10 Ağustos 2018 Cuma

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a 
el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar 
es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin 
başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslü-manlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte   “taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 
Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 
İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra 
Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin 
Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu 
sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 
5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 

40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde 
Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi 
Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? Bunu belki asla 
öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın  petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini  bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası  alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine  karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da  Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara  uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini 
kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız. ”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir 
değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması 
şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan 
Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde 
yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların 
Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları 
karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en 
büyük tehdidi olmuştur.”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti 
sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de 
ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda 
herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 
1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

AVRASYA DOSYASI.,
HASAN KÖNİ / ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI  


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, International Information Programs, 
   Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, 
   Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açIsından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linın yaşadığını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların Şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nasıl çökerttiĞini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar 
    Mısır’dan alınan Sovyet silahlar›n›n kalitesizliğine karşılık  Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter 
    taarruzlarına karşı  "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The  Reagan Administration’s 
    Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994  by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49.
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, " İslam Versus Democracy " Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 


http://www.21yyte.org/tr/asam-arsivi/705-avrasya-dosyasi-arsivi.html


***

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1 


Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 

* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararas› ‹liflkiler Bölümü Ö¤retim Üyesi. 

Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra 
başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap 
çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler 
Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin 
askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere 
D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları 
ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu 
bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan 
ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra 
Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, 
aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken 
Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da 
Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein 
olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini 
Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile 
ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt 
destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler 
tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör 
eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu 
takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar 
ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 
Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve 
Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına 
çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın 
Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl 
durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt 
Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington 
arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin 
Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma 
beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında 
Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir 
sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklardı. 
Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden 
sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu 
anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak 
İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan 
Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin 
yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde 
Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 
Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin 
ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği 
Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin 
baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri 
döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali 
yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu 
cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i 
desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan 
sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan 
ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 
savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman 
Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a 
karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, 
Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini 
oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 
Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki 
aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmak tadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun 
stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da 
çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, 
taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde 
yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı 
rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için 
kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum 
oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi 
keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu 
Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye 
ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farked-
erek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew 
Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin 
yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer 
tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme 
karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve 
Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir 
İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe 
önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik 
çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç 
olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi 
Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını 
kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. 

Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da 
olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a 
göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir 
kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire 
Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım 
ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 
Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren 
Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 
1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 
Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 
Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Türkiye'nin temel sorunu nedir? Kararı siz verin



Türkiye'nin temel sorunu nedir?  Kararı siz verin 


Sadi Somuncuoğlu
Çarşamba, 26 Kasım 2008 02:54 

Önce Cumhurbaşkanı Gül?e ait üç haberi okuyalım. 

Birincisi, Almanya?da açılan kitap fuarındaki konuşması. Türkiye?nin doğu ve güneydoğusunu  Ermenistan ve Kürdistan olarak gösteren haritanın önünde şöyle konuşuyor: 

Anayasamıza göre her Türk vatandaşı eşit hakka sahiptir. Etnik kökeninden bağımsız her makamda görev yapabilir. Geçmişte bu konuda sorunlar vardı. Çok sayıda Kürt geçmişte kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğradılar. Kürtçe konuşma ve yazmalarına izin verilmedi. Bugün durum değişti.   
İkincisi, Taraf gazetesinin haberi: 

Hakkarili temsilciler, Cumhurbaşkanı Gül?e Kürt sorununun çözümü için diyalog yolunu açmasını ve özellikle DTP lilerle görüşülmesini isteyerek, bu sorun Kürt sorunudur ve adının konulması gerek görüşlerini ilettiler. Bu sözlere karşılık Gül?ün, Düne kadar adı yoktu. Bugün biz de biliyoruz. Çözülmesi gerekir. Bu da ülkenin demokratikleşmesiyle olur. Demokrasi gelişecektir. Burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum. Hatta sizin de bana söylemek isteyip söylemediğiniz şeyleri biliyorum ve size katılıyorum. Bu sorunun çözümü süreç işidir? dediği öğrenildi. 

Üçüncüsü, 1993 yılında Refah Partisi Milletvekili iken bir sempozyumda söylediği, cumhurbaşkanlığına aday olduğu sırada  şiddetle inkâr ettiği, ama daha sonra pek çok belgeyle gerçek olduğu ispatlanan sözleri. 

Gül diyor ki; 

Şimdi ne gariptir ki, ..seyahat ederseniz, Doğu ve Orta Anadolu?ya doğru geldikçe  Önce Vatan yazdığını, batıya Ankaraya-İstanbul?a gittiğinizde ise hiç rastlamazsınız bunlara.  
Sonra Başbakan Erdoğan a ait iki habere bakalım. Birincisi, Hakkari konuşması. Erdoğan diyor ki; Biz ne dedik tek millet dedik. Ne dedik tek bayrak dedik. 

Ne dedik tek vatan dedik Buna kim karşı çıkabilir yahu Bundan daha normal şey ne olabilir Yani dünyanın neresine gidersen git, her ülkede bu böyledir. Başka türlü olamaz. Benim Kürt kökenli vatandaşım Kürtlüğüyle, Laz Lazlığıyla, Türk Türklüğüyle övünebilir. 

İkincisi, 1991 seçimlerinden önce, RP İl Başkanı iken hazırladığı  Kürt  raporu. Rapor diyor ki;  PKK ile devlet çatışmasında devlet safında görünmemeliyiz. Bunun için devletin PKK yı bölücü, terörist ve ayrılıkçı olarak nitelendiren söyleminden uzak durmalıyız. Yerel parlamentolar oluşturulmalı, merkezi devlet küçülmelidir.

 * * * 

Yukarıdaki 5 alıntıda olumlu tek husus, Erdoğan ın zaman zaman tekrarladığı tek lere ait ifadeleridir. Bunun da önemli bir noksanı var, o da, tek dediği milletin adının söylenmemesi. Zaten Erdoğan, Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle... övünebilir. demekle Türk ü, bir millet olarak değil, diğerleri gibi etnik bir topluluk olarak kabul ettiğini açıklıyor. Böylece sosyolojik, siyasi ve hukuki bir varlık olan tek millet yerine, 36 parçadan oluşan Türkiye milleti veya Özalın ifadesiyle Anadolu milleti denilen, sadece hukuki bir topluluktan bahsetmiş oluyor. Tarih boyunca egemen olan büyük Türk milletinden değil.  Gül ün tehlikeli ifşa ve iftiralarına gelince. Açıktır ki, bu vatanda bin yıldır dil yasağı yoktur. 12 Eylül döneminde, 1983-1991 arasındaki 7 yıl hariç. Ayrımcılık ithamı ise, Türk milletine yapılmış koca bir hakarettir.  Bu ülkede herkes, daima eşit olmuştur, asli unsurdur. Eğer eşitlikten kasıt bireylerin değil de, ayrı bir millet iddiası ve eşitliği ise, devletler hukukunda buna isyan, başkaldırma denir. PKK nın da yaptığı budur. Şimdi soralım; PKK yanlısı olduğu anlaşılan heyete Gül?ün, burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum?, düşündüklerinizi de biliyor ve katılıyorum demesinin, Kürt sorunu nun demokratikleşme sürecinde çözüleceğini ifade etmesinin manası ne olabilir PKK ve yandaşları, 1 / 2 Türkiye'nin temel sorunu nedir Kararı siz verin Çarşamba, 26 Kasım 2008 02:54 demokratikleşme, kültürel haklar ve federasyon yoluyla bu ülkeyi bölmek istiyor. Bunu herkes biliyor. Peki Gül ne istiyor Korktuğu bir yerler mi var Allah?tan mı, yoksa Türk milletinden mi korkuyor da, düşündüklerini söyleyemiyor?

 Açık konuşmalıdır. 

Doğu ya doğru gittikçe dağlara önce vatan yazılmasından ta 1993?te niçin rahatsız olmuştur Bu rahatsızlığı, bugünlerde söyledikleriyle birlikte ele alınınca, daha anlamlı hale gelmiyor mu Sonuç: Bu kısa bilgilerden sonra, Türkiye?nin temel sorunu, siyasi iktidar, AKP, oy verenleri ve dış mihraklar mı, yoksa Gül, Erdoğan ve  akıl hocaları mı diyeceğiz 

Buyurun cevabını siz verin. 


Sadi Somuncuoğlu

http://sadisomuncuoglu.net/index.php?option=com_content&view=article&id=12:tuerkiyenin-temel-sorunu-nedir-karar-siz-verin&catid=1:yenica-gazetesi&Itemid=3



KİNYAS KARTAL - ERİVAN'DAN VAN'A HATIRALARIM



KİNYAS KARTAL - ERİVAN'DAN VAN'A HATIRALARIM



“Allah bu milletin evlatlarını
birbirine düşürüp, yabancı güçlere fırsat
vermesin, zafer tattırmasın.
Şunun bunun sözlerine kanan gençlerimizin
doğru yolu bulmasını nasip eylesin."
Kinyas Kartal 

SUNUM

Bu ülkede asırlardır aynı tarihin, kültürün ve inancın beşiğinde mayalanarak, bağımsız ve hür olarak yaşayıp bugünlere geldik. Bundan dolayı, aşireti-kökeni-ırkı-mezhebi ne olursa olsun, herkes Türk Milleti’nin eşit ve şerefli evladı olmuştur. Aynı milletin ve milliyetin mensuplarıyız, kimliğimiz de birdir.

Ülkemizi parçalamak ve ele geçirmek isteyen Haçlılar kimliğimizi hedef seçmiştir. Bu, kimlik parçalanırsa; millet de, vatan da, egemenlik de parçalanacak demektir. Bu gerçek bölgemizde yaşanan kanlı olaylarda,  'Büyük Ortadoğu Projesi' ve haritalarında açıkça görülmektedir. 

Bu yolda, öz kardeşini katletmeyi kurtuluş zannederek, emperyalistlerle işbirliği  yapanlara, gaflet ve dalalet içinde yüzenlere rahmetli Kinyas Kartal yüreğinden gelen bir çığlıkla sesleniyor.  Dini bütün, vatansever, Türk Milleti’nin şerefli evladı Kinyas Kartal,  1987 yılında hatıralarını ve vasiyetini yazmayı bir görev bilmiş. Biz de, bu asırlık çınarın gizlenen vasiyetini aynen yayımlamayı görev sayıyoruz. Bu hatıratı ve vasiyeti, özellikle kimlik tartışmalarını inatla gündemde tutarak, millet bütünlüğüne karşı inanç, ırk ve etnik  bilinçlenme ve ayrışmayı keskinleştirip, ülkenin bir kaosa sürüklenmesine ortam hazırlayanlara ithaf ediyoruz.

Sadi Somuncuoğlu, Yeniçağ Gazetesi, 06.11.2008   


KİNYAS KARTAL'IN YAZISI

ÖNSÖZ

Bu kısa risaleyi neden yazdım. Yayın hayatı ile ilgili olmayan Kinyas KARTAL’ın bu tür bir şey yazmış olması beni tanıyan herkesin muhakkak dikkatini çekmiştir. Böyle bir açıklama yapmak benim sadece hakkım değil, aynı zamanda vazifemdi. Emsallerime de aynı uygulamayı tavsiye ederim.

Ben ki, Elhamdülillah 90’ıma merdiven dayadım. Rusya’da Çar’ı, geçiş dönemi yönetimini ve Lenin’i iktidarda gördüm. İran’da Şahlık döneminde bulundum. Türkiye’mizde Büyük Atatürk, İnönü, Bayar, Gürsel, Sunay, Korutürk ve nihayet Evren’in Cumhurbaşkanlığı dönemlerini yaşadım ve yaşıyorum. Bu zaman zarfında içeride ve dışarıda birçok olaya şahit oldum. Herhalde gençlerimize söyleyecek bir çift sözüm olacaktır. Milletler evlâtlarını yetiştirirken onlara gelecek için yatırım yapmış olurlar. Benim de acı ve tatlı olaylarla dolu ömrüm ve 15 yıl TBMM’de parlamenterlikten sonra Meclis Başkanlığı görevi ile şereflendirilmem millî iradenin bana yaptığı yatırımdır. Bizim milletimiz asker doğar asker ölür. Asker olarak ölmek demek, son nefeste dahi görev başında olmak demektir. Asker olmak için muhakkak üniformalı olmak da gerekmez. Benim de ömrüm bu büyük milletin uğrunda çeşitli cephelerde savaşarak geçti. Demokrasi mücadelemiz bu safhalardan bir bölümü idi. Şu anda yazmakta olduğum satırlarla da milletimin birlik, beraberlik ve huzur içinde yaşamasına yardımcı olmak istiyorum. Görüldüğü gibi mücadele bitmiyor. Hayat devam ettikçe ve bu mukaddes milletin düşmanları faaliyetlerini sürdürdükçe, bizim de cepheden cepheye koşmamız zaruridir.

Allah bu milletin evlatlarını birbirine düşüren yabancı güçlere fırsat vermesin, zaferi tattırmasın. Şunun bunun sözüne kanan gençlerimizin doğru yolu bulmalarını nasip etsin.


Dinim ve Milliyetimle Her Zaman İftihar Ettim

Beşinci göbekten dedem Şemdin, Diyarbakır'ın Karacadağ bölgesinde yaşamakta iken bir olay üzerine Iğdır-Aralık'ın Dil bölgesine yerleşmişler. Ondan sonra gelen kuşaklar sırasıyla Şemdin'in oğlu Mehmet, onun oğlu Nadir, onun oğlu Fethi, onun oğlu Bedir ve onun oğlu da ben Van'a gelinceye kadar hudut değişiklikleri ve olaylara göre Rusya, daha sonra Sovyetler Birliği, Iran, Osmanlı İmparator­luğu daha sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşadık.

Biz Dil bölgesine geldiğimiz zaman bu bölge Iran sınırları içerisinde idi. Bu bölge bilahare Rusların eline geçti. Dil bölgesi Rusların eline geçince halen de Sovyetler Birliği sınırları içerisinde bulunan Erivan’a Tarımkent'de dünyaya geldim. Tahsilime Tarımkent'de başladım. O dönemde Rusların ilk ve ortaokulları bir arada idi. Gimnaziye deniyordu. Burayı bitirince babam beni Askerî Lise'ye vermek istedi, imtihanlara Tiflis’te girdim ve kazandım. Ukrayna'nın Kiev şehrinde Askerî Lise'de okumaya başladım. 1918 yılında Askerî Lise'den mezun oldum.


Türkiye’ye Gelişim

Biz Diyarbakır bölgesinden göçtükten sonra 250–300 yıl geçmiş. Benimle o nesil arasında 5 kuşak geçmiş. Türkiye'ye 1922 yılında gel­diğimiz zaman ben 22 yaşındaydım. Bugün 86 yaşındayım, birisi öldü 9 çocuğum ve 21 torunum var. Bildiğim yabancı diller arasında Rusça, Fransızca, biraz Almanca biraz Arapça vardır ve ayrıca Türkçenin aşiretlerde konuşulan şekli olan Kürtçeyi de bilmekteyim.

Askerlik mesleğini seçişime Rahmetli babam sebep olmuştur. Rahmetti gözü açıktı ve beni çok severdi. "Seni subay yapacağım. Ama süvari olacaksın. Atının nalları gümüş olacak, çivilerini altından vurduracağım" derdi. Çok zengindi.

Rus ihtilâli benim Askerî Lise'yi bitirdiğim yıl başladı. O yıllarda Azerbaycan'da bağımsız bir Türk Devleti vardı. Ben Bakü'de Harp Okulu'nu bitirip bir yıl da teğmenlik yaptıktan sonra Ruslar Azerbaycan'ı istilâ ettiler. Bana da "Kızıl Generaller Kursu"na katılmam teklif edildi. Komünist ideolojiyi benimsemediğim için katılmadım. Esasen Ruslarla ve Komünistlerle elbirliğinde hiç bulunmadım. Onları hiç tutmadım ve hiç sevmedim.

Komünizm kavgası başlayıp kan gövdeyi götürdüğü dönemde kimin kimden yana olduğu belli değildi. Sürekli cinayetler işleniyor, toplu katliamlar yapılıyordu. Yaranmak için ihbarda bulunanları da ihbar edenler çıkıyordu. Devlet adına kamulaştırmalarda şahısların malları sürekli el değiştiriyordu. Her tarafta yangın, sabotaj, kıtlık ve anarşi vardı. Sefalet had safhaya çıkmıştı.

Bu yıllarda Kiev'den Erivan'a dönmek istedim. Ailem Erivan'da idi. Şüphesiz böyle bir dönemde ailem de beni yanında isterdi. Şartlar bana bu imkânı vermedi. Azerbaycan'ın Bakû şehrinde Harp Okulu'na girdim. Buradaki tahsil hayatım 2 yıl sürdü. 2 yıl sonra Harp Okulu mezunu olmuştum. Mezuniyetten sonra bir süre Bakü'de kaldım. Sovyet Ordusu İran'a giderken ben de birliğimle birlikte İran'a geçtim. Kazbin bölgesinde bir süre kaldım. Bilahare Sovyet Genelkurmay Başkanlığı'na müracaat ederek Erivan şehrinin Nahçıvan Bölgesi Askerî Komiserliğine atanma talebinde bulundum ve orada gö­reve başladım. 


Milliyetim  iftiharımdır

Gerek Çar'ın gerekse Sovyetler Birliği'nin mensubu olarak askerlik yapmış olmam dinî ve millî duygularıma kesinlikle gölge düşürmemiştir. Daima dinim ve milliyetimle iftihar etmiş ve onları en iyi şekilde temsil etmeye çalışmışımdır. O yıllarda şimdi de olduğu gibi Kafkasya'da Müslüman Türk az değildi. Şüphesiz bu in­sanların gençleri, eğitimlerini tamamlayınca veya meslekleri gereği hayata atılınca, Sovyet sistemi içinde görev alıyorlardı. Ben de bunlardan biri idim.

Nahçıvan'da görevli iken 9. Kafkas Tümeni'nin Erivan'da olduğunu öğrendim. Babam Rüştü Paşa'nın kuvvetlerinin safında Osmanlı İmparatorluğunun askerî kuvvetleri ile omuz omuza mücadele veriyordu. Rüştü Paşa o yıllarda Tümen Kumandanı idi. Aşiretlerle özellikle bizim aşiretimizle çok sağlam bir dayanışması vardı. Babamın emrinde 600 süvariden meydana gelmiş bir kuvvet vardı. Bunlar bölgeyi çok iyi bilen, bölge şartlarına uyumlu iyi binici ve iyi atıcı kimselerdi. Bu isimsiz kahramanlar dinleri ve milliyetleri uğruna ulu kanlarını akıtmışlardır. Babam Bedir Bey'in yararlılıkları için Rüştü Paşa'dan aldığı taltif vardır. Bütün bu acı ve zor günleri maalesef çocuklarımıza yeteri kadar anlatamıyoruz. Anlatmanın yollarını bulamıyoruz. Onlara gerçek düşmanlarının kim olduğunu gösteremiyoruz. Bu toprakların nasıl kazanıldığını anlatamadığımız için birbirlerini boğazlıyorlar. Kardeş kardeşin kanını döküyor.


Türk'ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur

Burada gençlerimize milletine ve dinine bağlılığı aşılamanın, bizlerin temel görevimiz olduğunu Delirtmek isterim. Yine gençlerimize evvel emirde vermek zorunda olduğumuz bir diğer özellik ise biri birlerini sevme hissi ve bunun bir zaruret olduğu fikridir. Ayrıca Türk'e Türk'ten başka kimsenin dost olmadığını da öğretmemiz gereklidir. Yıllarca Osmanlı bütçesi ile Avrupa ve Arap ülkelerini besledik. İstanbul'un ve Anadolu'nun imarını ihmal edip onların şehirlerine harcama yaptık. Ayrılık tohumu girmiş tarladan nifak ve nefret çıkar, netice alamadık. Evvelâ bu milletin evlâtları kaderlerinin ortak olduğunu öğrenmeli. Biz birbirimizi yeteri kadar seversek başka sevgice muhtaç olmayız. Aksi halde bizi biri birimize düşüren en büyük düşmanlığı kendi kendimize yapmış oluruz.

Eskiden yaşadığım yerlerde Ermeniler de şüphe yok ki vardı. Bunların arasında iyi komşuluk kurduğumuz, iyilik yapıp iyilik gördüğümüz Ermeniler de vardı. Birçok Ermeni dostum olmuştur. Ancak, sonradan anladık ki, Ermenilerin bir kısmı içinden pazarlıklı imiş. Bazı Ermeniler sinsi bir faaliyetin içinde imişler. Ortalığın karışmasını, ellerine fırsat geçmesini bekleyen Ermeniler de vardır. Yakın dostumuz olduğunu sandığımız Ermenilerden çok çabuk bize cephe alıp. Bizi yok etmek isteyenler çıktı. Rahmetli Babam Bedir, bir Ermeni haininin kurşunu ile şehit oldu. Bu Ermenilerin ailemize ve aşiretimize verdiği ilk acı değildi. Son acı da olmadı. Bundan sonra Ermenilerle olan kanlı mücadelemiz devam edip gitti. Onlar bizi o bölgeden söküp atmak istiyorlardı. Kendi bölgelerinde Müslüman istemiyorlardı. Müslümanların olmadığı bir Ermeni yurdu düşünü gerçekleştirmek için uğraşıyorlardı. Tek tek işledikleri cinayetlerle bizi yerimizden söküp atamadılar. Sonradan köyleri basmaya evleri ve ekinleri yakmaya başladılar. Böylece bizimle onların arasında bir ölüm kalım savaşı başladı ve sürdü.


Babamı Ermeniler Şehit Etti

9. Kafkas Turnem Erivan'dan geri çekilince denge, Ruslardan destek görmekte olan Ermeni çetelerinin lehime döndü. Babam Bedir Bey'in şehit olmasından sonra aşiretimiz İran'da bir yıl daha kaldı. Bu yılı takip eden dönemde yurdumuza Türkiye'ye döndük. 1920–1923 yılları arasında Van bölgesine olan ilticamız devam etti. Bizi yerimizden, yurdumuzdan edem; malımızı, mülkümüzü yakıp yıkan canımıza kıyan Ermeni zulmü, maalesef Ermeniler yeni cinayetleri ile bize hatırlatılıncaya kadar unutulmuştu.

Van ve ilçelerine bağlı köylere yerleştiğimiz zaman 3-5.000 aile kadar vardık. Şüphesiz soydaş Müslüman Türk toplumundan hüsnü kabul, hükümetten sıcak ilgi gördük. Buna rağmen yerleşmedeki geçiş döneminde bir hayli sıkıntılar geçirdik. 5.000 civarındaki ev, yaşlısı, hastası, çoluğu çocuğu ile yeniden yerleşmeye çalışıyorduk. Ermenilerden çektiklerimiz adeta unutulmuştu. Biz 'millet olarak zaten kindar değiliz, Dinimiz İslâmiyet de kin ve nefret duygusunu yasaklamıştır. Ama hiç olmazsa yakın geçmişin olaylarını çocuklarımıza anlatmalı ve onlarda millî tarih şuuru yaratmalıydık.

Bu milletin kaderini yine bu milletin evlâtları tayin etmiştir. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'ni milletimizin dünkü evlâtlarına yani babalarımıza, dedelerimize borçluyuz. Bu eser onlarındır. Onlar bu devleti canlarıyla kanlarıyla kurup bize emanet ettiler. Onların eserine sahip çıkmamak emanete hıyanet olurdu. Biz sahip çıktık. Eseri yarattık. Şimdi de çocuklarımıza devrediyoruz, onlar da mallarına sahiplik yapmazlarsa bize olan borçlarını ödememiş olurlar.
Bu Devlet Milli Mücadele İle Kurulmuştur.  
Biz derken, bu milletin fertleri derken, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranları kastediyorum, Bu devletin temelinde Millî Mücadele döneminde yapılan fedakârlıklar ve gösterilen gayretler yatar. İlk adım Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtları: ile atılmıştır. Bu teşkilâtlar; Edirne, Ankara, Adana, Kastamonu, Konya, Mâmüretilaziz (Elazığ), Ordu, Aksaray, Ertuğrul, Eskişehir, Amasya, İçel, Aydın, İzmit, Burdur, Bolu, Antalya, Tokat, Conik, Haruniye, Çorum, Isparta, Denizli, Sinop, Kozan, Kırşehir, Kayseri, Gümüşhane, Kengiri, Kütahya, Trabzon, Niğde, Yozgat, Zonguldak, Giresun, Ergani'de kurulduğu gibi, Siverek, Oltu, Muş, Malatya, Maraş, Mardin, Genç, Kars, Gaziantep, Siirt, Dersim (Tunceli), Hakkâri, Ağrı, Urfa, Ardahan, Erzincan, Van, Diyarbakır, Sivas, Bitlis, Erzurum'da da kurulmuştur. Bu iftihar edilecek eserde memleket evlâdının hepsinin payı vardır. Hatta Alparslan ile Romen Diyojen'in Malazgirt Savaşı tarafların eşitliği ile sürenken, bölgeye Horasan, Türkistan ve Altay illerinden daha eski tarihlerde Anadolu'ya gelmiş ve Doğu Anadolu'ya yerleşmiş aşiretlerdeki Türklerin desteği ile Alparslan'ın Bizans'ı yendiğini dinlemiştim.


Bu ülkede Herkes Hür ve Eşittir

Bir ülkenin fertlerine Milletvekili, Bakan, Başbakan, Meclis Başkanı, Senato Başkanı, Cumhurbaşkanı olma yolları açıksa, o ülkede fertlerin hür iradesi var demektir. Bir ülkenin insanları istedikleri eğitimi yapabiliyor, istedikleri meslekleri yurdun herhangi bir yerinde icra edebiliyor iseler o ülkede eşikliğin olduğundan şüphe edilemez. Bunun aksini söylemek düşmanca sözlere yani yabancılara kulak asmak olur.

Büyük ve ilerleme yolunda olan ülkelerde düzeltilmesi zor olmayan aksaklıklar olabilir. Hiç binimizin gönlü; tarafgir davranılmasına, ihmal edilmişliğe ve benzeri gibi dengesizliğe razı olmaz. Ancak, bu tür nahoş durumların da üstesinden hoşgörü, tolerans ve sevgi ile gelinir. Bu milletin evlâtları bunu da yapabilecek güçtedirler.

Doğu'nun kalkınmamışlığını ideolojik ve siyasî amaçlar için kullananlar da vardır. Ben bunlara kesinlikle karşıyım. Kimseye de tavsiye etmem. Bu tür problemlerin demokrasi içerisinde çözüm yolları vardır. Bölücülük düşmanın işine yarar. Ben Kürtçü değilim. Doğulu olmak ayrı bir milliyetten olmayı gerektirmez. Bu milletin birçok boyu ve kolu vardır. Kürtler de Türk milletinin Doğu Anadolu'daki adıdır. Nice bin yıllık tarihi paylaşmış bir milletin ipinde kavmiyetçilik hem ayıptır hem de günahtır. Kukla hükümetler kurarak günümüz dünyasında yaşamanın mümkün olmayacağını, bunun yararının olmadığım, buna lüzum da olmadığını anlayamayanlar var.


Kürtler de Türk’tür

Bugün doğuda ayrı bir devlet kurma hevesine katılanlar var. Bu 'düşmanın içimize soktuğu bir fikirdir. Türk milletinin dostu yoktur. Türk milleti tekrar ediyorum kendi kendisini severse hiç kimseye ihtiyacı kalmaz. Rahmetli Atatürk "Kürt kavmi diye bir kavim yoktur, bunlar Türk’tür" demiştir. Benim inancım da bu merkezdedir. Bu çok önemli gerçeğe riayet eden yok. Atatürk'ün izi bu konuda takip edilmemiştir Bu hataya düşen sadece bazı doğulu gençler olmamış batılı gençlerden de öz kardeşlerine "sen Kürtsün" demek hatasına düşenler çok olmuştur. Sevilmek isteyen, sevmesini ve sevgisini göstermesini bilmeli.

Bu memleketin hizmetine koşarken, askerlik yapıp vergi verirken, gerekince uğrunda ölürken kardeş olan insanlar birbirlerini horlayamazlar. Bakın Anayasa'ya kanun önünde bölge farkı gözetiliyor mu isteyen herkes istediği gibi seyahat etme istediği yerde ikâmet etme hakkına sahip. Meslek seçmek veya fakülte seçmek için çalışmak yetiyor. Van'da da zengin olan var İzmir'de de, her iki ilde fakir fukara da var. Türkiye'de işçi hakları ile mevzuat geneldir. Bizim televizyonumuzda, bizim mevlidimiz okunur, ben isterim ki, daha fazla okunsun, Türküler bizim, türkücüler bizim. Demokrasi ve getirdiği icraatı ile döneminde yaşamış bir kimse olarak Atatürk'ün büyük adam olduğunu kabul ediyorum. Gençlere de onu yakından tanımalarını tavsiye ederim.


Sevgisizlikte Aydınların Rolü var

Bu sevgisiz ortamın yaratılmasında aydınlarımızın büyük payı var. Ciddi inceleme yapmadan, işin aslını astarını anlamadan hüküm veriyorlar, teşhis koyuyorlar. Bunlardan birisi de Aşiretler ile Padişahlık ilişkileridir. Padişahlar zamanında aşiretlerin durumunun iyi bilinmesi gerekir. Padişahlık devrini kötüleyenler Sultan Abdülhamit’e de envali türlü ithamlarda bulunuyorlar. Aşiretlerde ciddi bir padişahlık sevgisi vardı. Bu tarihi bir sonuçtu. Araplar İsrail gerçeği Karşısında Abdülhamit'i daha yemi anlayabildiler. Padişahlık dönemi yönetimi Aşiretlere o zamanın coğrafi. Siyasi, ekonomik şartlarının bir sonucu olarak bazı rahatlıklar getirmişti. Bunu açıklarken o dönemin özlemini duyuyorum anlamına gelmesin. Hamidiye Alayları Türk Askerî Tarihinde bir gerçektir. Alaylar bu millete hizmet vermiştir. Ruslar da Türkleri örnek alıp iki alay da onlar kurdular. Birisine benim dedem Fethi Bey komutanlık yaptı. Diğerini Zilan aşiretinden Güneş ailesine kurdurmuşlardı.

Dedem Fethi Beyin komutanlık yaptığı bizim Bruki aşiretinin meydana getirdiği süvari alayı 93 Harbinde Ruslarla beraber iştirak etmek zorunda kalıyor. Aşiret büyükleri aralarında karar alıyorlar, dedem Fethi Bey askerlerine emir vermiş savaş alanına girince hepsi Osmanlı tarafına geçip Ruslara ateş açmışlar. Durumu anlayan Rus yönetimi Dedem Fethi Bey'i ortadan kaldırmak için Doğubayazıt’taki komutana verilmek üzere onunla bir zarf göndermiş. Yaptıkları plâna göre Dedem zarfı verdikten sonra aşiretinin dışında bir bölgede öldürülmüş olacaktı. Durumu anlayan Dedem canını kurtarmasını be­ceriyor. Daha sonra aşiret alayımız Türk kuvvetleri ile birleşiyor. Bunları bana daha sonra amcam rahmetli anlatmıştı. Aradan zaman geçip biz Türkiye'ye gelince benim Rus Ordusu'nda subay olduğumu ihbar ediyorlar. Kâzım Karabekir Paşa'ya benim Bedir beyin oğlu olduğum anlatılınca mesele halloluyor.


Babam Şehit Oldu

9. Kafkas Tümeni bizim orada iken, Kumandanının Erzurumlu Rüştü Paşa olduğunu ve bizim 600 süvari ile kendisine iltihak ettiğimizi söylemiştim. Babam beni Rüştü Paşa ile tanıştırdıktan 3 gün sonra şehit oldu. Bizim Türkiye'ye dönme fikrimiz fırkanın çekilmesinden sonra kesinleşti. Biz Rusya'da 1917'deki ihtilâle taraftar değildik. Ben o mücadelede Çarlık taraflısıydım. Öğle'ye doğru ellerinde sopalarla ihtilâlciler okulu bastı. Orada yaşamak mümkün değildi. Bizim Türkiye'ye gelişimizden sonra da çok olaylar yaşadık. Maalesef 1925 yılında Şeyh Sait olayı oldu, çok kardeşkanı döküldü. Bunlar hep tahrik ve nifak sonucudur, iki taraftan ölen de öldüren de bu milletin evlâdıdır. 1926'da İzmir'e, 1937'de Trakya'ya, 1960'da Sivas'a sürdüler. Bunları bana başka milletten birisi yapsaydı kırılırdım. Ama kırılmadım çünkü bu milletin bir ferdiyim. Ben yabancı ellerde ve çok sıkıntılar ve mücadeleler görerek yaşadığım için bu tür olayları sineme çekmesini bildim. Hoşuma da gitti. Dedim ki "dolu yağdı, benim tarlama isabet etti". Şimdi gençlerde bu sevgi, bağlılık, tolerans yeteri kadar yok.

Benim aşiretim 300–400.000 kişilik nüfusa sahiptir. Bunların her biri bir başka aileye gelin verdi veya gelin aldı. Hısım akrabalarım Türkiye'de çeşitli illere dağıldı. Yerleşme hürriyetlerini istedikleri gibi kullandılar. Türkiye'ye olan bağlılıklarını da asla kaybetmediler. Vatanımızı, milletimizi sevip, bağlılık ve inancımızı her gün yeniden ispatlamaya çalıştık bunca yıldır. Türkiye'mizde Türklüğümüzü gururla, sevgiyle, inançla sürdürmeye devam edeceğiz.

Onun için aşiretleri iyi incelemek lâzım. Hem aşiretlerin yakın geçmişini_ivi bilmek ve hem de aşiret içi yapıyı iyi bilmek gerekir. Aşiret reisliği dededen babadan kalma bir müessesedir. Sevgi ve saygıya dayanır. Ne yazılı kanunu ne de yazılı nizamı vardır. Kuralları ile yönetilir. Seversen, sevilirsin. Geçimsizlikleri, anlaşmazlıkları gidermek aşiret reisinin görev alanına girer.


Rusların Türk Topraklarında Gözü var

Rusların Türk toprakları üzerinde daima gözü olmuştur. Ben Rusya'da doğup büyüdüm. Rusya'da Askeri öğrenim yaptım. Rusların Türkiye üzerindeki emellerini iyi bilirim. Türk Tarihine Deli Petro olarak geçmiş Rus Çarı'na onlar Büyük Petro derler. Onun vasiyeti vardır "Sıcak benizlere ininiz" diye. Eski Çarlık Rusya’sı ile bugünkü Komünist Rusya arasında büyük fark olmasına rağmen onlar hâlâ Büyük Petro'nun vasiyetini tutuyorlar. Onun yolundalar. Bu yüzden biz Türklere düşmandırlar. Bugünkü Ermeni Teröristlerini Ruslar tahrik ediyor. Bunda kimsenin en küçük şüphesi olmasın, bütün arzuları Türkiye'de kargaşa yaratmak, Türkiye'nin başına bir gaile çıkarmaktır.

Türkiye'ye komünist tehlike de bugün büyük ölçüde Rusya'dan gelmektedir, Komünizm iki şekilde önlenebilir. Bunlardan birisi dindir. Diğeri ise zenginliktir. Dindar ülkeye de, zengin ülkeye de Komünizm giremez. Bu iki müesseseye kıymet vermeliyiz. Bugün memleketin her ferdine dinine serbestçe hizmet imkânı verilmiştir. Zengin olmak için çalışan herkese yollar açıktır. Zengin derken herkesin rahatlıkla geçimini sağlamasını kastediyorum.

Bununla beraber Türkiye'nin doğusunun bazı şanssızlıkları vardır. Tabiat da Doğu'ya iyi davranmamıştır. Ege'de fındık, fıstık, üzüm, pirinç bizde ise; kar, taş, buğday başka bir şey yok. Bunun yanı sıra geçmiş yönetimlerde de doğuya adil davranılmadığı olmuştur. Bunların hesabını dökerek yeni husumetler yaratmak yakışmaz. Önemli olan tarihten ders almasını bilmek ve çocuklarımıza daha iyi bir Türkiye bırakmak için elbirliği yapmaktır. Şartları zor da olsa Doğu'ya da Batıya götürdüğümüz hizmeti götürmek zorundayız ve bunun milletçe gayreti içindeyiz. Gidişat bu istikamettedir. Allanın izniyle Batı'nın Doğu'yu kıskanacağı günler çok uzak da değildir.

Bir milleti veya dini cemaati eleştirirken bütün fertlerine kara çalmak doğru olmaz. Gerçek ile gerçek olmayanı ayırt etmek gerekir. Hiçbir toplum her bakımdan çok berbat değildir. Bu vesileyle size bazı hatıralarımı aktarmak isterim.


Müslüman Olduğumuz İçin Cephe Alındı

Ben Askeri Lisede okuduğum yıllarda Erzurum Rus birlikleri tarafından işgal edilmişti. Dışarıda Rus askerleri zafer şenlikleri yaparken Erzurum ve Kafkasya halkından Ermeniler de onlara katılırdı. Ben her gece yatağıma girer yorganımı başıma çeker sabaha kadar ağlardım. O dönemde bizim kuşağımızda din, terbiye ve eğitimin temeli idi. Dinî duygularımız adeta millî duygularımızın yerini almıştı. Dinî duygularımız millî duygularımızdan çok evvel gelişti. Biz hepimiz Kafkasyalı, Erzurumlu Müslümanlardık. Bize Müslüman olduğumuz için cephe alınmıştı. Müslüman olmayanlar birbirlerine arka çıkıyorlardı. Benim Kafkasya'dan Erzurum'un acısını duymam çok tabii idi. Ben çocukluğumdan beri dinime ve aileme bağlıyım. Ailemden bu terbiyeyi aldım. Rusya'da da olsak biz Müslümanlar İslâm dininin hamisi olarak Osmanlı'yı düşünürdük. Osmanlı'nın zaafa uğraması İslâm dininin zaafa uğraması demekti. Rus Askeri mektebinde de okumuş olsak, bir Türk imparatorluğunun ve İslâm dininin zaafa uğrayabileceğini düşünmek bizi çok üzerdi. Bu üzüntüyü çok duymuşumdur.

Buna benzer bir hatıramı daha anlatmak istiyorum. Babam Rahmetli Bedir Bey beni askeri liseye yazdırdığı zaman 1917 ihtilâlinden bir hayli evvel Çarlık döneminde idi, okulun direktörü ile bir görüşme yapmıştı. Bizim Müslüman olduğumuzu bana domuz eti yedirmemelerini söylemişti. Direktörümüzün emri ile domuz eti pişirildiği gün yemekhanede bana ayrı masa açılırdı. Ben yemekhaneye girince gözlerimle özel masamı araştırırdım, görmeyince, o gün domuz eti olma­dığını anlayıp arkadaşlarımla birlikte oturur yemeğimi yerdim. Bir gün yemekte domuz eti vardı. Benim de ayrı masam hazırlanmamıştı. Direktör yemek salonuna girip benim bir kenarda oturduğumu yemek yemediğimi görünce durumu anladı. Bunun üzerine personelden 80 -90 kişinin işine son verip yenilerini aldılar. Ruslardan gördüğümüz zararlar yüzyıllarca devam etmiştir. Ne var ki Çarlık Rusya koyu Ortodoks bir yönetim idi. Yani dinin ne olduğunu bilirdi. Ancak müesseseleri sağlamdı. Bu gerçekleri gençlerimiz iyi bilmeli.


Ruslar, Türkler Karşısında Aşağılık Duygusu Taşır

Bir başka hatıramı daha anlatayım. Ruslar Türkler karşısında aşağılık duygusu taşırlardı. Bu duyguyu her seviyede Rus da az çok görebilirsiniz. Bu duygu Rusların uzun süre Türk yönetiminde kalmalarından geliyordu. Bu duygularını özellikle Tatarlara karşı gösterirlerdi. Arkadaşlar zaman zaman bana hakaret anlamında "Tatarin" derlerdi. Ben de onlara emsali kelimelerle mukabele ederdim. Bu arada Direktör babama "Oğlun istikbalde Çar'ın subayı olacak, arkadaşlarını kesinlikle ihbar etmesin, ihbar yapan bir subay adayına iyi gözle bakılmaz, arkadaşları ile geçinmeye çalışsın" demişti. Bu yüzden ben de gerek babama ve gerekse sınıf subayıma uğradığım hakarete dair bir açıklama yapmıyordum. Bir gün bardağı taşıran bir olay oldu. Bir Ermeni arkadaş bana "Muhammedi öldürür, derisini tuzlayıp satarım" dedi. Çok tahrik olmuştum. Bu talebe arkadaşımı iyice dövdüm ve iki dişini kırdım. Dövülen sınıf arkadaşım beni şikâyet etti. Benim savunmamı aldılar. Disiplin subayı "Burası dağ başımı neden dövüştün ve bunun dişini kırdın" diyordu. Ben de "Ben Müslüman’ım, okulunuzda Müslümanlara yer yoksa ayrılır giderim. Burada Müslüman öğrencilere okuma hakkı var ise bana kimsenin hakaret etmeye hakkı yok. Hakarete uğradım mukabele ettim" dedim. Bunun üzerine tahkikatı yapan subay gençlerimizin bilmesini istediğim bir cevap verdi. Subay; "Kendi dinine saygısı olmayanın, bizim devletimize ve Çarımıza da saygısı olmaz. Bir daha dinine hakaret edenin iki değil dört dişini kır" demişti. Gençlerimiz onları tahrik edip olaylara sokanların ilkin inanç yapılarına baksınlar, Allah’ını inkâr eden dini uyuşturucu afyon kabul eden zihniyetin sonu kendi başını yemektir.

Ruslar ve Ermeniler bizim ebedi ve ezeli düşmanlarımızdır. Bu zihniyetimize onların bize karşı duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen kinleri ve mezalimleri yol açmıştır. Benim Rusya'da Ruslar ve Ermeniler ile birlikte yaşadığım yıllarda şahit okluğum olaylar bana bu hükmü verdirmişti. Şimdi şahit olduğum ve takip edebildiğim gerçekler de bu teşhisimi doğruluyor. Rusya'da her seviyede öğrencisi olduğum okullarda, görev aldığım birliklerde Hıristiyanların birbirlerini tuttuklarını görmüşümdür. Günlük hayatta Rus Ermeni’ye arka çıkar, okullarda okul idaresinin öğrenciler arasında açıktan taraf tutması mümkün değildi. Anılarımda da belirttiğim gibi çok dürüst okul idarecileri de gördüm. Ancak iş devlet politikasına, top yekûn millî menfaatlere gelince Rus yönetimi Ermeni toplumuna arka çıkmıştır. Bana göre Ermeni ayaklanmalarının ve taşkınlıklarının arkasında büyük çapta Rus desteği olmuştur.


Hıristiyanlar Birbirine Tutkundur

Hıristiyanların biri birlerine olan tutkunlukları ve milletimizin Müslüman evlâtlarından başka kimseden bize fayda gelmeyeceğine dair bir hatıramı daha nakledeyim. İngiliz milletvekillerinden birisi Marshall yardımı konusunda Maliye Bakanı'nı sıkıştırır. Yardımın dengesiz da­ğıtıldığını anlatmaktadır. Bakana; "Marshall Yardımı müttefiklerimizin nüfuslarına göre taksimata uğramakta iken Yunanlılar daha az nüfusa sahip iken neden en fazla yardımı alıyorlar" şeklinde bir soru sorar. Bakanın verdiği geçiştirici cevaplardan tatmin olmaz ve Bakanı sıkıştırır. Baklayı ağzından çıkaran Bakan; "Unutmayalım Yunanlılar Hıristiyan’dır" der.

Hıristiyan aleminin milletimize olan hasımca davranışları yeni değildir. Osmanlı devleti döneminde imparatorluğun ilkin gayri Müslim unsurlarını tahrik ederek onları imparatorluktan koparmış, sonra imparatorluğun bünyesinde Müslüman tebaaya el atmıştırlar. Ortadoğu'daki her gün birbiri ile didişen Arap devletleri bu uygulamanın mahsulüdürler. Hıristiyan ve Komünist alem şimdi Anadolu'daki Müslüman Türk halka kancayı takmıştır. Memleketin doğulu evlâtlarını tahrik ve istismar etmek suretiyle alet etmek istemektedir. Allah korusun, bu oyunda başarılı olursa bu defa doğuluyu kendi içinde bölmeye çalışacak "Alevi" diyecek "Sünni" diyeceklerdir. Artık uyanmamızın zamanı gelmiştir.

Hıristiyan aleminin bir zamanlar imparatorluğu bünyesindeki Hıristiyan unsurlara arka çıkıp, devletimize baskı yaparak, onları ayrı birer devlet haline getirmesi yeterli görülmemiştir. Şimdi ise Türkiye'yi bölüp-parçalamak için Avrupa'ya kaçmış komünist ideolojiyi be­nimsemiş veya cahil Müslüman Türklerden veya gayrı Müslim toplumları kullanarak devletimizi zayıf düşürmek, anarşinin içine itmek için çalışıyorlar. Yeni baskı unsurları budur.

Durum bu iken maalesef Arap devletleri, biz de Müslüman olmamıza rağmen senelerce sürdürülen Osmanlı aleyhtarı propagandaların neticesi olarak bizi pek desteklemezler. Nitekim Kıbrıs meselesinde tamamen haklı olmamıza rağmen pek çok Arap ülkesinden gerçek bir destek göremedik. Bana göre bunun iki sebebi vardır. Asırlar boyunca idaremiz altında kaldıklarından Türklere karşı antipatik davranırlar. İkinci husus Arapların birleşmelerine karakterleri müsait değildir. Birleşemedikleri içindir ki 150 milyon Arap 1,5 milyon İsrail ile başa çıkamamaktadırlar. Millet olarak birleşmenin doğurduğu kuvvete bundan daha iyi örnek olamaz. Birlik olursak milletçe sırtımız yere gelmez. Kabile şuuru ile hareket eder bölük pörçük olursanız her parçamız ayrı ayrı düşmanın elinde maskara olur.

İslâmiyet içerisindeki birlik ve dayanışmayı sekteye uğratan bir başka faktör de kısa vadeli çıkarlar için İslâm ülkeleri içerisine nifak sokmaktır. Bugün doğu bölgesinde bir takım çocuklarımızı anarşiye iten dış güçlerin arkasında maalesef Müslüman ülkelerden birisi de vardır. Bu tür silahlar daima geri tepmiştir. Bu tür tahriklere kapılanların da sonu hicran olmuştur. Özet olarak dostumuz yok denecek kadar azdır. Düşmanımız ise çoktur. Esasen biz başkasına muhtaç olmayacak kadar manevi güce sahibiz Birbirimize düşmezsek başkasına muhtaç olmayız. İhtiyacımız olan en büyük güç sevgidir. Sevgi ve hoşgörü ile Yenemeyeceğimiz güçlük yoktur. En büyük kuvvet birlikten doğar.

İhtiyacımız olan birliği sağlayabilmek ve birbirimize hoşgörü ile yaklaşabilmek için yakın geçmişimizi, tarihimizi iyi bilmek ve çocuklarımıza iyi anlatmak mecburiyetindeyiz. Genç arkadaşlarıma daha doğrusu torunlarıma bu münasebetle de bir hatıramı anlatayım.


Enver Paşa İle Tanışmam

Okul öğrencisi olduğum yıllarda Paskalya münasebetiyle köydeki evimize gelmiştim. O yıllarda Sarıkamış’ta ordularımız "General Kış”a yenilmişti. Büyük milletlerin tarihinde bu tür acı hatıralar olabiliyor. Enver Paşa hareketinden sonra askerlerimiz donmuş silah­ları yerde kalmıştı. Bölge halkı bu silahlan topluyor aşiretlere satıyordu. Bu silahlardan 6 at yükü tüfek de bizim aşirete getirilmişti. Rahmetli babam köylüler adına pazarlık yaparak satın alıyordu. Babamın amcasının oğlu Mehmet Bey de babamın yanında idi. Mehmet Bey bir silah seçti ve babama "bu silahı size alalım" dedi. Silahın dipçiğinin üzerinde Kan izi vardı. "Mehmet" dedi babam, "Bu silahta Türk kanı var. Benim içim ecdadın kanını taşıyan bu silahı kullanmaya elvermez. Allah'tan dileğimdir. Türk askerleri buralara kadar tekrar gelsin. Onların safında çarpışmak bana nasip olsun, gâvurları kırıp şehit olayım". Bu sözleri söylediği zaman bu dileğinin maddeten vuku bulması mümkün değildi. Allah babamın duasını kabul etti. 9. Kafkas Fırkasında dövüşürken babam Ermeni kurşunu ile şehit oldu.

Söz Enver Paşa'dan açılmışken, Onunla karşılaştığım zaman ben Harp Okulu öğrencisiydim. Bakü'deki Büyük Tiyatro'da Kur'an-ı Ke-rim'in aleyhinde bir konuşma oldu. Enver Paşa bu toplantıda söz aldı Kur'an-ı Kerim'i güzel bir üslûpla müdafaa etti. Daha sonra ben bir­kaç arkadaşımla Enver Paşa'nın yanına gittik. "Paşam biz de Türk’üz bize bir hatıra olarak, kartvizitinizi verir misiniz" diye sorduk. Bir kü­çük kâğıt parçasına adını ve adresini yazdı, bize verdi. Onu uzun zaman saklamıştım. Sonra kaybettim.

Biz Kafkasya'daki Türkler Enver Paşa'ya Kafkas cephesinde çok yardım ettik. Birçok Kafkas Türkü hayatını onun yolunda gözünü kırp­madan verdi. Fakat harbin sonucu maalesef müspet olmadı. Açlık, yokluk ve bir de kış eklendi. Ecdat millî çıkarlar için atların tersindeki arpaları çok yemiştir. Ruslarla çarpışan askerimizin buğday kavurması kavurgayla karnını doyuruyordu. Sadece İman kuvvetiyle bu kadar oldu.

Babam ecdat kanı ile onurlanmış silahı Kafkas cephesinde kullanıp, henüz şehit olmadan bu silahla ilgili bir hatıramızı daha hatırlıyorum. O yıl İlkbahar'da çadırlarımızda 5 erkek 1 kız kardeş oturuyorduk. Kahvaltıdan henüz kalkmıştık. Babam da aramızdaydı. Çadırlarımızdan 1-2 km. ötede sığırlarımız yayılmıştı. Sonra birilerinin bunları kovaladığını gördük. Babam benden silahını istedi. Bir iki el ateş etti ve dereye doğru indi. Ancak dereye inince bunun bir Ermeni pususu olduğunu anladık. Ermeniler tuzak kurmuş, Azerileri de bu dereye çekmişti. Aşiretimizden bir anda dereye 1000–1500 süvari ineli. Çetin bir çatışma oldu. Azerilerin ve bizim sürülerimizi kurtarmıştık. Dostluklar yenilendi. Babam bu silaha bu çatışmada veda etti. Martini ateş edince çok duman çıkarıyordu. Bundan sonra Çaplı aldı ve onu kullandı.

Rusya'da iki tür Ermeni vardı. Başlangıçtan beri bizim komşu­muz olan Ermenilerden başka bir de Osmanlı İmparatorluğu sınırlarını terk edip, gelenler vardı. Bunlara Kahdogam deniyordu. Bütün huzursuzluğu bunlar yarattı. Gaddar, hain, hatır tanımaz tiplerdi. İşleri güçleri çetecilikti. Bu çetelerden birisi bir gün (1917–1918) bizim aşiretin köylerinden Zeve'ye geldi. Kadın erkek, çoluk çocuk ne varsa hepsini katlettiler. Canlı varlık bırakmadılar. Bütün evleri ve tarlaları yaktılar. Bizim aşiretin yaşlılarından Kafkasya'daki Zeve köyünde Ermenilerin yaptığı katliamı bilmeyen yoktur. Bu acı hatıranın ağıtları bile vardır.

Ermenilerin bize yaptığı asıl büyük mezalim İran'dan geçerken yol boyunca oldu. Hiç beklenmedik bir anda çeteler saldırıya geçerlerdi. Geceleri çadırları basar sırf öldürmüş olmak için ateş ederlerdi. Hayvan sürülerimizi toplu halde imha eden Ermeni çeteleri hatırlıyorum. Adeta soyumuzu sopumuzu kazıyıp yok etmek istiyorlardı.

86 yaşındayım. Bir tek inanç taşırım. Bizim dostumuz yok, düşmanımız çoktur. Gençlerimiz tahrik ediliyorlar. Onlara nasihatimi tekrarlıyorum kesinlikle tahrike kapılmasınlar. Bu memleket ve onun bütün nimetleri onlarındır. Gençlik kendi milletine kendi devletine kendi kültür ve değerlerine ters düşmemelidir. Unutmasınlar ki Babasının kurduğu düzeni yıkan oğlun düzenini de onun oğlu yıkar. Onları yetiştiren ve geleceğini emanet eden Türk milletine ve Türk devletine karşı harekete geçmesinler, kötülemesinler, iyi düşünüp, milletini severek, tenkit ettikleri, beğenmedikleri şeyleri millet ve devletleri için kendileri daha iyisini yaparak, bağlılıklarını ispatlasınlar.

Doğu Anadolu'ya hizmet götürecek her hükümet hangi partiden olursa olsun ilgili görevlinin memleketi Türkiye'nin her neresinde olursa olsun bölgeye hizmeti sevgiyle götürmelidir. Bölgenin insanını bu milletin öz evlâtları olduğunu hiç unutmamalıdır. Bu konuda yapılacak herhangi bir ihmal milletin aleyhine olur Türk milletinin ve Türklüğün kopmaz bir parçası olan Doğu Anadolu'ya hizmet götürürken sevgiyi ve şuuru ihmal eden hükümetler vebal altına girerler. Bunların bu tür ihmalleri "bölücülük" için kandırılmış fanatikleri piyon gibi kullananların işine yarar.

Bu yurdun her evlâdı bilmelidir ki; boy, zümre, bölge ve mezhep ayrımcılığına katılmak veya önlenmesinde ilgisiz kalmak ilkin kendi zararına olur. Türkiye’nin milleti ve vatanı ile bütünlüğüne inanıp destek olmak, kendi menfaatimizedir. 
------------------------------------------------------------------------------
1- Anadolu Basın Birliği Genel Merkezi Nu:23 Ankara-1987
***