23 Ekim 2018 Salı

IRAK TÜRKMENLERİ VE MART 2003 SAVAŞINDAN SONRAKİ DURUMLARININ İNCELENMESİ

IRAK TÜRKMENLERİ VE MART 2003 SAVAŞINDAN SONRAKİ DURUMLARININ İNCELENMESİ 

Yazan: Prof.Dr. Mahir NAKİP 

1. İngiliz İdaresinde Türkmenler 

İngilizlerin 20. asrın başlarında Irak'a girmelerinin ana hedefi 
Kerkük petrollerini ele geçirmekti. Nitekim Kerkük sınırına gelene kadar 
Osmanlı ordusu ile çarpıştılar. Ancak, Türkmenlerin varlığını kabul eden 
Bağdat idaresi 25 Ekim 1920 günü kurulan Abdul Rahman El Geylanî 
kabinesinde, Eğitim ve Sağlık Bakanlıklarını Kerküklü bir Türkmen olan 
İzzet Paşa'ya tevdi etmiştir1. Temmuz 1921'de yapılan referandumda, 
Kerkük halkı Prens Faysal'ın krallığını reddetmiş, İngilizlere karşı açık bir 
tavır sergilemiş ve başta Neftçi ailesi2 olmak üzere bu şehirde yaşayan 
Türkmen aileleri gizli bazı faaliyetler yürütmeye başlamışlardır3 1923 
yılında hazırlanmakta olan Irak Anayasasına desteklerini kazanmak 
üzere Kerkük'ün ileri gelenlerinden destek istenmiş, bunun üzerine 
Kerküklüler dört şart ileri sürmüşlerdir4: 

. Seçim sürecinde Hükümetin oluşumuna karışmamak, 
. Kerkük'ün mahallî yönetiminde Türk karakterinin (kimliğinin) korunması, 
. Türkçe'nin Kerkük bölgesinde resmî bir dil olarak kabul edilmesi ve 
. Bağdat'ta kurulacak bütün hükümet kabinelerinde Türkmenlere yer verilmesi. 

1923'ün Temmuz'unda Türkmenlerin bu isteklerine karşı Irak 
Başbakanı Abdül Muhsin Al Sadun Türkçe bir cevap yazarak, ikinci ve 
üçüncü isteklerinin kabul edildiğini bildirmiştir5. 

Kerkük'te Türkmenlerle İngiliz idaresi arasındaki ilk kavga 4 Mayıs 
1924 günü meydana gelmiştir. Kerkük'ün Büyük Pazar esnafı ile İngiliz 
taraftarı Teyyariler arasında çıkan çatışmada, çok sayıda Türkmen şehit 
düşmüştür. Irak polis gücünün müdahalesi neticesinde huzur tekrar tesis 
edilmiştir. Ayrıca, Kerkük'te Türkçe yayın yapan Necme Gazetesi'nin 4 
Şubat 1924 günkü nüshasına bir ilan veren Kerkük Valiliği, zarar gören 
kişi, esnaf ve ailelerin zararlarını tazmin etmiştir. Gazetede yayınlanan 
199 zarar gören kişinin mesleklerine bakıldığında tamamen 
Türkmenlerden oluştuklarını görebiliriz6. 12 Temmuz 1946 günü 
Gavurbağı Katliamı gerçekleşti. Burada da Irak polisi petrol şirketinden 
yürüyüşe çıkan işçilerin üzerine ateş açarak çok sayıda Türkmen’in 
ölmesine, bir kısmının da yaralanmasına sebep olmuştur7 

2. Cumhuriyet Döneminde Kerkük'ün Siyasi Kimliği 

14 Temmuz 1958 darbesiyle Abdülkerim Kasım, Kraliyeti devirmişti. Her Iraklı gibi Türkmenler de cumhuriyetin ilanına sevinmişlerdi. Ancak, Komünist Partisi'nin iktidarı yavaş yavaş ele geçirme teşebbüsleri, Kerkük Türkmenlerini endişelendiriyordu. Özellikle Kürt lideri Molla Mustafa Barzani'nin bu parti ile açık iş birliğine girmesi ve Kerkük'ü Kürdistan bölgesine dâhil ettirme teşebbüsleri, halkı iyice tedirgin etmişti. Nitekim o tarihlerde merkezi Kerkük'te bulunan 2. Tümen Komutanı General Nâzım Tabakçalı 9 Eylül 1958 günü Kasım'a 
gönderdiği gizli raporunda özetle şunları söylüyor: "Kerkük halkı Kürt 
olmadığı hâlde, şehir Kürdistan bölgesine dâhil edilmek istenmektedir. 
Bundan amaç, Irak Cumhuriyeti'nin millî serveti olan petrole egemen 
olmaktır. Kürdistan Eğitim Müdürlüğü'nün merkezini Kerkük'te kurmak ve 
başına bir Kürt'ü getirmek, kesinlikle doğru değildir. Kerkük'te görev 
yapacak eğitim müdürünün Arap olması yanında, tarafsız ve adil bir kişi 
olması şarttır 8. 

Tabakçalı, 19 Ocak 1959 tarihinde bir başka rapor yollayarak ordudaki Kürt subayların gizli faaliyetlerini açığa çıkarır ve 15 Şubat 1959 günü şu telgrafı Kasım'a çeker: "Önceden size gönderdiğimiz raporları lütfen göz önüne alınız. Yoksa Kürtler, çoğunluğunu Türklerin (Türkmenlerin) teşkil ettiği bu şehri ileride 
Kürdistan bölgesine katacaklardır. Bu da genç Irak Cumhuriyeti'nin millî 
çıkarlarına ters düşer..."9 . 

Tabakçalı'nın raporları görevden alınmasına sebep olur ve yerine 
Komünist görüşlü Davut El Cenabi 2. Tümen Komutanlığına getirilir. 
Kerkük Belediye Başkanlığına Kürt kökenli Maruf Berzenci tayin edilir. 
14 Temmuz 1959 günü Cumhuriyetin 1. yıldönümü kutlamalarının 
yapıldığı sırada olaylar patlak verir ve çok sayıda Türkmen tutuklanır. 
Türkmenlerin ileri gelenlerinden 25 kişi hunharca katledilir ve çok sayıda 
Türkmen'in evi ve iş yeri yağmalanır ve yakılır10. Komünist Kürtler 
tarafından öldürülen Türkmenler, Kürt Belediye Başkanı tarafından şehir 
dışında toplu bir mezara gömülür11. General Kasım, katliamın 
sorumluluğunu Komünist Partisine ve Kürt siyasi gruplarına yükler. 
Arkasından 260 Komünist ve Kürt tutuklanır. Büyük bir kısmı serbest 
bırakılırken bir kısmı da idama mahkûm edilir. Kasım'ı deviren General 
Abdülselam Arif, 23 Haziran 1963 günü bu hükmü yerine getirerek 28 
suçlu Kürt ve Komünisti idam eder12. 

1968 yılında iktidara gelen Baas Partisi, özellikle 1970'li yıllarda 
ciddi anlamda Kerkük'ün kimliğini değiştirmeye çalışır. 1974 yılında 
Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Saddam, Kerkük'ün adını değiştirir, 
Tuzhurmatı ve Kifri gibi Türkmen ilçelerini Kerkük'ten alıp, Arap illerine 
bağlar. Türkmenlerin bu şehirden gayrimenkul almalarını yasaklar. 
Türkmen halkını güneye sürer. Bir zamanlar Türkmenlerin yoğunlukla 
yaşadığı tarihî kaleyi yıktırır13. Ayrıca, Kerkük'ten yüzlerce Türkmen'i 
idama mahkûm eder14. 

3. Körfez Krizinin Türkmenlere Etkileri 

Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan süreç, Irak'ı bugünlere 
getirmiştir. ABD'nin baskılı önerisi ile Birleşmiş Milletler’in uygulamaya 
koyduğu 36. paralel uygulaması, bugün Kuzey Irak'ta oluşan Kürdistan 
Federasyonu’nun ilk adımı olmuştur. Özellikle 36. paralelin üstünde 
olduğu hâlde Musul, Güvenlik Bölgesine dâhil edilmemiş; buna mukabil, 
Süleymaniye 36. paralelin altında olduğu hâlde Güvenlik Bölgesine dâhil 
edilmiştir. Bugün anlaşılıyor ki, Çekiç Güç'ün yıllarca bölgede kalması, 
Güvenlik Bölgesi uygulamasının 12 yıl gibi uzun bir süre devam etmesi 
ve 1996 yılında ABD'nin Türkiye üzerinden binlerce Kürt'ü Guantanamo 
Adalarına götürerek orada eğitmesi ve Irak muhalefet toplantılarında 
KDP ve KYB'ye özel bir önem verilmesi hep bugün için atılan adımlardır. 

12 yıl süren bu arızi dönemden Türkmenlerin iyi yararlandıkları söylenemez. Şöyle ki; 

 a. 36. paralel uygulaması, nüfus ve bölge olarak Türkmenleri ortadan ikiye bölmüştür. Bir taraftan Telafer, Musul, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatı ve Hanekin gibi Türkmen şehirlerinde yaşayanlar Saddam'ın insafına terk edilirken, diğer taraftan Saddam'dan kaçan Türkmenlerle Erbil'in halis yerli Türkmenleri, 36. paralelin üstünde kalarak Güvenlik Bölgesinde yaşama ve örgütlenme imkânı bulabilmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak Türkmenlerin takriben %80'i 
güncel siyasi gelişmelerden, örgütlenmeden ve birbirleriyle haberleşmeden uzak kalmışlardır. 

 b. Türkmenlerin Erbil'de ve Türkiye'de kurdukları siyasi teşekküller 
dağınık, tabanı dar ve amatörce olmuştur. Planlar hep kısa vadeli, basit 
ve etkisiz kalmıştır. Bu siyasi dağınıklığın ana sebebi, karizmatik bir 
liderin çıkıp en azından Erbil'de ve yurt dışında bulunan Türkmenleri 
toparlayamamasıdır. 

 c. İran'da örgütlenen Şii Türkmenlerle, Türkiye'de ve diğer ülkelerde örgütlenen Türkmenler arasında ciddi bir kopukluk yaşanmıştır. Aslında aralarında derin ideolojik ayrılığın bulunmadığı bu iki kesim arasında zaman zaman diyaloglar kurulduysa da esaslı bir iş birliğine gidilememiştir. 

 ç. Türkmen siyasi teşekkülleri, Saddam yönetiminde kalan Türkmenlerle ilişki kuramamışlar ya da oralarda yaşayanlara zarar gelir endişesiyle ilişki kurmaktan çekinmişlerdir. 

 d. Türkiye'de örgütlenmiş Türkmen siyasi kuruluşları, Irak muhalefeti içinde hak ettikleri yeri bulamadılar; sürekli dışlandılar ve marjinal bir grup olarak gösterildiler. Bunda, takip ettikleri siyasetin, Türkiye eksenli olmasının rolü olduğunu söylemek yanlış değildir. Şii Türkmenler ise daha rasyonel davranarak, Irak Şii hareketinin açtığı geniş şemsiyenin altında yer almayı tercih ettiler. 

4. Son Savaş 

Türkiye ve yurt dışında örgütlenen Türkmen siyasi grupları ümitlerini Türkiye'nin ABD ile birlikte savaşa girmesine bağlamıştı. 1 Mart Tezkeresi TBMM'den geçmeyince Türkmen siyasi partileri ciddi hayal kırıklığına uğradılar. Türkiye'nin özellikle Kuzey Irak'ta yarattığı boşluğu KYB ve KDP doldurmaya başlayınca, Türkmenler giderek zarar gördüler, küçültülmeye mahkûm edildiler ve siyasi denklemin haricinde kalmaya zorlandılar. Özellikle hızlı bir şekilde Türkmen bölgelerinde örgütlenmeye başlayan Irak Türkmen Cephesi, Ulusal Meclis ve Hükümet üyeliği gibi bütün siyasi görevlerin dışında tutuldu. Mecliste ve Hükümette yer alan birer Türkmen temsilci, herhangi bir siyasi örgütle ilişkisi olmayan Türkmen şahsiyetlerinden seçildi. Bu bilinçli dışlanma, aslında bir 
bakıma Türkiye'nin 1 Mart Tezkeresini reddetme cezasının Türkmenlere 
yansıması idi. 

10 Nisan 2003 günü, Türkiye'nin kırmızı çizgilerine rağmen Kerkük'e akın eden Kürt Peşmergeleri, ABD askerlerinin gözü önünde, önce şehri yağmaladı, sonra resmî daireleri yaktı, tapu ve nüfus daireleri gibi devlet arşivi niteliğinde olan yerleri talan etti. ABD Kuvvetleri şehre 30 kişilik bir meclis kurdu. Türkmenlere, Kürtlere, Araplara ve Kildo-Asurilere altışardan olmak üzere, toplam 24 sandalye tahsis etti. Geri kalan 6 kişilik kontenjanı da kendisinin kullanacağını ilan etti. Herkes, bu kontenjana Amerikan yanlısı olmak kaydıyla iki Türkmen, iki Kürt ve iki de Arap seçilmesini beklerken, ABD beş Kürt ve bir Kildo-Asuri seçti ve 
meclisteki dengeyi Kürtler lehine çevirdi. Arkasından Kürt bir vali tayin 
edildi. Böylece ABD'nin hoşgörüsü ile Kerkük şehri Kürtleştirme sürecine 
alınmış oldu. 

Türkiye'nin Türkmenler ve özellikle de Kerkük konusunda çabaları sonuçsuz kaldı. Bunun sonucunda Arap ve bazı Türk yazarlar Kerkük'ün Kürtlere peşkeş çekilmesini, Türkmenlerin şahsında Türkiye'ye verilmiş bir ceza olarak nitelendirdiler. Saddam zamanında ve 30 yıllık bir süre içerisinde, Kerkük'ten sürülen Kürt ve Türkmenlerin yerlerine yerleştirilen Arapların geri gitmesi istendi. Bu talep sadece Kürt siyasi grupları tarafından dile getirilmiştir. Talebin hukuki gerekçesi henüz hazırlanmadan, Kürt bölgelerinden insanlar Kerkük'e akın etmeye başladı. Kanuni dayanağı henüz oluşturulmayan bu uygulama 
maksadını aştı ve 30 Ocak seçimlerinden önce Kerkük'e yerleştirilen Kürtlerin sayısı 375.000'i buldu. Hâlbuki Kürt yazarların tespitlerine göre Kerkük ve civarından Saddam zamanında göç ettirilen Kürt ve Türkmenlerin sayısı 108.000 kişidir15. Buna karşılık Türkiye hariç, hiçbir ülke bu açık istilanın durdurulması için gayret göstermedi. Türkiye'nin tepkisi ise, "Kerkük'ün demografik yapısının değiştirilmesi kabul edilemez" demekten öteye geçemedi. 

Kaynak: www.analisidifesa.com Mappa Cia Iraq - zona di Kirkuk

 5. 30 Ocak Seçimleri 

Seçime Şiiler, Kürtler ve Türkmenler katılırken, Sünniler katılmamışlardır. Sünnilerin katılmamalarını, biri açık diğeri gizli olmak üzere iki sebebe bağlamak mümkündür. Açık olan sebep: Sünnilere göre ülke işgal altında iken demokrasi olmaz ve seçimler yapılamazdı. 

Gizli sebep ise, her zaman iktidarda olan Sünnilerin böyle bir seçimde azınlık durumuna düşeceklerinin kesin olmasıydı. Yani Sünniler, seçime girmemeyi, azınlık durumuna düşmeye tercih etmişlerdir. Her iki sebebi de anlamak, hatta takdir etmek gerekir. Çünkü (doğru ya da yanlış) bu bir duruş ve anlayıştır. Şiilerin oy oranlarının yüksek çıkacağı zaten bekleniyordu. Şaşırtıcı gibi görünüp, ancak hiç de sürpriz olmayan tek sonuç, Kürt oylarının kabarık çıkmasıydı. Bunu da birçok siyasi çevre bir başarı olarak göstermektedir. Aslında Kürtler 
açısından seçimleri iki farklı açıdan değerlendirmek gerekir. 

Nerdeyse iki yıldan beridir dünya, Kürtlerin Kerkük'e nasıl akın ettiklerini ve şehri nasıl doldurduklarını izlemektedir. Ayrıca, seçimlerden sonra özellikle Kerkük'te tespit edilen seçim ihlalleri, yapılan yolsuzluk ve usulsüzlükler herkes tarafından bilinmektedir. Aslında seçimden çok daha önce yüz binlerce Kuzey Iraklı Kürt'ün maksatlı bir şekilde Süleymaniye, Erbil, Duhok gibi şehirlerden özellikle Kerkük'e kaydırılması ve Kerkük'te de çadırlarda, barakalarda, devlete ait okul ve diğer kamu binalarında barındırılmaları seçimin nezihliğini daha baştan kirletmiş ve sonucunu ortaya koymuştu. Diğer taraftan, seçimden kısa bir süre önce Kerkük Seçim Komiserliği Kürt kökenli vatandaşlara ait 
usulsüz 73.000 seçim karnesini iptal etmiştir. Ancak, çeşitli antidemokratik müdahalelerle Kerkük Seçim Komiseri El Hadidi istifaya zorlanmış ve arkasından yeni atanan Komiser, sözü edilen karneleri kabul etmekle kalmamış, on binlerce yeni usulsüz karneyi de yürürlüğe sokmuştur. 

30 Ocak günü Türkmenlerin aleyhine olan ciddi seçim ihlalleri olmuştur. Mesela, Musul'da seçim merkezlerine yeteri kadar oy pusulası dağıtılmadığı, Cumhurbaşkanı El Yaver tarafından açıklanmış ve sadece belirli noktalarda az sayıda seçim sandığı bulundurulduğu için, yüz binlerce Iraklı Arap ve Türkmen oyunu kullanamamıştır. En az 300.000 nüfuslu Telafer'de sadece iki seçim merkezi açılmıştır. Diğer taraftan toplam nüfusu 11.000 civarında olan ve önemli bir kısmının Türkmenlerden oluştuğu Altunköprü Nahiyesi'nde 17.771 oy kullanılmış ve oyların büyük bir kısmı Kürdistan Koalisyon Listesi'ne çıkmıştır. 

Erbil'de seçimden önce Türkmen siyasi kuruluşlarının propaganda 
kampanyaları yürütmelerine izin verilmemiştir. Ayrıca, sandıkların 
başında hiçbir tarafsız gözlemcinin bulunmadığı görülmüştür. Aynı 
şekilde Tuzhurmatu'nun Süleyman Beg Nahiyesi'nde ve civar köylerinde 
yaşayan Türkmenler ya 130 numaralı Kürdistan Koalisyon Listesine oy 
vermeye zorlanmışlar ya da şehre gelip oy kullanmaları engellenmiştir. 
Erbil, Duhok ve Süleymaniye'de seçimle ilgili bütün resmî işlemler 
Barzani ve Talabani'nin memurları tarafından yürütülmüştür. 

Seçim günü Kerkük'te meydana gelen usulsüzlükler ve kanunsuz 
uygulamalar daha da dikkat çekicidir16. 

 a. Kerkük'ün her mahallesindeki seçim merkezlerinin sayısı, önceden Seçim Komisyonu tarafından belirlendiği hâlde, seçim sabahı Kürt mahallelerinde bulunan 8 okulda yeni seçim merkezleri kurulmuş ve bu merkezlerin korunmaları için Kerkük polisinden değil, tamamen Kürt Peşmergelerden oluşan Millî Muhafız gücünden destek alınmıştır. 

 b. Sakinleri tamamen Kürtlerden oluşan Rahimava semtinde, oy kullanma işlemleri saat 7.00 yerine saat 6.00'da başlamış ve 17.00'den sonraya kadar devam etmiştir. 

 c. Bazı seçim merkezleri, seçimden bir gün önce Türkmen mahallelerinden alınıp, Kürt mahallelerine nakledilmiştir. 

 ç. Seçim günü, propaganda yapma yasağı olduğu hâlde, Kürt seçmenler arabalarla şehri dolaşarak anonslar yapmışlar ve seçim merkezlerinin duvarlarına Talabani ve Barzani'nin resimlerini yapıştırmışlardır. 

 d. Kerkük'e bağlı Yengice ve Bastamlı gibi Türkmen köylerinde oy 
verme işlemleri bittikten sonra, Millî Muhafız Güçleri sandıkları zorla 
almışlar; ancak arabaya yüklerken telaşlanarak sandıkların birini yolda 
düşürmüşler ve oyların yollara dağılmasına sebep olmuşlardır. 

6. Türkmenler Seçimi Kaybetti mi? 

Seçim sonuçları yayımlandığında Irak Türkmenleri Cephesi'ne 93.000 oy çıkmış ve sonuçta sadece 3 milletvekilini meclise sokabilmişlerdir. Türk basını bu sonucu Türkmenlerin başarısızlığı, hatta realitesi olarak gösterdi. Bu gülünç oy sayısı birileri tarafından kasıtlı olarak küçültülmüş olabilir. Ama her şeye rağmen başarısızlığı topyekûn Türkmen toplumuna fatura etmek doğru değildir. Şii Türkmenlerin en büyük dilimini temsil eden siyasi kuruluşlar, esas Şii listesine girerek Meclise 5 milletvekili sokmuşlardır. Kürt listesinden meclise giren birkaç 
Türkmen'i hariç tutmakla birlikte, Allavi'nin listesinden de Meclise giren 
Türkmenler olduğu bilinmektedir. Bu durumda demek ki mecliste 14 
Türkmen milletvekili bulunmaktadır. 

Başkaları ile iş birliği yaparak seçime giren Türkmen siyasi kuruluşları da tek başlarına seçime girebilirlerdi. Ama temkinli ve realist davranarak başka listelerle koalisyona gitmeyi daha ehven buldular. Aslında seçim öncesi şartlar da bunu gerektiriyordu. Bunlar için kurtlar sofrasında güçlünün yanına oturmak, yalnız oturmaktan daha mantıklı bir seçenekti. Demek ki yanlış strateji takip etmenin bir sonucu olarak seçimi kaybeden sadece Irak Türkmenleri Cephesi ile Türkmen Millî Hareketi olmuştur. Bu arada her şeye rağmen Irak Türkmenleri Cephesi şanslı görünmektedir. Çünkü seçime 4 milyon Iraklı katılmamıştır. Eğer 
seçime bir milyon seçmen daha katılmış olsaydı, Irak Türkmenleri Cephesi %1 barajına takılarak meclise hiç giremeyebilir di. 

7. Kerkük'ün Bugünü ve Geleceği 

Dr. İbrahim Caferi, hükümeti kurarken meclisten ikinci büyük siyasi kütleyi temsil eden Kürtlerle pazarlığa oturmak zorunda kalmıştır. Özellikle Barzani'nin ileri sürdüğü şartlardan birisi de, Kerkük'ün Kürdistan bölgesine dâhil edilmesi şartı idi. Hâlbuki Geçici Irak Yönetimi Kanunu'nun 53’üncü ve 57’nci maddelerine göre Kerkük'ün hangi statüde yönetileceği iki önemli şarta bağlanmıştı. Biri bölgede yapılacak adil bir sayım, diğeri de daimi anayasanın kabulü idi. Caferi'nin direnmesi üzerine bu şarttan vazgeçildi ve Kerkük'ün yönetim biçiminin belirlenmesi ileriki bir tarihe atıldı. Ancak, şehirde kurulan 41 kişilik 
Vilayet Meclisi'nde 26 Kürt, 9 Türkmen ve 6 Arap milletvekili olduğu hâlde hiçbir karar alınamamakta ve meclis çalışmaları kilitlenmiş bir durumdadır. Seçimin üzerinden tam dört ay geçmesine rağmen şehir meclisi toplanamamış, herhangi bir karar alamamıştır. Diğer taraftan Türkmen ve Arap milletvekilleri de aylardan beridir meclis toplantılarına katılmamaktadır. Bu belirsiz durumdan en çok yararlanan siyasi taraf Kürt siyasi gruplarıdır. Çünkü, bütün yeni atamalar onlar tarafından yapılmaktadır. Hatta Kürdistan Bölgesi için Erbil'de oluşturulan 
parlamentoda Kerkük'ü temsilen milletvekilleri bile seçilmiştir. 

Fiilen Kürt idaresinde olan Kerkük'ün geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bugünkü yapısı itibariyle Kerkük'ün üç etnik gruptan oluştuğunu bütün taraflar kabul etmektedir. Ancak, özellikle KDP, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil olduğunu iddia etmektedir. KYB adına Talabani Brüksel Modeli’ni önerirken, Türkmenler ve (Şii’si ve Sünni’siyle) Araplar Kerkük'ün Irak'ın bütününe ait olduğunu 
savunmaktadır. KDP'nin bu uçuk görüşünü oluştururken cesaretini ABD'den aldığını söylemek mümkündür. Başta Kürtler olmak üzere birçok Iraklı siyasetçi Kerkük'ün, Irak'ın bir iç meselesi olduğunu söylemesine rağmen, komşu ülkelerin de Kerkük konusunda çekinceleri olduğu malumdur. Bilindiği gibi, dünya petrollerinin %4'ü Kerkük'te üretilmektedir. İran'da, Suriye'de, Türkiye'de uzantısı olan ve hiç devlet tecrübesi olmayan bir etnik gruba böylesi bir kaynağı teslim etmek elbette büyük riskleri de beraberinde getirir ve ilgili ülkelere söz söyleme hakkı verir. 

Kerkük'ün Türkmenler açısından bir başka önemi daha bulunmaktadır. İngilizler döneminden bu yana ve bütün baskılara rağmen Irak Türklüğünün sembol ve merkezi olmuştur. Türkmen ediplerin, şairlerin, bestekârların, yazarların ve bilim adamlarının çoğu burada yetişmiştir. En çok asimilasyona, baskıya, sürgüne ve katliama maruz kalanlar genelde bu şehirde ya da civarda yaşayan Türkmenler 
olmuştur. Ayrıca Kerkük, Irak Türklerinin yaşadığı coğrafyanın tam ortasında bir şehirdir. Şu anda da Türkmen meclisi ve hemen hemen bütün Türkmen siyasi teşekküllerinin merkezi bu şehirde bulunmaktadır. Kerkük, Kürdistan'a dâhil edildiği takdirde, Türkmenlerin ciddi bir dağılma ve sarsıntı geçirecekleri muhtemeldir. Diğer taraftan Irak'ı oluşturan bütün taraflar, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil edilmesi durumunda, bundan sonraki adımın bu bölgenin Irak'tan koparılarak bağımsız bir devlet hâline getirilmesi olduğunu tahmin edebilmektedir. 

Kısacası Kerkük'ün geleceği bütün taraflar için hayati bir öneme haizdir. Bütün bu veriler ışığında en selim ve tartışmasız çözüm, Kerkük'ü özel statülü bir şehir hâline getirmek olacaktır. Ama tarafların bu özel statüdeki yerinin ve payının ne kadar olacağını, zaman ve tarafların güçleri belirleyecektir. 

8. Telafer'in Dramı 

Irak'ın kuzeybatısına düşen Telafer, takriben 300.000 nüfuslu olup, tamamen Türkmenlerden oluşmaktadır. 1920 yılında İngiliz idaresine karşı ilk isyan meşalesi bu şehirde yakılmış ve Kaçakaç Hadisesi olarak tarihe geçmiştir. Musul'un büyük ilçesi olup, Türkmen olduğundan Saddam zamanında il yapılmamıştır. Nüfusun yarısına yakını Şii mezhebine mensup olmakla beraber, bugüne kadar Sünni Türkmenlerle hiçbir konuda ihtilafa düşmemişlerdir. Bir petrol şehri olmamakla birlikte, Telafer stratejik bir mevkie sahiptir. Türkiye sınırına 110 km, Suriye sınırına ise 70 km uzaklıktadır. Her iki sınıra da yakın 
olan tek Türkmen şehridir. Yani, Türkiye'den Türkmen bölgesine inmek için yegâne geçit ve bölge Telafer'dir. 

Türkiye'nin Ovaköy noktasından Telafer'e uzanan 110 km’lik koridor, Türkmenleri, Kürtleri ve Türkiye'yi yakından ilgilendirir. Türkmenler için önemlidir; çünkü Anadolu ile tek bağlantı noktası bu koridorla sağlanmaktadır. Aksi takdirde Barzani'nin egemenliğindeki bölgeden geçerek Türkiye'ye ulaşmak mümkün olmaktadır. Türkiye için de önemlidir; çünkü Zaho'dan sadece Kürt bölgesine giriş yapılabilirken, Ovaköy'den açılacak yeni bir kapı ile hemen Türkmen ve Arap bölgelerine inilebilmektedir. Bu koridor bir bakıma Ermenistan'dan İran'a uzanan Zengezur koridoruna benzetilebilir. Bilindiği gibi bu koridor hem Nahçıvan'ı Azerbaycan'dan, hem de Türkiye'yi Türk dünyasından ayırmaktadır. 

Aynı derecede Kürtler için de önemli görünmektedir. Söz konusu bu koridor yoluyla Suriye ile de dünyaya açılma imkânı elde edeceklerdir. Yoksa, tek çıkış yolları İran ve Türkiye üzerinden olacaktır. 
Bu koridor, Geçici Anayasada tanımlanan Kürdistan bölgesine dâhil değildir. Ayrıca, bu bölgenin zaten Musul Vilayeti'nin sınırlarına dâhil olduğu açıktır. Bugün Telafer'de, hafiften de olsa bir Sünni-Şii çatışmasının körüklendiğini görüyoruz. Ayrıca, aylardan beridir sebepsiz yere Türkmenlerin öldürüldüğünü, tutuklandığını ve evlerin boşaltıldığını öğreniyoruz. Bu gibi gelişmelerin tesadüf değil, kasıtlı olma ihtimali oldukça yüksek görünmektedir. Sebebi de Telafer'in ve civarının herkes için hayati öneme haiz olmasıdır. 

Sonuç 

Savaştan önce Irak muhalefeti tarafından dışlanan Türkmenler, 
savaştan sonra da dışlanmaya maruz kalmıştır. Özellikle Irak Türkmen 
Cephesi'ne siyasi süreçte hiçbir rol verilmemektedir. Şii Türkmenlerin, 
Irak'ın genel Şii şemsiyesi altında yer alarak siyasi sahnede az da olsa 
bir yer işgal ettiklerini söylemek mümkündür. Ama onların da bütün 
Türkmenleri kucakladıkları söylenemez. Kürt yanlısı Türkmen partileri 
ise, şu ana kadar kayda değer bir itibar elde edememişlerdir. Çünkü, 
nasıl ve niçin kuruldukları bellidir. Ancak, bundan sonra siyasi rol 
almaları büyük ölçüde Kürt siyasi gruplarının elde edecekleri başarıyla 
doğru orantılı olabilir. Ulusalcı kanadı temsil eden cephenin altındaki 
partilerin söylemleri arasında dişe dokunur bir fark yoktur. Şii Türkmen 
Partilerin ideolojik öncelikleri biraz farklı olmakla beraber, Türkmen 
kimliklerini gizlememektedirler. Bilindiği gibi mezhep olarak Şiilik, 
milliyetçilik akımlarına kapalıdır. Dolayısıyla bu iki siyasi kütlenin hemen 
hemen her konuda iş birliği yapmaları mümkün görünmektedir. Ancak, 
bu iki siyasi kütlenin, Kürt yanlısı Türkmen partileriyle iş birliği yapması 
uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çünkü, arada çok köklü düşünce 
farklılıkları vardır. Özellikle Kerkük konusundaki fikir ayrılığı çok ciddi bir 
boyuttadır. Ulusalcı ve Şii Türkmen partileri Kerkük'ü Irak'ın bir parçası 
olarak görürken, Kürt yanlıları Kerkük'ü Kürdistan'ın bir parçası olarak 
görmek istiyor. Genel olarak Türkmenlerin dört ana sıkıntıları göze 
çarpmaktadır: 

1. Siyasi Güç ve Tecrübe Yetersizliği 

Türkmenler 1990 yılına kadar gizli siyaset yaparak ayakta durmaya çalıştılar. Hiç kimse onlara doğru dürüst yol göstermedi, sponsorluk yapmadı ve siyasi eğitim vermedi. Siyasi tecrübelerini deneme yanılma yoluyla kazanmaya çalıştılar. Onun için bugün aralarındaki en küçük mesele uyuşmazlık konusu olabilmektedir. Siyasi gündemlerini meşgul eden konular basit ve küçük meseleler olmaktadır. Özellikle bugün Cephe'nin çatısı altında görünen partilerin birbirinden hiçbir farkı yoktur. 

2. Karizmatik Vasıflara Haiz Bir Liderin Çıkmaması 

1995 yılında aktif faaliyete geçen Irak Türkmen Cephesi, 10 yıl içerisinde beş sefer başkan değiştirmiştir. Cephe'nin dışındaki siyasi partilerin başkanları da çok dar bir siyasi tabana hitap etmektedirler. Türkmenler, feodal yapıdan çıktıkları için, onları bir araya toplayabilecek olan kişi bir aşiret reisi değil, ancak karizmatik bir lider olabilir. 

3. Askerî Güçlerinin Olmaması 

 Savaştan önce Kürtlerin iyi eğitilmiş ve çeşitli imkânlara sahip Peşmergeleri varken, Şii Araplar da Bedir Tugayları adında esaslı bir askerî güce sahipti. Bu askerî güç savaştan sonra da kendini hissettirdi ve siyasi görüşmelerde önemli bir pazarlık ya da tehdit unsuru olabildi. Türkmenler işin başından itibaren böyle bir güce sahip olmadı ve mücadeleyi daha çok demokratik enstrümanlarla sürdürmeyi tercih etti. 

4. Mali Destek Yetersizliği 

Kürt siyasi grupları baştan beri ABD ve İsrail'den, Şii grupları da İran'dan mali destek görürken, Türkmenlerin bu tarz güçlü bir finans kaynakları olmamıştır. Bugün Kuzey Irak'ta yürütülen ticari faaliyetlerin büyük bir kısmı Kürt iş adamlarının elindedir. Savaştan sonra Irak'a yerleşen Türk firmalarının çoğu da vekalet ve temsilciliklerini Kürt iş adamlarına vermiş durumdadırlar. 

Bütün bu köklü eksikliklere rağmen Türkmenlerin hak ettikleri yeri 
almaları, Irak'ın geleceği açısından önemli bir şart olarak görünmektedir. 
Türkmenlerin siyasi süreçten dışlanmasıyla Irak'ın geneli bir kazanç elde 
edemez. Bilakis, Irak'ın sadık vatandaşları olarak Türkmenler, Irak'ın 
demokratikleşmesi, gelişmesi ve kalkınmasında önemli roller alabilirler. 
Türkmenlerin sosyolojik yapıları incelendiğinde bugüne kadar hiçbir 
kesime zarar vermedikleri kolaylıkla görülebilir. Bütün bunlara rağmen 
dışlanmalarının sebebi ne olabilir diye düşündüğümüzde, akla Türkiye ile 
soydaşlık faktöründen başka bir sebep akla gelmemektedir. Onun için de 
sürekli küçültülmüşler ve yaşadıkları coğrafya daraltılmıştır. Kürt siyasi 
grupları, Türkmenleri 500.000 civarında bir topluluk olarak gösterirken, 
Türkmen Cephesi 3.5 milyon olarak göstermektedir. Ancak bilimsel bir 
tahminle, nüfuslarının 2 milyondan daha az olmadığını tahmin etmek zor 
olmasa gerektir17. Bununla birlikte, tarafsız ve BM gözetiminde doğru bir 
nüfus sayımı yapılmadan Türkmenlerin gerçek nüfusunu tahmin etmek 
doğru olmayacaktır. Bugün Irak'ta bütün siyasi olumsuzluklara ve 
sonuçları tartışmalı olmasına rağmen bir seçim yapılabilmiştir ama her 
nedense Kürt ve Şii partiler sayıma yanaşmamakta ve ülkedeki güvensiz 
ortamı gerekçe göstererek hep ertelemektedirler. 

DİPNOTLAR;

1 .C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and Research in North-Eastern Iraq 1919-1925, Oxford University Press, London, 1957, ss. 266-280. 
2 Neft, Arapça petrol anlamına gelir. Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamit, İngilizlerin Kerkük petrollerine göz dikmesi üzerine, bu şehirde petrol çıkarma imtiyazını bu Türkmen ailesine verdiğinden soyadları Neftçi olmuştur. Bu ailenin ileri gelenlerinden Abdullah Neftçi, 14 Temmuz 1959 Katliamında şehit düşenler arasındadır. 
3 L. Lukitz, Iraq: The Search for National Identity, Frank Cass, London, 1995, s. 40. 
4 İbid,s.41 
5 İbid,s.42 
6 Geniş bilgi için bkz: Elturkman vel Vatanul İrakî, Arshad Hurmuzi, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları,2003, Kerkük, s. 57-65 
7 E. El-Hunnuzi, Safahat Minel Tarih El-Turkmani, Meczeret Gavurbaği Fi Karkuk, Kardaşlık Dergisi, Sayı: 23,2004,s. 75 (Arapça) 
8 Muthekkerat El-Tabakçali ve Thikreyat Casim Muhlis El-Muhami, İkinci Basım, Zaman Matbaası, Bağdat, 1985, s. 356 
9 İbid, s. 423. 
10 Z. Umar, The Forgotten Minority Turkomans of Iraq, Inquiry, February 1987, s.40. 
11 G. Kirk, Contemporary Arab Politics, Frederick Praeger, N.Y., 1961, ss. 162-163. 
12 .W. Jaff, Karkuk, Dirase Siyasiye ve İctimaiyye, Matbaat Wizretül Thekafa, Erbil, 1998, s.100 
13 S. Saatçi, Irak Türkmenleri, İkinci Basım, Ötüken, İstanbul, 2003, s. 249-276 
14 A. Hurmuzi, Elturkman vel Vatanul İrakî, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları, 2003, Kerkük, s. 120-145(Arapça) 
15 Nuri El-Talabani, Siyaset Tağyir El-Vaki, El-Kavmi Limedinet Karkuk Kadimen ve Hadisen, Kirkuk The City of Ethnic Harmony, Scientifıc Symposium Held by Kartala Center for Research andStudies, Birinci Baskı, London, 21-22 July 2001, s. 433. 
16 Mahir Nakip, Çuvaldız, Kardaşlık, Sayı: 25, Yıl: 7, s.. 
17 Ershad Al-Hirmizi, The Türkmen and lraqi Homland, Kerkük Vakfı, İstanbul, 2003, s. 90. 


KAYNAKÇA 

1.C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and Research in North-Eastern Iraq 1919-1925, Oxford University Press, London, 1957, ss. 266-280 
2. Neft, Arapça petrol anlamına gelir. Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamit, İngilizlerin Kerkük petrollerine göz dikmesi üzerine, bu 
şehirde petrol çıkarma imtiyazını bu Türkmen ailesine verdiğinden soyadları Neftçi olmuştur. Bu ailenin ileri gelenlerinden Abdullah Neftçi, 
14 Temmuz 1959 Katliamında şehit düşenler arasındadır. 
3. L. Lukitz, Iraq: The Search for National Identity, Frank Cass, London, 1995, s. 40 
4.İbid,s.41 
5.İbid,s.42 
6.Geniş bilgi için bkz: Elturkman vel Vatanul İrakî, Arshad Hurmuzi, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları,2003, Kerkük, s. 57-65 
7.E. El-Hunnuzi, Safahat Minel Tarih El-Turkmani, Meczeret Gavurbaği Fi Karkuk, Kardaşlık Dergisi, Sayı: 23,2004,s. 75 (Arapça) 
8. Muthekkerat El-Tabakçali ve Thikreyat Casim Muhlis El-Muhami, İkinci Basım, Zaman Matbaası, Bağdat, 1985, s. 356 
9.İbid, s. 423 
10.Z. Umar, The Forgotten Minority Turkomans of Iraq, Inquiry, February 1987, s.40 
11.G. Kirk, Contemporary Arab Politics, Frederick Praeger, N.Y., 1961, ss. 162-163 
12.W. Jaff, Karkuk, Dirase Siyasiye ve İctimaiyye, Matbaat Wizretül Thekafa, Erbil, 1998, s.100 
13.S. Saatçi, Irak Türkmenleri, İkinci Basım, Ötüken, İstanbul, 2003, s. 249-276 
14.A. Hurmuzi, Elturkman vel Vatanul İrakî, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları, 2003, Kerkük, s. 120-145(Arapça) 
15.Nuri El-Talabani, Siyaset Tağyir El-Vaki, El-Kavmi Limedinet Karkuk Kadimen ve Hadisen, Kirkuk The City of Ethnic Harmony, Scientifıc Symposium Held by Kartala Center for Research andStudies, Birinci Baskı, London, 21-22 July 2001, s. 433 
16.Mahir Nakip, Çuvaldız, Kardaşlık, Sayı: 25, Yıl: 7, s. 7 
17.Ershad Al-Hirmizi, The Türkmen and lraqi Homland, Kerkük Vakfı, İstanbul, 2003, s. 90 


***

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ

ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ 


Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU 

ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine 
olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “yeni dünya düzeni” 
kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması 
gerekmektedir. 

Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın, 
ülkelere gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni 
yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu 
bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi 
gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel 
anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına 
ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika 
uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak 
fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve 
aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek 
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse 
ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı 
güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak 
ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır. 

Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası 
ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve 
güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda 
yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan 
uygulamaların yarattığı ve sanayi devriminden çok daha fazla sancılı 
geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülansların, ABD’nin 
geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son 
derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım 
olmayacaktır. 

Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın, 
gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim 
anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme 
ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul 
etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede 
irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum. 

Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan 
çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi 
tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini 
devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir 
kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine 
birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek 
istiyorum. 

ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18. 
yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere 
ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge 
ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin 
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan 
okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan 
okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet 
gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette 
Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak, 
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir 
olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı 
uygulamasına dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal 
ettiği değerlendirilmeden, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya 
da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede 
bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. 

11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu 
anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde 
ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde: 


 1. İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 

 2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın 
yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel 
ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması, 

 3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence 
altına alınması, 

 4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması, 
nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana 
başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik 
faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu 
açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının 
göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması 
gerektiği son derece açık olmalıdır. 

Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun 
gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak 
temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da 
Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey 
Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması 
da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir 
“kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır. 

Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği 
petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl 
içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı 
ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği 
düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri, 
yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı 
zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi 
görünmektedir. 

Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının 
Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve 
Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya 
ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı 
düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD 
ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim 
altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının 
doğal bir gereği olmalıdır. 

Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu 
açıklamalardan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan 
görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok 
gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim. 

Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta 
Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama 
daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle 
çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece 
kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan 
Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran, 
Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılmadan 
ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi herhâlde mümkün 
bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme 
(containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan 

(Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin, 
Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin 
rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye 
atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla 
uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür 
gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır. 

Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi 
Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı 
askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak 
hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu 
bilinen bir gerçek olmalıdır. 

ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî 
anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin 
temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması 
olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim 
ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik 
güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu 
güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri, 
telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundurduğu 
düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısızlığa 
uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak 
güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek 
kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme 
yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin 
otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış, 
yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan 
kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da 
taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya 
zemin hazırlayacaktır. 

Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar 
sürdüremeyeceğinin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal, 
sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri 
öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma 
sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak 
gerekecektir. 

ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf 
bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar 
çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin 

NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında 
güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi 
olasılık sınırları içinde görünmektedir. 

Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının 
yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini 
ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye 
muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan 
olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece 
çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana 
güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç 
olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek 
doğruların yansıması olacaktır. 


Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004) 
Kaynak:British Petrol(www.bp.com) 

Sahip olduğu enerji kaynakları açısından bir sorunu bulunmayan 
ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın, 
hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol 
oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm 
anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana 
olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki, 
ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü askerî anlamda kullanmaktan 
çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-
Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar 
yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en 
belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan 
ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini 
sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in 
gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda 
sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve 
çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı 
aralama ihtiyacını hissetmektedir. 

Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi 
gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri 
etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme 
dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve 
doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz 
görünmektedir. 

***

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 5

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ  BÖLÜM 5


5.2. Bölünmeye Neden Olan Uygulamalar 

Bununla birlikte yukarıdaki açıklama Türkiye’nin bölünmeyeceğinin bir garantisi olarak algılanmamalıdır. Günümüz küresel siyasi sistemi 20. yüzyıldakinden önemli ölçüde farklılıklar içermektedir. Kabaca bu değişikliğin, sistemin odağının kısmen de olsa değişmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. 20. yüzyıl dünyası milli devletlere vurgu yaparken günümüz küresel sistemi en azından ilkesel olarak insan güvenliğini de dikkate almaktadır. Elbette ki sistemin tamamen birey odaklı olduğunu söylemek naiflik olacaktır; ama en 
azından insan güvenliği ve haklarının ciddi anlamda dikkate alınması şeklinde kendini gösteren bir temayülün olduğunu söylemek de mümkündür. 

Bu eğilimin somut sonuçları da Soğuk Savaş sonrası dönemde bazı devletlerin 
bağımsızlıklarını kazanmasında kendini göstermiştir. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde ve Balkanlar’da bağımsızlıklarını kazanan ülkeler örneğinde self-determinasyondan söz etmek mümkün ise de Doğu Timor ve Kosova gibi bazı örneklerde self-determinasyondan farklı bir teamül etkili olmuştur. 

Özellikle Kosova örneğinde daha belirgin bir şekilde takip edilen bu teamüle göre her ne kadar devletlerin egemenliklerinin korunması birincil önemde ise de, kendi vatandaşlarına karşı sistematik şiddet siyaseti izleyen bir yönetime karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve gerekirse mağdur grubun korunması mümkün olabilmiştir. Buna göre örneğin Kosova’da çoğunluğu oluşturan Arnavutların Sırbistan tarafından yönetilmeye devam ettikleri takdirde sistematik saldırılara maruz kalacakları düşüncesi Kosova’nın bağımsızlığının temel gerekçesi olmuştur. 

Bu da Türkiye açısından şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yaşayan grup veya toplulukların temel hakları garanti edildiği ve korunduğu sürece Türkiye’nin bölünmesi söz konusu değildir. Ancak sistematik ayrımcılık ve ciddi boyutlarda insan hakları ihlalleri ile birlikte belli bir grubu hedef alan şiddet günümüz uluslararası hukuk anlayışında mazur görülmemekte ve içişlerine karışmama ilkesine bir istisna olarak değerlendirilmektedir. 

5.3. İnsan Hakları ve Kürtçü Siyaset 

Bölünmeyi önlemenin en etkin yollarından bir tanesi şeffaf ve demokratik bir yönetim düzeninin güçlendirilmesidir. Bu da istikrarlı ve kararlı bir şekilde insan hakları ve demokratik değerlere vurguyu gerektirmektedir. Pragmatik bir açıdan böylesi bir tutum hem devletin evrensel hukuk standartlarına uymasını sağlayacak ve hem de Kürtçü siyasetin elinde bir süredir araçsallaştırılan insan hakları, demokrasi ve özerklik gibi bazı kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacaktır. 
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren popülaritesi gittikçe artan ve günümüzde küresel düzlemde gördüğü ilgi zirveye ulaşan insan hakları, DTP ve BDP gibi etnik Kürtçü siyasi partilerin elinde pek de şeffaf olmayan parti hedeflerine ulaşmada kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gelinen noktada bu siyasi çizginin insan hakları ve demokrasi ilgi ve vurgusunun çok da içten olmadığı iddia edilebilmektedir. Ancak özellikle de dış dünyaya karşı partinin ve 
terör örgütünün olduğundan farklı bir biçimde sunulması için insan hakları ve demokrasi odaklı ve vurgulu söylem söz konusu siyasi çizginin temsilcileri tarafından kullanılmaya devam edecekmiş gibi görünüyor. 

İnsan hakları ve demokratikleşmeye etnik Kürtçü siyasetçiler tarafından daha fazla sahip çıkıldığı bir ortamda geniş halk yığınları ve bazı bürokratik kurumlar da insan hakları felsefesi ve söylemine daha da yabancılaşmakta ve insan hakları savunuculuğunu teröre destek gibi algılayabilmektedir. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğu açıktır. Bu nedenledir ki “insan hakları” gibi evrensel bir kavram ve eğilim DTP ve yerine kurulan BDP gibi içine kapalı, demokratik ilkeleri içselleştirmeye karşı dirençli ve etnik siyaset üzerine kurulu bir siyasi çizginin elinden kurtarılmalıdır. 
Ya da bu siyasi çizginin aktörleri insan hakları ve  demokratikleşme ye dayalı söylemlerinin gereklerini yapmaya doğal ve meşru yollardan zorlanmalıdır. 
Etnik Kürtçü siyasi çizginin insan hakları söylemini zaman zaman kendi gündemleri için bir dayanak ve destek olarak kullandığına dair çok sayıda örnek mevcuttur. Her şeyden önce DTP ve BDP’nin demokrasi ve insan hakları söylem ve vurgusu zaman zaman tutarsız, belirsiz ve yüzeysel kalmıştır. Bu siyasi çizginin aktörleri çoğu kere kendilerinin icat edip tanımladığı, ama somut bir anlam ifade etmeyen yeni terkipler ile halkın karşısına çıkmaktadırlar. Bunun son örneği “demokratik özgürlük”tür. Kavramın ne ifade ettiğinin belirgin olmaması bir tarafa, DTP’nin ve daha sonrasında da BDP’nin kavramla neyi amaçladığı uzunca bir süre muğlâk kalmıştır. “Demokratik,” “konfederasyon,” “federasyon,” 
“özerklik,” “eyalet sistemi” gibi insan hakları ve demokratikleşme alan literatürüne ait kavramlardan kısa aralıklarla yeni ama anlamsız terkipler ortaya atan etnik Kürtçü siyasetin temsilcileri bununla vitrin düzenlemesi ve süslemesi yapmaktadır. Hiç şüphesiz başta eski İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal olmak üzere çok sayıda BDP’li gerçek anlamda insan hakları savunucuları olarak görülebilir. Ancak bu durum parti olarak DTP’nin ve BDP’nin çekici kavramları harmanlayarak “suni” ve içi boş yeni kavramlar “uydurarak” 
meşruiyet arayışına girdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. 

5.4. Etnik Kürtçü Taleplere Karşı Daha Fazla “İnsan Hakları” Vurgusu 

Terör ile arasına perde çekemeyen ve bu nedenle de insan hakları vurgusu inandırıcılıktan normalde uzak olan etnik Kürtçü siyasetin temsilcisi oldukları bilinen DTP ve BDP gibi partileri kapatmak ve siyasi sahneden uzaklaştırmak gerçekçi bir çözüm değildir. Demokratik ve evrensel hukuka saygılı bir devlet özelliklerini de yansıtmamaktadır. Bu tür siyasi örgüt ve hareketleri kapatmak veya yasaklamak yerine söz konusu siyasi çizginin temsilcisi partilerin sıklıkla ve bilinçli bir şekilde atıfta bulunduğu insan hakları ve demokratikleşme söyleminin tekel altına alınamayacağı fiili olarak gösterilmelidir. Teorik olarak demokrasi ve insan hakları yanlısı olduklarına şüphe olmayan siyasi partiler bunu tavırlarına, söylemlerine ve uygulamalarına özenle yansıtabilmelidir. Geniş halk kitlelerinin 
ve bu kitlelerin siyasal tercihlerini siyasi alana taşıyan partilerin insan hakları ve 
demokrasiye özel bir önem atfettiği bir ortamda etnik Kürtçü siyaset “insan hakları” ve demokrasi odaklı söylemi ile öne çıkamayacaktır. Bu söylemini devam ettirse bile –ki aksini arzu etmek için hiçbir neden yoktur aslında— insan hakları ve demokrasinin Türkiye’deki birkaç temsilcisinden biri olma iddiasında ve görünümünde olamayacaktır. 

SONUÇ 

Böyle bir ortamda ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile ilgili oluşan tedirginliklerin hepsi gayet makul görünmektedir. Öncelikli sıkıntı ise, bölgede oluşabilecek güç boşluğudur. ABD’nin 2003’ten beri varlığı bölgede gruplar arasında yaşanabilecek olan çatışmaları engellemektedir. Fakat ABD’den sonra gruplar arasındaki sıkıntılar çatışma halini alabilir. Bu çatışmalar göz önünde 
tutulduğunda özellikle kuzeyde Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasındaki çözülememiş toprak uyuşmazlıkları, petrolün paylaşımı gibi konuların yer aldığı göze çarpmaktadır. Sünni yönetimli Irak’ın Evlatları grubu Irak ekonomisine ve hükümetine dâhil olamamıştır ve hala zararlı bir güç durumundadır. Irak’ta ekonomi ve elektrik şebekesi gibi temel altyapı sistemleri vasat durumdadır. Ve tabii ki, Iraklıların yeni bir hükümet kurma mücadelesi kötü yönetimin mevcudiyetinin sonucudur. Bu sebeple birçok akademisyen, Irak’taki farklı etnik 
gruplar arasında bir iç savaş öngörmektedir. 

Geçen yüzyılda yaşanan iç savaşlar hakkında yapılan akademik çalışmalar gösteriyor ki %50 oranında iç savaşlar ateşkesin ardından 5 yıl içerisinde yeniden baş gösteriyor. Eğer bir ülke ganimet olarak görülen altın, elmas ya da petrole sahipse bu oran daha da artıyor. Burada dikkat çekici nokta, eğer büyük bir güç ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi barış gücü ya da uzlaştırıcı görevinde uzun vadeli bir biçimde katkı sağlamaya hevesli olduğunda, iç savaşın tekrar 
başlama olasılığı üçte birden düşük bir ihtimal halini alıyor. Dolayısıyla ABD’nin şu an Irak’a yaptığı katkılar oldukça önemlidir. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise, iç savaşın kamuoyunun istemesiyle çıkmayacağıdır. Birçok insan iç savaşı bir felaket olarak görmektedir. İç savaşlar çoğu zaman liderlerin amaçlarını zor kullanarak elde edebileceklerini düşünmesi sonucunda yeniden alevlenebilmektedir. Genelde büyük bir devletin askeri gücü devreye girdiğinde liderler ikna edilmekte ve savaşmaktan vazgeçmektedirler. Bu nedenle 
ABD’nin bölgesel güçlerle ya da uluslararası organizasyonlarla işbirliği içinde Irak’ta barış ve istikrarın kurulmasına katkı sağlaması gerekmektedir. 

Raymond Odierno kendisiyle konu ile ilgili yapılan mülakatta Kürt askerlerinin bir yıl içerisinde Arap ağırlıklı Irak ordusunda yer alamaması durumunda Birleşmiş Milletler barış güçlerinin bir seçenek olabileceğini belirtmişti. General Odierno, Birleşmiş Milletler güçlerinin gerekli olmamasını umduğunu da eklemiştir. Öte yandan Odierno iki kültür arasındaki tansiyonun ve Irak’ın kuzeyindeki petrol zengini bölgelerin her iki grup tarafından kendi bölgeleri olarak gösterilmesinin yıllardır çözüme ulaşmadan kaynadığının farkındaydı. Irak’lı Kürtler, Arap ağırlıklı merkezi Irak hükümetine karşı bir hareket olarak; Ninevah, Tamim ve Diyala gibi birçok bölgeyi kendi otonom bölgelerine dâhil etmek istemektedir. 
Amerikalı bir üst düzey askeri yönetici, ABD kuvvetlerinin 2011’in sonunda çekilmesinden sonra eğer Araplar ve Kürtler arasındaki tansiyon azalmazsa Birleşmiş Milletler barış kuvvetlerinin kuzeydeki ihtilaf konusu olan toprakları korumasının söz konusu olabileceğini belirtmiştir. 

Öte yandan, Irak’ta kalacak olan yaklaşık 50 000 Amerikan askerinin adı farklı şekilde anılmaya başlasa da bu askerlerin çoğu hala muharip birliklere mensuptur. Irak’taki ana birlikler muharip tugaylar olarak değil, danışma ve destek tugayı olarak isimlendirilmektedir. Ancak muharip tugaylarla bu tugaylar arasında yapısal ve personel farkı asgaridir. Irak’taki ABD güçlerinin eski komutanı David Petraeus’un 2007-2008’de yürüttüğü strateji sonucunda, 
görevlerinin askeri operasyonlar çerçevesinden çıkıp sivillerin yöneteceği bir görev haline geldiği Amerikalı siyasetçiler tarafından ortaya konmuştur. Dahası Irak’ta güvenlik 2005-2006 yıllarıyla karşılaştırıldığında son dönemde oldukça iyi bir noktaya gelmiş olsa da gelecek aylarda ve yıllarda ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. 

Sadece Kürtler ve Araplar arasında yaşanan bu tartışmaların bile, 2012 sonrasında bir güç boşluğuna neden olabileceği söylenebilir. Ancak Kürtler ve Arapların birbirleriyle savaşmak yerine Irak’taki el Kaide gibi bir ortak düşmana karşı birleşebilecekleri ümit edilmektedir. Son zamanlarda birçok bölgede barış içinde birlikte yaşanabilmesinin böylesi bir ümidi yeşerttiği söylenebilir. 

Kürt-Arap anlaşmazlığına ek olarak ABD’li yetkililer yükselen bir İran tehdidinden bahsetmektedir. İran’ın bazı Şii gruplara destek vermesi Araplar ve Kürtler arasında yaşanan çatışmaya yeni bir boyut kazandırabilir. Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olması durumunda ise benzer bir ayrışmanın Şii gruplar için öngörülebilir olması Irak’ta tüm dengelerin sarsılabileceğine işaret etmektedir. 

Güç boşluğunun doğurabileceği bu ihtimallere ek olarak, 2010 seçimlerinin ardından Irak’lı liderlerin beklenenden daha büyük bir özgüvenle politikalarını belirledikleri dikkat çekmektedir. Özellikle Maliki’yi destekleyen çoğunluğun bir kısmının anti-Amerikancı din adamı Mukteda el-Sadr’ın takipçilerinden olması endişelere neden olmaktadır. Maliki parlamentoda Arap, Kürt ve Şii’lere yer vererek bu endişeleri bir nebze olsa dindirmiştir. 

Ancak Maliki’nin ABD’li birlikler çekildikten sonra, Irak’ın güvenliğini, birliğini ve egemenliğini kendi başlarına koruyabileceklerini belirtmesi çekincelerin bir kez daha gözden geçirilmesine sebep olmuştur. 

Toparlamak gerekirse, ABD’den sonra 2003 ile kıyaslandığında göreceli olarak düzen sağlanmış ve özellikle kuzeyde Kürtler ilk etapta istediklerini elde etmiş olsa da, Araplar ve Kürtler arasında sınırların belli olmaması, petrol gelirlerinin paylaşımı gibi konular büyük sorunlara neden olabilecek gibi görünmektedir. Üstelik ABD, İran’dan algıladığı tehditten ötürü Irak’tan çekildikten sonra bölgedeki varlığını destek gruplarıyla devam ettirecektir. 

Tüm bu süreçte Türkiye için kritik günlerin başlayacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bölgede İran nüfuzunun artması Türkiye’nin çekindiği diğer bir konudur. Bu sebeple Ankara, Irak’taki gruplarla dengeli ve diyaloga dayalı ilişkiler yürütmeye çalışmaktadır. Kürt grupların doğacak güç boşluğundan faydalanarak kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurması ilk etapta mümkün görünmese de Türkiye’nin temkinli politikalar izlemesi gerekmektedir. Özellikle Kürt sorununun halledilememesi ve Kuzey Irak’ın Türkiyeli Kürtler için bir cazibe merkezi halini alması ihtimali bölgenin Türkiye için oldukça güç bir hal alması ile sonuçlanacaktır. 

Sürece uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, her ne kadar siyasi ortamın böyle bir bölünmeye izin verecek bir potansiyeli varmış gibi görünse de, özellikle halkların kendi kaderlerini tayin etme retoriğinin pratikte genellikle devletlerin egemenlik haklarına saygı ve içişlerine karışmama gibi ilkelerle çakıştığı ortadadır. Öte yandan son zamanlarda kimi örneklerde, self-determinasyon ilkesinin uygulanmasında devletin üzerine düşen görevleri yerine getirip getirmemesinin de dikkate alındığı ortadadır. Dolayısıyla Türkiye için özel 
olarak, Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet oluşumu dikkate alındığında, kısa ve orta vadede böyle bir ihtimal hukuki anlamda tartışılamaz. Tartışılsa dahi Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına gerekli sosyo-kültürel hakları tanımasıyla hukuki bağlamda Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söylemek mümkündür. Aksi durumda Türkiye kendi izleyeceği politikalar sebebiyle konjonktürden kaçınılmaz olarak etkilenecektir. 

Bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyebilecek bir diğer gelişme de Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarın devam etmesi ve Türkiye’nin hızla büyüyerek cazibe merkezi olmasıdır. Bu çerçevede elde edilecek ve sürdürülecek olumlu sonuçlar Türkiye’deki ve bölgedeki barış ve istikrar ortamının devamına önemli katkılar sağlayacak, aksi bir durum ise hem Türkiye’deki hem de bölgedeki olumsuz gelişmeleri tetikleyebilecektir. 

Bu çerçevede Tunus ve Mısır başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde meydana gelen halk ayaklanmaları karşısında Batılı devletlerin bölge istikrarı adına Türkiye’yi adres gösteriyor olmaları önemlidir. Malumu ilam kabilinden olsa da, bu noktada sahip olduğu potansiyelin Türkiye’ye bölge ülkeleri için model rolü oynama imkânını verdiği hatırlanmalıdır. Türkiye’nin bölge halkları arasında güçlenen imajı ve demokrasi tecrübesi Türk dış politikası adına önemli fırsatlar sunmaktadır. 

ABD’nin Irak’tan çekilmesi, Amerikan etkisinin bölge ülkeleri üzerinde giderek zayıflaması bağlamında değerlendirildiğinde daha da anlamlı hale gelmektedir. Mısır ve Tunus’taki halk hareketleri ABD’nin bir süpergüç olarak bölgede etkinliğini kaybetmeye başladığını göstermiştir. Bu toplumsal tepki sürecinde devreye girmekte zorlanan ABD ve AB, bölgesel politika geliştirme ve bu politikaları kabul ettirme konusunda artık daha fazla zorlanmaktadır. 
Bu da Türkiye’nin kendi bölgesel vizyonunu uygulama adına bir fırsat anlamına gelmektedir. 
Böylesi bir fırsat ise ancak bölgesel dinamiklerin ve bölgedeki gelişmeleri etkileyen farklı faktörlerin iyi analiz edilmesi ile değerlendirilebilecektir. 


***

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 4

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ  BÖLÜM 4




 5. TEMEL ULUSLARARASI HUKUK İLKELERİ 


Şüphesiz “temel” diye nitelendirilebilecek çok sayıda uluslararası hukuk ilkesinden söz etmek mümkündür. Ancak klasik uluslararası hukukun özel önem atfettiği ve birbirleriyle yakından ilişkili iki temel ilke vardır ki bunlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl uluslararası siyasi sistemini şekillendirmiştir. Bunlardan birincisi, bütün devletlerin diğer devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi gerektiğini ifade ederken ikincisi de bu noktadan hareketle devletlerin diğer devletlerin iç işlerine karışamayacaklarını vurgulamaktadır. 

20. yüzyılın başında Amerikan başkanı Wilson tarafından popüler hale getirilen self-determinasyon (halkların kendi geleceklerini tayin etme) hakkı önemli bir uluslararası hukuk prensibidir. Fakat bu prensip 20. yüzyıl küresel siyasi sisteminde kısıtlı bir rol oynamış ve hiçbir zaman yukarıda anılan iki temel ilkeyi zedeleyecek veya ihlal edecek bir şekilde uygulanmamıştır. 
Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren beliren ve zamanla gözle görülür bir ilerleme kaydeden uluslararası insan hakları hukuku veya rejimi, klasik uluslararası hukuk içeriğini ve önceliklerini değiştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede yukarıda bahsi geçen iki temel ilke sorgulanır hale gelmiş ve hatta giderek kendi vatandaşlarına temel insan haklarını garanti edemeyen rejimlere müdahale edilebileceği fikrinin doğmasına neden olmuştur. 

Bu eğilim giderek güçlenmiş ve en son Kosova örneğinde de görüldüğü gibi yeni bir boyut kazanmıştır. Yukarıda atıfta bulunulan iki temel uluslararası hukuk ilkesi bu örnekte göz ardı edilmiştir. Dahası, self-determinasyon ilkesi çerçevesinde de bağımsızlığı söz konusu olmayan Kosova’nın küresel siyasi sistemin yeni bir aktörü olarak tanınması yeni bir teamülün ortaya konulması ile mümkün olabilmiştir. Burada Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasının temel gerekçesini Sırp yönetiminin Kosova halkına yönelik tutumunun kabul 
edilemezliği oluşturmaktadır. Bu çerçevede Slobodan Miloşeviç’in Lahey’deki uluslararası savaş suçları mahkemesinde Bosna Hersek’te işlenen suçlarla ilgili olarak değil, Sırp egemenliği altındaki Kosova topraklarında işlenen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları ile ilgili olarak yargılandığını belirtmek konuyu izah edebilmek açısından yeterli olacaktır. 

5.1. Self-determinasyonla Bölünmek Mümkün mü? 

5.1.1. Self-determinasyon ve Pratik Uygulaması 

Self-determinasyon arzusu ile milliyetçilik arasında hiç şüphesiz çok yakın bir ilişki vardır. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin self-determinasyon ile ilgili gelişmeler üzerinde oldukça büyük bir etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. 

Geniş anlamda self-determinasyonun bir halkın kendi geleceğini tayin hakkına sahip olması şeklinde görülebileceği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak spesifik örnek-olaylarda hangi grupların meşru bir şekilde bu hakkı kullanma iddiasında bulunabilecekleri çok net değildir. Bu konuda evrensel olarak kabul edilmiş standart ve kurallar mevcut değildir. Şu anda self-determinasyon hakkı olarak ifade edilmekte olan ilke, meşhur Wilson ve diğer self-determinasyon taraftarlarınca evrensel bir tatbikata sahip olacak şekilde düşünülmemiştir. Daha çok, yenilen devletlerin egemenliğinde bulunan halkların bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmalarını sağlamak için düşünülmüş bir çözüm yoludur. 

Temel bir uluslararası hukuk kuralı olan self-determinasyon ilkesinin uygulanabilmesi için takip edilebilecek genel ve makbul kurallar formüle edilememiştir. Wilson’ın meşhur ifadesinde, “iyi tanımlanmış ulusal istekler”in azami bir tatmin ile karşılık görmesi olarak atıfta bulunulan self-determinasyonun birçok muğlâk noktası bulunmaktadır. Her şeyden 
öte, “iyi tanımlanmış istekler”in objektif tanımı mümkün değildir. Self-determinasyon hakkını kullanma iddiası ile yola çıkan bütün halklar elbette “iyi tanımlanmış ulusal istekler”e sahip olduklarını iddia edecektir. 

Self-determinasyon ile ilgili oldukça karmaşık ve tartışmalı başka noktalar da vardır. Bunların başında, kendi kendini yönetme becerisine sahip olmayacakları açık olan ama bu arada bağımsızlık istekleri güçlü halkların durumunun ne olacağıdır. İkincisi, bir azınlığın hakları karşısında, aynı ülke ve siyasi yönetimi paylaşan çoğunluğun haklarının hangi dereceye kadar zarar görmesine izin verileceğidir. Üçüncüsü, bir halk oylaması yapılacak ise, bu oylamanın kapsam ve yeri her zaman o kadar kolay olmayacaktır. Dördüncüsü, bir etnik 
azınlığa egemenlik hakkı tanındığında ne olursa olsun, her zaman bir grubun başka bir grup içinde azınlıkta kalma riski vardır. Örneğin bağımsızlığı tanındığı takdirde Güney Osetya’daki Gürcü azınlığın durumu ne olacaktır? 

Her ne kadar açık bir şekilde ilk defa ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından 1918 yılında dile getirilmişse de self-determinasyon ilkesine pozitif uluslararası hukuk kuralı niteliği kazandırma girişimi ilk kez Sovyetler Birliği tarafından 1945 yılında toplanan San Francisco Konferansı’nda yapılmıştır. Konferans’ta kavramın ve halkın tanımı yapılmamış olmakla birlikte Sovyet delegeleri, ulusların eşitliği ve self-determinasyonuna atıfta bulunmuştur. 

Self-determinasyon ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar büyük ölçüde teorik düzeyde kalmış ve test edilme imkânı bulmamıştır. 1950’li yıllardan itibaren de özellikle Birleşmiş Milletler çerçevesinde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. Bu dönemde Libya’nın İtalya’dan hemen bağımsızlığını almasına karar verilirken Somali için on yıllık bir süre belirlenmiştir. Ancak her iki kararda da bu iki ülkenin kendi kendilerini yönetmek için yeterli kaynak ve kabiliyete sahip olup olmadıklarına bakılmamıştır. 

Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki BM özellikle ilk yıllarında self-determinasyon ile ilgili net olmayan bir tutum benimsemiştir. BM Statüsü, self-determinasyondan söz etmekle birlikte bu ilkeye oldukça silik bir vurgu yapmaktadır. Statü self-determinasyonu sadece ilke olarak ele almakta, bu terimden hak veya standart şeklinde bahsetmemektedir. 

Self-determinasyon ile ilgili uygulamaya yönelik yapılan ilk tartışmalarda “halk” kavramının nasıl tanımlanacağı, diğer bir ifade ile neyin halk olarak görüleceği önemli bir problem teşkil etmiştir. Zira kendi kendini halk olarak ilan eden her grubun bu hakkı kullanmaya yetkili ve ehil olmayacağı açıktır. Böyle bir şeye izin verildiği takdirde uluslararası siyasi düzenin anarşi ile boğuşacağı ve sayısız devletin ortaya çıkmasına izin verilmesi gerekeceği bellidir. 

Bununla birlikte genel kabul gören bir hak ve prensip şeklinde self determinasyonun büyük kabul gördüğü iki temel dönemden söz etmek mümkündür. Ancak her iki dönemde de ilgili hak sadece belirli ülke ve halklar için uygulanmış; dolayısıyla sınırlı bir tatbikat imkânı bulmuştur. Birincisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde Wilson söz konusu ilkeyi evrensel anlamda kullanmakla birlikte sadece Avrupa’da bazı toplulukların egemenlik hakkı kazanması amacını gütmüştür. İkincisi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Bu dönemde ise self-determinasyonun uygulanmasında temel eğilim ve amaç denizaşırı imparatorlukların parçalanması sürecini istikrarlı bir şekilde sonuçlandırmaktır. Dekolonizasyon olarak bilinen bu dönemde sıklıkla uygulama alanı bulan self-determinasyon ilkesinin bu dönem sona erdikten sonra eski hızını ve popülaritesini kaybettiği açıktır. 

Dekolonizasyon döneminde bile BM’nin self-determinasyon çerçevesinde bağımsızlıklarına izin verdiği bölgelerin, ana yönetim merkezi veya sömürgeci birim ile fiziksel olarak oldukça ayrı ve uzak olmaları dikkat çekmiştir. Bu nedenle de örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden ayrılmak isteyen Katanga bölgesinin bu arzusunu Birleşmiş Milletler reddetmiştir. 24 Kasım 1961 tarihli Güvenlik Konseyi kararı, bölgenin bağımsız ve egemen bir devlet olma doğrultusundaki iddialarını tamamen reddetmiş ve Kongo Cumhuriyeti’ni 
Kongo’nun dış ilişkilerinden sorumlu tek siyasi varlık olarak tanımıştır. 

   Yukarıdaki kısa açıklama self-determinasyonun daha çok sömürge ilişkisinin bulunduğu dönem ve durumlarda daha sıklıkla uygulama imkânı bulduğunu göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki sömürge ilişkisinin olmadığı bazı özel durumlarda bile uluslararası hukuka göre self-determinasyon hakkı tanınabilmektedir. Örneğin Doğu Pakistan’daki iç çatışmalarda geçici de olsa problemi çözmek için self-determinasyonun çerçevesini belirlemek üzere bazı ilave kriterler belirlemek mümkündür. Bu kriterler özetle şunları içermektedir: iki bölgenin fiziksel olarak birbirinden ayrı olması ve Batı Pakistan’ın Doğu 
Pakistan üzerindeki hâkimiyeti; iki bölge arasında dil, kültür ve etnik farklılıklar; Batı Pakistan lehine büyük bir ekonomik farklılık; Batı Pakistan ordusunun acımasız eylemleri ve soykırım suçlamasına neden olan tutumları. 
Eğer self-determinasyon, bir halkın kendi yönetimini, geleceğini ve siyasi kurumlarını seçme özgürlüğü ve hakkı ise bu hakkın aynı zamanda bir devletin ülkesel bütünlüğe sahip olma hakkı ile önemli bir tezat oluşturacağı açıktır. Birleşmiş Milletler de birçok örnekte ayrılıkçı hareketlere karşı soğuk davranmış ve ayrılıkçılığın self-determinasyon ilkesi çerçevesinde meşrulaştırılmasına izin vermemiştir. Bunun en önemli nedeni ise, kendi üyelerinin ülkesel 
bütünlüğüne yönelik bu tür tehditlere izin verdiği takdirde BM’nin oldukça zor bir durumda kalacağıdır. 

Self-determinasyon çok farklı bir şekilde uygulama alanı bulabilmektedir. Bunların arasında şu ana kadar en fazla gözlenen formları şunlardır: Asya ve Afrika devletlerinin bağımsızlıklarında olduğu gibi sömürge hâkimiyetinden kurtulma; bunun tersi, yani bir devletin egemenliğinde kalma iradesi; bir devleti barışçı bir şekilde sona erdirme ve sona eren devlet ülkesi üzerinde yeni bir devlet oluşturma; Bangladeş ve Eritre örneklerinde olduğu gibi tartışmalı ayrılma hakkı; Almanya örneğinde olduğu gibi bölünmüş devletlerin yeniden birleşmesi ve sınırlı otonomi hakkı. 

Buradan hareketle self-determinasyon ilkesi çerçevesinde Türkiye’nin bölünebileceğini ya da parçalanacağını söylemek mümkün değildir; modern dünyada self-determinasyon ile ilgili uygulamaların hiçbirinin Türkiye’nin bölünmesi için bir temel teşkil etmesi veya bir model olarak sunulabilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle de sırf halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı ilkesel olarak vardır diye Türkiye’de bulunan grup veya topluluklar Türkiye’den ayrılmayı talep edemeyeceklerdir. Dolayısıyla ne uluslararası sistemi 
var eden temel ilkeler, ne de self-determinasyon ilkesi Türkiye’nin bölünme veya parçalanmasına sebep olacak nitelikte değildir. 

 5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ BÖLÜM 3

ABD NİN IRAKTAN ÇEKİLMESİ VE TÜRKİYEYE ETKİLERİ  BÖLÜM 3



3. KUZEY IRAK’TA BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ KURULABİLİR Mİ? 


ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli bir konu Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağıdır. Bununla bağlantılı başka bir önemli sorun da bağımsız bir Kürt devletinin kurulması durumunda Türkiye’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Kuzey Irak’ın elde ettiği otonom statü ile ilgili olarak zaman içinde belirgin bir şekilde pozisyon değiştiren Türkiye bu sürece hazırlıksız olmadığını göstermiştir. Bugün gelinen noktada artık Türkiye, Irak’ın anayasal süreç dâhilinde alacağı siyasi şekle saygı göstereceğini ima etmektedir. Ancak bunun bağımsız bir Kürt devletinin tanınması da dâhil olmak üzere yakın döneme kadar kimsenin dillendirmek bile istemeyeceği ihtimalleri kapsayıp kapsamadığı henüz net değildir. 

Bu çerçevede ilk olarak bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının yakın bir gelecekte mümkün olup olmadığının tespiti önem kazanmaktadır. 2010 yılının sonlarında toplanan Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) kongresinde konuşan parti lideri Mesut Barzani bu bağlamda dikkat çekici birtakım mesajlar vermiştir. Konuşmasında Kürtler arasında birlik olması gereğini ima eden Barzani gerek Türkiye ve gerekse bölge açısından büyük önem taşıyan bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı ile ilgili tartışmaya da katkıda bulunmuştur. 

Daha önceki açıklamalarında kendisinin ve Kürtlerin şimdilik bağımsız bir Kürdistan gibi bir hedeflerinin olmadığının altını çizen Barzani son konuşmasında Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının olduğunu hatırlatmıştır. Bir yönüyle önceki tutumu ile çelişki sergiler gibi görünen bu açıklama aslında bütüncül açıdan bakıldığında daha ziyade tamamlayıcı niteliktedir. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, Barzani hiçbir zaman Kürtlere ait ayrı bir devletten tamamen vazgeçtiklerini söylememiştir; aksine her Kürdün kalbinde kendilerine ait bir devlette yaşama umut ve isteğinin olduğunun altını çizmiştir. Fakat şartların henüz böylesi bir adım için uygun olmadığını hatırlatarak şimdilik kendilerinin ve diğer Kürtçü aktörlerin bu yönde kısa vadeli bir hedef belirlemediğini açık yüreklilikle ifade etmiştir. 

Bu açıdan bakıldığında aslında Barzani’nin self-determinasyona atıfta bulunması yeni bir istek veya hevese işaret etmemektedir. Diğer bir ifadeyle, daha önceki tutumuyla farklılık arz edecek önemli ve radikal bir değişiklik dile getirmemiştir. Ancak bu gelişmeyi önemli yapan nokta söz konusu açıklamanın büyük bir kongrede ve aralarında Iraklı yöneticilerin olduğu bir yerde yapılmış olmasıdır. Bir başka önemli nokta da konuşmanın özünün bu mesaja ayrılması 
ve yine kongrenin Kürtlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri sürecinin bir başlangıcı olarak tanımlanmasıdır. 

Elbette Barzani de halen şartların bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için uygun olmadığının farkındadır. Bu açıdan konjonktürü iyi okuduğunu ve gelişmeleri de iyi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Ancak yine de Kürtlerin bağımsızlık haklarının bâki ve saklı olduğunu da her fırsatta yenileme gereğini hissetmektedir; daha da önemlisi, bunu sabırlı bir şekilde sürdürdüğü politikasının bir parçası olarak yapmaktadır. 

Fakat, Barzani’nin de farkında olduğu üzere, kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının önünde ciddi engeller vardır. Bunlardan bir kısmı elbette sadece bu döneme mahsustur; ama bir kısmı da daha yapısal ve bu nedenle de aşılması daha zordur. Uzun vadede ise ne olacağını söylemek tabi ki zordur; ama sabırlı ve bütüncül bir politika Barzani’nin istediğini elde etmesine olanak verebilecektir. 

Kısa vadede ise bağımsız Kürt devletinin kurulmasının önündeki en önemli engel, bölünmüş bir Irak’ın Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve ABD’nin Ortadoğu vizyonu ile örtüşmeyeceği gerçeği ile yakından ilişkilidir. Uzun detaylardan kaçınarak bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Irak’ın işgali, bölge konusunda uzmanlaşan analistlerin haberini verdikleri Şii hilali etkisi ve tehlikesini daha görünür hale getirmiştir. Yıllardır beklemede olan farklı aktörlerin kapalı tutulduğu Pandora’nın kutusu artık açılmıştır. İşgal ABD açısından hiçbir sorunu halletmediği gibi yeni sorunlara da yol açmıştır. Ki bunların başında İran’ın nüfuz alanının işgalle birlikte görünür düzeyde genişlemiş olması gelmektedir. 

Böyle bir ortamda Irak’ın bölünmesine izin vermek Irak’ı usulca İran’a teslim etmek anlamına gelecektir. Mevcut haliyle Irak’ın İran etkisine tam olarak girmesinin önündeki en önemli, ama bu rolü oynamaya da pek hevesli olmayan, engel Kuzey Irak’ta Kürtlerin varlığıdır. Irak Şiilerini bir blok gibi değerlendirmek doğru olmasa da, bugün Iraklı Şii grupların en azından bir kısmı İran’la ortak hareket ediyor görüntüsünü vermekten çekinmemektedir. Bu da ABD 
açısından durumun oldukça ciddi olabileceği anlamına gelmektedir. 

Aynı çerçevede üzerinde durulması gereken ikinci önemli faktör uluslararası hukukun self-determinasyon ile ilgili düzenlemelerinin her isteyen topluluğa kolayca bağımsızlık imkânı tanımıyor olmasıdır. Evet, ulusların kendi kader ve geleceklerini tayin hakkı vardır; ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir. Diğer bir ifadeyle söz konusu hakkın kullanılması birtakım başka koşulların sağlanmasına bağlıdır. En basitinden self-determinasyonun, uluslararası 
camianın bir üyesi olan bağımsız bir devletin “egemenlik” hakkını ihlal etmiyor olması gerekmektedir. Bu da self-determinasyon ilkesine dayanarak bağımsızlık ilanının ancak merkezi devletin rızası ile mümkün olabileceği anlamına gelmektedir. Irak örneğinde de bağımsız bir Kürdistan, ancak merkezi bir hükümet ile buna olanak tanıyan bir antlaşma yapılması ile mümkündür. Bu ise hâlihazırda oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak Barzani, böylesi bir fırsatı sunan konjonktür oluştuğunda bağımsızlık için hazır olmak istemektedir. 

4. TÜRKİYE'NİN BÖLÜNME RİSKİ NEDİR? 

Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin güvenliği açısından önemli sorunlar doğurabileceği gibi ülkenin yıllardır mücadele ettiği PKK terörü bağlamında da ilave sorunlara neden olabilecektir. Bundan daha önemlisi ise Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması uzak bir ihtimal de olsa böyle bir gelişme Türkiye’nin bölünmesine sebep olabilecek şartları doğurabilir. Bu ihtimal son derece uzak olmakla birlikte ABD’nin Irak’tan çekilmesi bağlamında dikkate alınması gereken bir konuya işaret etmektedir. 

Burada en önemli nokta Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye Kürtlerine cazip gelmesi ihtimalidir. Buna paralel olarak hâlihazırda bölücülükten vazgeçtiğini açık bir şekilde ifade eden PKK terör örgütünün silahlı çatışmanın tonunu ve şiddetini artırma ihtimalidir. PKK’nın ayrı bir Kürt devleti hedefinden vazgeçerek Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları için mücadele ettiğini ifade etmeye başlamış olması bir yönüyle örgütün bu hedefi gerçekçi bulmamasına bağlanabilir. Hâlbuki Kuzey Irak’ta kurulacak bir bağımsız Kürt devleti PKK açısından silahlı mücadeleye yeni bir anlam yükleyebilecek tir. 

Otuz yıldan beri bölücü ve ayrılıkçı bir siyasi hedef çerçevesinde faaliyet gösteren PKK terör örgütünün hedeflerine ulaşamayacağı ve Türkiye’yi bölemeyeceği genelde hamasi ve daha çok bir umuda işaret eden bir söylemle dile getirilmektedir. Bununla birlikte bunun tam aksi bir retorik de Türkiye’nin bir cendere içinde sıkıştığını ve büyük güçlerin en azından bazılarının Türkiye’yi bölme hedefini sürekli gündemlerinde tuttuklarını ima etmektedir. 

Sıklıkla Sevr Antlaşması’na atıfta bulunması nedeni ile liberal ve iyimser çevrelerce Sevr Sendromu olarak da isimlendirilen bu düşünce çizgisi bir kenara bırakıldığında Türkiye’nin bölünme ve parçalanma riski daha gerçekçi bir zeminde tartışılabilecektir. 

Küresel siyasi hesaplar ne olursa olsun, dünya siyasi sisteminin alacağı şekil önemli ölçüde uluslararası hukuk parametreleri çerçevesinde belirlenecektir. Burada spesifik uluslararası hukuk kurallarından ziyade küresel sistemi var eden genel ilkelere atıfta bulunmak gerektiğini belirtmekte fayda vardır. Yoksa uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde ifade edilen kuralların sıklıkla ihlal edildiği herkesin malumudur; ancak genel ilkelerin devamlı ve sistemli bir biçimde ihlali o kadar kolay değildir. 

Bu nedenle de Türkiye’nin parçalanma ve bölünme riskinin gerçekçi bir analizi için günümüz uluslararası hukuk anlayışına yön veren temel ilkeleri dikkate almak gerektiği açıktır. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki klasik uluslararası hukuk anlayışına göre Türkiye’nin bölünmesi ya da parçalanmasının söz konusu olamayacağını söylemek mümkündür. Ancak, değişen ve daha çok transnasyonel bir niteliğe bürünen günümüz uluslararası hukukuna 
göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edilmesi büyük ölçüde Türkiye 
vatandaşlarının evrensel hak ve hürriyetlerinin sahici bir biçimde korunmasına bağlı olacaktır. 


 4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***