28 Mart 2019 Perşembe

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 3

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 3




IV. İnsanî Unsur: 

Genel Ahlaki KriterDinimizi başka bir dinle kıyasladığımızda, ama aynı zamanda 
kendi dinimizin yanlışları üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde, tüm 
dinler için geçerli olan iyi ve doğrunun kriteri sorunu ortaya çıkar. Bu, 
benzer şekilde tüm dinlere uygulanabilir olan genel bir kriterdir. Bana öyle 
görünüyor ki bu durum, uluslararası hukukun sorunları açısından zerre 
kadar önemli değildir. Ne tanımlayıcı dini araştırmalar disiplini (ki o normatif kritere az ilgi gösterir, kendisi çoğu zaman ince eleyip sık dokumadan insanlığın, doğanın, tarihin ve kutsalın belirli kavramlarının var olduğunu varsayar, örneğin sözsüz bir şekilde mistik olanı yeğlemek gibi) ne de Hristiyan teoloji (ki o şimdiye kadar kendisiyle diğer dinler arasında neredeyse hiç bir kıyaslama yapmamış ve bu sorunun en önemli bölümü için kaçamak cevaplar üretmiştir) gerekli kriter mantığı işini halledebilmiştir. Bu, tamamen birini bir çözüm önerisi sunmaya davet eden teorinin eksikliğinden daha fazla bir şey değildir.

Bu durumda kaçınılmaz başlangıç sorusu şu olmalıdır: Bütün araçlar dini tarafar tarafından meşrulaştırılmış mıdır? Bu şekilde, dinî bağlılığın hizmetinde ekonomik gücün, cinselliğin ya da saldırganlığın kötüye kullanımını içeren her şeye izin var mıdır? İnsanoğluna zarar veren, onu yaralayan hatta onu mahveden bazı şeyler dinî bir emir olabilir mi? Bu durumla ilgili her dinde fazlasıyla örnek mevcuttur. Tanrıya sunulmuş olsa da insanın kurban edilmesinin haklı bir gerekçesi olabilir mi? Çocuklar bir inanç saikıyla katledilebilir mi? Dul kadınlar yakılabilir mi? İnançsızlar işkenceyle ölüme mahkûm edilebilirler mi? Eğer ibadet etmekle zina etmek, iradeye sahip olmakla gelişi güzel ilişkiler yaşamak, oruç tutmakla uyuşturucu kullanmak, mistik tecrübenin yol ve yöntemleri olarak bir işlev görüyorsa bu, onların aynı yolda oldukları anlamına gelir mi? Kutsal bir amaç için olduğu varsayılarak hilekârlık ve sahte mucize, 
her çeşit yalan ve aldatmaya izin verilebilir mi? Tanrısallığı zorlamayı 
hedefeyen sihir ile Tanrıya dua etmeyi öngören din aynı şey midir? 
Emperyalizm, ırkçılık, erkek şovenizmi dinî saiklerle ortaya çıktığında 
onaylanabilir mi? Bir kimsenin dinî olarak motive edilen Guyana’daki gibi 
bir toplu intihara karşı itiraz edebileceği hiçbir şeyi yok mudur? 

Korkarım hayır.

Hangisi olursa olsun kurumsallaşmış dinlerin her birinde önsel (a 
priori) olan sadece ahlâk değildir. Bazı kökleşmiş toplumsal geleneklerin 
de eleştirel gözle incelenmesi gerekir. Bu yüzden her dinin sahip olduğu 
özel kriterle birlikte genel ahlaki kriter, bugün olduğundan daha fazla 
tartışılmalıdır. Bu bağlamda elbette çağdaş ahlaki kanıtların (empirik, 
analitik veya metafzik- antropolojik yargılama) ve ilkelerin doğrulanmasının temel formları ile ilgili artan daha karmaşık hermenötik sorulara giremeyiz. Baştan yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için şunu söylememe lütfen izin verin: İnsani unsura yönelmek, yani gerçekten insan olan şeye yönelmek, her halükârda ‘saf ve temiz insan’ a yönelik dinî bir indirgeme olduğu anlamına gelmez. 

‘Mutlak’ın planına dayalı olarak insanî unsuru ortaya çıkarmak konusunda etkileyici şekilde başarılı olan din, her zaman en ikna edici olanın kendisi (otonomi için tüm modern çabalardan çok daha önce) olduğunu göstermiştir. 
Bir kimse yalnızca on emirden, dağdaki vaizciden, Kur’an’dan, Buda ve Bhagavadgita’nın vaizlerinden bahsetme ihtiyacını duyar.

Bütün olarak, uzun süre din ve vicdan özgürlüğüne engel olan 
Hristiyanlığın kendisi, diğer dinleri ve özgürleşmenin modern süreçleri 
boyunca Hristiyan imanının etki alanının yayılışını eleştirerek kendisini 
onlardan ayıran hümanizm gerçekliğinden (kesinlikle dünyevi olmasına 
ve kiliseye muhalif olmasına rağmen) faydalanmıştır. Bu hümanizm, insan 
onuru, kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi temelde Hristiyan değerleri olan 
şeyleri gerçeğe dönüştürmek için (çoğu zaman Hristiyanlıkla karşı karşıya 
gelse de) başka bir şekilde Kiliseyi hatırlatmıştır. O, tüm diğer dinlerden 
önce Hristiyanlık sınırları içinde insani unsurun bir kez daha sığınak 
bulabildiği modern bir otonomi içinde dinî olarak kesinlikle özgürlüğüne 
kavuşmuştur.

Diğer taraftan, bir bütün olarak Hristiyanlık, özellikle bir şaşkınlığın söz konusu olduğu, insani bağların ve yaygın hoşgörünün zayıfadığı bir zamanda, erdemin toplumsal gelenek, adalet ve kişisel tatmin sorunundan daha fazla anlam ifade etmesi ve yine erdemin ahlaki değerler ve normların bizi evrensel ve mutlak bir şekilde zorlayabilecek olması nedeniyle tüm psikolojik, pedagojik ve hatta pozitif hukuktan daha çok kişisel vicdan için bir temel oluşturabilir. Aslında yalnızca ‘Mutlak’ kendisini kayıtsız şartsız zorlayabilir ve kesin bir şekilde kendini 
bağlayabilir. Yine yalnızca din mutlak bir şekilde ve evrensel olarak bir 
ahlâk yaratabilir ve onu aynı zamanda somutlaştırabilir. Doğrusu bu, 
binlerce yıldır bazen iyi, bazen ise kötü bir şekilde yapılmaktadır.

Her halükârda, harekete geçirilen bir etkileşim süreci olarak dahi, 
diğer dinlerdeki insani olan hakkındaki bir sorgulamada aslında bir hata 
söz konusu değildir. Öyle ki, özellikle şeriat ve İslam hukukunun sıkça ve 
aşikâr olarak 1948 yılında yayınlanan BM İnsan Hakları Evrensel 
Beyannamesi ile çatışmakta olduğu artan bir şekilde ortaya çıkmasından 
bu yana insan hakları sorunu, örneğin, İslam’da yoğun bir şekilde 
tartışılmaktadır. Bu, özellikle kadınların (evlilik, boşanma, miras ve 
çalışma ile ilgili kanunlar) ve Müslüman olmayanların (bazı mesleklerden 
yasaklanması) yasal eşitliğine yönelik bir durumdur. Bunların tümü, doğal 
olarak Kur’an’ın kendisine yönelik irdeleyici soruları işaret eder. Tüm 
zorluklarına rağmen insan hakları ve genel ahlaki kriter sorunu 
konusunda insanın yaşamı ve kardeşliğinin anahtar öncülü üzerinde 
modern insani bilincin gereksinmelerini karşılayan temel bir konsensüs 
zamanla dünya dinleri arasında şekillenebilir. Tarihi süreçte insan bilinci 
üzerinde kesinlikle birincil olarak etki bırakan temel insanî değerler ve 
isteklerin yol gösterici inançları vardır. Fakat diğer taraftan olması 
gereken, -tam anlamıyla Kopernik’in dünya resmi gibi- sürekli olarak yeni 
şekiller verilmeye ihtiyaç duymasına rağmen onların devam etmesini, geri 
döndürülememesini, koşulsuz doğrulanmasını, insan hakları ve temel 
haklar olarak gerçekten yasalaşmasını başarabilmektir.

Ne olursa olsun, farkındalık konusunda bazı ara dönemlere 
rağmen, farklı dinlerin içinde varolan daha fazla insanlığa doğru olan 
ilerlemeyi görmezden gelemeyiz. Örneğin, modern zamanlara kadar 
alışılmış şekilde olan (işkence sehpası ve direği gibi) engizisyon pratiğinin 
Katolik Kilisesi tarafından kaldırılması veya kutsal savaş (cihat) 
doktrininin insani olarak yeniden yorumu ve bazı daha yenilikçi İslam 
ülkelerindeki ceza kanunlarındaki reformlar veya Hindistanlı Budist ve 
Hristiyanlarca birincil olarak reddedilmiş olmasına rağmen, İngiliz 
işgaline kadar bazı izole bölgelerde uygulanan ölen kadının kocasıyla 
yakılması ve insanın kurban edilmesi uygulamasının kaldırılması 
bunlardan ilk akla gelenlerdir. Uzak, Orta ve Yakın Doğu’dan çok sayıda 
örnek, kadınların özgürleşmesi ve korunması, sosyal adaletin gerçekleşmesi ve savaşların ahlaksızlığının ortaya konması ve güvence altına alınmış insan haklarına saygı ile ilgili gelecekte güçlü ve büyüyen bir farkındalığın muhtemelen tüm dünya dinlerinde gözlemlenebileceği konusunda beni ikna etti. Dünya çapında dinî hareketler özellikle barış adına önemli gelişmeler kaydettiler. Tüm bu dinî motivasyon ve hareketlilik -Polonya, İran ve Afganistan ile bağlantılı farkında olduğumuz en küçük bazı şeyler- çok ciddiye alınması gereken politik ve sosyal faktörlerin varlığına işaret etmektedir. Bu yüzden benim sorum 
şudur: İnsan itibarı ve onunla ilgili temel değerler üzerinde somutlaşarak 
gerçekten insanî olan üzerinde temellen genel ahlaki ilkeyi formüle etmek 
için genel insanlığımıza çağrıda bulunmamızın bir imkânı söz konusu olamaz mı?

Dünya dinlerinde insan üzerine yeni bir yaklaşım gelişmektedir. 
Bunun özellikle yalın bir örneği, 1970 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde 
düzenlenen “Barış için Dünya Dinleri Konferansı” sonrası yayınlanan 
bildirgedir. Böylece, birlikte barışın ana konusunu ele aldığımızda bizi 
birleştiren şeylerin bizleri ayıran şeylerden daha önemli olduğunu 
keşfettik. 

Müşterek sahip olduğumuz noktaları şöyle sıralayabiliriz:

1.İnsanlık ailesinin asli birliğine, tüm kadın ve erkeklerin eşitliği ve itibarına dair sarsılmaz inanç;
2.Kişinin ve onun vicdanının kutsallığına dair bir inanç;
3.İnsanlık toplumunun değerine dair bir inanç;
4.Gücün doğru ile aynı şey olmadığına, insan gücünün kendi kendine yetebilen ve mutlak bir güç olamayacağına dair bir farkındalık;
5.Sevgi, duygudaşlık, bencil olmamak, aklın gücü ve vicdani doğruluğun, sonuç olarak nefret, düşmanlık ve bencilikten daha güçlü olduğuna dair iman;
6.Zengin ve zalime karşı yoksul ve mazlumun yanında durmanın zorunluluğuna dair inanç;
7.İyiliğin nihai zaferine dair derin bir umut.


Kriter araştırmamızda temel soru şöyle dile getirilebilir: Kişi için iyi 
nedir? Bu sorunun cevabıyla ilgili şu söylenebilir: İyi, kişinin kendisinin 
gerçek anlamıyla insan olmasına yardım eden şeydir. Temel ahlâki ilke 
gereğince, kişi en yalın anlamda bir zalimin içinde değil bir insanın içinde 
var olmalı, tüm ilişkilerinde insanlığını ortaya koyabilmelidir. 

Ahlaki iyi, uzun vadede insan yaşamının kişisel ve sosyal boyutu içinde zenginleşmesine izin veren ve insanın tüm boyutlarındaki en uygun gelişimini mümkün kılan şeydir. Bu yüzden insanoğlu, duygularını ve sezgilerini içeren tüm katmanlarında, toplum ve doğayla başarısını içeren 
tüm boyutlarında bu insanlığı kişisel ve sosyal olarak gerçekleştirmelidir. 
Fakat eğer insan ötesi, doğuştan gelen, her şeyi kuşatan, ‘Mutlak’ inkâr 
edilir veya ondan uzaklaşılırsa, bu aynı zamanda insanlığın işin özünde 
başarısız olduğu anlamına gelir. İnsanlık bu boyut olmadığı sürece ancak 
salt bir beden olabilir.

Gerçek insanlığın temel ilkesine göre iyi ile kötü ve doğru ile yanlış birbirinden ayrılabilir. Biz de temelde iyi ve kötünün ne olduğunu, birbirinden farklı herhangi bir dinde doğru ve yanlışın ne olduğunun ayırdına varabiliriz. Dinle ilgili olarak bu kriter aşağıdaki şekilde formüle edilebilir:

a) Olumlu kriter: Bir din, insanlık erdemine hizmet ettiği, onun iman 
ve ahlâkla ilgili öğretileri, onun ritüelleri ve kurumları, insanî kimlikleri 
içinde insanoğlunu desteklediği ve onların anlamlı ve faydalı bir varlık 
kazanmalarına izin verdiği sürece doğru ve iyi bir dindir.

Başka bir deyişle:

Açık bir şekilde insanoğlunun fziksel, ruhsal, kişisel ve toplumsal 
insanlığı konusunda (yaşam, doğruluk, adalet, barış) onların ihtiyacını 
karşılayan, onları iyi yapan, onları koruyan herhangi bir şey, başka bir 
ifadeyle, tam anlamıyla insani olan şey, bu sebeple ilahiliği çağrıştırır.

b) Olumsuz kriter: Bir din, insaniyetsizliği yaydığı, onun ahlâki ve 
inanç öğretileri, ritüelleri ve kurumları insanoğlunun insan kimliği içinde 
anlamlılığı ve değerliliğini engellediği, anlamlı ve faydalı bir varlığı elde 
etmek konusunda onların başarısız olmalarına neden olduğu sürece yanlış 
ve kötü bir dindir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 2

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 2



Değişmeyen gerçek, bu günlerde problemin daha yoğun bir şekilde 
gündeme geliyor oluşudur. Avrupa dışında büyük kıtalar keşfedildikten 
sonra dünya dinleri, Hristiyan dünyası için sayısal açıdan bir meydan 
okumayı içeren öncelikli bir dışsal durumdu. Fakat bugün onlar, sadece 
bazı aydınlanmış ruhlar için değil, Hristiyan Kiliselerinin kendileri için 
nitelik açısından bir meydan okumayı içeren içsel bir durumdur.
Ve şimdiki sorular şunlardır: Şayet Hristiyan kerygmatic.2 teoloji 
daha önce gönderilen dünya dinlerinin aksine fakirin yerine zengini 
gözetmeye geldiyse, o ne önermek zorundadır? Eğer Hristiyan teoloji her 
yerde var olan açık ışığı onaylıyorsa, o ne ölçüde ışık getirecek? Eğer tüm 
dinler ışığı içeriyorsa Hristiyanlığın niçin özellikle gerçek olması gereksin 
ki? Veya Eğer kurtuluş Hristiyanlığın ve Kilisenin dışında zaten elde 
edilebiliyorsa, Kilise ve Hristiyanlık niye özel olması gereksin ki? Bu 
soruya üçüncü yaklaşım tarafından basit bir cevap verilir.

c) Her din doğrudur. Veya, Tüm dinler eşit derecede doğrudur. 
Dünya dinleriyle ilgili bilgi sahibi olan herhangi birinin onların birbirine benzediklerini iddia etmesi oldukça güçtür. Peygamber merkezli dinlerle ve mistik dinler arasındaki temel farklılıklar giderilebilir, birbirinden ayrı dinler arasında tüm anlaşmazlıklar ortadan kaldırılabilirdi. Bu ise, W.Cantwell Smith’in özellikle ifade ettiği gibi, birbirinden farklı dinlerin tarihi seyir içinde bile kolayca aynı kalmadığı, bilakis geliştiği ve daha kompleks yapılara dönüştüğü gerçeğini gözden kaçırmak olacaktı. Nitekim çoğu zaman durum, şaşırtıcı şekilde böyledir.
Fakat biz çoğu zaman farklı dinlerde bulunan birbirleriyle çelişkili mitler, semboller, doktrinler, ritüeller ve dini kurumları yansıtan ‘nesnel din’ ile her dinin ana kaynağında karşılaştığımız ‘Evrensel Tek ve Mutlak’ ın temel dini tecrübesi ve ona derin hürmeti yansıtan ‘öznel dini’ birbirinden ayırmak zorunda değil miyiz? Buna rağmen her yerde aynı olduğu varsayılarak temel bir dini tecrübeye başvurmak hakikat sorununu çözmez mi? Niçin? Çünkü dini tecrübe bir izolasyon içinde asla ortaya çıkmaz. Dini tecrübe önsel yorumlamadan geçmiş bir tecrübedir. Bu sebeple o, söz konusu dini gelenek ve onun farklı anlamlı formları tarafından tasdik edilmiştir.

Fakat bundan daha fazlası vardır; prensipte tüm dinlerin eşit olduğunu iddia eden herhangi biri, yanlışa ve ahlâki hatalara düşmeye yönelik insanın potansiyelini dinin ilgi alanının dışına çıkarmaktadır. 

Fakat niçin “hata insana özgüdür” şeklindeki eski bir deyiş dinler için de 
geçerli olmasın? İnsan davranışlarının bir kalıba dökülmediği herhangi bir 
din var mıdır? Hinduizm, Budizm, İslam, Yahudilik, ve Hristiyanlıktaki 
tüm dini ifadeler, tüm efsane ve semboller, tüm vahiy ve iman beyanları 
ve son olarak tüm dini ritüel ve gelenekler, otorite ve fenomenler aynı 
şekilde doğru, mantıklı ve tam anlamıyla eşit bir şekilde geçerli olabilir 
mi? Kişinin tecrübe ettiği şeyin gerçekliği hiçbir suretle bir başka kimsenin 
tecrübe ettiği şeyin gerçekliğinin kefli olmaz. Dini tecrübe ile sahte dini 
tecrübe arasında fark vardır. Dolayısıyla biz sihir veya büyüye inanmayı, 
mucizelerdeki simya ve her çeşit aptallığı, Tanrı’nın varlığı (ya da 
Brahmanın gerçekliği), kurtuluş ve kefaret gibi temel inançlarla aynı 
düzlemde değerlendiremeyiz. Bu nedenle tüm dini tecrübelerin eşit 
derecede doğru olduğundan bahsetmek mümkün değildir.

Her şey basit bir şekilde aynı olmadığı gibi her şey basit bir şekilde 
eşit de değildir. Hatta bu durum, bir kimsenin kendi dininde bile böyledir. 
“Devam eden herhangi bir şey”, “Mümkün olan her şey” insan yaşamının 
hakikat, nihai taahhüt ve güvenle ilgili temel sorularına sessiz kalamaz. 
Yoksa dinin sınırları içindeki her şey, gerçeğin gücü oluşu ve geleneksel 
elbiseler giydirilmiş dinin canlı bir şekilde ortaya çıkabilmiş olabilmesi 
nedeniyle meşru kabul edilebilir mi? Eğer o gerçekse ve yalnızca Yuhanna 
İnciline göre bizi özgür yapan şey gerçekse, biz sorgulamamızı daha ileri 
boyutlara taşımak zorundayız.

Dışlayıcı mutlaklık ile birlikte tüm değer ve standartları eşit farksızlığın konusu yapan zararlı öznellikten kaçınmamız gerekir. Bu arada Lessing için bu hâlâ geçerlidir. Zira zamanla yavaş yavaş ortaya çıkmış, fakat şu anda modern ve zihinsel anlamda popüler olan ölçülü çoğulculuk, kişinin kendisinin sahip olduğu din ile diğerleri arasında bir ayrım yapmadan onların tümünü onaylayan çoğulculuk, tüm dini yaklaşım ve tutumların aslında aynı olduğunu savunan ve yüksek ruhlar meselesinden kendini uzaklaştıran dini anlamdaki tarafsızlıktan daha öte Lessing’i hatırlatmak için artık bir gerçekliğe sahiptir. 

d) Yalnızca tek bir din doğrudur. 

Veya, tüm dinler tek bir dinin doğruluğundan bir parçaya sahiptirler.

Kendisi dışında bir doğru kabul etmeyen dışlayıcı bakış açısı, şayet tüm hakikati öznel hale getiren, tüm değerleri ve standartları eşit farksızlığın konusu yapan, bir kimsenin kendi dini ile diğer dinler arasında herhangi bir ayrım yapmadan onları onaylamasını ve savunmasını öngören çoğulculuk gibi kabul edilebilir değilse, bu durumda toleranslı kapsayıcı bakış açısının gerçek çözüm olduğu görülür.

Bu yaklaşımla özellikle Hint kökenli dinlerin tümünde karşılaşırız. 
Var olan dinler yalnızca evrensel ve asıl hakikatin belirli yönlerini ve farklı 
derecelerini temsil ederler. Diğer dinler yanlış değil sadece geçicidir. Onlar 
evrensel hakikatten bir paya sahiptir. Bir kimse mistik tecrübeye 
başvurarak yüksek düzeyli böyle bir bilginin kendi dinine özgü olduğunu 
iddia edebilir. Bu durumda sonuç; bir kimsenin kendi dinini mükemmel 
bir konuma yükseltirken bütün diğer dinlerin fili(de facto) olarak hakikatin kısmi ya da daha alt düzeydeki bilgisine indirgenmesidir. Tüm diğer dinler, kısmi gerçek ve bir hazırlık evresi olarak tek hakikate bağlanır. Bu noktada herhangi bir özel ve ayrıcalıklı iddia reddedilmektedir. Hoşgörü gibi görünen şey, pratikte kapsama ile bir tür gönül alma, geçerli bir kabulle içine alma, kimliğin kaybolması ve izafleşmesi ile de aslında bir bütünleşmeyi sağlar.

Kapsayıcılığın çeşitli şekilleri -çelişkili gibi gelse de- Hristiyanlık 
içinde de bulunabilir. Karl Rahner’in ‘İsimsiz Hristiyan’ teorisi, son 
değerlendirme de kendi dinini önsel (a priori) bir doğru olarak 
kurgulayan bir Hristiyan üstünlüğüne dayalı bakış açısına hâlâ bağlıdır. 
Zira “Kilise dışında kurtuluş yoktur” dogmasının ortaya koyduğu çıkmazı 
aşmaya çalışan Rahner’in teorisine göre, tüm Yahudi, Hindu, Müslüman 
ve Budistler, Yahudi, Müslüman, Hindu ve Budist olmaları nedeniyle 
değil bilakis son tahlilde Hristiyan, daha doğrusu ‘İsimsiz Hristiyan’ 
olmaları nedeniyle kurtuluşa kavuşabilirler. Kapsama burada Hinduizm’de olduğundan daha az incelikli değildir. Her şeye rağmen Hristiyan olmayan ve Hristiyan olmak istemeyen bu insanların irade veya isteklerine saygı gösterilmemekte, bilakis Hristiyan teologların isteklerine göre yorumlanmakta dır. Fakat dünya üzerinde hiç kimse, kendisinin ‘isimsiz’ ve hatta ‘isimsiz bir Hristiyan’ olduğu iddiasını küstahlık olarak nitelendirmeyecek ciddi bir Yahudi, Müslüman, Hindu ve Budist bulamaz. Elbette ‘isimsiz’ kelimesinin kullanımının tümüyle yanlış olması dışında, sanki tüm insanların kendilerinin kim olduklarını  bilmediklerinden yola çıkarak, birinin ilişkide olduğu partneriyle ilgili bu çeşit bir spekülatif ifade kullanması diyalogun başlayamadan bitmesi anlamına gelir. Diğer dinlerin mensuplarının oldukları şekliyle saygın olduklarını ve bir Hristiyan teolojisinin kapsamı içine sokulmaması gerektiğini unutmamalıyız.

Bu durumda bir Hristiyanın diğer dinlere yönelik temel yaklaşımı 
nasıl olmalıdır?

1.Kendini insanoğlunun kurtuluşunun ve lanetlenmesinin ölçüsü yapan, gerçeğe yönelik iddiasını baskı ve otoritenin araçlarıyla kabul ettirmek isteyen ortokdoksiye karşı oldukça fazla kayıtsız kalan ve her şeyin aynı değerde olduğu dini anlamdaki bir tarafsızlık yerine;

2.Kesinliğin olmadığı, insanoğlunun mutlağı saptamasına yönelik öznelliğin daha anlamlı bulunduğu, farklı dinler arasında verimli birlikte varoluşu engelleyen, tüm dinlerin birbirine bağlı bir çatıda ortaya çıkışına izin veren daha anlamlı bir ilişkiyi içeren öznellik yerine;

3.Mümkün ve imkânsız olan her şeyin kendisinde karıştığı ve birbirine geçtiği, hâlâ her gün kan ve gözyaşına sebep olan dini ve mezhepsel tüm düşmanlıkların karşısında, dinler arasındaki savaş, kin ve anlaşmazlıklar yerine barışın egemen olabileceği bir sentez kurmak amacını güden senkretizm yerine; Dini olarak motive edilen tüm hoşgörüsüzlük göz önünde alınırsa, bir kimse hoşgörü ve dini özgürlük talebini engelleyemez. Aynı zamanda da hakikat uğruna özgürlük feda edilmemelidir. Hakikat sorunu değersizleştirilmemeli, gelecek dünya birliği ve dünya dini birliği ütopyasına kurban edilmemelidir. Dinî ve kültürel kimliğe bir tehdit olarak bir dünya dini birliği, sömürge tarihi ve onun bir parçası olan 
misyonerlik tarihi, henüz hiçbir şekilde unutulmamış üçüncü dünya 
ülkelerinde kuşku uyandırabilir. Öte yandan Hristiyanlar olarak bizler, 
Hristiyanlıkta kök salmış özgürlüğün ruhundaki hakikat sorusunu yeniden düşünmeye davet ediliyoruz. Keyfliğin aksine özgürlük, yalnızca bağlardan ve zorunluluklardan kurtulmak anlamında bütünüyle negatif bir şey iken, o aynı zamanda yakınımızdaki erkek ve kadına, kendimize, Mutlak’a karşı yeni sorumluluk anlamında pozitif bir şeydir. Gerçek özgürlük o yüzden hakikat için özgürlüktür.

III. Doğruluk Kriterinin Karmaşık SorusuBiz hakikatin ne olduğu sorusu üzerine uzun ve karışık tartışmalara devam edebilir, hakikatin çeşitli çağdaş teorileri (uygunluk, yansıtma, uzlaşma, tutarlılık teorileri gibi) üzerinde bir pozisyon 
alabilirdik. Fakat doğru (hakiki-gerçek) din sorunu kesin bir şekilde ön 
planda tutulmalıdır. Müteakip ilk tez, dindeki mümkün olan yanlışlarla 
ilgili olarak şimdi söylemek zorunda olacağım her şey için bir varsayım 
anlamına gelecektir. 
Hristiyanlar, çeşitli şekillerdeki çoğulculuğu benimsemeleri neticesinde hakikate yönelik imanlarından vazgeçmeleri için haklı bir gerekçeye sahip olmamalarına rağmen onların hakikat üzerinde bir tekelleri söz konusu değildir. Diyalog ve tanıklık karşılıklı olarak birbirini dışlayan kavramlar değildir. Hakikati kabul etmek, hakikat olmayanı görme ve onunla ilgili açık bir şekilde konuşma 
cesaretini içerir.

Bir kimsenin doğru ve yanlış arasındaki sınırı, peşinen kendi dini ile herhangi bir başka din arasındaki sınır ile tanımlaması elbette kaba bir önyargı olacaktır. Eğer bununla ilgili makul bir algı içinde olursak doğru ve yanlış arasındaki sınırları kişinin kendi dini vasıtasıyla aşacağını kabul etmek zorunda kalacağız. Ne sıklıkla aynı anda doğru ya da yanlış olmayız ki! Bu, ancak güçlü bir öz eleştiri temelinde doğrulanabilir başka bir bakış açısı eleştirisinin sebebidir. Ancak o zaman diğerlerinin sahip olduğu değerlerin bir entegrasyonu sağlanabilir. Bu, aynı zamanda dinlerdeki her şeyin eşit şekilde doğru ve iyi olmadığı anlamına gelir. Öyle ki imana ve ahlâka dair öğretilerde, dinî ritüel, gelenek, kurum ve 
otoritelerde iyi ve doğru olmayan bazı şeyler söz konusudur. 
Sanırım bunun Hristiyanlık için de aynı şekilde geçerli olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Dünya dinlerinin Hristiyanlık eleştirisi anlaşılır sebeplerle açık ve 
keskindir. Hristiyanlık, -Hristiyanlar çoğu zaman bunun farkında 
olmasalar da- sevgi ve barış etiğine rağmen dış görünüşte ve 
eylemlerinde, diğer dinlerin mensuplarının gözünde dışlayıcı, hoşgörüsüz 
ve saldırgan bir izlenime sahiptir.

1.Hristiyanlık diğer dinlere, bir bütün olarak değil -onun ölüm sonrası hayata bakışı ve bedene ve dünyevi yaşama gösterilen düşmanlığı sebebiyle- içsel olarak parçalara ayrılmış gibi gelmektedir.

2.Hristiyanlık diğer dinlere, kefaret ve merhamete bağımlılığı fazlasıyla vurgulamak için özde bozulmuş olduğu varsayılan insanoğlunun hata ve günah bilincini hastalık derecesinde fazlaca abartıyor gibi gelmektedir.

3.Hristiyanlık diğer dinlere, ayrıca kendileri açısından da evrensel olarak pozitif bir ışık olarak değerlendirilen İsa Mesih fgürünün Kristoloji kullanılarak ona yüklenen özel bir kutsallık (oğul Tanrı) ile tahrif edilmiş gibi gelmektedir.

Bu eleştirilerde geçerli olan ne olursa olsun, bir şey açıktır: 

Herhangi bir dinin doğruluğu sorunu saf bir teoriden daha fazla şey 
içermektedir. Hakikatin yapısı asla sadece Tanrı, insan ve dünya 
hakkındaki doğru ifadelerden oluşan bir sistem içinde şekillenmemiştir. 
Ve hakikat, asla sadece diğer dinlerin yanlış olduğunun aksine, bir doğru 
önermeler serisi içinde değildir. Hakikat denilen şey, aydınlatma, kefaret 
ve özgürleşme olduğu kadar aynı zamanda bir eylem, bir tecrübe yolu, 
aydınlanma ve kanıtlanmış bir değerdir. Şayet dinler bu nedenle 
yaşamımız ve ölümümüz için etrafı ve nihai bir anlam vaad ediyorsa, en 
yüce sarsılmaz değerler bildiriyorsa, şartlar ne olursa olsun acı ve 
eylemlerimiz için bağlayıcı standartlar oluşturuyorsa ve ruhsal bir sığınak 
sağlıyorsa, buradan şöyle bir sonuca ulaşmamız muhtemeldir: Doğru ve 
iyinin ölçütleri ile anlamlı ve değerli olanın ölçütleri dinlerin içinde 
birbirlerini etkileyebilir. Daha çok teorik olarak anlaşılan hakikat sorunu 
ya da dinin anlamlılığı sorunu, aynı zamanda daha çok pratik olarak 
anlaşılan onun iyiliği ve değerliliği sorunudur. Doğru Hristiyan veya 
Budist, iyi Hristiyan veya Budist demektir. Bu bağlamdaki “Doğru din ve 
yanlış din nedir” sorusu ile “İyi ve kötü din nedir” sorusu özdeş sorulardır.
O zaman gerçek din ile ilgili temel soru farklı bir şekilde ifade 
edilmek zorundadır. Biz, bir dinin kendi içinde var olan doğru ile yanlış 
ve değerli ile değersiz arasındaki ayrımı ortaya koymayı nasıl başarabilir iz? Burada sadece Hindu Kast sistemini, karmaşık seksüel aktiviteler ile Tantrik Budizmin Şaktist formunu, İslam’daki cihad anlayışı ve cezaların keskin şekillerini düşünemeyiz. Ayrıca Hristiyanlıktaki haçlı seferleri gibi bir olguyu, büyücülerin yakılmasını, engizisyon mahkemelerini ve Yahudi zulmünü de hatırlamak zorundayız. Şayet doğruluk kriteri sorununu, öznel bir kapristen kaynaklanmıyorsa veya diğer insanların başlarına vurmak için kullanılan bir sopa değilse, bu durumda onun nasıl zor ve çetreflli bir sorun olduğunu kolayca 
anlayabiliriz.

Tabii ki -bu tekrar dönmek zorunda olduğumuz bir konudur- diğer 
dinlere yönelik oldukça spesifk (Hristiyan, Yahudi, İslami, Hindu ve 
Budist vb.) doğruluk iddialarına başvurmaktan tamamen vazgeçebilen 
din yoktur. Fakat bütün dinlerin inanırlarının bu kriterlerin ilk olarak 
yalnızca kendileri için anlamlı olduğunun, başkaları için ise anlamlı 
olamayacağının farkına varmaları gerekir. Şayet diğerleri -diğer dinlerden 
kim olursa olsun- aynı şekilde doğruluğa dair kendi kriterinde ısrar 
etmesi gerekiyorsa, diyalog için beklenti otomatik olarak yok olacaktır. 
Böylece, örneğin, İncil sadece Hristiyan Kiliseleri arasındaki ya da en fazla 
Hristiyanlarla Yahudiler arasındaki tartışmalarda onun kriter mantığı ve 
özgürleştirici işlevini karşılayabilir. Fakat Müslümanlarla ve daha çok 
Hindu ve Budistlerle olan iletişimde doğruluk kriteri olarak İncil’e 
doğrudan bir başvuru yersiz olacaktır. Şayet dinî diyalogda başkalarının 
karşısında doğru ve haklı olabilmek için Hristiyanlar artık basit bir şekilde 
İncil’e ( Müslümanlar Kur’an’a veya Hindular Gita’ya veya Budistler 
Sutra’ya) karşı gelinemez bir otorite olarak başvuramayacaklarsa bu 
durumda alternatif nedir? Bu noktada, dikkatli bir şekilde başka bir 
yaklaşım biçimini gündeme getirmeme ve onu sunmama izin verin. Üç 
aşamalı bir argümanın içinde genel olarak ahlâki olandan genel olarak 
dinsel olana ve oradan da sadece özel olarak Hristiyanlığa doğru bir çeşit 
içeriye doğru bir dönüş gerçekleştireceğiz.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 1

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 1





EVRENSEL KRİTERİ TESBİT ETME KONUSUNDA BİR DENEME*
Hans KÜNG**
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210
Çeviri: Mustafa ÇAKMAK***
EVRENSEL KRİTERİ TESBİT ETME KONUSUNDA BİR DENEME*


Özet: 

Bu makalede yazar, öncelikle dünyadaki dinlerin çeşitliliği ve farklılığını açıklama konusunda dört temel yaklaşıma dikkat çeker. 
Bununla birlikte doğru dinin var olup olmadığı temel sorusunu tartışır. “Eğer tek doğru din varsa bu doğru dinin ölçütü nedir?” sorusu bağlamında bir dinin doğruluğunun üç temel ölçütü olduğunu iddia eder. Bunlar; genel ahlaki ölçüt, genel dini ölçüt ve özel Hristiyan ölçütüdür. 
Yazar, bu makalede temelde şöyle bir kanaati dile getirmektedir: “Hiçbir din gerçeğin tümüne sahip değildir, gerçeğin tümüne sahip olan yalnızca Tanrı’dır.”

*Bu çalışma, editörlüğünü John Hick ve Brian Hebbletwaite yaptığı “Christianity and Other Religions” adlı eserin 118-145 sayfaları arasında yer alan Hans Küng’e ait “Is there One True Religion? An Essay in Establishing Ecumenical Criteria” başlıklı bölümünün tercümesidir.

*İsviçreli Katolik bir teolog olan Hans Küng (D.1928), Tübingen’deki Katolik İlahiyat Fakültesinde uzun yıllar Profesör olarak görev yapmıştır. 
En çok bilinen kitapları: Infallible? An Inquiry (İngilizce çevirisi, London 1971), (Mutlak? Bir Araştırma), On Being a Christian (İngilizce çevirisi, London 1977), (Hristiyan Olmak Üzerine) ve Does God Exist? (İngilizce çevirisi, London 1980) (Tanrı var mı?) şeklinde ifade edilebilir. 
1979 yılında ders verme yetkisi Vatikan tarafından elinden alındığında Küng, aynı üniversitede ‘Ekümenik Araştırmalar Enstitüsü’nde Profesör olmuştur. 
Hans Küng, Hristiyanlık, diğer dinler ve evrensel ahlak konusunda birçok kitap yayımlamıştır.

*Yrd. Doç. Dr. ,Giresun Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, 
m_cakmak@hotmail.com.

Tek Bir Gerçek Din mi Vardır? Evrensel Kriteri Tesbit Etme Konusunda Bir Deneme*
Hans KÜNG**
Çev. Mustafa ÇAKMAK***
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210

Günümüzde ekümenik teolojinin dünya dinleri boyutundan ayrı düşünülebilir olduğunun eleştirilmezliği konusunda ısrar etmek kolay, fakat bu isteği gerçekleştirmek zordur. Altmışlı ve yetmişli yıllarda Hristiyanlığın içyapısı üzerine yoğunlaştıktan sonra, daima göz önünde olan dünya dinleriyle ilgilendiğim dönemde, kendimi radikal olarak nitelendirilebilecek bazı yeni bilgilere sahip buldum. Herhangi birinin kendi başına karmaşık tarihleriyle çeşitli dinler hakkında bilgi sahibi olmaya çalışması oldukça yorucu bir iştir. 

Diğer dünya dinleriyle ilgili tartışmanın kesinlikle esaslı bir hayatta 
kalma mücadelesi olduğunu ve dünyadaki barış uğruna bunun gerekli 
olduğunun giderek daha çok farkına vardım. En fanatik ve acımasız 
politik mücadeleler rengini, ilhamını ve meşruluğunu dinden elde etmiyor 
mu? Şayet dinler barış, komşu sevgisi, uzlaşı için şiddetin karşısında olma, 
ve merhamet konularında sorumluluklarının daha erken farkına varsaydı 
ve yine anlaşmazlıkların kışkırtılmasına yardım etmek yerine onların 
çözümüne katkı sağlasaydı bu durumdan etkilenmiş ne kadar insan 
kurtulabilirdi? Kim bilir! Bu yüzden bugün herhangi bir evrensel teoloji, 
dünya barışı için sorumluluğa ortak olduğunu kabul etmek zorundadır. 
Dünya dinleri arasında barış olmadıkça gerçek barış var olamaz. Yine 
Hristiyan Kiliseler arasında barış olmadan dünya dinleri arasında barış 
olamaz. Kilisenin ekümenikliği dünya ekümenikliğinin tamamlayıcı 
parçasıdır. Öyle ki Hristiyanlık merkezli içsel ekümenizim ile tüm 
dünyaya yönelik dışsal ekümenizim (misyon) birbirine bağımlıdır.

Fakat dünya dinleri arasındaki anlaşmazlıklar barış konusunun 
ötesine geçmektedir. O, yalın bir şekilde hakikat sorununun bir 
açıklamasını gerektirir. Her ne kadar farklı dinlerin materyal analizi ve 
dinlerin kıyaslanması görünürde fkri ayrılıklar veya yakınlaşmalar 
meydana getirebilse de hakikat sorunu devamlı ve engellenemez bir 
şekilde var olmayı sürdürmektedir. Tek bir doğru din veya birden çok 
doğru din mi vardır? Dinlerin birbirinden farklı doğruluk iddialarını 
değerlendirebilecek bir kriter sistemi var mıdır? Eleştirel evrensel teoloji 
bugünlerde ‘doğru din’ (hakikat-gerçek) sorunu hakkında ne söylemektedir? Aşağıdaki yorumlar dinler arası evrensel diyalogun temel 
sorunsalına yöneliktir.

Dinlerin ve kiliselerin tarihlerinde hiçbir sorun hakikat sorunu gibi 
bu kadar çok anlaşmazlığa, kanlı çatışmalara ve hatta din savaşlarına 
neden olmamıştır. Hakikate yönelik kör fanatizm, engel olunamayan 
zararlara, kazıklarda yanmalara, yıkımlara ve tüm zamanlarda, tüm 
dinlerde ve tüm kiliselerde cinayetlere neden olmuştur. 

Diğer taraftan, Küng, Tek Bir Gerçek Din mi Vardır? Evrensel Kriteri Tesbit Etme Konusunda Bir Denemehakikate yönelik ciddi ihmaller ve ilgisizlikler ümitsizlik ve bunalımlara neden olmakta, öyle ki birçok insan artık onlardaki hiçbir şeye 
inanmamaktadır. Bir kanlı çatışma tarihinden sonra Hristiyan Kiliseler 
hakikat üzerine sürdürülen tartışmaların köşelerini keskinlikten arındırmayı ve ekümenik ruhun içinde genel cevaplara ulaşmayı öğrenmiştir. Bu cevaplar elbette uzun süre devam etmeli ve nihayetinde onların pratik sonuçları olmalıdır. Aynı durum Hristiyanlığın diğer dinlerle ilişkilerinde de görülmek zorundadır. Hâlâ bazı insanlar şu soruyu sormaktadır: Hristiyanların kendi kimlikleri ile kendi dinlerinin gerçekliğinden vazgeçmeden diğer dinlerin de gerçekliğini kabul 
etmelerine izin veren sağlam bir teolojik yol var mıdır?

I. Tek veya Çok Çeşitli: 

Pratik (Pragmatik) Bir ÇözümFakat bununla birlikte başka bazıları aksine şöyle sorular sorar: Bu, hâlâ hepimiz için, daha açıkçası aydınlanma nesli için bir sorun mudur? 

Biz hâlâ kendi kimliklerimizin yayılmasından korkuyor oluşumuz 
nedeniyle entelektüel geçmişteki artçı hareketlerle mücadele etmiyor 
muyuz? Bu kadar uzun süredir pragmatik bir çözüm bulunamadı mı? 
Sultan Saladin, Lessinng’in ‘Nathanthe Wise’ adlı etkileyici şiirinde “bu üç 
dinden yalnızca biri doğru biri olabilir…” iddiasında bulunur. Ve 
devamında şu eklemeyi yapar “Senin gibi bir adam doğumun kaza ile 
fırlattığı yerde kalmaz; eğer kalırsa bu durum, sezgi, gerekçeler, neyin 
daha iyi olduğuna dair yapılan seçim sebebiyledir. (act 3, scene 5)
Fakat söz konusu sezgi neye dayanmaktadır? Neyin daha iyi olduğunu seçmede gerekçeler nelerdir? Lessing’in çözümü hepimizin bildiği gibi üç halka kıssasında dile getirilir: Şayet hakikat meselesinin teorik açıklaması başarısız olur, -ki bu bir varsayımdır- ve sağ halkanın (right ring) hakikat oluşu ispatlanamazsa bu durumda geçerli olacak yol nedir? Bu sorunun cevabı olarak “bu yol sadece pratik tecrübelerdir” denebilir. Onun tarafsız ve bozulmamış sevgisi uyarınca gayret gösteren herkese müsaade et! Yani alçakgönüllülükle, içten barış  severlikle, iyilikseverlikle, en içten boyun eğme ile kendini Tanrı'da ortaya koyan hakiki halkanın gücüne izin ver! Bu yüzden kanıt, yalnızca saf dindar 
insanların hayatlarında kendini ortaya koyar. Problemimiz açısından bu, 
pratik ve olgusal olarak her dinin, kişinin Tanrı'nın gözünde hoş 
karşılanmasına neden olan mucizevi gücün delilini ortaya koyduğu 
ölçüde doğru ve gerçek olduğu anlamına gelir. Basit olduğu kadar açık bu 
bakış açısı, bizi kaçınılmaz hakikat sorunuyla karşılaşma sıkıntısından 
kurtarmaz mı?

Bu yüzyılda, bilhassa hakikat sorununa pragmatik bir çözüm 
öneren Amerikalı Charles Sanders Peirce, William James ve John Dewey 
önemli isimlerdi. Pragmatizm, basit bir şekilde, dinin hakikat oluşuna 
bakış konusunda, dinin genellikle nasıl bir işlev gördüğünü, ne gibi pratik 
sonuçlara sahip olduğunu, bir toplumda ve tarihte bir kimsenin kişisel 
varlığını ve yaşamını şekillendirme açısından gerçek değerinin ne 
olduğunu sorgular.

Dinin işlevselliği ve işe yarar oluşunu fazlasıyla ihtiva ettiği açık 
olan böyle bir fkri inkâr edebilecek kimse yoktur. Dinde teori ve pratik iç 
içe geçmiş değil midir? Kitabı Mukaddesin “Sen onları meyveleriyle 
(yapıp ettikleriyle) tanıyacaksın” şeklindeki ifadesine uygun olarak, bir 
dinin hangi sebeple işe yarar olduğunun pratik kanıtı olmak zorunda 
değil midir?

Aslında temel sorular şunlardır: Doğruluk basit bir şekilde pratik 
kullanışlılıkla eşdeğer görülebilir mi? Bir dinin doğruluğu işe yararlı 
oluşa, yardımseverliğe ve ihtiyaçların giderilmesine indirgenebilir mi? Bir 
dinin değeri olağanüstü bir durumda taktiksel bir gerekliliğe kurban 
edilebilir ya da hatta ekonomik ve politik istismara feda edilebilir mi? 
Nadiren pratik olarak yaşanan bir din aynı zamanda hakikat olamaz mı? 
Devamlı bozulan bir program yine de bir duygu yaratmaz mı? Kendisine 
çok az inanır bulan veya hiç bulamayan bir mesaj hâlâ iyi bir mesaj olarak 
nitelendirilemez mi?

Her halükârda burada, dinin sadece pratik olgulara indirgemeye 
değil, fakat gerçekten iyi bir yaşam pratiği ile yeniden bağlantı kurmak 
anlamındaki pragmatizmden çok daha derin bir pragmatizm anlayışının 
var olup olmadığını düşünmeye ihtiyacımız vardır. Fakat yine de şu 
şekilde sorular ortaya çıkmaya devam etmektedir: Büyük dinler gibi 
böylesine karmaşık bir fenomen, ne gibi bir kriterle değerlendirilmelidir? 
Biz Asya’daki Budizm ve Avrupa’daki Katolikliğin bin yıldan fazla süredir 
devam eden etkilerini sadece iyi veya kötü diye nitelendirmeli miyiz? 
Bugünün bütün dinlerinin hem alacaklı (övülebilir) ve hem de borçlu 
(yerilebilir) yönleri yok mudur? Böylesine bir bakış açısı, bir dinin 
mensubunun sürekli bir şekilde kendi dininin yüksek idealleri ile 
diğerlerinin daha düşük seviyedeki gerçeklerini karşılaştırmasına sebep 
olmaz mı? Sanırım gerçek İslam ya da gerçek Hinduizm ile ideal 
Hristiyanlığı karşılaştırmak, bu durum için iyi bir örnek olabilir.
Bu yüzden “gerçek din nedir?” sorusu, onu soran kimseye geri 
yöneltilmek zorundadır. James, “Dini Tecrübenin Çeşitliliği” (The Varieties 
of Religious Experience, 1902) isimli eserinde ortaya koyduğu klasik 
değerlendirmesinin en başında, ‘gerçek din’ hükmünü vermek için 
kullanılabilir bir kriterin yalnızca ‘ahlaki test’ (ethical test) olmadığını, 
bilakis bu kriterin “felsef olarak kanıtlanabilir bir mantıksallık” 
olabileceğini savunur. Fakat bu bağlamda sorulması gereken soru şudur: 
Acaba “felsefi olarak kanıtlanabilir mantıksallık” ne anlama gelmektedir? 
Açıkçası, bir kimse pratiğe yönelmesine rağmen hakikat sorununun 
üstesinden gelmiş olmaz. Burada yapıcı bir cevap hazırlamak amacıyla 
ikinci bölümde dört temel yaklaşımın bir incelemesine girişmek istiyorum.

Küng, Tek Bir Gerçek Din mi Vardır? Evrensel Kriteri Tesbit Etme Konusunda Bir Deneme

II. Dört Temel Yaklaşıma) Hiçbir din doğru değildir. Veya, tüm dinler eşit şekilde yanlıştır. 
Burada ateist yaklaşımı bastırma gibi bir amacım söz konusu 
değildir. Her ne kadar onun dinlere dönük çeşitli eleştirileri olsa da bu 
kesinlikle benim üzerinde durduğum bir konu değildir. Fakat yine de o, 
tüm dinler için sürekli bir meydan okumayı çağrıştırmaktadır. Normal 
şartlarda, herhangi bir dinin acınası halinin kendisi, dinin öğretilerinin ve 
ritüellerinin boş bir amaca yönelik olduğu, söz konusu dinin, yansıtma, 
illüzyon ve boş vaatler dışında hiçbir şey olmadığından şüphe duymamak 
için yeterli sebebi sağlar. Kısacası, bu dinin doğruluğuna, hatta tüm 
dinlerin doğruluğuna dayanak teşkil edecek hiçbir şey yoktur.
Şimdi, dinin aslında bir gerçekliği -gerçekten birinci, sonuncu ve 
asıl gerçekliği- hedefediğini ispat edemem ve bunu dilemem. Dinin 
tanrıtanımaz rakipleri için kendi paylarına, dinlerin basit bir şekilde 
anlamsızlığa yönelik bir girişim olduğuna dair bir kanıt yoktur. Tanrı gibi 
bir anlamsızlık hiçbir yerde bulunmaz. Bu dünya ile bağımlı kuramsal ve 
teolojik sebep bu sorunun cevabına tatmin edici bir şekilde ulaşamaz. Bu 
nokta üzerinde Kant tümüyle haklıydı. Dinin doğruluğunun çok önemli 
ve ünlü sorununda ona pozitif bir anlam vererek, yaşamımızın büyük 
güven sorunundan daha az ya da daha çok bahsetmeyiz. Bu dünyanın 
bütün açık saçmalığının karşısında yine de evet demek! bir sınavda, 
güvenin gerçekçi eylemi içinde büyük dinlerde kabul edilen insanlığın ve 
dünyanın anlamına, ana zeminine, dayanak noktasına evet demek! Kesin 
kanıtlar yoksa bile en azından iyi sebeplerle kendisi için göstermek 
zorunda olduğu sürece bu tamamen mantıklı bir evettir.
‘Hayır’ diyen kimse tarih önünde sorumluluk almak zorunda 
kalacak. Neanderthhal1 insanının en az cenaze gömme ritüeline kadar geri 
götürülebilen insanlığın başlıca ve antik dini tarihi, ateizmin 
argümanlarını (ki o Avrupa’nın kültür ve düşünce tarihi ile spesifk olarak 
yakından bağlantılıdır- Nietzsche’nin “Tanrı ölü” varsayımı 2500 yıllık 
Batı metafziğiyle bağlantılıdır-) büyük ölçüde öznel hale getirmektedir. 
Birinin, insan ırkını binlerce yıllık tarihi ve küresel uzantısı içinde 
değerlendirip değerlendirmemesi hiç fark etmez. O biri, gelecekte bir 
bakıma deneyüstü şeylere iman etmekten kaçınan bir topluluk 
bulamayacak. Evrensel açıdan bakılacak olursa bazı insanlar arasında var 
olan ateizm, Doğu’ya doğru yayılmış olsa bile karakteristik bir Batı 
Medeniyeti eseridir. O, böylece bu yüzyılda bir kültürel azınlığın meselesi 
olmaktadır.

b) Yalnızca tek bir din doğrudur. Veya, Diğer tüm dinler yanlıştır.
Hristiyanlığın ilk yüzyıllarında Origen, Cyprian ve Augustin 
tarafından hazırlanıp IV. Roma Konsilinde (1215) kabul edilen Geleneksel 
Katolik yaklaşımı, geniş bir çevrede şu ifadeyle temerküz eder: “Extra 
Ecclessiam Nulla Salus” (Kilise dışında kurtuluş yoktur). Amerika 
keşfedilmeden elli yıl önce Floransa Ekümenik Konsilinde açık bir şekilde 
şöyle ifadeler dile getirilmiştir: “Kutsal Roma Katolik Kilisesi, putperest, 
yahudi, ateist ve hizipçi hiçkimsenin ölmeden önce kendisine 
katılmadıkça ebedi yaşamdan bir parçaya sahip olamayacağına, bilakis 
onların şeytan ve takipçileri için hazırlanmış ebedi ateşe mahkûm 
olacağına kesin bir şekilde inanmakta ve bunu ilan etmektedir. Kilise en 
nihayetinde diğer dinlerin doğruluk ve kurtuluşa yönelik iddiaları için bir 
karar vermemiş midir? Bu, söz konusu durumun en azından 15. 
yüzyıldan 16. yüzyıla kadar nasıl olduğu ve göründüğünün ifadesidir. 
Katolik teoloji, yeni kıtaların keşfedildiği yüzyıldan itibaren, 
tartışılmaz “Kilise Dışında Kurtuluş Yoktur” doktrininin birçok bölümünün 
yeniden yorumlanması ve sonuç olarak tersyüz olması anlamına gelen 
yeni bir anlayışı benimsemeye çalıştı. Fakat mutlak olması nedeniyle bu 
teoloji, asla açık bir şekilde düzeltilmedi. Tabii ki, erken Trent Konsiline 
kadar Bellarmine ve Suarez gibi teologlar vaftiz ve Kilise’ye yönelik 
bilinçsiz bir arzuyu kurtuluş için yeterli olarak kabul ettiler. 17. Yüzyılda 
Roma Katolik Kilisesi keskin Fransız Jansenitsleri tarafından ifade edilen 
“Ecclesium Nulla Gratia” (Kilise dışında merhamet yoktur) prensibini 
kınadı. 1952 yılında Katolik Kilise Engizisyonu (Holy Offce) eski Kilise 
babaları ve Floransa konsili ile mevcut Katolik Kilisesinin dışında kalan 
insanların lanetlendiğini iddia eden bir kampüs papazı olan Fr Leonard 
Feeney’i aforoz etmek için kendini zorunlu -paradoksal bir şekilde yetkili- 
hissetti. 1964 yılında II. Vatikan konsili, son bir kez daha resmi bir 
doğrulama olmaksızın, Kilise bünyesindeki Tanrı'nın herkesi kapsayan 
kurtarıcı isteği ve kurtarma planını şöyle deklare etti: “Kendi hataları 
olmaksızın İsa Mesih’in İncil’ini ve Kilisesini tanıma fırsatı bulamamış ve 
hâlâ temiz bir yürekle Tanrı’yı arayan ve onun isteğini vicdanının sesinde 
farkına vararak yerine getirmeye çalışanki bu durum Tanrı'nın lütfunun 
bir sonucudur- bu insanlar ebedi kurtuluşu elde edebilirler.(Madde 16) 
Hristiyan olmayan dinlerle ilgili bildirgede diğer dinlere yönelik takdir 
edici tutum şu cümleyle doruğa ulaşır: 

“Katolik Kilise diğer dinlerdeki doğru ve kutsal olan hiçbir şeyi reddetmez.”

Bu bakış açısının, geleneksel Katolik yaklaşımın günümüzdeki resmi anlayışı olduğunu söylemek mümkündür. Hatta Hristiyan olmayan dinler bile -çünkü herşeye rağmen insanlar tarihi ve sosyal şartların oluşturduğu dinsel formlara bağlıdırlar- kurtuluşa giden yollar olabilirler. 
Onlar belki ana (orderly) yol değil ama yine de tarihi olarak alternatif 
(extraordinary) yollardır. Nitekim Çağdaş Hristiyan teologlar, Hristiyan 
kurtuluş yolu ile Hristiyanlık dışındaki kurtuluş yolları arasında -bazen 
de yol ve çeşitli patikalar arasında- ayrım yaparlar, ki bu geri dönüşe 
teşekkür etmek gerekir.

Fakat bununla birlikte bir kimse bu teolojik çözümü ve terminolojiyi yargılayabilir. 

Burada önemli olan şey, tarihte ilk kez Katolik Kilisesinin bağnazlığa ve kendi 
doğrusunu diğer doğrulardan çok keskin Küng, Tek Bir Gerçek Din mi Vardır? 
Evrensel Kriteri Tesbit Etme Konusunda Bir Denemebir şekilde ayıran kibirli dışlayıcılığa karşı resmi bir şekilde kendini ifade etmiş olmasıdır. Kilise, Hristiyan olmayan dinleri ve doğrularını bütünüyle mahkûm eden ve öğrenme konusunda yetersiz, gerçeğin kendisi olduğu konusunda fazlasıyla ısrarcı her çeşit kelama kapıları geniş şekilde açan dışlayıcı bakış açısından geri adım atmıştır. Yine o, tüm doğrunun zorunlu olarak onun tasarrufunda olduğu hayaline sahip, diğer 
dinsel yaklaşımlar için kınama öneren ya da aforoz etmeyi tehdit olarak kullanan dogmatizmden uzaklaşmıştır. Diğer dinlere yönelik saygı neticesinde onlara dönük hiçbir aşağılama anlamlı değildir. Ve yine onları anlamaya, dini araştırmalar ve diyalogla yayılmaya öncelik verme konusunda hiçbir ihmal söz konusu değildir.

Bu şekilde Katolik Kilisesinin yirmi yıl önce attığı adımı bugün birçok Protestan teolog atmakta hâlâ tereddüt yaşamaktadır. Onlar, doğruya yönelik Protestan iddiasını ancak genç Barth ve diyalektik teolojinin tasarladığı yol üzerinde ve çoğu zaman diğer dinlerle ilgili dikkatli bilgi ve analiz olmaksızın, dogmatik bir şekilde  değerlendirebilmek tedirler. Öyle ki bu değerlendirmede din, doğal teoloji dışında hiçbir şey, yani bir güç gösterisi, Tanrıya karşı bir başkaldırı, saf ve basit inançsızlıktır. Protestan teologlar, Hristiyanlığın diğer dinler içinde 
herhangi bir din olmadığını söyler. Zira İncil, tüm dinlerin sonudur. 

Bana göre böyle diyalektik bir teoloji daha diyalektik olmak zorundaydı.

Dünya dinleri ne dogmatik bir şekilde kınanmalı ne de diğer 
teologların yaptığı gibi basit bir şekilde görmezden gelinmelidir. Öyle ki 
asil fkirli cahil kimse tümüyle daha sorumsuzdur. Eğer Protestan teoloji 
insanoğlunun çoğunluğunun kurtuluşu sorununa yönelik bir cevaba sahip 
değilse, durumda o ‘tek kutsal Kilise’ küstahlığında kendi aşağılamasını 
rahatça dile getiren ya da aydınlanmış bir tarafsızlıkla yetinen insanları –
Voltaire zamanında olduğu gibi- bugün de şaşırtacak bir sebebe sahip 
midir? Bu, tamamen yetersiz olan Dünya Kiliseler Birliğinin kararsız 
yaklaşımı sebebiyledir. Ne “Farklı Dinler ve İdeolojilerden Kişilerle 
Diyalog için Yönergeler” de (1977-1979), ne de Vancour’da (1983) yapılan 
en son genel kurulda, Hristiyan Kiliseleri dışındaki insanların kurtuluşu 
hakkındaki soru cevaplanamamıştır. Bu sorunun cevaplanmasının 
önündeki en büyük engel, üye Kiliseler tarafından dile getirilen çelişkili 
bakış açıları olmuştur.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***