kendisini Atatürk'le görüştürdü. Çankaya'da başlayan görüşme akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmanın sonunda Atatürk 'Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince 
onu bizzat ben getirtirim' dedi ama sözünü tutamadı. Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk-Alman ilişkilerini sıcaklaştırmak istemesi sayesinde Almanya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci Garı'ndan alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu'na getirildi, ertesi gün görkemli bir askerî törenle Şişli'deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün çelengi vardı. (101) 

Buraya kadar olan bölümde Almanya’nın Osmanlı devletine ne denli nüfus ettiği belgeleri  gösterildi. Diğer yandan, Almanya nın Osmanlıyla ilgili politikalarının hayata geçirilmesini sağlayan kilit isimler vardı. 

Osmanlı’da ve Türkiye‘de Alman derin devletini kökleştiren isim bir Osmanlı vatandaşı olan Sebottendorf idi. Şimdi sıra Osmanlı Almanı Baronunu tanımaya geldi. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

79. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 9 Eylül 2008. Deniz Feneri Davası.
80. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya'ya ne oluyor? Avrupa kimleri yakacak? 27 Kasım 2010.
81. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecek? 29 Şubat 2008.
82. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
83. Aziz Üstel. Star Gazetesi. Alman ‘Ergenekonu’nun Türkiye tezgahları! 17 Ekim 2009.
84. Habertürk Gazetesi "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor". 4 Aralık 2010.
85. Radikal. “Ajan değil aktivist”. 5 Aralık 2010.
86. Turgay Güler. Ülke TV. SıradışıProgramı. CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi.
87. Hasan Karakaya, Yeni Akit. CHP ve Alman Vakıfları İlişkisi Yazmıştık. 08.09.2011.
88. Furkan Altınok. Yeni Akit, CHP’nin Alman vakıfları ile ilişkisi, 7 Ekim 2011.
89. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman Vatandaşı Olabilir mi? Kasım 2011. http://www.haberturk.com/yazarlar/yigit-bulut/676334-1-numara-alman-vatandasi-olabilir-mi
90. Joseph Pomiankowiski. Osmanlı İmparatoruğu'nun Çüküşü, Çev. Kemal Turan, Kayıhan Yy., İst., 1990, s.90-91.
91. Sinan Avcı. Tarih ve Medeniyet dergisi. Sayı, 60 Mart 1999.
92. Milli Gazete. Gündem. l. Dünya savaşında Almanlar Osmanlı’yı kullandı. 24.01.2010.
93. İbrahim Temo'nun İttilıad ve Terakki Anıları, İst. 1987, s. 12.
94. Temo, age, s.16.
95. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İst. 1981, s.22.
96. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jöntürklük, c.l (1889-1902), İst., 2. Baskı, 1989, s. 126.
97. Hanioğlu (1989), age, s. 127.
98. Suat Parlar. Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet. Spartaküs yayınları, S.168.
99. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi. S.241
100. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, S.1821
101. S.Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.601-602


 ***

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 3



Bu Politika gereği II. Abdülhamit yükselen endüstrisiyle İngiltere'nin karşısına dikilmekte olduğunu gördüğü Almanya'ya kucak açtı ve karadan Hindistan demiryolunun en hassas istikametini çizen Anadolu-Bağdat demiryolunu Almanlara ihale etti. Böylece, bir yandanda Batılı iki büyük ve rakip devleti, kendi topraklarında doğacak bir karşılaşmaya davet ederek 
rekabeti kızıştırmayı başarmıştı. Birinden birini tutmakla öbüründen korunuyor ve böylelikle hem devlet emniyetini sağlayıyor hem de yukarıda bahsedildiği gibi ülkeyi büyük bir demiryoluna kavuşturuyordu. Avrupa'daki sanayi inkılabı sonucunda ulaşımda demiryolu teknolijinin ortaya çıkması, bunun ulaşımda meydana getirdiği kolaylık, Doğu Akdeniz'i Basra Körfezi'ne demiryolu ile bağlama projesini gündeme getirmişti. İngilizler, Hindistan hakimiyeti için 1840'lı yılların başından itibaren yoğun bir çalışma başlattılar ve projeler hazırladılar. 1856'da William Andrew, İskenderun'dan başlayıp Fırat Vadisi'ni geçerek Hindistan'a ulaşacak bir demiryolunun İngiltere'nin Hindistan'daki hakimiyetini iyice artıracağından bahsediyordu. Ne var ki 1869'da Süveyş kanalının açılması ve buranın kontrolünün 1881 'de İngilizlerin eline geçmesi, deniz yolunun daha rahat olması hasebiyle İngilizler bu projeden vazgeçirtti. Bunun sonra projeyle Almanya ilgilenmeye başladı. Almanya, Berlin'den başlayıp, Bağdat -Basra'ya kadar uzanacak 3B (Berlin-Bosfor-Bağdat) demiryolu Projesi ile hem Anadolu ve Mezopotamya'nın ekonomik zenginliklerinden faydalanmak hem de 
Basra limanına kadar uzanacak bu demiryoluyla İngiltere'yi Hindistan'da tehdit etmek istiyordu. Kısacası bu demiryolu Almanlar için büyük bir önem arzediyordu. 

Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Bağdat demiryolunun imtiyazını almak için 1888 ve 1898'de iki kez Sultan'ı ziyarete gelmiş ve neticede Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmişti. 

İngiliz ve Fransızlar, bu hattın, Doğu Akdeniz-Suriye-Irak hattında yer almasını isterlerken, Almanlar Anadolu içlerinden geçmesini istiyorlardı. Sultan, İngiltere ve Fransa'ya verilecek yukardaki hat imtiyazının, güneydeki Osmanlı vilayetlerini devletten koparacağı endişesini 
taşıyordu. Bu nedenle Anadolu içlerinden geçmesini isteyen Almanlar'ı tercih etti. II. Abdülhamid Han Bağdat demiryolunun Osmanlı devletine faydasının ekonomik ve askeri alanda büyük olacağına inanıyor, kalkınmanın özellikle İmparatorluğun Asya topraklarına yönelerek İslam birliğini gerçekleştirmesi politikasına uygun olacağına ve buradaki Müslümanlarla kaynaşmanın daha kolay ve rahat olacağına inanıyordu. Demiryolunun Anadoludan geçerek Bağdat'a ulaşması ile zirai ürünlerinin çürümesi önlenecek, yok pahasına satılmayacak, madenler atıl kalmayacaktı. Askeri yönden faydalarına gelince; bunların başında askerin intikalinin ve ihtiyacının daha çabuk ve seri sağlanması, geçtiği yerlerde kuvvetin sağlamlaştırılması geliyordu. 

Bağdat Demiryolu Projesi Avrupa'da Hasta Adamı tedavi edici ve kuvvetlendirici bir unsur olarak değerlendirildi. Ayrıca Ortadoğu'ya Alınan emperyalizmini tesis edici bir yol olarak da görülen Bağdat Demiryolu, İngiliz ve Fransız koloniyalizmi içinde bir tehdit olacaktı. Bu tehdit, 1904'den sonra İngiltere, Fransa ve Rusya'yı biraraya getirdi. Almanya'nın Drang Nacy Osten (Şark'a doğru) yolu kesilmek isteniliyordu. Bağdat Demiryolu Projesi, Avrupa'da 1. Dünya Harbinin önemli sebeplerinden birisini teşkil etti. Sultan II. Abdülhamid, İngiliz, Fransız ve Ruslar'ı da tatmin edecek, seslerini kısacak bir demiryolu imtiyazı verdi. Böylece 
dengeli bir politika ile düşmanlıklarını engellemeye çalışıyordu. İngilizlere Batı Anadolu'da İzmir-Kasaba arasındaki demiryolu yapımı, Fransızlar'a Suriye ve Lübnan'da imtiyazlar verildi. Ruslara ise "Karadeniz Andlaşması" yla Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinde demiryolu yapımı imtiyazları verildi. 

Yine de Bağdat Demiryolu ile emperyalist devletlerin emelleri altüst olmuştu. Sultan II. Abdülhamit Bağdat Demiryoluyla, Hindistan korkusunu aşılayarak İngilizleri dize getirmiş, Rusları İskenderun istikametinde "ılık denize inme" politikasından vageçirtmiş, Hicaz demiryoluyla da İslam birliği idealini harekete geçirerek fevkalade korkutmuş ve Rusları Filistin'deki "Makamat-ı Mukaddese" koruyuculuğundan dönmeye mecbur bırakmıştır. Abdülhamid Han'a düşmanı dahi onun bu dahiyane politikasını şöyle dile getirecektir: "Artık Büyük Petro'ların, İkinci Katerina'ların emelleri altüst olmuştu. Çar, Avrupa 'da,Osmanlıların tarihi mirasçısı olma sevdasından vazgeçtiği gibi, Filistin'de Mukaddes toprakların koruyucusu olmak fikrinden de yavaş yavaş vaz geçiyordu. Büyük bağdat hattı Rusya'nın bütün siyasi teşebbüslerine mani oldu." 

HICAZ DEMIRYOLU 

Abdülhamid Han'ın en önemli hizmetlerinden birisi de Hicaz demiryolu olmuştur. Bu demiryolu projesi ile Şam ile Medine ve Mekke şehirleri birbirine bağlanıyordu. Yine bu yol ile Hicaz ve Yemen'de Sultan'ın otoritesi kuvvetlenecek, Mısır'da nüfuzunu artıracaktı. Demiryolu ile Hicaz ve Yemen'e Osmanlı askerini emniyet içinde sevetmek mümkün olacak, hac 
farizasının yerine getirilmesi de kolaylaştırılacak, az da olsa geçtiği yerlerin ziraat ve ticareti canlanacaktı. 

Hicaz Demiryolu, Askeri ağırlıklı hat olması sebebiyle bölgede en çok İngiltere'yi tehdit edeceği için, özellikle adı geçen devlet, demiryolunun yapılmasını istemiyordu. 

İngilizler sabote için Arab kabileleri arasında, eski anane ve adetlerin bozulacağı, her sene hazineden aldıkları avaitin (gelir, irat) kesileceği, deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı vb. gibi propagandalar yapıyorlardı. 

Üstelik, Şeyhlere bol para hediye ve silah dağıtarak onları inşaat aleyhine  tahrik ediyorlardı. Osmanlı ise bir yandan bu proje için kaynak oluşturmaya çalışıyordu. Sultan'ın özel sekreteri olan Suriyeli Arap İzzet Paşa'nın Demiryolu yapımı için madalya çıkararak İslam dünyasından yardım toplama talebi kabul edildi. II. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yeraldı. Bütün Müslüman ülkelerinden özellikle Hindistan Müslümanları, İran,Tunus, Cezayir, Rusya Müslümanları, Doğu Türkistan, Sumatra, Java, Malezya'dan büyük yardımlar gelmiş, Afganistan Sultanı Amir Han da en yüksek yardımı yapan kişiler arasında yeralmıştı. Ve nihayetinde bu yardımlar sonrasında Eylül 1900'da hicaz Demiryolu inşaatına başlanıldı. 

Osmanlı devleti, Hicaz demiryolu için yardım kampanyası başlatınca İngilizler Hindistan ve Mısır'daki gazeteleriyle bunu baltalamaya çalışarak Türkler'in Hicaz Demiryolunu yapacak kabiliyet ve iktidarda olmadıklarını, Müslümanları soymak için yeni bir bahane uydurduklarını, Müslümanlar'ın boş yere aldanıp para vermemelerini söyleyerek propaganda 
yürütüyorlardı. Mısır'daki İngiliz konsolosu da halkı demiryolu aleyhine tahrik etmiş, fakat bütün bu İngiliz propaganda ve tahrikleri bir netice vermemişti. 30 Ağustos 1908'de Hicaz demiryolu faaliyete geçti. İstanbul'dan kalkan tren Medine-i Münevvere'ye kadar ulaşabiliyordu. İlk tren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağustos Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet 
adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pekçok gazeteci bulunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz...Çöl kumlan üzerinde cemaatle namaz 
kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat iki sularında Medine-i Münevvereye vardı. 

Abdülhamid Han'ın bu demiryolu politikasıyla ince siyasetinin dehasını ortaya koyduğunu düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir gerçek oldu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İngiliz casusu Lawrance, peşine taktığı bedevilerle Hicaz demiryoluna sabotajlar yaptı. Hicaz'daki isyanlar için bölgeye asker sevki yapılamadı. Ve nihayetinde Medine İngilizlerin komutasına girmiş, Osmanlının elinden çıkmıştı. (94) 

ALMANLARIN KAÇIRDIĞI ARŞİV 

Almanlar 20 yüzyılın başlarında Osmanlıyla ilgili olan herşeyle ilgileniyorlardı. Bu ilgilenme müttefik ülke görünümünde gerçekleşse de Almanlar her meseleye kendi çıkarları doğrultusunda yaklaşıyorlardı. Azınlıklar meselesi de aynı şekildeydi. Türk Genelkurmayının arşivinİ 1918’de ülkelerine kaçıran Almanlar, 2005 yılında Türkler Ermenilere soykırım yaptı demişti. Oysa Osmanlı ordusunun kontrolü ve komutası 1914-1918 yıllarında Alman Genel-kurmayındaydı. Dolayısıyla Ermeni iddiaları ile ilgili tartışmaları Osmanlı genelkurmayı nın 1913-1918 tarihleri arasında Almanya'nın kontrolünde olduğunu ve Hans Von Seeck 5 Kasım 1918 tarihinde giderken bütün arşivi yanında götürdüğünü bilmeden doğru bir şekil de yürütmek imkansızdır. Nihayetinde Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya, suç Almanların üzerine kalmasın diye 2005 yılında "Türkler Ermeni soykırım yaptı" bile demiştir. 

Peki neden bugüne kadar hiçbir tarihçi veya yetkili "bizim komutamız Almanlardaydı, bütün arşivi de onlar çaldılar" demedi? Şimdi O dönemi kısaca hatırlayarak, arşivin neden kaçırıldığına bir göz atalım. Ordusunda reform yapmak isteyen Osmanlı yüzyılın başında Almanlarla bir takım anlaşmalar imzalamış, bu anlaşmalar sonucunda Osmanlı ordusunun bütün kritik noktalarını Alman subaylar komuta etmeye başlamıştı.

Yapılan düzenlemeler ile Enver Paşa yetkisizleştirilmiş ve Alman von Schellendorf fiilen Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilmiş ti. Hatta bu tarihten sonra bazı belgelerde Alman kumandan Von Schellendorf'tan ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi' şeklinde bahsedilmeye başlandı. Aynı iradeyle Genelkurmay teşkilatı yeniden değiştirildi ve Kritik Merkez Şube Müdürlüğü doğrudan Von Schellendorf'a bağlandı. Bundan da anlaşılacağı üzere,1914 yılından itibaren Osmanlı ordusundaki bütün yazışma, plan ve evraklar Almanların kontrolüne geçti. 

Osmanlı Genelkurmay başkanı von Schellendorf , 20 Ağustos 1914 tarihinden itibaren "olası savaş durumunda açılacak cephelerle ilgili planları" hazırladı. Almanların Osmanlı ordusu üzerindeki mutlak ağırlığı ordu içerisinde bazı subayları rahatsız etmişti. Fakat devlet politikasına karşı yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Böylelikle, Osmanlı’da Alman komutası na muhalif subaylar istifa etti veya pasif görevlere getirildi. I. Dünya savaşı başladığında ise "artık denetim mutlak olarak von Schellendorf', dolayısıyla Alman Genelkurmayı'na geçmişti. Alman denetimindeki Osmanlı Genelkurmayı bütün önemli kararları, sefer planlarını ve her tür yığınağı Alman Genelkurmayı'nın emir ve denetimi altında yapmaktaydı. 

İlgili plan, yazışma ve arşiv kayıtlarına Osmanlının en üst düzey komutanlar dahil, hiçbir Türk subayı ulaşamıyordu. Bu uygulama savaşın son dönemine kadar titizlikle devam ettirildi.Alman Genelkurmayı’nın kontrolüne giren Osmanlı ordusuna en dikkat çekici tavır ve uyarı 20 Eylül 1917 tarihli raporu ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'dan geldi. Mustafa Ke-
mal, Enver Paşa ve Talat Paşa'ya gönderdiği raporda Suriye-Filistin cephesindeki durumu vurgulayarak acilen, "içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlar'la beraber bulunarak kurtulmak zaruri ise de, Almanlar'ın bu zaruretten imdadı ve harpten istifade ederek bizi müs-
temleke şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini (kaynaklarını) kendi ellerine almak siyasetine muarızım (karşıyım) ve rical-i devletin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm..." diyecekti. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı birlikte savaştığı daha doğrusu savaştırarak öldürttüğü Osmanlı askerlerinin başına von Schellendorf'un yerine 17 Aralık 1917 tarihinde İstanbul'a gelen Tuğgeneral Hans von Seeckt (22 Nisan 1866 - 27 Aralık 1936) atadı. Hans von Seeck ise Osmanlı Genelkurmayı’ndaki belgelere göre "5 Kasım 1918 günü sabah saatlerinde" , 1914 yılından itibaren yapılan bütün yazışma ve evraklar ile Alman Genelkurmayı ile yapılan yazışmaların tamamını, üstelik 1 Kasım 1918 tarihinde Genelkurmay ile ilgili tüm sorumluluklarını devretmesine ve 
"31 Ekim 1918 gün ve 6083 sayılı tamim gereğince bu evrakların Merkez Şubesi'nde veya Riyaset Yaverliği makamında bulundurulması" gerektiği halde Almanya’ya götürmüştür. 

Neden Götürmüştür? 

Bu sorunun yanıtını, bugün artık yalan olduğu ortaya çıkan Ermeni soykırım iddiaları ile Türkiye'yi parçalamak isteyenlerin, Türkleri nasıl birbirlerine düşürdükleri ve topraklarını elinden nasıl aldıkları konusunda ortada "belge ve akıl" bırakmak istememesinde aramak lazım. 

Tarihte, zamanın kendisi çok önemlidir. Bazı Ermeni veya taraflı tarihçiler, İngiliz ve Fransız kuvvetleri 19 Şubat 1915 tarihinde ikinci büyük bir taarruzla Çanakkale'yi topa tutarken, Osmanlı topraklarında, tehcir veya kıyım adı ne olursa olsun 2 Şubat 1915 yılında soykırımı başlatırlar ve son aylara kadar devam ettirirler. Çanakkale savaşı da 19 - 20 Aralık 1915 tarihleri arasında, Arıburnu ve Suvla'nın boşaltılması sonrası 8-9 Ocak 1916 tarihinde tamamen sona erer ve diğer tarafta ise aynı ordu Ermeni vatandaşlarına kıyım uygular! Bugün, ABD gibi çok donanımlı bir ordunun Irak'ta başına gelenleri gördükten sonra buna inanmak çok zor. Fakat bunu kanıtlayacak olan, Osmanlı ordusunun hafızası olan arşivler Almanlar ta-
rafından kaçırılınca bu gerçekleri kanıtlamak mümkün olamadı. Böylelikle, 1914-1918 tarihleri arasında Alman Genelkurmayın emri ve komutasında olan Osmanlı ordusunun başına gelenleri, ayrıntıya girmeksizin şu şekilde sıralayabiliriz; 

- 19 Aralık 1914 Sarıkamış harekatı, 
- 1914 -1915 tarihleri arasında Çanakkale savaşı, 
- 1916 Irak ve 
- 9 Aralık 1917 Kudüs işgali 

Bu ön bilgilerden sonra Almanya'nın 2005 yılında nasıl ve hangi hakla soykırımı tanıdığını düşünmek daha farklı sonuçlara götürecektir. 

Ayrıca, "...Enver Paşa hariç bir kısım İttihat Terakki ileri gelenleriyle birlikte, 8/9 Kasım 1918 gecesi U-67 numaralı Alman denizaltısı ile İstanbul'dan kaçtı. İşin ilginç tarafı, bu grubun Türkiye'den kaçmadan önce İttihat Terakki arşivinin önemli bir kısmını yok" (95) etmesini ise not olarak bir yerlere yazalım ve günümüzün ittihatçılarını tespit edelim... Tabii ki savaş, 
"yönetme siyasetinin iflasıdır." Hiç kuşku yok ki yaşanan acıların başlangıcın da, ABD tarafından Anadolu'da Protestanlaştırılan Ermenileri hatırlamakta fayda var. Aslında bu tür şeyler bu gün de devam ediyor. Mesela Türkiye, son zamanlarda gelişen Yahudi-Kürt müttefikliğine şahit oldu ve buna yönelik bir politika geliştiremedi. Filistin ve İsrail topraklarında, 400 bin Yahudi Kürt olduğunu çok kişi bilmez. Eski Genelkurmay Başkanlarından 
Moşe Yalom da, Türk vatandaşlığından atılmış ve Mardin'li bir Kürt'tür. Bunu köşe yazısında Hürriyet gazetesi’nde 10 Ekim 2007’de ilk defa kaleme alan gazeteci Yalçın Ba-yer’dir. Fakat, Türkiye'de 25-30 bin civarında Yahudi vatandaş varken, Kürdistan'ı 19. yüzyılın ortalarına doğru gezen Haham David 1827 yılında aktardığı verilere göre, "toplam 15 sinagog ve 1.875 ailenin varlığından" söz eder. O zaman, 400 bin Yahudi Kürt nüfus nasıl 
bulundu ki? Elbette Kürtsüz bir Kürdistan kurmak için bulundu! Önemli olan, ABD'lilerin Türklere, " Bu sefer de Kürtlere soykırım yaptı " dememeleri için, ilk önce 1914-1918 yıllarında dökülen insan kanı ile kaybedilen Osmanlı topraklarının hesabını Alman Genelkurmay arşivlerinde mutlaka aramamız gerekiyor... (96) 

1916 YILINDAN İTİBAREN ALMANYA’DAN GÖNDERİLEN UZMANLAR 

Birinci dünya savaşı sürerken, 1916 yılından itibaren, Almanlar, birçok bakanlığın çalışmasını yeniden düzenlemek ve yapılandırmak için bir çok uzmanı danışmanı (müsteşar) olarak Türkiye’ye yollarlar. Ordudaki Tümgeneral rütbesine eşit bir konumla görevlerine başlayan bu uzmanların çoğu savaş sonuna kadar Türkiye’de görevlerinde kalırlar. Prof. Dr. Franz Schmidt Eğitim ve öğretim bakanlığında başdanışman, Türk Kültür politikalarının belirleyicisi, Fransızca yerine Alman kültürü ve dilinin Türk okullarına girmesinden sorumlu kişidir. Dr. Gräve Türk Maliye Bakanlığında, demir para basımı bölümünde, Dr. Albert Hahl tarım bakanlığındadır. Bu kişinin daha önce Alman Koloni dairesinde Samoa adaları genel valisi olduğunu da belirtelim. Dr. Vassel Türk Maliye bakanlığında, genel müfettiş, sonra maliye Reformu komisyonu Başkanı, daha önce ise Yüzbaşı rütbesi ile 6. Ordu’da İran’a yapılacak operasyonlarda Mareşal Golz’un kurmayında, 7/1916’ya kadar İran’da çeşitli yerlerde Konsolostur. Dr. Karl Rudolf Heinze Türk Adalet bakanlığında danışmandır. Karl Orth Türk Posta ve Telgraf Bakanlığı’nda görevlidir. Albert Hopman, Tümamiral, Türk Donanma Ba-
kanlığında iyileştirme/geliştirme tasarımcısıdır. Emil Kautz Ziraat Bankası Başkanlığına getirilmiştir. Hugo Mayer Savaş Bakanlığına bağlı Gıda işleri dairesinde Başdanışman olur. Friedrich von Fürstenberg Süvari Yüzbaşı, 1916-1917’de Osmanlı Tarım bakanlığı Traktör biriminde, Gıda işleri başkanıdır. Yüzbaşı Prof.Dr. Weickmann(Weichmann) 1916 Türkiye'deki 
meteroloji, hava gözlem istasyonları sorumlusu, Leipzig üniversitesinden gelir ve İstanbul’daki merkezi yönetir. Veit Ticaret Bakanlığında Orman işlerinden sorumludur. Dr. Karl Rudolf Heinze 1916-1918 yılları arasında İstanbul’da Türk Adalet bakanlığında Başdanışmanı olarak çalışmış ve Talat Paşa dahil o dönemin bütün siyasileri ile çok iyi ilişkileri olmuştur. (97) 

Alman Korgeneral Bronsart Schellendorf, Türk K.K.Komutanlığının baş komutanıdır. Sadrazam (Başbakan) Talat paşa ise yakın dostudur. Birinci Dünya harbinde Osmanlı ordusuyla, İngiliz ve Fransız ordularına, doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde ise Rus ordularına karşı savaşıyordu. Tabii olarak savaşın cereyan ettiği bölgelerde Ermeni nüfusu da yaşıyordu. İlerleyen Rus ordusuna çeşitli bölgelerde Ermeni’ler destek veriyor, daha da ileri giderek bağlı oldukları Osmanlı ordusunu arkadan hançerliyorlardı. O arada Van –Bitlis-Maraş ve Adana’da Ermeni isyanları başladı. Ermeniler Türk Kürt köylerini basıyor korkunç katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Ayaklanmalarda maddi destek ise Ruslardan geliyordu. Eli silah tutan 15-16 yaşındaki gençler askere alındığı için köy, kasaba ve şehirlerde bulunan bir 
yığın sivil, güçsüz Türk insanı , fırsat kollayan Ermenilerce katlediliyordu. (98) 

Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (“Death and Exile”) adlı kitabında sözünü ettiği “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919” belgeleri şunları ortaya çıkarmıştı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü 
Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydirildi ve ellerine Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusya 1914-1915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bu günleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi” olarak adlandırdı. 20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanlarında 50 bin Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gittiler. Bugün Fransa’da yaşayan 600 bin Ermeni asıllı Fransız seçmenin öyküsü böyledir. 

Hızını alamayan Ermeniler, kovulmalarının ardından ülkenin seçkin ve yetkin kişilerini katlederek hedeflerine ulaşma gayreti içine girdi. 15 Mart 1921 de Almanya’da bulunan Talat paşa NEMESİS örgütüne (ASALA’ dan dan önce Ermeni TAŞNAK partisine bağlı bir alt örgüt olarak 1920’lerde , adını her nedense Yunan mitolojisindeki “Adalet ve İntikam Tanrıçası”ndan alan ilk gizli Ermeni terör örgütü) bağlı yaşlı bir militan olan Tehliryan ta-
rafından şehit edildi. Daha sonra aynı örgütçe 05 Aralık 1921de Roma’da hariciye nazırı Sait Halim paşa şehit edildi… Gelişen bütün olayları bilen Alman Korgeneral B.Schellendorf, 1916 da bildiği bütün gerçekleri, baskılar nedeniyle ancak Temmuz 1921 de açıklayabilmiştir. 

Bütün bu olaylara paralel olarak Ermeni ayaklanmaları devam etti. Talat paşa kendi ordusunu arkadan vuran Ermeni’lerin Kuzey Mezopotamya denilen Dicle ve Fırat’ın birleştiği yer olan Suriye- Irak bölgesine nakledilme si (Tehcir) kararını verdi. Talat paşanın emirleri öldürme ve kötü davranma yı içermiyordu. Talat paşa verdiği kararla Ermeni’ler tarafından 
düşman ilan edilerek 1921 yılında yukarıda bahsedildiği şekilde şehit edilmişti. Göç sırasında Ermeni’lerin Mezopotamya’ya gidebilmek için Türk’lerin yaşadığı bölgelerden geçmeleri gerekiyordu. Müslümanlara karşı zulüm yapan Ermeni’ler bu bölgelerden geçerken öç almak üzere burada bulunan Kürt’lerin baskılarıyla kan davası bedeli öldürülmüştür. 
Geri kalanlar ise hastalık, açlık ve soygun gibi doğal nedenlerle ölmüştür. (99) 

Talat Paşa 15. Mart 1921 Berlin’de öldürüldüğü sırada, İngilizlere Talat Paşayı bağlayan üç neden var. Birincisi; Mart başında Sevr anlaşmasının iyileştirilmesi içindir. Çünkü, Ermeniler dahil bütün dünya ve Talat Paşa bu olayları takip ediyordu. İkincisi; Talat Paşanın öldürülmesinden bir kaç gün önce bir İngiliz casusu olan Herbert Aubrey ile Londra’daki bu görüşmeler de dahil kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Üçüncüsü; Ingilizler Almanlardan Versay anlaşması gereği savaş suçlularının cezalandırılması veya geri gönderilmelerini istiyordu. Talat Paşa da kağıt üzerinde ceza almış ve savaş suçlusu sayılıyor, bu yüzden başka bir kimlikle kaçak olarak Almanya'da kalmasına göz yumulmasına rağmen, resmen aranıyordu. Versay anlaşması savaş tazminatı verilmesi, askersizleştirme ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere kendilerine( İngilizlere ve Fransızlara) verilmesini öngörür. 
Talat paşa cinayetinden sonra 5 Mayıs 1921 tarihinde Ingilizler Londra ultümatomunu verdiler. Ya bu dediklerimizi 6 gün içinde yaparsınız, ya da Ruhr bölgesini işgal ediyoruz dediler. 

Bunun üzerine hükümet değişikliği oldu. 10. Mayıs'ta Wirth başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. 11. Mayısta İngilizlerin istedikleri kabul edildi. ( Erfüllungspolitik). Bunu askerler ve aşırı sağ partiler kabul etmedi ve Almanya`da siyasi cinayetler devri başladı bir çok siyasi lider öldürüldü. Talat Paşa cinayeti sanığı 3 Haziran 1921’de yapılan ikinci celsede serbest 
bırakıldı. (100) 

ERMENİ KIRIMINDA ALMAN ROLÜ 

Yukarıdaki bölümde Osmanlı ordusunun en azından belli bir dönem boyunca Almanyanın tekelinde olduğu anlatıldı. Dolayısıyla Ermenilerin tehciri meselesinde bu durumun bir yansıması olmalıydı. Vardı da zaten. 

Ermeni Araştırmaları Enstitüsü`nün belgesinde Almanların Ermeni kırımında rolü şöyle anlatılıyordu: 

`...1915 yılı başlangıcından itibaren Alman Büyük Karargâhında yapılan değerlendirmeler, üst komuta kademesi tüm savaş boyunca Almanlara teslim edilen Osmanlı ordusu ve en önemlisi bir Alman tarafından yönetilen Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı gibi etkenler sonucunda Osmanlı Ordusu kendi ülkesini korumaktan çok, Alman ütopyasına hizmet eder hale gelmişti... Bu süreç `Ermenilerin geçici bir süre zorunlu göç ettirilmesiyle` sonuçlanan 1915 Geçici Yasası`nın çıkarılmasına kadar net olarak devam etti... Bu dönemde Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve ikinci başkanı dahil olmak üzere komuta kademesinin büyük bir bölümü Alman generallerden oluşuyordu... Dönemin en güçlü ismi şüphesiz Enver Paşa`ydı...` 

Diğer yandan Almanlar, yeri geldiğinde Ermenilerin tarafını tutmuştur. Örneğin Berlin`de 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa`yı şehit eden Ermeni teröristi, Alman Mahkemesinde yargılandıktan sonra ilginç bir şekilde, haklı görülüp beraat etti. Bu karar gerçekten Almanya’nın Osmanlı ordusunu Ermeni tehciri yapmaya zorlamasıyla tamamen zıt bir karardı. 

Almanlar önce Osmanlı ordusunu tehcire yönlendirmiş daha sonra da tehcirden madur olanların bir Osmanlı paşasını vurmasını suçtan bile saymamıştı. 

Almanya’da bu sırada bir devrim gerçekleştiğini de unutmamak gerekir. Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29 Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını işgal etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer II. Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek hâkimleri olan ve Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden ayrılmışlardı. Tarihe 'Kasım Devrimi' olarak geçen hareketin önderi Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki konumuna şiddetle karşı çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu. 
(Grubun adı Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden geliyordu, Spartaküs ise tarihin ilk devrimcisi idi.) 1919'dan 1933'e kadar sürecek bu yeni döneme 'Weimer Cumhuriyeti' denildi. Ancak sosyalistlerin iktidarı ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri üzerine işler ters gitmeye başladı. 4 Ocak 1919'da Berlin'de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü 
19 Ocak 1919'da aşırı sağcı Berlin Muhafız Tümeni tarafından bastırıldı, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg 1919'un 15 Ocak'ı 16 Ocak'a bağlayan gecesi işkence ile öldürüldüler. 13 Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı sağcı bir gazetecinin önderliğindeki 'Kapp Darbesi' yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920 Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti. 
İşte böyle karanlık bir ortamda, Berlin'de gündeme bomba gibi düşen bir olay yaşandı. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***