31 Ağustos 2018 Cuma

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı,




Prof.Dr.Sait Yılmaz 

02 Mart 2018 

 Suriye’nin kuzeyi, terör örgütü tarafından Güney Kürdistan olarak adlandırılıyor ve üç ayrı bölgeye ayrılıyor. Terör örgütü tarafından verilen isimleri şu şekilde; en doğuda Rojova (Kamışlı veya Cezire), Kobani (Arap Pınarı) ve Afrin (Türkmen Dağı). Afrin’e Kürtler, tıpkı Doğu Anadolu sınırına yerleştirildikleri gibi Türkmenleri izole etmek için Yavuz Sultan Selim zamanında yerleştirilmiş. 1980’li yıllarda PKK’nın Suriye’deki yapılanmasına Rusya ve Esat ailesi yardım etmişti. Afrin sadece PKK’ya değil, Türkiye’ye saldıran pek çok terör örgütüne yataklık etti, militan yuvası oldu. 1988 yılında Suriye ile yapılan mutabakat sonrası bu teröristler yok olmadılar, yeraltına çekildiler. Suriye istihbaratı (Muhaberat), Öcalan ile yakın temas halinde idi. 2011 yılında iç savaş başlayınca Türkiye, ABD ile rejim muhalifleri tarafında olduğundan Esat rejimi, kendilerine sadık gördüğü PKK’ya Kürt bölgelerinde kontrolü sağlama, Türkiye’ye rahatsızlık vererek dikkatini dağıtmasını istedi. Nitekim Afrin bölgesinin sınırları, Esat ve Rusya’nın desteği ile genişledi. Ancak, 2014 yılında PKK terör 
örgütü, Kamışlı’da IŞİD karşısında yetersiz kalınca ve Esat’tan yardım alamayınca ABD’den yardım istedi ve o tarihten sonra Esat ve Rusya ile yolları ayrıldı. Böylece PKK, Kürt olmayan bölgelerde de hızla yayılmaya ve Suriye’nin kuzeyine başka ülkelerden militan ve Kürt nüfus taşıyarak demografiyi değiştirmeye başladı. Rusya’nın halen Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında PKK’yı cezalandırarak yanına çekmeye mecbur bırakmak ve ABD’yi 
yalnız bırakmak var. 

 PKK terör örgütü için yoğun bir terör üs faaliyeti olan Afrin, İkinci Kandil olarak 
adlandırılıyor. Hemen karşısındaki İslahiye şehrimiz ile akrabalıkları çok. 250 bin nüfuslu Afrin’in nüfusu %40-50 Kürt, geri kalanı Arap ve Türkmen. 

Dinin inançları çok zayıf olan Afrin Kürtleri, on yıllarca PKK tarafından siyasallaştırılmış, ideolojik olarak sol eğilimli ve örgüt ile iç içe olmuş ve örgüte taban sağlamış. Bu yüzden TSK girdiği köyleri birkaç kişi dışında genellikle boş buluyor. Amanos ve Akdeniz bölgesindeki PKK faaliyetlerinin üs ihtiyaçları ve lojistiği buradan sağlanmış. Uzun zamandır terör örgütüne militan devşirmede 
önemli bir kaynak olmaya devam ediyor. Nitekim bölgeden devşirilenler ve yabancı savaşçılar ile birlikte PKK’nın toplam gücü 70 bine, Afrin’de ise 20 bin kişiye ulaşmış durumdadır. PKK, halkı çok önceden eğitmiş ve silahlandırmış. Halkın Afrin dışına çıkmasına engel oluyor ve çatışmalarda canlı kalkan olarak kullanıyor. Nitekim ilk savunma hattının düşmesinden sonra halkı içeriye, şehir savunmasına çektiler. Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı’na göre çok daha kolaydı. Çünkü bölge halkı dost ve arazi düz idi. Afrin’de ise arazi engebelik ve ağaçlık bölgeler görüşü azaltıyor, terör örgütünün gizlenmesini ve savunmasını kolaylaştırıyor. Diğer yandan Afrin bölgesinde yollar çok az ve kapasiteleri 
sınırlı. Harekâtın 40. Gününde ancak birinci aşama olan 10-12 km. derinlikteki ilk savunma hattı geçildi. Bundan sonra asıl savunma hattı ve şehirlerde çatışmalar sürecek. Şu ana kadar Afrin bölgesindeki 7 büyük kasabadan sadece biri temizlendi. Bundan sonra terör örgütü, aylardır hazırlık yaptığı tüneller, hendekler ve yeraltında savunmaya çalışacak yani IŞİD taktiğini izleyecek. ÖSO, harekâta destek anlamında çok işe yaramıyor. Faaliyetleri bölgeyi tanımaları ve dil bilmeleri nedeni ile daha çok kılavuzluk ve temizlenen bölgeleri tutmak ile 
ilgili. Bunun dışında TSK harekâtının yerel güçlerle yapıldığı imajı için gerekli bir güç olarak kullanılıyor. 

 ABD’nin barış anlayışı savaşan taraflara merkezi gücün özerk bölgeler tarafından paylaşımını öngörüyor. Bunun için 1980’deki Taif Anlaşması ile yürürlüğe giren Lübnan modeli örnek gösteriliyor. Daha önce Türkiye’deki bölücü terör için barışçı yol haritası belirleyen David L. Philips, “How Syria Civil War Ends (Huffington Post) adlı makalesinde 


ABD’nin Suriye için barış planını özetliyor. Suriye’de de Aleviler, Sünniler ve Kürtlere verilecek bölgelerin kendi yönetimleri, ekonomileri ve kendilerine yetecek doğal kaynakları olmalıymış. Böylece çatışmalara kökten çözüm bulunurmuş. Devlet başkanı seçimlerle değişmeli, istikrar için güvenlik garantisi verilmeliymiş. Güvenlik garantisi verilince yerinden edilen kişiler de geri dönermiş. Uluslararası işbirliği için ABD, başhakem olmalı imiş. ABD 
Başkanı’nın gücü ve etkisi dünyayı daha iyi yapmak için en önemli unsurmuş. Ama ülkenin yeniden inşası için başka ülkeler elini cebine atmalı imiş. Adalet, ülke yöneticilerine bırakılmamalı, insan hakları ve savaş suçları için geçişli adalet olmalıymış. Geçişli adalet, Esat ve çevresindekilerin af taleplerini inceleyecek, devlet kurumlarından hesap soracak ve güvenlik yapılanmasında denge sağlayacakmış. Bunlar yapılırken Rusya ve İran devre dışı bırakılacak, Türkiye isteksiz de olsa kontrol ettiği bölgelerden çıkarılacakmış. Çünkü kalıcı 
bir barış için tüm yabancı güçler çekilmeli imiş. Bunun yerine BM Barış Gücü gelmeliymiş. 

 Türkiye’nin Afrin’e el koyması PKK’nın çözülmesine ve büyük güç kaybına neden olabilir. Öte yandan, Türkiye; Esat rejimi, RF ve İran ile Fırat’ın doğusu için işbirliği seçeneğini de kullanmalıdır. Ancak, Esat-RF işbirliği, Türkiye’nin zamanı gelince bölgeden çıkacağını hesaplıyor. Rusya hala Afrin’i istiyor ve Kürt kartını ABD’nin elinde almayı hedefliyor. Öte yandan Esat-RF ile pek çok konuda aynı şekilde düşünmüyoruz. Suriye’nin ve Esat rejiminin geleceği, Kürtler, ÖSO ve Sünni gruplar hakkında farklı beklentilerimiz var. 

Türkiye’de Suriye’de Sünni, diğerleri ise Alevi yani Esatlı bir rejim istiyor. Suriye içinde iç savaş artık son dönemlerine girerken savaş sonrası için demografi ve mezhepsel düzenlemeler yapılıyor. Örneğin Esat rejiminin Doğu Guta başta olmak üzere kalan Sünni muhalif grupları Şam ve Humus etrafından temizlemeye çalışıyor. İdlib ile ilgili gelişme, ÖSO (bölgedeki sözde ılımlı İslamcı militan grupların ittifakı) ile radikal El Nusra uzantılarının son günlerde 
bir ölüm-kalım çatışmasına başlaması oldu. Böylece İdlib’in uluslararası olarak düşman kabul edilen radikal İslamcı El Kaide’den temizlendiği savı kullanılacak. Artık pek çok etnik ve dini grup savaşın başlangıcındaki yerinde yaşayamayacak. Bölgedeki Türkmenler ise ne sahada var, ne masada. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkmenleri dışladık ve sembolik bir mevcut ile ÖSO’nun içindeler. Türkiye’de faaliyet gösteren Türkmen Meclisi ve Türkmen dernekleri dikkate alınmıyor. Astana Süreci’nde de yoklar. Yüzyıllardır olduğu gibi 1918’de 
Misak-ı Milli içinde iken bıraktığımız Türkmenler hala sahipsiz durumdalar. 

Hâlbuki Fırat Kalkanı bölgesi, bir Türkmen bölgesi haline kolaylıkla getirilebilir. İdlib ve Afrin’e Türkmenlerin dönüşü sağlanabilir. Suriye ile ilgili barış planı ve Anayasa taslağı içinde Türkmenlerin de hakları korunmalıdır. İdlib-Afrin-Fırat Kalkanı arasında Sünni Arap değil, Türkmen odaklı bir bölge kurulmalıdır. 

***



2015’te Batı-Erdoğan ilişkilerinde, İki Muhtemel yol



2015’te Batı-Erdoğan ilişkilerinde, İki Muhtemel yol 














Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
uozdag61@gmail.com
Tarih: 02-01-2015 00:00

2015 senesi Türkiye tarihinin en önemli senelerinden birisi olabilir. Bu sene yıllardan bu yana biriken bir çok sorunun radikal bir şekilde çözüme doğru ilerlediğini görebiliriz. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi ile  “Fetret Devrinden geçerken”, Erdoğan’ı iktidara gelme sürecinde destekleyen Batı Dünyası ile ilişkilerinde büyük bir bozulma görünmektedir. Bu bozulmanın zaman içinde biriken ana nedenleri, İsrail ile gerilim politikası, ABD’nin AKP Hükümetini eleştirdiği 20 açıklama yaptığı Gezi Olayları, Suriye’de AKP’nin Selefi güçleri destekleme stratejisi, Mısır’da askeri darbe sonrasında netleşen genel Orta Doğu stratejisi konusunda yolların ayrılması ve nihayet Kobani çatışmaları sonrasında ayrılan yollar başlıkları altında toplanabilir. Bu gerilim yüklü ilişkinin çok uzun bir süre devam edemeyeceği görülmektedir. ABD ve AB, Erdoğan’ın  “hesap edilemez ve öngörülemez”  bir lider olduğundan hareket ile Erdoğan’ın siyasi yaşamını sonlandırmayı hedefleyen bir politika izleyebilir.
ABD ve AB’nin bu tasfiyeci politikasına karşı, Erdoğan’ın önünde iki seçenek görünmektedir. Bunlardan birisi Batı Dünyasının uzun süreden beri Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı talepleri kabul ederek, siyasal yaşamı uzatma seçeneğidir. Diğer seçenek ise ABD ve AB ile ilişkileri sert bir şekilde koparma niteliği taşıyacak bir politik çizgiyi izlemektir. Erdoğan’ın her iki politikayı da izleyebileceğine dair emareler vardır. Aşağıda bu iki seçenek, destekleyen emareler ile izah edilmiştir.  

Batı’ya Teslim olma Seçeneği,

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra parti içindeki gerilimleri de göz önünde tutarak, dışarıda ABD ve AB ile içeride cemaat ve büyük sermaye grupları ile eş zamanlı olarak çatışarak, iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünebilir. Bu noktada ABD ve AB’nin kendisine yönelik politikalarını yumuşatmak amacı ile bazı stratejik adımlar atabilir.

Bunlardan birisi; Kıbrıs’ta Annan Planı’nı da aşan ölçüler içinde taviz veren bir Kıbrıs planını kabul etmektir. Bu aynı zamanda bir Amerikan talebidir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı V. Nuland’ın Kıbrıs’ta çözümü öncelikli paket olarak gördüğü anlaşılmaktadır.(Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) Bu süreç,  2014’ün büyük bir bölümünde ABD’nin denetiminde hızla yürümüştür. Washington, AKP Hükümetinin tutumundan çok memnun görünmüştür. Bu memnunluğunu ilişkilerdeki büyük gerilime rağmen AKP’ye teşekkür ederek ortaya koymuştur. KKTC’nin tasfiyesinin Türk halkına anlatılabilmesi için ise Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesinin hazırlandığı görünmüştür. Haziran 2014’te Washington’da “son birkaç ayda mükemmel bir iletişim kuruldu” ifadesi ile Ankara için çok olumlu rüzgârlar esmektedir. Olumlu rüzgârları estiren, Kıbrıs’ta ilerleyen süreçtir. (Hürriyet, 1 Haziran 2014,  Tolga Tanış, Gezi’nin Yıldönümünde Amerikan İki Yüzlülüğü) ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın 11 Temmuz 2014’te yaptığı konuşma ABD’nin Kıbrıs konusundaki proje ve beklentilerini ortaya koymuştur. Ancak Kıbrıs’ta başlayan ve Amerikalıları memnun eden süreç, 2014’ün ikinci yarısından itibaren ilk hızı ile ilerlememiştir.

5-7 Aralık 2014’te yapılan 3. Türk-Yunan İş birliği Konseyi görüşmelerinde Davutoğlu ve Yunan Başbakanı Samaras’ın, Kıbrıs görüşmelerine ivme kazandırma kararı almaları ve daha önemlisi Türkiye’nin sismik araştırma gemisi Barbaros Hayrettin Paşa’yı Rum kesiminin Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği bölgeden çekme kararı aldığının açıklanmış olması, geri adım şüphesi yaratmıştır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Aralık 2014’te yapmış olduğu konuşmada Rum kesiminin Münhasır Ekonomik Bölgesi’nin tanınmadığını vurgulaması, KKTC konusunda direnç olduğunun göstergesi kabul edilebilir. (Yeniçağ, 31 Aralık 2014, Hüseyin Macit Yusuf, Navtex Kaldırılıyor mu?)  

ABD, Ermeni sözde soykırımı iddialarının kabul edilmesini talep etmektedir. V. Nuland’dan önce görev yapan P. Gordon’ın öncelikli dosyasının bu olduğu bilinmektedir. (Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) 2015 Nisan’ı yaklaşırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni propaganda ve saldırılarına karşı mücadele etmek için hiçbir hazırlığı yoktur. Çünkü bu aşamada Ermeni tezleri ile mücadele etmek değil, Ermenistan ve Ermeni diasporasını tatmin edecek bir çözümün fikri alt yapısının hazırlanması ön plana çıkıyor görünmektedir. Davutoğlu’nun 2013’te Ermenistan ziyareti sırasında tehciri  “gayriinsani”  diyerek eleştirmesi, 15 Nisan 2014’te Başbakan Erdoğan’ın yayınladığı bildiride tehcir için gayriinsani nitelemesini kullanması, bir taviz politikasının girişini oluşturuyor olabilir.

Üçüncü geri çekilme alanı PKK ile sürdürülen müzakere görüşmelerinin sonlandırılması ve 2015 içinde PKK’nın otonomi talebinin kabul edilmesidir. Ve bunu Suriye’de PKK kontrolündeki kantonların meşruluğunu kabul ederek genişletmesidir. Bununla bağlantılı olarak, 2015 içinde Barzani’nin Irak’tan bağımsızlığını ilan etmesi durumunda Barzani’yi Bağdat’a karşı korumaya almak, Türkiye’nin Batı’yı yatıştırmak amacı ile izleyebileceği bir strateji olabilir.

Batı ile ilişkilerde birinci seçenek olan taviz ve uzlaşma seçeneğini değerlendirmiştik. Bugün ise ikinci seçeneği ele alıyoruz.

Batı ile Çatışma ve kopma seçeneği,

Erdoğan’ın önündeki ikinci seçeneğin ABD ve AB ile kopma/ilişkileri zayıflatma seçeneği olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD-AB bloğunun ne yaparsa yapsın kendisini tasfiye etmede kararlı olduğuna inanabilir. Bu noktada çıkış, Batı ile ilişkileri zayıflatma seçeneğinde görülebilir. Bu çerçevede Türkiye, AB ile tam üyelik sürecini askıya alabilir ve Gümrük Birliği’nden çıkabilir. Türkiye’nin NATO içinde geri adım atan bir sürece girdiği görülebilir. Birinci seçeneğin gerçekleşeceğini gösteren belirtiler olduğu gibi ikinci seçeneğin gerçekleşebileceğini gösteren gelişmelerde özellikle Ayn el-Arap yani Arap Pınarı çatışmalarından sonra gözlenmeye başlamıştır.

Sert bir Dönüş,

Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden ABD’nin onayı ile geçirileceğine inanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru açarak, Kerkük petrollerini Akdeniz’e ulaştırma projesine ABD’nin destek vermesi üzerinde sert bir dönüş yapmıştır. Erdoğan,  “üst akıl”  diye nitelendirdiği ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç kez açıklamıştır. Erdoğan alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur:  “Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK/HDP’yi ve cemaati kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.”

AB’yi Ürkütmeyelim,

Bu arada Kırım ve Ukrayna’da izlediği politikalardan dolayı arası ABD ve AB ile olağanüstü gerilen ve yalnızlaşan Putin ile yalnızlaşan Erdoğan arasında ciddi bir yakınlaşma olduğu görülmektedir. Putin, Erdoğan’ın ikili görüşmelerinde  “AB’yi ürkütmeyelim”  şeklindeki uyarısına  “boş ver önemli değil”  diye cevap verdiğini açıklayıp, Erdoğan’dan delikanlı adam diye bahsetmiştir. Putin yönetiminin önemli isimlerinden olan Evgeniy Fydorov, (Aydınlık, 29 Aralık 2014) verdiği bir demeçte şöyle demektedir,  “Putin’in Türkiye ziyareti çok olumlu geçmiştir. Bu ziyaret insanlığın geleceğini etkileyecek kimi girişimleri başlatmıştır. Amerikan sömürgecilik sistemi sorgulanmaya başlanmıştır... Putin-Erdoğan buluşması, Çin ve Hindistan’ın bu sürece verdiği destekle birlikte Amerikan sömürgecilik sisteminden kurtuluş sürecini başlatmış oluyor. Yani özgür ülkelerden oluşan çok kutuplu bir dünya düzenini. Putin ve Erdoğan bu düzenin ilk tuğlasını koymuş oldular... Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmesi için elinden gelen desteği verecektir.”

Bu açıklama, uluslararası ilişkiler alanında büyük bir yeniden yapılanmanın habercisi görünmektedir. Eğer Rus milletvekilinin söyledikleri doğru ise Putin-Erdoğan görüşmesinde İsmet İnönü’nün 1964’deki ifadesi ile  “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır”  içerikli görüşmeler yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Teşkilatı Genel Müdürlüğü kurulması için emir vermiş olduğu bilgisi eğer doğru ise Evgeniy Fydorov’un söylediklerini doğrulamaktadır. İlk aşamada Türkiye, AB ile ilerlemeyen müzakereleri fiilen askıya alıp, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olabilir. Doğrusu böyle bir adım, Şanghay İşbirliği Teşkilatı içinde büyük bir propaganda başarısı olacaktır. Keza Putin, Erdoğan’ın önünü, Avrasya Ekonomik Birliği-Türkiye ilişkilerini bir şekilde kurumsallaştırma süreci başlatarak Orta Asya’da da açabilir.

Rusya-İran-Suriye,

Özgür Suriye Ordusu ile Esad’ın arasını bulmak için Moskova’nın başlatmış olduğu görüşmelerin, Ankara’nın örtülü desteğini alıyor görünmesi ilginçtir. ABD’nin PYD/PKK’yı desteklemesine, Erdoğan Şam ile Rusya üzerinden uzlaşma perspektifini koyarak cevap vermiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 31 Aralık 2014’te Rusya ve İran Suriye’nin politik dönüşümüne dahil olmalıdırlar açıklaması, bu yeni politikanın bir parçası olarak yorumlanabilir.

30 Milyar Dolar,

ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargonun kapsamını genişlettiği 2014 sonunda Türkiye ise İran ile 1 Ocak 2015’ten itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. Bu adım da Washington’da yüzlerin ekşimesine neden olacak bir adımdır.   

Kriz Derinleşecek,

Batı ile ilişkilerin kopma süreci içinde olup olmadığını gösterecek en önemli göstergelerden birisi, Ankara’nın, Çin’den alınmasına karar verilen füze sistemleri kararında ısrarcı olup olmayacağıdır. ABD ve NATO’nun bütün muhalefetine rağmen Ankara, Çin füzelerinde ısrarcı olur ise ABD/NATO-Ankara krizi derinleşecektir.  

Avrasyacı eksen,

Özetle, Erdoğan’ın Batı’ya teslim olması bir seçenek iken diğer seçenek de ABD’nin kendisini gözden çıkardığı inancı ile Batı’yla ilişkileri kopararak Avrasyacı bir eksene kaymasıdır. Bu iki seçenekten birisinin seçilmesi durumunda Erdoğan’ın başta PKK ile müzakereler olmak üzere iç politikada da müttefik ve düşman şekillenmesi yeniden olacaktır. Erdoğan’ın bu seçeneği istese de gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği iç dinamikler değerlendirildiğinde ayrı bir sorudur.

Tahammülsüz Tavır,

Bu iki seçeneğe eklememiz gereken bir başka seçenek de Erdoğan’ın Batı’yı Rusya-İran-Çin seçeneği ile tehdit edip, vereceği tavizleri iç politik olarak hafifletip, Batı ile uzlaşma seçeneği olabilir. Ancak bu seçenek, Erdoğan’ın 12 yıl boyunca yapmış olduğu politik manevralara artık alışmış olan Batı’nın ulaşılan aşamada tahammülsüz tavrından dolayı oldukça zayıflamış görünmektedir. 2015 bu seçeneklerden hangisinin öne çıkacağının belirginleştiği sene olacaktır.


***

Rusyanın Suriye Çıkarması.,



Rusyanın Suriye Çıkarması.,


Gözde Kılıç Yaşın
10.2015
Editörden




Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

Gözde Kılıç Yaşın

 http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

***

ABD'nin Yeni Sopa ve Havuçlarının Bir Anlamı Var mı?


ABD'nin Yeni Sopa ve Havuçlarının Bir Anlamı Var mı?

13 Ağustos 2018 






Eğer dünyanın belirli kabiliyetlere sahip ülkeleri muğlak havuçlara ve sopa diplomasisine Ankara kadar direnebilselerdi, bugün ABD pervasız saldırganlığı ile müttefiklerini vururken en azından iki kere düşünürdü.

2018 yazı çok sıcak bir yaz oldu. Haberlerde gördüğünüz, kavurucu sıcaklar, eriyen asfaltlar, süs havuzlarına çıplak ayaklarıyla giren çocuklardan bahsetmiyorum; 2018 yazı uluslararası ilişkiler açısından dünyanın dengesini daha da kaybettiği, sistemin daha çok kırılganlaştığı, hepimizin krizler beklediği bir yaz oldu, demek istiyorum. Ne sabah açan güzel bamya çiçekleri, ne günbatımını selamlayan akşam sefaları hiçbiri derdimize derman olmuyor. Buralarda da oralarda da herkes ya telefonunun ya televizyonunun mavi ekranından petrol fiyatlarına, doların küresel piyasada değer kazanışına, dolayısıyla değişen kurlara, ABD’nin her gün farklı ülkeleri hedef alarak açıkladığı yaptırım kararı ve tehditlere, sonrasında yine değer kazanan dolara, değişen kurlara bakıp duruyor. Trump’ın ve ekibinin savunduğu Evangelist sosa bulanan Yeni Muhafazakarlık biçimi; bir kontrollü krizler sarmalı yaratıp, bu krizlerin meyvesini küresel piyasalarda topluyor. Ancak, Evangelist sosu, selamlanan misyonerleri, misyonerlerin selamladığı Trump’ı ve akla ziyan tweetleri kazıyınca, altından bu küresel kriz sarmalının gerçek nedeni ortaya çıkıyor: ABD’nin çok uzun sürmeyecek bir güç tekelini, enerji piyasalarında bir üstünlüğü eline geçirdiğini, bu güçten faydalanıp krizleri kontrolde tutacağını düşünerek dünya sistemini sarstığını açıkça görüyoruz. Dünya’nın çivisi çıkmıyor, Trump yönetimi, elinde kerpeten Dünya’nın çivisini çıkarıyor.

Güç farkındalığı Washington’da hâkim. Trump yönetimi altında açıklanan son Ulusal Güvenlik Stratejisi, bu farkındalığın üzerinde yükseliyordu ve okuyanların hatırlayacağı gibi Evangelist bir masalcılıktan ziyade realist bir mantığı yansıtarak, ABD’nin bu güç tekeline ancak belirli bir süre sahip olabileceğini tüm vatandaşlarına anımsatıyordu. Bu süre içerisinde ABD’nin caydırıcılığını, hiçbir rakibi bu caydırıcılığı sınamayı düşünmeyecek bir noktaya itecek şekilde, güçlendirmek için bir şeyler yapmak gerektiği, yapılacağı söyleniyor; ancak ne yapılacağı belirli genellemeler dışında belirtilmiyordu. İşte, içinde bulunduğumuz yaz aylarında artık bu ‘yeni muhafazakâr’ sürpriz belli oluyor. ABD yönetimi, bir süredir, iktisadi/diplomatik yaptırımlar ile yaptırım tehditlerini bir silah olarak kullanmaya karar vermiş görünüyor. Bu silah, ABD’nin çeşitli araçlarla kontrollü bir şekilde büyüttüğü kriz balonları oluşturuyor. Balonlar, Trump’ın hakaret, övgü veya tehdit tweetleriyle kimi ülkeleri içine alıp, kimi ülkeleri dışında bırakıyor. Bu görünmez kriz balonları, oynayan kurlar, ticareti durdurma kararları ve düşmanlara sağlanan silah ve politik destek üzerinden görünür olduğundan zehirli bir gazın yayılması gibi karar vericileri ve kamuoylarını korkutup, sindirmeyi de amaçlıyor. Soğuk Savaş’ın nükleer silah-psikolojik savaş ikilisi yine başka biçimlerde, “özgür dünyanın” kalesinde ortaya çıkıyor.

ABD, aslında, bu sefer kullandığı silahın etkinliğini daha önce Rusların elinde gözlemledi. Nasıl ki Rusya, zaman olgunlaştığında, Soğuk Savaş’ta inşa ettiği doğal gaz ve doğal gaz boru hattı imparatorluğunu Doğu Avrupa ve Baltıkları köşeye sıkıştırmak için pervasızca kullandı; ABD de Soğuk Savaş’ta inşa ettiği serbest ticaret ve kapitalist mali politikalar ağını pervasızca herkesi köşeye sıkıştırmak için kullanıyor. Soğuk Savaş’ta belli ölçülerde sefa, belli ölçülerde cefa çekenler, örneğin Almanya ve Japonya gibi belirli bir güce sahip olarak Soğuk Savaş sonrası düzenin parçası olan aktörler, refah ve büyüme pastasıyla kandırılıp korkunç cadının evine çekilmiş Hansel ve Gratel gibi büyük güç politikalarının oldukça saldırgan bir biçimde geri dönüşünü izliyorlar. Üstelik ABD, Rusya’nın Avrupa’da küçük çapta, boru hatları ve doğal gaz fiyatları üzerinden deneyip kısmi başarı elde ettiği saldırganlık oyununu küresel düzeyde tekrarlarken rakipleri kadar müttefiklerini de hedef alma kararlılığında. Belki de bu nokta geçmiş Amerikan saldırganlığı ile günümüz Amerikan saldırganlığını birbirinden ayıran en önemli husus. Geçmişte de Amerika, belirli güç unsuru tekellerini ya da üstünlüğünü elde ettiğinde önleyici nükleer savaş planlayabilecek kadar saldırgan politikalar izlemeyi göze almıştı. Fakat, Trump öncesi Amerikan saldırganlığı, güçlenme ve müttefiklere hesap ödetme stratejisini müttefikleri gerçekten güçsüzleştirecek, müttefiklik ilişkisini ve ABD’nin kendi kurduğu ittifak ilişkisini anlamsızlaştıracak bir boyuta taşımamıştı. Trump öncesi müttefikleri tedirgin eden ABD saldırganlığının bir pazarlık boyutu vardı. Bugün ise yaptırım tehditleri ile hem rakipler hem müttefikler aynı anda sıkıştırılıyor. Böylece rakiplerle müttefiklerin yakınlaşması engellenirken, pazarlık kapıları da sanki kapanıyor. Günümüz dünya siyasetinde örnekten bol bir şey yok, bakınız daha geçtiğimiz günlerde ilk ayağı yürürlüğe giren ABD’nin İran yaptırımları karşısında belirli imtiyazlar peşinde koşan Avrupalılar, şimdilik elleri boş döndüler.

Sopa Avrupalıların kafasına

Bilindiği gibi 6 Ağustos itibariyle, İran ile yapılacak araba ithalatı ile altın ve değerli metallerle alışveriş yasaklandı. 4 Kasım yaptırımları ise çok daha önemli; zira bu tarihten sonra İran Merkez Bankası aracılığıyla yapılacak tüm petrol ve petrol ürünleri ticaretine Washington’un yaptırım uygulaması söz konusu. ABD bu kararı hayata geçirmek suretiyle, Tahran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi amaçlıyor. İran krizinden çeşitli nedenlerle hem tüketici hem yatırımcı olarak olumsuz etkileneceği düşünülen Avrupa piyasasını yatıştırmak için hatırlanacaktır AB Yüksek Komiseri Mogherini, Mayıs ayında, nükleer anlaşmayı yaşatmak için İran’ın yanında duracaklarını ve bunun için pratikte bazı çözümler bulacaklarını ilan etmişti. Ancak, Mogherini ekonomik yaptırımların nasıl ve ne zaman aşılacağıyla ilgili bağlayıcı hukuki bir söz veremedi. Avrupa’nın İran ile sahip olduğu 2015 nükleer Anlaşması sonrası gerçekleştirmiş olduğu ticaret hacmi 20 milyar Euro civarında. Dolayısıyla, birçok AB ülkesinin İran ile kurmuş olduğu ticaret potansiyeli bir çırpıda gözden çıkarılmayacak kadar önemli. Örneğin Fransız Total’in 2015 Anlaşması sonrası Tahran ile Güney Pars bölgesindeki doğal gaz rezervlerini çıkarmak için 5 milyar dolarlık bir anlaşma yaptığı biliniyor. Benzer şekilde, İngiliz BP’de Rhum gaz sahasını jointventure olarak işletmek için İran Devlet Gaz şirketiyle anlaşmıştı. Avrupalılar büyük paralar kazanmak için İran Nükleer Krizinin başından  beri uzun pazarlık safhalarında büyük emek ve zaman harcamışlardı. Ayrıca, İran ile ticaret meselesi Avrupalılar için hiçbir zaman sadece para meselesi olmadı. Rus gazına bağımlı olan Avrupa ile bu Avrupa’nın dertlerini çekmek zorunda kalan Batı Avrupalılar için İran, sisteme entegre edilebilseydi Avrupa için alternatif bir enerji pazarı olabilecekti. Doğrusu, ABD, pahalı LNG’si ile Avrupa kapılarından içeriye girmişken, geçen hafta yazımızda bahsettik İsrail gazı hayal olmuşken, İran ile ticaret Avrupa için stratejik bir önem de taşımaktaydı. Kısaca Trump, İran Anlaşmasını kameralar önünde yırtıp attığında ve İran karşıtı/Rusya karşıtı yaptırımları devreye eş anlı olarak soktuğunda, İran ile iş yapan artık bizimle iş yapamaz buyruğunu savurduğunda Avrupalıların sadece para kazanma değil ABD’den bağımsız olma hayallerini de söndürdü. Hikayemizin Hanseller’i Avrupalılar, ABD haydutluğundan kaçacak yol kalmadıysa biraz daha pasta yiyelim derdine düşmek üzereler. Kimi Amerikalı akademisyenlerin, “sadece çikolata üreten ülkeler” olarak kategorize ettiği Atlantik Okyanusu’nun doğusundan gerçek bir stratejik ses yükselebilecek mi, görmek için Kasım yaptırımlarından hemen önce İstanbul’da toplanması planlanan zirveye ve İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya’nın Türkiye ve Rusya ile kurduğu ilişkilerine bakmak gerekecek.

Dengeleme Mekanizması

Tabii hikayemizin Hanselleri kadar, Grateller’i de var.Trump yönetimi Avrupalıları, Amerikan LNG’si üzerinden, NATO üzerinden, Rusya üzerinden mideye indirmeyi düşünüyor olabilir ama “diğer müttefikleri” konusunda –Örneğin Hindistan, Güney Kore, Japonya, Suudi Arabistan- çok emin değil, çünkü bu diğerlerine çıkarttığı kontrollü kriz stratejisinde, krizin gerçekten kontrolde kalması için ihtiyaç duyabilir. İran yaptırımları Avrupalılara doğrudan, Türkiye’ye ve diğerlerine piyasa üzerinden dolaylı (çünkü henüz doğal gaz ithalatı yaptırım listesine alınmadı) olarak zarar verebilir ama asıl etkisini İran petrolünün piyasalardan çekilmesi nedeniyle arz-fiyat dengesinin bozulması sonucu tüm ekonomiler yaşayacak. ABD, İran yaptırımları üzerinden oluşturduğu krizin birkaç yerden kontrolden çıkmasını da bekliyor. Bu noktada diğer müttefiklerine duyduğu ihtiyacı havuç-sopa stratejisinin farklı bir versiyonu ile yeni bir pazarlık masası kurarak gösteriyor.

ABD’nin en önemli çekincelerinden birinin kendisine karşı oluşabilecek dengeleme mekanizmaları olduğunu biliyoruz. Müttefikler ve rakipler birbirine ne zaman fazla sokulsa Trump’ın çantasından yeni bir kriz peyda oluyor. Buna rağmen ABD’nin özellikle Pasifik’teki Amerikan üstünlüğü ve Çin’in yaratabildiği riskler konusunda çok hassas olduğunu biliyoruz. Asya-Pasifik/ Hint-Pasifik enerji açısından zengin ülkelerin mekânı ve bu ülkeleri, “hadi gidip çikolata üretin” diye kandırmak çok mümkün değil. ABD, İran petrolünün piyasadan çekilip, bu arz açığını telafi edemediği ya da edemeyeceği izlenimi oluştuğu takdirde yükselen fiyatlardan önce Asyalı müttefiklerinin, sonra Amerikan halkının rahatsız olacağını, Amerikan kaya gazı/petrolü üretiminin artan maliyet nedeniyle sınırlanabileceğini, daha sonra da bu arz açığı/fiyat yüksekliğinden Rusya gibi bazı üretici ülkelerin fayda sağlayacağını biliyor. Dolayısıyla kontrollü krizlerin kontrolü için şimdiden bazı tedbirler almaya çalışıyor. ABD’nin ilk tedbiri, İran yaptırımlarının ve İran petrol arzının “sıfır”a indirilmesinin ek arz imkanlarıyla telafi edileceği güvenini piyasaya vermek. Bu noktada ABD’nin kapısını çaldığı ilk adres Riyad oldu. Aslında Suudi Arabistan, kendi ihtirasları nedeniyle gelire ihtiyaç duyduğundan ve bu konuda Rusya gibi silahlı devlerle mücadele ettiğinden petrol fiyatlarını düşürücü bir hamle yapmak istemiyordu. Riyad-Moskova mutabakatı da bu bağlamda petrol arzının artırılmaması yönündeydi. Fakat Trump, İran krizi balonunu Küre siyaseti ile birleştirip, Katar’a karşı rekabeti fişekleyince; Riyad Saray’ında Suudi Monarşisini, yeni prensinin gözlerinden takdis edip, Riyad’ın ne kadar “modern” olduğunu dünyaya ilan edince Suudi Arabistan’ın dayanacak gücü kalmadı ve çok değerli petrol arzını artırma kartını biraz da ucuza ABD lehine harcadı. İkinci tedbir, Riyad’a çok güvenmeyenler için geliyor. Tahran yönetiminin Suudi rezervleriyle ilgili güvensizlik yaratma politikası -olmaz ya- tutarsa ABD, kendi stratejik rezervleri ile arz açığını kapayacağını piyasaya temin ediyor. Tabii, ABD’ye inanıp güvenenlerin sayısı o kadar azaldı ki üçüncü bir tedbire ihtiyaç duyuldu. Trump, bu tedbiri “havuç” haline getirmeyi başarmış durumda. Washington’da politika üretenler, İran yaptırımları uygulanırken bazı özel müttefiklere, bazı özel imtiyazların tanınabileceğini söylüyorlar. Obama dönemi yaptırımlarda kimi Avrupalı bankaların bu tip imtiyazlardan yararlandığı biliniyor. Washington’un listesi belirsiz; sürekli eklenenler ve çıkanlar var. Asya-Pasifik’in dengeleyicileri, yani Hindistan, Japonya, Güney Kore, maazallah, başka taraflara bakıp Amerikan karşıtı dengeleme mekanizmalarında yer almasınlar diye mutlaka sayılıyor ancak listenin sonrası biraz muğlak. Çünkü sırada, ABD’nin –bugün için öngöremediği, dolayısıyla tedbir de alamadığı- artçı krizleri kontrol altında tutmakta gücü ve jeopolitik konumu nedeniyle asla kaybetmek istemediği -ama bir türlü de kendi planlarına “evet” dedirtemediği Türkiye gibi ülkeler var.

Gerçek Pazarlık ihtiyacı

Türkiye, uzun bir süredir, ABD’nin PYD, Brunson, FETÖ, yaptırımlar vb üzerinden sopa sallarken, İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır, Yunanistan üzerinden caydırıcılığını başkalarına test ettirirken hayali değilse bile muğlak bir havuç uzattığının da farkında. Ancak Türkiye, ABD ile süregiden diyalog ve pazarlık masalarında muğlak havuçlar görmek istemiyor. Gerçek pazarlıklar, gerçekler üzerinden yapılır. ABD belki kriz siyasetini şu ana kadar başarıyla kotardı ve dünyayı siyasi, diplomatik, iktisadi hatta peşi sıra çıkarttığı krizlerle yordu ama kendi güvenilirliğine de zarar verdi. Dahası, bir şekilde ve tüm ABD’nin saldırganlığına karşı Bush dönemini filan atlatmayı başaran ittifak ruhu zarar gördü. Bu ruhun artık muğlak havuçlar, gerçek sopalarla tamir ve terbiye edilmesi mümkün değildir. Ankara, bu gerçeğin bilinciyle, bir süredir Akdeniz başta olmak üzere bölgesinde ve komşu alanlarda çıkar ve güvenliğini savunmada çok faydalı olabilecek kabiliyetler geliştiriyor. Alan Erişiminin Engellenmesi ve Harekât Kabiliyetinin Kısıtlanması (yani meşhur A2AD kabiliyetleri) üzerinde düşünce üretildiği ve bazı merhalelerin alındığı biliniyor. Türkiye-Rusya ilişkilerini, Suriye’deki pazarlıklara (Rusya sayesinde var olup öldüre öldüre ilerleyen Rejim ile, Rejim’e karşıyken varolmak için Rejimi kabul eden Amerikan silahlarıyla donanmış PYD ile, Golan’ı Ruslar ve Esat korusun diye çırpınan İsrail’in gölgesindeki- hala güçlü ile güçsüzün ayırt edilmediği Suriye pazarlıklarına) sıkıştıranların görmek istemediğini aslında Moskova görüyor. Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki kazanımlarını korumasının yolu Türkiye ile dostluktan geçiyor. Türkiye-ABD ile masaya oturduğunda muğlak havuçları kabul etmiyor, sopayla diplomasiyi reddediyorsa, bunu yapabileceğini bildiği içindir. Zamanın jeopolitiği Türkiye’ye kilit ve önemli bir güç unsuru sundu, dahası Türkiye de bunu değerlendirerek, yakın ve uzak gelecekte her türlü tehdide karşı caydırıcılık ve pazarlık kabiliyetini artırmak istiyor. Kısaca siyasi irade jeopolitik ile buluştu, geriye direnme gücünün neye ne kadar yeteceği sorusu kaldı. Jeopolitik böyle bir şeydir; sizi akşam sefalarıyla gün doğanlara değil döviz kurlarıyla donanma güçlerine bakar hale getirir. Yaz çiçeklerini özleyenlere ise şunu söyleyelim, eğer dünyanın belirli kabiliyetlere sahip ülkeleri muğlak havuçlara ve sopa diplomasisine Ankara kadar direnebilseler di, bugün ABD pervasız saldırganlığı ile müttefiklerini vururken en azından iki kere düşünürdü.

 
Bu yazı 11.08.2018 tarihinde www.star.com.tr yayınlanmıştır.





..

30 Ağustos 2018 Perşembe

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir”

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir” 


Alçaklık ve İhanet Kuramı
Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocuk ları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.
Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı

https://www.cafrande.org/demokrasi-istatistiklerin-edilmesidir/

***