29 Mart 2019 Cuma

31 MART İSYANI, BÖLÜM 2

31 MART İSYANI,  BÖLÜM 2




DERVİŞ  VAHDETİ VE GAZETESİ 

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi 31 Martin' olu­ şunda Derviş Vahdeti ve onun çıkardığı Volkan gaze­ tesinin yeri önemlidir. Volkan, kısa sürede kamuoyu­ nu etkisi altına almış, halkı planlı bir yayınla İttihadı Muhamedi Cemiyetime kadar götürmüştür. Vahdeti, 1870 yılında Kıbrıs'ta doğmuştur. Asıl adı Derviş'ti. Hıfzını tamamladıktan sonra Hafız Der­ viş adını almıştı. Derviş, padişah Abdülhamid'e yaz­ dığı bir mektupta hayatını şöyle anlatır: "Padişahım ben nasıl doğdum, büyüdüm? Pede­ rim, papuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut ağa idi. Ba­ bam bütün gün çalışır, bir lokma ekmek parası kaza­ nır, ufak bir evcikte hepimiz bir yorgan altında kışın soğuktan titrerdik, bir sıcak çorba bile içemezdik. Gör­ dün mü hayat nedir? Dört yaşında mektebe girdim, beş yaşında Kuranl hatmettim. Ondört yaşında hafız ol­ dum. Bir miktar Arapça dil bilgisi, biraz İslam huku­ ku öğrendim. Nakşibendi tarikatına girdim. Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım, biraz daha okudum. Ecnebi dil öğrenmek lazım geldiğini hissettim... Ancak basımdaki sarıkla, ve Kuran okumakla meşgulken din düşmanı bir kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim ki?.. O sı­ ralarda İstanbul'a geldim. İki ay sonra Kıbrıs'a döndüm. Gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngi­ lizce öğrendim. Kıyafet değiştirip hükümet memuru oldum. Kraliçe adına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde medrese köşelerinde bir Müslüman şimdi medeni... Her yüksek gördüğüm dereceye ayak bastıkça gözlerim daha ilerilere çevriliyordu..." Derviş Vahdeti'yi İngiliz idaresindeki memuriyet de tatmin etmez, İstanbul'a gelir. Amacı Saraya kapı­ lanmaktır. O sırada Dahiliye Nazırı Memduh Paşa va­ sıtasıyla göçmen komisyonuna atanır. Aynı zamanda Paşa'nm yalısında imamlık eder. Fakat Saraya yanaş­ mak isteği onu jurnalciliğe kadar iter. Nihayet Memduh Paşa'yı da padişaha jurnallar. Dahiliye Nazırı jur­ nali padişahtan öğrenir ve Derviş Diyarbakır'a sürülür. Diyarbakır'da Vahdeti bir yandan İstanbul'a af di­ lekçeleri yazarken öte yandan rakı sofralarında ud çalmakta, yanık sesiyle şarkılar söylemektedir. Gözü "ileride" olan Derviş, bu hayata da tahammül edemez. Bir gün Kıbrıs'a gitmek için Diyarbakır'dan kaçar. Fakat Bektaşi babası kılığında Birecik'te yakalanır.

BALTAYA SAP OLMAK 

Meşrutiyetin ilanından sonra salıverilen Vahdeti İstanbul'a gelmiştir. O zamanın özgürlük havası içinde bir şeyler yapmak, hele çatışmalar yüzünden geli­ şen şeriatçılıktan faydalanıp ileriye fırlamak niyetin­ dedir. Gerçekten ümmetçilik ve şeriatçılık akımı hızla yürümektedir. Nitekim 7 Ekim'de Fatih Camii'nde Kör Ali ve İsmail Hakkı adındaki iki hoca, "Ey ümmeti Muhammet, din elden gidiyor! Sokaklarda alenen oruç yiyorlar, kadınlar yüzleri açık geziyorlar" diye halkı kışkırtmışlar, arkalarına takılan binlerce kişiyle birlikte Yıldız Sarayı'na kadar gidip Meşrutiyet aleyhinde atıp tutmuşlardır. Kör Ali ile İsmail Hakkı, Yıldız'dan sonra Sadrazam ve Şeyhülislam'la da çatışmışlardır. Gerçi elebaşı hocalar bu "şahlanış" denemesi sonunda kellelerini vermişlerdir, ama akım durmamıştır. Mesela olaydan birkaç gün sonra Beşiktaş'ta Todori adındaki Rum bahçıvana kaçan bir Müslüman kadın yüzünden olaylar çıkar. Karakola götürülen Todori için halk ayaklanır, bahçıvanı polisin elinden alarak linç eder. UYGUN ORTAM Kurnaz Derviş'in bütün bu olaylar gözünden'kaçmamaktadır. Üstelik Bulgaristan'ın istiklalim ilan Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi hem ordu­ yu, hem de halkı huzursuzluğa sevk etmiştir. Alaylı mektepli çekişmesi, subayların politika içine bilfiil gi­ rişi, ordudaki eğitim problemi, yobazların etkili pro­ pagandaları şeriatçı akımın örgütlenmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. Vahdeti artık gazete yoluyla ön­ cülüğe girebileceği, aynı zamanda Saray'la da ilişki­ lerini geliştirebileceği kanısındadır. Nihayet 28 Kasım 1908'de "İnsaniyete hadim, dini ve siyasi" Vol­ kan gazetesi yayın hayatına girer. Vahdeti'nin yazıları, bir anlamda, vaazın, hutbenin gazeteye aktarılışıdır, denilebilir. Gerçekten Volkan, incelendiği zaman görülmektedir ki, Derviş Vahdetî'nin bütün amacı Meşrutiyet aleyhinde gelişen or­ tamı şeriatçılığa kanalize etmek ve şeriatçılığı örgüt­ leyerek siyasi bir topluluk haline sokabilmektir. Derviş'in kanısına göre, ulema ileri gelenlerinin kurdukları Cemiyeti İlmiye'yi ele geçirip aksiyona sevketmek gerekiyordu. Vahdeti ilk zamanlarda bunu düşünmüş, fakat beraberindekilerle birlikte, uygulanamayacağını anlayınca başka bir örgüt kurma yoluna girmiştir. İşte "İttihadı Muhammediye Cemiyeti" şeriatın aksi­ yona geçirilmesi için hazırlanmış olan örgüttür. 

ÖRNEKLER 

İttihadı Muhammediye Cemiyeti'nin kuruluşu ve diğer olaylara girmeden önce Volkan'm o zamanki ya­ yınlarında sadeleştirilmiş örnekler verelim:

27 Ocak 1909 tarihli Volkan'da İ. Sahabettin imzasıyla şu yazıya rastlanır: "Din, yüksek ahlaka dayanır. Dinsiz olanlardayüksek ahlakbeklenemez. Din dünya ve ahiret için ça­ lışır. Dinsizler ise sadece dünya için çalışırlar. Cenabı Hak dinsizlere düşmandır. Biz nasıl olur da bir dinsi­ ze emniyet edebiliriz? Bugün Avrupa'da birçokları dinsizliklerini ilan ediyorlar. Bunun içindir ki, kadınların birçoğu çıplak denecek şekilde umumi yerlerde gezi­ yorlar. Erkekler ise kumarhanelerdedir. Ayrıca birbirlerinin servetlerine göz dikiyor, ocaklarını söndürüyorlar. Birçoğunun ömrü meyhanelerde geçiyor. Mahvoluyorlar. Velhasıl bu gibi İslamiyetçe memnu olan du­ rumlara -isterse İslam adı altında bulunanlardan olsundüşenlere emniyet olunmamalıdır. Zira nefsine acımayan etrafındakilere mi acıyacak? Şu Avrupa ile tema­ sa başlıyalı beri onların müstehcen adetleri memleke­ timizde koleradan çok tahribat yapmaktadır. Bizin en kestirme sözümüz dindar olalım demekten ibarettir." Burada sözü edilen dinsizler, Jön Türkler ve özel­ likle Ahmet Rıza Bey'dir. Başka bir yazı; derviş Vahdeti tarafından yazılmış­ tır, başlığı da "İstanbul'da farmason locası "dır: "Uzun zamandan beri meydana çıkmayan Türk farmasonları dün Müşir Fuat Paşa'nm evinde toplan­ mışlardır. Toplantıda Adliye Nâzın ile birçok Ayan üyesi ve milletvekilleri hazır bulunmuşlardır. Türkiye'de bir büyük loca kurmak maksadıyla girişilen teklif uygun karşılanmıştır. Locanın 15 gün sonra açılacağı zannediliyor. Bu durumda bütün İslam âlemi elele vererek dünyamızı, ahiretimizi yapmaya çalışalım, hürriyetin ağacı yeşerdiğinden beri başarıya giden İt­ tihadı Muhammedi Cemiyetimde birleşelim." Yine Volkan'da imzasız bir yazı; başlığı "Tiyatro­ lar ahlakımıza nasıl tesir ediyor?" "...bir İslam kadını ile bir Avrupalı madamı göz önüne getirirsek görürüz ki, birisi çarşıda pazarda açık saçık, elinde bir bastonla gezer. Birisi, baştan tırnağa kadar örtünmüş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile görmekten bezer. Biri sokak süpürgesi, bi­ ri ev kadını..." Yukardaki örnekler asrileşme dedikleri akıma kar­ şı daha doğrusu bir aksiyon karşı "tertiplenen reaksi­ yonun" hazırlığıydı. Bu reaksiyonu Vahdeti, İttihadı Muhammedi Cemiyeti yoluyla gerçekleştirmeye çalı­ şacaktır. 

İTTİHAD-I MUHAMMEDİ CEMİYETİ 

Derviş Vahdetî'nin Volkan'ı hız aldıktan sonra sı­ ra örgütlenmeye gelmişti. Vahdeti, Emirîzade Ömer Lütfi adında biriyle birleşerek cemiyeti kurdu. Aslın­ da bu cemiyet sonradan sıkıyönetim mahkemelerinde verilen ifadelerden anlaşıldığına göre 10 yıl önce baş­ ka ülkelerde teşekkül etmiş ve Emirîzade de İngiliz Gizli Servisimin desteğiyle İstanbul'da örgütü yerleştirmek için çalışmaya başlamıştı. Derviş Vahdetimin Ömer Lütfi ile nasıl anlaştıklarını bilmiyoruz. Şu varki, ikisinin daha gazete çıkmadan önce böyle bir kuruluşu kararlaştırdıkları, Saray'la temasa geçip Abdülhamid'den yardım alan Emirîzadenin ise gözü yükseklerde olan Vahdetî'yi kullandığı yine 31 Mart olayından sonraki tahkikattan anlaşılmaktadır. Cemiyet kurulduktan sonra başkanlık konusunda Ömer Lütfi ile Vahdeti arasında kavgalar da çıkar, fakat Derviş, elin­ deki gazete vasıtasıyla şöhret de yaptığı için, Emirîzade'yi geri plana itmesini becerir. Enderunlu Lütfi adındaki başka birisiyle beraber cemiyeti yönetmeye başlar. Yayımlanan bildiriye göre cemiyetin başkanı Hazreti Muhammet'tir. Bu yolla İttihadı Muhammedi doğ­ rudan doğruya Müslümanlığa dayanan bir siyasi ce­ miyet halindedir. Başkam İslam peygamberi olan, yine Volkan'm yazdığına göre, "İnsanların yaptığı ka­ nunlara değil, Kuran'a dayanan" bu cemiyet kısa za­ manda binlerce üye kaydeder. Üstelik devrimden zarar görenler de İttihadı Mu­ hammedi Cemiyeti'ne kurtarıcı gibi yapışmışlar ve kuruluş kısa sürede büyümüştür. Nasıl büyümesin ki, üye kaydı için çeşitli yerlere koydukları kayıt masalarında yaptırdığı propaganda şöyle idi: "Ey Muhammet şeriatının düşmesini istemeyen müminler! Allah-u Zülcelâl aşkına Peygamberimiz Muhammet Mustafa adına bu cemiyete giriniz, kayıt kâğıdını imzalayınız!"

CEMİYETİN BİLDİRİSİ 

İttihadı Muhammedi Cemiyeti bir yandan halkı kışkırtırken bir yandan karşı gazetelerin hücumlarını da önlemeye çalışır ve bildiriler yayımlar. İşte 21 Şu­ bat 1909 günü yayımlanan bir bildiri: "Hiçbir din ve cemiyet kuruluşu yoktur ki, başın­ da rekabet sebebiyle taarruzdan masun bulunsun. Bu gibi gürültülerin baş göstereceğini zaten biliyorduk. Fakat (İttihadı Muhammedi Cemiyeti) öyie dedikodu­ larla yahut hücumlara hedef olmakla, hatta düşmanla boğaz boğaza gelip şiddetli bir istilaya bile maruz kal­ makla ittihadından vazgeçmeyecektir. Toprağın ne önemi var. Bu asırda artık insanlar esir olamazlar. Muhammedîlerin nerde olursa olsun çoğunluk teşkil edecekleri aşikâr. Bu gerçek bilindikten sonra yapacağı­ mız işi elele verip bugünkü ilerlemiş durumdan (yani özgürlük ortamından) İslamiyete layık bir surette faydalanmaktır." Bu hazırlık dönemi sırasında İttihadı Muhammedi süratle örgütlendiği gibi ordu ile bağlantılarını ku­ rar görünmektedir. Vahdeti askerlerden gelen mektup­ ları yayımlamakta, o mektuplara cevap verme vesilesiyle hem propagandasını arttırırken, hem de subayla askerin arasını iyice açmaktadır. Mesela 5. Alay namına yazılmış ve 28 Şubat ta­ rihli Volkan'dan çıkan mektuba bakalım: Mektup, "Ey bütün iman ehlinin teveccühünü kazanan Derviş Vahdeti" diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: "Bizi arkadaşlarımızdan ayırıp istedikleri yerlere atabilirler. Fakat bunu usule uygun yapmaları gerekmez mi? Bizi.eski askerler mi sanıyorlar? Hamdolsun şimdi çoğunluğumuz okuyup yazma öğrendik, icap ederse derdimizi anlatabiliyoruz. Demek istiyoruz ki bizi arkadaşlarımızdan ayırdılar, acaba sebebi nedir? Arkadaşlarımız kanuna mı riayet etmediler, şeriatı mı tanımadılar? Allah bizi şeriata kanuna karşı gelen as­ kerler haline getirmesin. Amirimize itaatin borç oldu­ ğunu biliriz. Lakin ruhumuza sıkıntı verecek, cevrü cefaya da mahal yoktur. Beşinci alayın tamamen İttiha­ dı Muhammedi Cemiyetime iştirak edeceğini kendi ifadelerine uyarak arz ederim." Bu mektuba Vahdeti şu cevabı vermektedir: "Siz askersiniz. Asker ki vatanının biricik koruyucusudur. Din için yaşar, vatan için çalışır, din uğrunda ölür... 
İttihadı Muhammedi Cemiyetine zaten dinen dahilsiniz. Kimin haddi vardır ki sizi bu cemiyete ka­ bul etmesin." Derviş Vahdeti tarafından kaleme alman ilgi çe­ kici bir yazı yine 26 Mart 1325 günü bir subayın teh­ dit mektubuna cevap diye yayımlanmıştır. Vahdeti şöyle diyor: "Ey zabit! Sana ihtar edeyim ki siyah sakalımla ela gözlerimle, münevver yüzümle ara sıra göğsüne çö­ keceğim. İntikamımı kendi elimle alacağım. Seni mecnunlar gibi sokak ortalarında bağırtacak, dağ başların­ da süründüreceğim... Ey zabit! Cemiyetiniz bir kaç kişiden ibarettir diyorsun! O halde niçin bizden korkuyorsun. Fakat korkan sen değilsin Ahmet Rıza Bey'dir, Baha Şâkir Bey'dir. Dr. Nâzım Rahmi ve Cavit Bey'lerdir ve daha bir kaç haris anarşisttir... Bugün sen ey zabit, millete büyük hizmet ettin zira bütün duygularımı açıkça söyledim." 

AÇILIŞ 

İttihadı Muhammedi artık ağırlığını gösterebile­ cek kuvvete erişmiştir. Üstelik bu cemiyetin davranış­ larına karşı İttihat Terakki Cemiyeti de harekete geç­ miş, hürriyet şehitleri için Ayasofya'da tertiplenen mevlitle bir karşı gösteriye girişmiştir. O halde cemi­ yetin açılışı hem çok gösterişli olmalı, hem de gele­ cek günlerin hareketini hazırlamalı idi. İttihadı Muhammedi 3 Nisan Rumi tarihle 21 Mart günü yine Ayasofya'da mevlitli bir açılış töreni düzenler ve aşağıdaki bildiri yayınmlanır. (Dili sadeleştirildi). "Cemiyetimiz birçok hücumlara, hücumlardan doğan buhranlara maruz kaldıktan, hepsini yenmeye muvaffak olduktan sonra bugün bir sükunet ve ilerle­ me devrine ayak atmıştır. Cemiyetimiz artık özel kişi­ liğinden çıkmış tüzelkişi halinegelmiştir. Cemiyetimizin her hali İslamiyetin meydana çıkışım andırıyor. Bir taraftan kötülemeler, ayıplamalar, bir taraftan çalışmalar, ilerlemeler. İslamiyete akm akın aşiretler, ka­ bileler can atıyordu. Cemiyetimize de kafile kafile köyler, ilçeler katılıyor. İslamiyetin kuvvet bulduğu­ na emniyet hasıl olduğu zaman ezan-ı Muhammedi aşikar olarak okunmuştur. Cemiyetimizde kuvvet bulduğu için mevlit oku­ nuyor, İslamiyet 18 yıl içinde bir yandan Maveraünnehire, Kafkasya sınırlarına, bir yandan' Mısır ülkesine, Kıbrıs adasına, İstanbul civarına kadar gölge sal­ dığı gibi, cemiyetimiz de 18 ay içinde bütün İslamiyet âlemini içine alacaktır. O, yoktan var oluyordu. Bu, var olanı yerleştirecek... İşte bu kadar zorluklardan sonra kurulan ve yer­ leşen mukaddes cemiyetimiz tarafından Muhammet'in temiz ruhuna hediye olmak üzere gelecek cumartesi günü ki peygamberin doğum gününe rastlıyor, Ayasofya Camii'nde mevlit okunacak, sonra da cemiyet mer­ kezinin önüne kadar gidilerek kurbanlar kesilip açılış töreni yapılacaktır. Cemiyetimiz fertlerinden bir çokları ellerinde yeşil sancaklarla gelmek istediklerinden bu hususta ida­ re meclisimiz tarafından aşağıdaki karar alınmıştır: 1. Arzu edenler birer yeşil sancak yapmalı. Sancağın üzerine (Lâilâhe İllallah Muhammedün Resulullah) yazdıktan sonra altına İttihadı Muhammedi cümlesini eklemeli... 2. O gün İslamlardan başka bütün Osmanlı vatan­ daşları seyre gelebilirler. Vatandaşlarımız maddi haklarda zerre kadar bizden farklı olmadıklarını ve her­ kes dininde istediği gibi harekete serbest olduklarını bilirler. 3. Bundan dolayı cemiyetimiz fertlerinin gerek yolda,gerek camide hiçbir surette ağız açmamalarını tavsiye ederiz. Mevlit yalnız meşhur Ulemâ İkinci Farabî Hafız Osman El Musûlî Hazretleri tarafından okunacak, fasıllar arasında Enderun ilahicileri tarafından ilahiler söylenecektir. Ve cemiyete dair camide bir şeyden bahsedilmeyecektir. Allah muvaffak etsin. Amin." 

İSYAN KÖRÜKLENİYOR 

Bir gün önce İttihat ve Terakkimin Hürriyet şehit­ leri için okuttuğu mevlit oldukça sönük geçti. Ama İttihadı Muhammedi'nin kuruluşu pek şatafatlı oldu. Etkilenmiş halk, akın akın Ayasofya Camii'ni ve mey­ danını doldurdu. Meydan, yakınlarından bile geçilemez hale geldi. Camide önce mevlit okundu, sonra bilgi verildi ve Yerebatan'daki Cemiyet (Volkan) binasına gidildi. Cemiyetin kuruluş töreninde kuruculardan Said-i Kürdi de hazır bulunmuş, çıkıp bir de nutuk söylemiş­ tir. Bakınız, Derviş Vahdeti, 23 Mart tarihindeki Vol­ kan gazetesindeki törenin bu kısmını nasıl anlatır: "...saat dört raddelerinde medrese talebeleri (talebe-i ulûm) önlerinde Bediüzzaman Said-i Kürdi Hazretleri olduğu halde geldiler. Kendilerini dış kapıda karşıladık. Hazreti Kürdi bizi görünce dayanamadı, sanki iki âşık ve maşuk kavuşur gibi birbirimize sarıldık. Elele verdik ve camiye girdik. Talebe-i ulûmun, başlarındaki sarıklar nur gibi beyaz, çiçek gibi ruha rahatlık veriyordu. Hele bunlardaki dini terbiye kendilerine başka bir güzellik bahşe­ diyordu. Hazret, yani Bediüzzaman, Bedi-i âlemi İs­ lamiyet, o Kürt elbisesiyle, o meşhur Kürt tavrıyla da­ ima belinde taşıdığı hançeriyle, inanmış olarak kürsüye çıktı ve bir nutuk söyledi. Nutku zaptedemedik... Daha sonra ben kürsüye çıkarak aşağıda yazılı konuş­ mayı yaptım." Derviş Vahdetimin konuşması malum şeylerdir ve yine o konuşmada çapraşık ifadesiyle İttihadı Muhammedi Cemiyetimin amaçlarını anlatmaktadır. İttihadı Muhammedi Cemiyetimin kuruluşunun ertesi günü Volkan'daki yazıların dozu biraz daha ar­ tarak devam eder ve nihayet gazeteci Hasan Fehmi min öldürülmesi ortalığı büsbütün karıştırıp isyanı körük­ ler. 

HASAN FEHMİ NASIL ÖLDÜRÜLDÜ? 

Hasan Fehmi "Serbesti" gazetesinin başyazarıdır. İttihat ve Terakki Cemiyetime karşıdır. Yeni yöne­ time, cemiyete daimi olarak hücum etmektedir. Hasan Fehmi Bey 6 nisan salı (24 mart) gecesi Galata Köprüsü'nde kaymakamlardan Şakir Bey'le bir­ likte Karaköy'den Eminönüme geçerken, tam ortada bir el silah patlar ve önce Şakir Bey yaralanır. Bunu üç el daha patlama izler ve Hasan Fehmi yere düşer. Hafif yaralı Şakir Bey, Hasan Fehmi'nin yere düştüğünü görünce, imdat diye bağırarak Eminönü tarafına doğru koşar. Bir polise rasgelir. Polis, Şakir Bey'i katil zannederek karakola götürür. Kaymakam durumu anlatmcaya kadar katil veya katiller kaçar. Ağır yara­ lı Hasan Bey'le Şakir Bey'i Zaptiye Nezaretine götü­ rülmek üzere bir arabaya bindirirler. Fakat araba ne­ zarete varmadan Serbesti başyazarı vefat eder. Şakir Bey, katilin parlak düğmeli kaput giydiğini, yakasında kırmızı işaret bulunduğunu ve ilk ateşten önce "Al mevlân!" diye bir ses duyduğunu söylemektedir. 

MUHALEFETİN YAYLIM ATEŞİ 

Olay üzerine ertesi gün muhalefet gazeteleri şid­ detli bir kampanyaya girişirler. Kampanya hem Cemi­ yet'e, hem de hükümete karşıdır. İki gün sonra katilin İttihat ve Terakki'ye bağlı bir subay olması ihtimali or­ taya atılır. Bu ihtimal üzerine yazılar yazılır ve "Al Mevlan!" şeklindeki seslenişin Şakir Bey'in Serbesti gazetesi sahibi Mevlânzade Rıfat Bey'e benzetilme­ sinden ileri geldiği, katil veya katillerin aslında Ser­ besti'nin hem sahibini, hem de başyazarını öldürmek istedikleri ileri sürülür.Muhalefetin şiddetini ve bu şiddetin gerici ayak­ lanma ortamının yaratılmasına nasıl fırsat verdiğini gösterebilmek için o günlerin gazetelerinden örnekler alalım: Mesela, 27 Mart 1325 tarihli "İkdam" şöyle ya­ zıyordu: "Gerçek hürriyetin vatanımıza henüz dahil olma­ dığını, siyasi esaretin bütün çirkinlikleriyle yerinde durduğunu, bütün fecati ile ispat eden dün geceki vah­ şi cinayet, ertesi sabah biçare halkımızın temiz yüzün­ de büyük matemin kederini husule getirdi. Şimdiye ka­ dar felaketten felakete, istibdattan istibdada atılan İs­ tanbul halkı, dün sabah nazarları yeni bir istibdadın kâ­ busu ile korkuya duçar olduğu halde bir bilinmezliğin ıstırabı içinde dolaşıyor. Serbesti idarehanesinin önü, Hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'e son veda geçitini yapmak ve onu bu perişan duruma sokan gizli kuvve­ te lanet etmek için akın akın gelen ahali ile dolu bulu­ nuyordu." "Serbesti" gazetesi de yayımladığı protesto mek­ tubunda, olayın İstanbul'un en kalabalık yerinde vu­ ku bulduğunu belirttikten sonra yüksek öğrenim genç­ liğinin Millet Meclisi'ne giderek, Başkan Ahmet Rı­ za Bey'i görmek istediklerini, oysa başkanın jandar­ ma çağırıp pencereden de öğrencileri galeyana getire­ cek sözler söylediğini yazmakta, Ahmet Rıza Bey'i kı­ namaktadır. 27 Mart'ta "Mizan", hücum dozunu daha da arttı­ rarak şöyle yazar:"...miskinlik içindeki böyle bir hükümete biz Os­ manlı Hükümeti adını veremeyiz. Kahraman ordular, askerler, Allahm gayretiyle hürriyeti getirdiler. Hürri­ yeti meçhul bir çete, fırsatı ganimet bilerek Yıldız'dan istibdat dolabını çaldı. Babıali'nin böyle bir çeteye ya­ taklık ettiği tahakkuk ederse, böyle bir Babıâli'yi biz üzerimize hâkim değil, ayağımıza toz olarak bile ka­ bul edemeyiz. Artık kâfidir, fazlasına milletin taham­ mülü kalmamıştır." 

DERVİŞ DE ŞAHLANIYOR 

Muhalefet gazetelerinin gittikçe sertleşen hücu­ mundan Derviş Vahdeti elbette faydalanacaktır. Nite­ kim 28 Mart tarihli "Volkan" da şunları söylemekte­ dir: "Hasan! Ey Fatma'nın oğluyla aynı isimde olan Hasan! Onunla senin aranda büyük bir münasebet bu­ luyorum. O, anadan babadan mahrum olarak şehit edil­ di. Sen de onun gibi öksüz, sen de garip olarak şehit edildin. O yezidilere muhalif idi. Sen de aynı fırkaya muarız idin. Yezidiler İslam hükümetini zaptetmişlerdi. Bunlar da Osmanlı Hükümeti'ni zaptetmek istemiş­ lerdir. O, (Allahm emri bize biattir) diyordu, sen de (Anayasa şeriattır. Ona itaat şarttır) diyordun. Nedir aranızdaki münasebet Hasan! Sen o musun, yoksa, o sende mi? Ona İslam âlemi kan ağladı. Sana da bütün insaniyet ağlıyor. Git Hasan, Ebutalib'in oğluna benden selam söyle! Vahdeti de geliyor de ve kabulünü ri­ ca et!" İki gün sonra yine Derviş Vahdeti, "...O istibda­ da ki - Şeref Sokağımın pis, murdar elleriyle icra edi­ liyor- boyun eğersek kansız bir millet olduğumuza dünya kani olacak, milli hislerimiz hakarete uğraya­ cak. Eğmeyelim, bu cinayetlere katiyyen boyun eğme­ yelim. Bunun çaresi ümmetin toplanmasıdır" diye do­ zunu biraz daha ağırlaştırır. Yine Derviş Vahdeti bir başka yazıda şunları söy­ ler: "Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bu­ lunmalı, yahut malûm olan beş kişiyi, İttihatçıları va"tan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası milletin galeyanını durduramaz." Volkan aynı zamanda muhalefet gazetelerini de, girişeceği harekete davet etmekte ve şöyle demekte­ dir: "Acele et Mizan! Arş ileri Serbest! İmdat Osman­ lı! Sebat et İkdam! Hakperest matbuat, hep hücum edelim! İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincir­ lere bağlanıyor, bize imdat! diye kollarını uzatıyor. Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale mu­ hafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan... Sancaktarlık va­ zifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönme­ yiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki, halk bizim­ ledir. Müfteriler! Kâmil'in namusu ikmal edilecektir, ikmal!" Artık kamuoyu yeter ölçüde dolmuş, özellikle as­ kerler arasında yapılan propagandalar meyve verecek hale gelmişti. Bu arada "Darülfünun" öğrencileri de yürüyüşe geçip, hükümetten, katilin bulunmasını is­ temişlerdi. Üstelik İttihadı Muhammedi Cemiyeti ör­ gütlenmesini tamamlamış gibidir. Önemli yerlerden, İstanbul'un çevresinden, Orta Anadolu'dan Hazreti Muhammed'in başkanı bulunduğu bu cemiyete elbet­ te bütün softalar katılacak, meseleleri bilmeyen cahil halk cemiyeti, destekleyecekti. Ayrıca muhalif basın nasıl "Volkan"m peşinde gidiyorsa Ahrar Fırkası da, İttihadı Muhammedi Ce­ miyeti'nin yanındadır. Fırka, Muhammedi'çilerin ya­ pacağı şahlanışla kendisine iktidar ufuklarının açıla­ cağını hesaplar. 

İSYAN PATLAK VERİYOR 

Rumî tarihle 30 Mart'ı 31'e bağlayan gece, yani 12-13 Nisan 1909 gece yarısı daha önce sözünü etti­ ğimiz meşrutiyet bekçisi avcı taburları ayaklandılar, subayların bir kısmını ağaçlara bağladıktan, bir kısmı­ nı hapsettikten sonra fırladılar. İlk hareket Taşkışla'daki 4. avcı taburunda görüldü. Gariptir ki tabur hareke­ te geçtiği zaman kışlanın önünde ellerinde yeşil bay­ raklar bulunan bir takım sarıklı hocalar dolaşıyor ve: "Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyor­ sunuz?" diye pencerelere sesleniyorlardı. Taşkışla'dan öteki kışlalara da sirayet eden isyan kısa zamanda bü­ yüdü, asker gece yarısı "şeriat isteriz, padişahım çok yaşa" avazeleriyle ve önlerinde hocalar olduğu halde yürüyerek Sultanahmet'teki Millet Meclisi binasının önüne geldi. Bir kısmı ise Ayasofya'ya yöneldi. Ayasofya yakınındaki Millet Meclisi çevresinde­ ki askerin miktarı sabahın erken saatlerinde 5-6 bini bulmuştu. Ayasofya meydanında ise yüzlerce hoca tekbir getiriyor, medrese öğrencileri de yavaş yavaş bu ayaklanmaya katılır görünüyorlardı. Ayasofya Meyda­ nı'nda hocalar ve askerler birer sandalye üzerinde nu­ tuk atmaya başlamışlardı. Konuşmalar genellikle di­ nin elden gittiği, şeriatın hâkim olması gerektiği şek­ lindeydi. Bu arada mektepli subayların orduyu frenkleştirmeye çalıştıkları, bütün bunların İttihat ve Terak­ ki Cemiyeti'nin başı altından çıktığı, din hükümleri­ nin ayaklar altına alındığı durmadan söyleniyordu. İlk bakışta dağınık gibi görünen isyanın aslında hiç de ani bir feveran sonucu olmadığı, günlerce, haftalar­ ca örgütlenmeye gidildiği, başkumandanın, hatta bö­ lük bölük askerlere kimlerin kumanda edeceğinin tes­ pit edildiği vakit geçtikçe anlaşıldı. Ortada dolaşan, Başkumandan Hamdi Yaşar isminde bir çavuştur. Ha­ zım Çavuşla, Bölükemini Mehmet ve tüfekçi ustası Arif Hamdi'ye yardım etmektedirler. Ayrıca kadro dı­ şı kalmış subayların sivil elbise ile isyanı yönettikleri görülmektedir. İsyancıların hesaplı ve tertipli olduk­ ları şuradan da anlaşılmaktadır ki, yabancı elçiliklerin kapılarına derhal nöbetçiler dikilmiş, özellikle Hıristiyanlara, kendilerine dokunulmayacağına dair temi­ natlar verilmiştir. İsyancılar saatler ilerledikçe işi azıtıyorlar ve "Şe­ riat isteriz" diye bağırmanın yanında Meclis binasına girip salonu adeta işgal altında tutuyorlardı. Padişah, isyancıların amaçlarını öğrenmek için Şeyhülislam Ziyaettin Efendi'yi memur etmişti ama, Şeyhülislam'm gürültü patırtı arasında ayaklananlara nasihat verme­ si mümkün olamamıştı. Sadece istekler anlaşılabil­ mişti, o kadar. 

İSTEKLER 

Meb'usan Meclisi binasını çeviren isyancıların is­ tekleri şunlardı: 1. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Harbiye Na­ zırı Ali Rıza Paşa çekilecekler. 2. Milletvekillerinden Meclis Başkanı Ahmet Rı­ za Bey'le, İkinci Başkan Talat (Talat Paşa), Hüseyin Cahit, Rahmi ve Dr. Bahaeddin Şakir beyler sınır dışı edilecekler. 3. Şeriat hükümleri olduğu gibi uygulanacak. 4. Mektepli subaylar ordudan uzaklaştırılacak, hiç değilse yerleri değiştirilecek. Alaylılardan açığa çıka­ rılanlar yeniden orduya dönecekler. 5. Bunlar yapıldıktan sonra isyan duracak ve ayak­ lanma dolayısıyla hiç kimse hakkında takibata girişil­ meyecek. Aslımda bunlar isyancıların ön istekleriydi. Gö­ rünüşe göre Meşrutiyete dokunmayacaklar, ama bir partiyi ortadan kaldırıp şeriat sınırlan içinde tek sesli bir Meclis'le güya Meşrutiyeti devam ettireceklerdi. Nitekim, homurtularla karışan seslerin arasında Meş­ rutiyetin milletvekillerinin istenmediğini gösteren işa­ retler de vardı. Ancak Meşrutiyete karşı duranlar as­ kerin içine girmiş sivil kıyafetli yöneticiler tarafından hemen susturuluyordu. Ziyaeddin Efendi istekleri tespit ettikten soma, is­ yancılara hitaben kısa bir konuşma yaptı ve gariptir ki, isteklerinin haklı ve yerinde olduğundan söz edip, du­ rumu kabinedeki vekillere nakledeceğini, sonucu bil­ direceğini söyledi. Şeyhülislam'm bu şekilde konuş­ ması ise isyancılan büsbütün azdırdı. Hatta padişah­ tan af fermanının çıkmasına rağmen bu azgınlık daha da arttı. 

ORTADA HÜKÜMET KALMAMIŞTI 

Ortada artık hükümet diye bir kurul kalmamıştır. Sabah Babıâli'de yapılan toplantıda Hüseyin Hilmi Paşa istifa etmeyi ileri sürmüş, diğerleri de bu teklifi benimsemişlerdir. Ayrıca Babıâli'ye gelen ve kellesi istenen Ahmet Rıza Bey de Sadrazamın teklifi üzeri­ ne istifayı basmıştır. Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi'nin Sadaret maka­ mına gelişi sırasında Babıâli'de Hüseyin Hilmi Paşa, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Bahriye Nazırı Rıza Pa­ şa ve Adliye Nazırı Nazım Paşalardan başkası yoktur. Onlar da biraz sonra saraya ve Meclis'e gitmek üzere ayrılacaklar, yolda asiler tarafından çevrilen Ali Rıza Paşa ancak arabadan atlayıp canını kurtaracak, yaka­ lanan Rıza ve Nazım paşalardan ise biri (Nazım Paşa) öldürülecek, diğeri yaralanacaktır. 

İSYANCILAR MECLİS'TE SİLAHLI VE SÜNGÜLÜ DOLAŞIYORLARDI 

İsyancılar Meclis içinde silahlı süngülü dolaşır, bağırıp çağırırlarken 20 kadar milletvekili de salonda ne yapılacağını konuşuyorlardı. Sarıklılar, başta Ho­ ca Vasfi Efendi, bütün isteklerin yerine getirilmesini savunuyorlar, bunlara karşılık birkaç genç milletveki­ li direniyorlardı. Direnenlerin başında Hasan Fehmi Bey'le Babazade İsmail Hakkı Bey gelmekteydi. Mil­ letvekillerinin telgrafla davet edilmelerine rağmen Meclis'e gelenler azdı. Hele Lazkiye Meb'usu Aslan Bey'in Meclis'e girerken Hüseyin Cahit Bey'e benze­ tilerek öldürülmesi, Meclis üyelerinin gözünü büsbü­ tün korkutmuştu. Maamafih ısrarlı davet üzerine Meclis'te 40 kadar milletvekili toplandı. Bunlar kendileri­ ne Halep Milletvekili Mustafa Efendi'yi başkan seç­ tiler. Böylece güya meşru olarak müzakerelere girdi­ ler. Karşılıklı konuşmalar devam ederken Meclis sa­ lonuna askerlerin koruyuculuğunda bir ilmiye heyeti (!) girdi. Heyette "Fetva Emini" de vardı. Ancak söz­ cülüğü Beyazıt Camii hocalarından Ahmet Rasim Efendi üzerine almıştı. 

HOCANIN SÖZLERİ

Meclis'teki milletvekillerinden çoğu heyetin geli­ şini sevinçle karşıladılar. Zaten bu mizanseni de ken­ dileri hazırlamışlardı. Yine onların ve fetva emininin desteğiyle Hoca Rasim'e söz verildi. Rasim Hoca is­ yancı askerin ne istediğini anlatacak. Meclis de ona gö­ re karar alacaktı. Askerler adına konuşan Rasim Hoca: "Bunlar, bu askerler" diyordu, "Meşrutiyetin aleyhinde değillerdir. Kanunu Esasi dahilinde istekle­ rinin kabul edilmesini istiyorlar..." Hoca bunu söyledikten sonra şeriatın izahına gi­ riyordu: "İslam şeriatının iki çeşit hükmü vardır, biri şa­ hıslara, diğeri içtimaî heyete aittir. Fertler kendilerine ait olan şeri vazifeleri her yerde, her zaman kendi ken­ dilerine ifa edebilirler. Namaz, oruç, hac, vs. gibi di­ ni farzların yerine getirilmesiyle içtimaî hükümler uy­ gulanıyor denemez. Fıkıh'm (Ukubat) kısmı ve (hadd-i şer'i) uygulan­ madıkça, diğer hükümleri tanınmadıkça kanunlar fı­ kıh kitaplarından alınmadıkça bu askerler sükûnet bu­ lamazlar. Hıristiyanlar da bizim ancak fıkıh esasların­ dan alarak çıkaracağımız kanunlara uyacaklardır. Çün­ kü bu memlekette çoğunluk Müslümandır. "Rasim Hoca coşmuştu. Karşısında Osmanlı mil­ letvekilleri vardı, etrafında 15 silahlı asker duruyordu. Dışardan sesler geliyordu. Üstelik Halep Milletvekili Mustafa Ağa gibi, Arnavut milletvekillerinden İsma­ il Kemal Bey gibi taraftarlar, Hoca Vasfi Efendi gibi dişliler kendisine güvenle bakıyorlardı. Devam etti: "Yeni yetişme bazı kimseler var. Maalesef millet­ vekilleri içinde de var. Bunlar, Hıristiyanlara kuvvet­ li görünmek için memleketi gâvurlaştırmak istiyorlar. Yeni kız lisesi bu maksatla açılmıştır. Mektepte Fransızla İslam kızı bir arada okuyacak, kardeş olacak­ mış... Bu fikir İslam Hıristiyan, Hıristiyan da İslam ol­ sun demektir. Şeriata aykırıdır böyle okuma. Bunlar İslam birliği yerine Osmanlı birliği koymak istiyorlar. Halbuki fikirlerde uygunluk olmazsa birlik olmaz. Os­ manlılık nasıl olur da çeşitli unsurları birleştirebilir? Asker tarafından söylüyorum: Meclis'i Meb'usan ve Vekiller Heyeti dindar adamlardan meydana gelmeli diyorlar ve isimler de söylüyorlar. Bu askerlerden hiç­ birisinin cezalandırılmaması lazımdır. Böyle şeye katiyyen gidilemez." Hoca Rasim'in konuşması etkisini öylesine yap­ mıştır ki, derhal kabineye güvensizlik oyu verilir. Zaten istifa etmiş olan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi düşer. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

31 MART İSYANI, BÖLÜM 1

31 MART İSYANI,  BÖLÜM 1




'31 Mart', Ülkemizde " Şeriat Devleti isteriz! " parolası ile sık sık tekrarlanan gericilik ayaklanmalarının en ünlüsüdür. İslamlığı kurtarmak için yapılıyormuş gibi gösterilen bu yoldaki hareketlerin, emperyalist Hıristiyan devletler tarafından parayla desteklendiğinin, hatta yönetildiğinin ortaya çıkması, bilgisiz insanların birtakım karanlık oyunlara nasıl alet edildiğini anlatmaya yeter. Dış güçlerin içerdeki çıkarcı gruplarla işbirliğini, bunların zaman zaman birbirleriyle çatışmalarını ya da uzlaşmalarını, Doğan Avcıoğlu'nun usta kaleminden '31 Mart'ta Yabancı Parmağı' adlı kitabında merakla okuyacaksınız. 31 Mart olayının bilinmeyen yanlarını yeni belgelerin ışığında ortaya çıkaran ve bugünkü gericilik olaylarının tarihsel köklerini aydınlatan bu eserin, ilgiyle karşılanacağını umuyoruz. Doğan Avcıoğlu'nun bu ilgi çekici kitabım, gelecek cuma günü yine gazeteniz Cumhuriyet'le birlikte alacaksınız. ' 
Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Mart 1998

31 MART İSYANI
ECVET GÜRESİN


GİRİŞ 

31 Mart'ı hazırlayan nedenler üzerinde çeşitli gö­ rüşler vardır. Kimine göre olay doğrudan doğruya İttihat ve Terakki tarafından tertiplenmiştir. Mesela Mi­ zancı Murat Bey bu iddiadadır. Ona dayanarak olayı inceleyenler de böyle iddiaları ortaya sürmüşlerdir. Kimine göre hürriyetin anarşi haline getirilmesi, İtti­ hat ve Terakki'çilerin yanlış tutumu isyanda rol oy­ namıştır. Kimine göre ise 31 Mart'ta Yahudilerin, Ma­ sonların tertibini aramak gerekir. Ayrıca İttihatçılar arasında tertip suçunu Abdülhamid'e yükleyenler de vardır. 31 Mart'ı eğer soyut olarak ele alırsak, Kabakçı Mustafa ve Patrona Halil ayaklanmalanyla belki ben­ zerlikler buluruz. Ancak olay derinliğine ve genişliği­ ne incelendiği zaman görülmektedir ki o, nasıl tertip­ lenmiş olursa olsun, tipik bir gericilik ayaklanmasıdır. Gerici örgütlenmenin sonucu da devleti tam şer'i dü­ zene sokmak teşebbüsüdür. Ordu tarafından bastırıl­ mıştır ama kökü kazınabilmiş değildir. Nitekim aynı te­ şebbüsleri başka biçimde Menemen'de görürüz, amaç sonradan değişmiş olsa da Şeyh Sait'te görürüz. Milli Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Anadolu yine küçük çaplı ayaklanmalara sahne olmuştur ve asıl önemlisi 1950'den sonra Saidi Kürdi'nin çok değişik olan fakat günümüzdeki gelişmelerin temelini atan ça­ balarla o günler arasındaki bağlantı ilgi çekicidir.

Bütün bu bağlantılar ve paralellikler elbette ki sadece bir partinin, bir grubun tertibine bağlanamaz. Olayların nedenini içerde ararken, içeriye etki yapan dış etkenler üzerinde de durmak ve konuyu iki yönlü olarak ele almak gerekir. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nda belli bir dönemden sonra iç çekişme ve zıtlaş­ malar, saray koridorlarında sürüp giden kavgalar, içer­ den olduğu kadar sınır dışından gelen etkilerle de alev­ lenmiş, yön almıştır. 31 Mart işte bunlardan biridir.
31 MART ÖNCESİ, II.'nci Abdülhamid'in tahta çıkışından az sonra başlayarak 1908'e kadar geçen süre Osmanlı Devleti'nin tarihinde istibdat dönemi olarak anılır. Gerçek­ ten Abdülhamid Meclis'i feshettikten sonra tam bir te­ rör rejimi kurmuş, sansür basını baskı altında tutarken hafiyelik, adam satın almalar, almış yürümüştür. Bu dönemde istibdatla birlikte yobazlık atbaşı gider. Konuya biraz açıklık vermek için dönemin kısa­ ca üzerinde durmak yararlı olacaktır:

 1'İNCİ MEŞRUTİYET VE SONRASI 

Birinci Meşrutiyet Tanzimat'ın bir sonucu idi. Gerçekten 1876 Anayasası'nda Tanzimat daha doğru­ su Batı'ya açılma fikri temelleşmiştir. Bu bakımdan Birinci Meşrutiyet'e milli bir tepkidir denilemez. Ol­ sa olsa verilecek isim onun bir "ıslahatçılık hareketi" olduğudur. Bu ıslahatçı hareketi ise o zamanların çe­ şitli fikir akımları beslemiştir. Birinci Meşrutiyet'le Tanzimat dönemi arasında­ ki fikir akımlarım üç kısma ayırabiliriz. Birinci "İslamcılık" akımıdır. İslamcılık akımı Osmanlı Devleti'ni din birliğine dayandırmak ve bu yolla kurtarmak istemektedir. Panislamistlere göre Osmanlı Devleti'nin dayandığı top­ lum özdeş olmayan bir toplumdur. Bu toplumda sosyal ve siyasi birliğin teşekkülü ancak devletin İslami esaslara yönelmesiyle daha doğrusu bir İslam birliği­ nin yaratılmasıyla mümkün olabilir. İslam birliğinin yaratılmasında ise başlıca etken hilafet müessesesidir. Hilafet müessesesi sağlamlaştıkça bütün İslam âlemi Osmanlı bayrağı altında toplanacak ve devlet düveli muazzama karşısında eski kudretini bulabilecektir. İslamcılık akımı aslında saraya ve özellikle ıı'nci Abdülhamid'e kendi çıkarlarını korumak ve sağla­ mak bakımından da uygun geliyordu. Sultan Hamid Müslümanları hilafet kanadı altın­ da birleştirerek hem Osmanlı Devleti'nin sınırlan için­ de kuvvetini elde tutacak, hem de yabancı ülkelerin müdahalelerine karşı İslam birliğini harekete geçire­ bilecekti. İslamcılık ütopyası yalnız ilmiye sınıfına de­ ğil, daha sonra Jön Türklerden bazılarına da en uygun olarak görünmüştür. Kimi gerçekten başka çare düşü­ nemedikleri için bu akıma sarıldılar, kimi İslamcılık­ la sarayın hoşuna gidilebileceğini hesapladı. Ne var ki ister ütopya, ister hesapçılık olsun İslamcılık ve hele Panislamizm Osmanlı toplumunda ne birliği sağlaya­ bildi, ne sosyal bünye içine düştüğü sarsıntılardan kur­ tuldu, ne de düveli muazzama karşısında devleti kud­ ret sahibi yapabildi. Aksine bu akım kutuplaşma ve parçalanmaları, arkasında müdahaleleri körükledi. Akımlardan ikincisi "Osmanlıcılık"tır. Osmanlı­ cılık aslında Tanzimat döneminin fikir akımıdır. Dışa dönük olmak isteyen, dışla ilişkisi bulunan Osmanlıcılık karma toplumu savunur siyasi ve hukuki eşitlik sağlandığı zaman bu toplumun bir millet bütünlüğü kazanacağını hayal eder. Onlara göre kişiler arasında dil, din, ırk farkı gözetilir. Siyasi haklardan eşit olarak faydalanamadıkları içindir ki Osmanlı Devleti gün geçtikçe kötülemiş, dağılmaya doğru gitmiştir. Os­ manlıcılar liberal görünürler, ancak siyasi alanda Ba­ tı demokrasilerine özenen liberalizmin iktisadi alan­ daki sonuçlarını ve eşitliği sağlayıp sağlamayacağını pek düşünmezler, ya da düşündürülmezler. Osmanlıcılık zamanla "Yeni Osmanlılar", "Genç Osmanlılar" ismine dönüşecek ve gerek l'inci Meş­ rutiyet'in gerekse II'nei Meşrutiyet'in hazırlanmasın da etkili olacaktır. Yeni Osmanlıların ya da sadece Osmanlıcıların düşüncelerini burada ayrı ayrı incelemek gereksiz. Ancak bir fikir vermek için o zamanki yazı­ lara kısaca değinebiliriz. 
Mesela, Pari s'ta sürgünde yaşayan Ali Suavi, Ulûm gazetesinde halk egemenli­ ğinden söz etmektedir. Ziya Paşa ise yeni bir anayasa­ nın yapılmasını savunur ve milletin vekillerini seçme­ sini ısrarla ileri sürerken Türklere J. J. Rousseau'yu ta­ nıtmaya çalışır. İslamcılık tezine de yatkın olan Namık Kemal'in yıldızı Montesquieu'dır. Londra'da yayınla­ dığı Hürriyet'te "Hâkimiyet-i Ahâli'Ti makaleler yaz­ mıştır. Üçüncü akıma "Türkçülük" adı veriliyor. İslam­ cılığın ve Osmanlıcılığın birlik sağlayamaması karşı­ sında beliren bu fikir akımı toplumu yeni ülküye bağlamak ister. Türkçülerin düşündüğü, "Türk milletini" Osmanlı Devletimin temeli yapmaktır. Bu temel sa­ dece devletin sınırları içindeki Türklerle değil, sınır dı­ şındaki Türklerin de katılmasıyla sağlamlaştınlacak ve büyük Türk birliği kurulacaktır. Bütün bu fikir cereyanları soyut bir takım kavram olarak birbiriyle çatış­ mış ve savunucular temele inmeden Osmanlı Devletimi kurtaracak çareleri araştırmışlardır. Tabii arama­ lar ve araştırmalar kitlenin dışında cereyan etmiştir. Aslında gittikçe fakirleşen büyük kitle yaşamından hoşnut değildir. Ama bu hoşnutsuzluğun nedenlerini de bilmemektedir. Zaman olmuş, durumu asrileşme nedenine bağlamış ve ona dayanarak isyanı bile göze almıştır. Zaman olmuş yukardaki kavgaları, çekişme­ leri anlamsız bakışlarla seyretmiştir. İşte bütün bu fikir cereyanları ve halkın hoşnut­ suzluğu, 10-11 Mayıs 1876 softalar kıyamına ve 1876 yılının 30 Mayısı'ndaki Abdülaziz'in tahttan indiril­ mesine gelir dayanır. V Murat'ın tahta çıktığı günlerin yıldızı, Vükelâ Meclisi'ndeki Ahmet Mithat Paşa, gayesi ise Kanunu Esasi'dir. Pek kısa geçen bu karışık günlerin sonu, 93 gün padişahlık edip ruhi sarsıntı geçiren V Murat'ın da halli ve Kanunu Esasi ilanını vaat eden Abdülhamid H'nin 19 Ağustos 1283'te tahta çıkarılmasıdır. Abdülhamid, 113'üncü maddesini bütün itirazlara rağmen eklediği Kanunu Esasi'yi 23 Aralık 1876 günü ilan etti ve Ahmet Mithat Paşa da sadrazam ol­ du. Henüz seçim kanunu bulunmadığı için yapılan se­ çimler "Talimatı Muvakkate" ile düzenlendi. Millet Meclisi ise, ilk devrede 3.5 ay, ikinci devrede de 2.5 ay toplanabildi. İSTİBDAT 1908 İkinci Meşrutiyetime dayanacak 30 yılı aş­ kın (31.5) istibdat dönemi, 19 Mart 1878'de, Abdülhamid'in "fevkalade haller" ve "halkın ehliyetsizli­ ği" gerekçeleriyle Meclisi' Meb'usam dağıtmasıyla başlar. Bu dönemin ilk kurbanı Mithat Paşa'dır. Padi­ şahın kanuna eklettiği anayasa maddesiyle tutuklanır, sonra Taif'te öldürülür. Abdülhamid, kendini tahta çıkartanların hepsini, Abdülaziz'in katili olarak görmektedir. Ziya Paşa, Rüştü Paşa, Namık Kemal sürgünden sürgüne dolaş­ tırılır. Herkes bir hain, herkes bir jurnalcidir. Abdülhamid davranışını şöyle açıklar: "Milleti ikna ederek ve hürriyet müesseseleri açarak ıslahat yapmaya çalışan pederim Abdülmecid'in yolundan gitmekle yanılmışım. Bundan sonra ceddim Sultan Mahmut'un yolundan gideceğim. Onun gibi ben de an­ lıyorum ki, Cenabı Hakkın, korunmasını bana tevdi et­ tiği milletleri, kuvvetten başka hiçbir şeyle yürütmek kabil olmayacak..."

İSTİBDADIN TEPKİSİ, 

İstibdat ve baskı rejimi elbette direnmeyi gelişti­ recek, hatta bu direnme nazari olarak politika yapma­ ması düşünülen askerler arasına da girecekti. Nitekim Jön Türkler faaliyetini, 3. Ordu subayları arasındaki gizli örgütlenme izledi. Örgütlenme, Abdülhamid re­ jimini yıkmak, Birinci Meşrutiyetin anayasasını yürür­ lüğe koymak, imparatorluğu diriltmek, farklılıkları ön­ lemek amacını güdüyordu. Aslında subayların kurdu­ ğu cemiyet 1906 yılında kurulan İttihat ve Terakki Ce­ miyeti'yle işbirliğindeydi. İttihat ve Terakki Cemiye­ ti önceleri Türkiye içinde gizli bir teşkilat ve bir ihti­ lal komitesiydi. Amacına silah yoluyla varmak istiyordu. 

CEMİYET VE JÖN TÜRKLER 

Cemiyetin açık çalışan kolu Paris'teki Jön Türk­ lerdir. İzlenen yol "Genç Osmanlılar" yoludur ve Na­ mık Kemal'e bağlanmaktadır. 1908 Mayıs'mda büyük devletlerin Makedonya'daki mümessillerine veril­ miş bir bildiride cemiyetin amacı şöyle anlatılır: "Gerek Makedonya'da olsun, gerek Osmanlı memleketinin diğer yerlerinde bulunsun, Osmanlılar, mezhep, cins farkı olmaksızın kardeştirler. Memleke­ tin yüksek ve müşterek menfaatleri karşısında ne Hıristiyan vardır ne Müslüman. Osmanlıdan başka bir şey yoktur. Hepsinin de menfaatleri, emelleri ve kaderle­ ri müşterek ve aynıdır. Bu bakımdan bütün gayretleri­ mizi uğruna vakf ve hasrettiğimiz programımız Os­ manlı namı altında vatanın bütün evlatlarının ittihadın­ dan ibarettir. Maksadımız da padişahın zulüm ve is­ tibdadından kurtularak hüriyet, terakki ve medeniyet nimetlerine nail olmaktır." Aslına bakılırsa, bu çok yumuşak bildirinin altın­ da İttihat ve Terakkimin idealizmle birleşen sertliği ve gizliliği yatar. Gerçekten parti, gerek fedaileriyle, ge­ rekse yargılandırma ve cezalandırma fonksiyonlarıyla bir amansız ihtilal teşekkülüdür. Cemiyetin sırlarını ifşa edeni, ya da cemiyete karşı başka sebeplerle hiyanet suçu işleyeni gözünü kırpmadan öldürür. Cemi­ yetin maksadının yerine getirilmesi için verdiği vazi­ feleri yapmaktan çekinenleri de ortadan kaldırır. Hat­ ta daha da ileri giderek, cemiyetin manevi şahsiyetine ya da üyelerine karşı girişilen hareketleri ölümle ce­ zalandırır. Fakat o dönemde istibdat öylesine baskılı idi ki, cemiyetin öldürücülüğü ve siyasi parti anlayı­ şından değişik olan kuruluşu halk arasında olumsuz değil, aksine olumlu etki yapmış ve kamuoyu cemiye­ te karşı korkuyla karışık bir sevgi duymuştur. Dolayı­ sıyla Selanik Posta Telgraf Başkatibi Talât Bey'in önayak olduğu örgüt çığ gibi büyümüştür.

DIŞTAKİ DURUM 

"Bu sırada düveli muazzama denilen Avrupa büyük devletlerinin başta Rusya ve İngiltere olduğu hal­ de Osmanlı İmparatorluğumu parçalamak teşebbüsü yeniden canlanmıştı. 6 Haziran 1908'de Reval şehrin­ de İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında bir mülakat yapıldı. Olay halk arasında şid­ detli heyecan uyandırdı. Hükümet daha önce büyük devletlerin ıslahat adı altında Makedonya işlerine mü­ dahalesini de kabul etmişti. Böylece emperyalist dev­ letler ıslahat projelerini daha ileri götürmüş oldular. Bu, Rumeli'de üç vilayetimizi elimizden alacakları en­ dişesini yarattı. İşte cemiyet, halkın bu milli heyeca­ nından faydalanmayı bildi, teşkilatını genişletti, tehli­ keyi önlemek gerekçesiyle ihtilal hareketini hızlan­ dırdı. Bunun üzerine Abdülhamid, liyakatma güven­ diği hafiyelerini Rumeli'ye gönderdi..." TERS SONUÇ Gerçekten Abdülhamid'in bu davranışı, sindirme yerine ters sonuç vermiş ve tepki kısa sürede gelişmiş­ tir. Nitekim Niyazi Bey'in (Resneli) dağa çıkışından sonra Hünkâr, askeri tedbirlere başvurmuş ve Birinci Ferik Şemsi Paşa'yı ayaklanmayı önlemekle görev­ lendirmiştir. Şemsi Paşa, Abdülhamid'e bağlı bir adamdır, serttir. Mücahitleri hizaya getirmeye kararlıdır. Ne var ki durumu inceleyip padişaha, yapacak­ larını bildiren telgrafı Manastır postanesinden çekip, çıkarken bina önünde teğmen Atıf (Atıf Kamçıl) tarafından vurulur, böylece özgürlük hareketine karşı girişilen sindirme, başladığı yerde durur. Bu olaydan sonra padişahın bütün ümidi Tatar Osman Paşamın üzerinde toplanır. 

Osman Paşa "Manastır ve havalisi fevkalade komiseri" olarak aynı bölgeye gönderilir, emrine redif kuvvetleri verilir. Paşanın görevi kısaca, özgürlük cereyanını önlemektir. Yeni kumandan belki de Şemsi Paşa'dan daha hunharca davranacaktı, lakin karşı taraf bu şatafatlı paşadan hem oldukça pek gözlüydü, hem de daha akıllı. Kolağası Eyüp Sabri, Resneli Niyazi Bey, bir gece evini sardılar, kendisini "cemiyetin misafiri" olarak Resne'ye götürüverdiler. Özgürlükle istibdadın çarpışmasını, ikinci denemede de, yine özgürlük kazanmıştı. Bütün bunlar olurken bir yandan da Hünkârı yola getirmek için haberler uçuruluyor, meşrutiyet isteği­ ne dair telgraflar birbirini kovalıyordu. Haberlerin ve telgrafların amacı Abdülhamid'i Meşrutiyetin ilanına zorlamaktı. Sonunda da yapılanlar meyvesini verdi ve 10 Temmuz 324 (23 Temmuz 1908) de padişahın arzusu ile Meşrutiyet ilan olundu. Aslında bu, teokratik ve monarşik temele oturmuş bir devlette mutlakiyetin törpülenmesi, anayasa düzenine girilmesiydi. Gerçekten Meşrutiyet geniş sınırlı değildi. Şu var ki bu darsınırlar içinde öylesine sınırsız, hatta hukuk kurallarıyla bile çatışan bir siyasi özgürlük anlayışı da geldi ki, müesseseler birbirleriyle sürtüşmeye başladı. Hemen söylemek gerektir ki iç vedış şartlar, batıdaki ge­ lişmelerin Osmanlı toplumuna, daha doğrusu üst ta­ bakaya olan etkisi, Osmanlı İmparatorluğumu bir dö­ nemece getirmişti. Onu geçmek zorunluydu. 

İTTİHAT VE TERAKKİNİN TEREDDÜDÜ 

Düveli muazzama Osmanlı İmparatorluğumu par­ çalayıp yutmak için anlaşmalara giderken Meşrutiyet'in ilanında başrolü oynayan İttihat-Terakki Cemiyeti'nin bu dönemdeki tereddütlü tutumu hem düşün­ dürücüdür, hem de o zamanki anlayışları göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Cemiyet devrimi yaptığı halde nedense geri plan­ da kalmayı ve memleketin idaresini eski ve bilinen devlet adammlarma bırakmayı tercih etmişti. Sokak­ larda padişahın paşalarını vuranlar kendilerini yöne­ tim için yeterli mi görmüyorlardı? Yoksa dış tazyikler mi onları ürkütüyordu bilinmez. Belki de kamuoyunu henüz kendileri için hazırlanmış bulmamakta idiler. Bu konuda çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Mese­ la Hüseyin Cahit Yalçın o günkü İttihatçıları şöyle ta­ rif eder: "İttihat ve Terakkinin mensupları resmi hükümet işleri hakkında hiçbir fikir ve tecrübeleri olmadığı için birden bire hükümet teşkil etseler ne yapacaklarını, idare mekanizmasını nasıl yürüteceklerini bilmezler­ di. Hükümetin başına çıkmayı onların zihinleri alma­ dığı gibi, memleketin de hazmedebilmesi imkânsızdı. Rütbesiz, nişansız, şan ve şöhretsiz bir gencin Vezaret unvanıyla sadrazamlığa çıkmasını, sırmalı nazır üniformasını giyerek bir koltuğa kurulmasını bu mem­ leketin havsalası almazdı... 1908 Temmuz'undaİttihat ve Tearkki Cemiyeti bir posta başkatibi Talât Efendiyi sadrazam ilan edemezdi, buna şartlar ve haller im­ kân vermezdi... Eğer Meşrutiyet'in ertesi günü halk Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti azalarının Babıaliye birer Nazır olarak geldiklerini görseydi muhak­ kak bir anarşi çıkardı..." Hüseyin Cahit Yalçın biraz sonra ise "İttihatçıların sağduyularının, kendilerini hükümet makamlarına gelmekten alıkoyduğunu" söyler ve "sadece vatan uğ­ runda çalışmak için böyle yaptılar" der. Şu var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti 'nin geri plan­ da kalışına rağmen, o dönemde sorumluluğu yürütme organına yüklemek mümkün olamamıştır. Geri plan­ da kalmaya ne kadar çalışmış olurlarsa olsunlar, Meş­ rutiyet'ten Hareket Ordusu'nun gelişine kadar ve ta­ bii sonrasının, bütün sorumluluğu, bu devrimci cemi­ yetin üzerine yüklenmiştir. Suçlamalar bu bakımdan haklı görülmelidir.

MEŞRUTİYETİN GETİRDİKLERİ 

İkinci. Meşrutiyet'in ilk safhası 23 Temmuz 1908'den başlar 13 Nisan 1909'a kadar, yani Rumi tarihle 31 Mart'a kadar sürer. İkinci safhanın başlangı­ cı ise Hareket Ordusu'nun gelişi, Abdülhamid'in taht­ tan indirilişidir. Bazı tarihçilere göre bu safha itilaf devletlerinin memleketi işgale başlamalariyle bitmektedir. Aslında İkinci Meşrutiyet'in anarşik bir ortam yaratan ve özgürlüklerin alabildiğine kullanıldığı safhası ilk 9 aydır. Daha sonra hürriyetler oldukça kısıntıya uğramış, sıkıyönetim, Meşrutiyet'in üzerinde da­ ima asılı kalmıştır. Bu safhada iktidara gelen partiler Abdülhamid' in is­ tibdadına rahmet okutacak marifetlere gidebilmişler, kısacası hürriyet ile baskı rejimi arka arkaya yaşamıştır. 

DÜZENİN KARAKTERİ 

1876 Kanunu Esasi'sinin kurduğu sistemde hürri­ yet çağdaş bir anlamda kavuşmuş değildi. Bu bireyci fakat İslam hukukunun çerçevesi içinde düşünülmüş, kabul edilmiş bir meşveret rejimi idi. İkinci Meşruti­ yet ise, Kanunu Esasi değişiklikleriyle daha demokratik bir düzene getirme, parlamenter rejimi yerleştirme çabasına girdi. Fransız İhtilali'nden mülhem, tab'ayı şahane yerine vatandaşı yerleştirmek istedi. Ancak ye­ ni düzen bir yandan parti hâkimiyetini ve kamplılaşma kavgalarını arttırırken, öte yandan sosyal yenileşme yerine yalınkat hürriyetin anarşisini de beraberinde getirdi. Bunun böyle olması da tabii idi; zira hürri­ yet düzeni aslında bir yığın hareketinin sonucu değil, kurtuluşu klasik anlamdaki demokratlaşmada gören bir aydın azınlığının baskılı isteği idi. Hürriyetin nasıl anlaşıldığı, neden anarşik bir or­ tama dönüşüldüğünü belirtebilmek için yine merhum Yalçın'm "Talât Paşa" adlı eserinden şu açıklamaya bakalım: "Meşrutiyet ilan edildikten sonra memleketin her yanı çılgın bir sarsıntı içinde hüriyet terennüm ediyordu. Hükümet nüfuzu her yerde yıkılıyor, koca imparatorluk baştan başa anarşi içinde kalıyordu. Saray şa­ şırmış, taşra şaşırmış, zabıta şaşırmış ve halk şaşırmıştı. Ağızlarda bir parola dolaşıyordu: Hürriyet gelmiş! Bazı taraflarda soruyorlardı: Bu hürriyet nedir? Nere­ den gelmiş?.. Onu, yabancı ülkelerin birinden gelmiş bir rahibe diye tarif edenler görülmüştü...

" FİKİR AKIMLARI 31 Martla nihayet bulan 1. safhayı daha iyi gösterebilmek için zamanın belirli fikir akımlarına, daha doğrusu aydınlarda belirlenmiş fikirlere kısaca temas etmek, bu arada istibdat döneminde Avrupa'daki genç Türklerin ve özellikle Prens Sabahattin Bey'le Ahmet Rıza Bey'in düşündüklerine kısaca göz gezdirmek meseleyi aydınlatmak için faydalı olacaktır.Prens Sabahattin Bey Abdülhamid'in yeğeniydi, ama sultanın istibdadına da karşıydı. Le Play'in etkisi altında kalmış, bu bakımdan kendisine Le Playen de­ nilmiştir. Prens Sabahattin Bey'in ana düşüncesini aşırı bireycilik, idarede ademi merkeziyetçilik olarak özetlemek mümkündür. Sabahattin Bey'e göre Osmanlı ülkesinde eğitim seviyesi düşüktü. Ekonomik kalkınma için ise özel teşebbüsü geliştirmek gerekti. Ademi merkeziyet sisteminin kurulması yolunda prens, mutlakiyetin meşrutiyete dönüşmesini düşü­ nürdü. Ademi merkeziyet olunca Osmanlı İmparatorluğumdaki çeşitli etnik gruplar idareye katılacaklar, böylece Müslüman Türkler için de özel teşebbüs im­ kânları doğacaktı. İdealizm akımından etkilenen Sabahattin Bey'in programı gerçekten ilgi çekicidir ve Amerikan siste­ minin üzerinde etki yaptığı, düşünceleri incelendiği za­ man görülür. Prens ayrıca, siyasi sistem değişikliği hiç değilse sistem üzerinde gerekli rötuşlar yapmak sure­ tiyle ülkelerin hız alabileceği kanaatindedir. Bu arada yine Amerika'dan esinlendiği belli olan ilgi çekici noktalardan biri de Sabahattin Bey'in baskı gruplarını, bir veri olarak ele alması ve ülkenin kalkınmasına yöne­ lecek idealist cemiyetlerin önemli işler göreceğine inanmış bulunmasıdır. Ademi merkeziyetçi Prens Sabahattin tasarladık­ larını yapmak için ihtilale, daha doğrusu Abdülhamid'i devirmeye taraftar görünür. Ancak Prens ihtilalin içerde halka dayanarak değil, önce "menfaati men­ faatimize uygun" bir büyük devlete dayanarak yapıl­ masını istemektedir. Prens Sabahattin'in seçtiği ülke İngiltere'dir. Nitekim Prens ilerde böyle maceralara birkaç kez girişmek isteyecek, yabancı yardımıyla Abdülhamid'i devirme projesini uygulamaya çalışacaktır. Ancak bu proje anlaştığı general ve subayların vazgeçmesi üzerine suya düşecektir. Prens Sabahattin Bey'e karşı Ahmet Rıza Bey'le arkadaşları daha gerçekçi gibi görünürler. Çizgileri tam belirmemiş bir burjuva yönetimi özlemi Ahmet Rıza Bey ve arkadaşlarında kendini belli eder. Ahmet Rıza ekonomik anlamda liberaldir, fakat li­ beralizmin aslında bir elit sınıf lehine işlemesi taraftarıdır. Özgürlükçüdür. Fakat özgürlüğün -o zamanki ölçülerine göresınırlan sadece siyasidir. Önemli olan bir nokta da, şudur ki, Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları Osmanlıcılığı ön planda tutarlar, bu bakımdan Prens Sabahattin Bey'e karşı olurlar. A. Rıza Bey'deki Osmanlıcılık anlayışı gerçekte hâkim sınıf anlayışıdır, fakat ismi değişmiştir. Meseleye bir başka açıdan bakılırsa görülür ki, Jön Türkler heyecan adamlarıdırlar. Kafaları Fransız İhtilâlinin hikâyeleri ile dolmuştur. Üstelik İngiltere'nin eriştiği merhaleyi Jön Türkler tamamen başka biçimde değerlendirmişlerdir. Öte yandan Auguste Comte, o günlerde pozitivizmi ile Batı'yı etkilemekteydi. Ahmet Rıza Bey Osmanlıcılığı Comte felsefesiiçinde önce doğrudan doğruya, sonra da panislâmizm ve pantürkizmden bir şeyler katarak hamur etmek is­ temiş fakat pek te becerememiştir. Ahmet Rıza Bey'in de asıl savunduğu fikir Abdülhamid'in halli ile meselenin de halledileceğidir. Ama bu ünlü Jön Türk za­ manla bu fikrini de değiştirecek Abdülhamid devrilmediği halde İstanbul'a gelip politikaya katılacaktır. Genç Türklerden bir ilgi çekici kişi daha şüphesiz Mizancı Murat Bey'dir. Murat Bey, Ahmet Rıza Bey'in karşısmdaydi, pantürkist olmak yerine hızlı bir panislamistti. Halife vasıtasıyla bütün Müslümanları ya­ bancı nüfuz ve esaretten kurtarıp, bir araya getirerek bir İslam imparatorluğu kurmayı düşünürdü. Murat Bey'e göre İslam imparatorluğu kurulacaktı ama, yönetimi Türkler elinde kalacaktı. Bu parlak fikirleri sa­ vunan Murat Bey sonunda Abdülhamid'le anlaşıp İs­ tanbul'a dönecek ve ilerde 31 Mart hareketlerinde gericiliği destekleyecektir. Fikir akımlarmdaki çeşitlilik elbetteki memleket içinde etkisini yapacak, çıkarlarla birlikte kamplaş­ malar genişleyecekti. İttihat ve Terakki Cemiyetleri o zaman devrimci hüviyette idi. Karşısında Prens Saba­ hattin ve Murat Bey'in temsil ettikleri fikirlerle birlikte tutuculuğun da rol oynadığı bir "Ahrar" Partisi kurulmuşum. Başta, o zamana göre, ulema kabinesi yürütme görevini yapıyor, parlamentoda memleket içinde ise sınırsız bir hürriyet düzeninin çatışması de­ vam ediyordu.

BASINDAKİ ÇATIŞMA 

İkinci Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart Olayı'na kadar geçen dönemde basının durumu ve içindeki ça­ tışma önemlidir. İlerde aynı basının Hareket Ordusu'nun gelişinden sonraki tutumuna temas ettiğimiz zaman öyle sanıyoruz ki, durum daha iyi anlaşılacaktır. Gerçekten bu dönem, "tozdan dumandan ferman okunmaz" bir dönemdir. Dolayısıyla basın, toz kaldırmada önemli rol sahibidir. Önüne gelen gazete çıkartmakta, hürriyete susamışlığm, kinin, ihtirasın velhasıl her şeyin edebiyatını yapmaktadır. İkinci Meşrutiyet'in belirli gazeteleri, İttihat ve Terakki'yi, yönetimi destekleyen "Tanin", "Şûrayı Ümmet" ile, muhalefetin destekçisi, "Serbesti", "Ye­ ni Gazete", Murat Bey'in yayımladığı "Mizan", yine büyük tiraj yapan ve Ahrar Partisi'nin sözcüsü kabul edilen " İ k d a m " Ahmet İhsan Bey'in "Serveti Fünun"u ve "Volkan"dır. Kıbrıslı Derviş Vahdetî'nin seçim günü çıkardığı Volkan, şeriat savunuculuğu ile bu karışık dönemin özellikle karakterini yapan gazetelerden biri olarak sivrilmiş ve sonunda memleketi 31 Mart'a kadar götürmüştür. ' İkinci Meşrutiyet'in 10 Temmuz'dan 31 Mart'a kadar olan döneminde ağırlık, muhalif basındadır.

BESLEMELİK 

Meşrutiyet basınının niteliklerinden biri ve belki de başlıcası, bu gazetelerden çoğunun bir yerden bes­ lenmesi idi. Saraydan beslenirler, dış çevrelerle temas­ ta olan Şerif Paşa gibi, Amiral Sait Paşa gibi kişiler­ den beslenirler, ya da İngiliz Gizli Servisi tarafından desteklenirlerdi. Beslenmeler ise birtakım çıkar çar­ pışmalarını gazetelere aksettiriyor, o günlerde pek mo­ da olan "kirli çamaşır" yayınları halk tarafından ib­ retle okunuyordu. Bu kirli çamaşır yayınlarından me­ sela Ahmet Cevdet Beyle Ahmet İhsan Bey arasında­ ki tartışma meşhurdur. Hele Tevfik Fikret'le Hüseyin Cahit'in Tanin yüzünden giriştikleri çirkin kavga, ka­ muoyunun güven duyduğu kişiler tarafından yapıldı­ ğı için, büyük ilgi toplamış, fakat aynı zamanda bir güvensizlik, bir inanç yoksunluğu hissinin yayılmasına da büyük ölçüde yardım etmiştir. 31 Mart'ı meydana getiren nedenlerden biri ve başlıcası belki bu hissin yerleşmesi, şeriatçıların da ortamdan faydalanmak ko­ nusunda kamuoyu karamsarlığını ustalıklı olarak sö­ mürmeleridir. 

KAMUOYU TAHRİK EDİLİYOR 

İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyete rağmen devlet yönetimine doğrudan doğruya katılmaması, bir yan­ dan Cemiyete karşı halk yığınları arasındaki tepkiyi geliştirirken, öte yandan söylentiler yoluyla, olayları birbirine bağlama yoluyla kamuoyu tahrik ediliyordu. Mesela Çırçır yangını bir mesele haline getirilmişti. Şeriat hükümlerinin uygulanmaması yüzünden İstanbul'un başında belaların dolaştığı söyleniyordu. Hele yangınların sıklaşması bu söylentileri büsbütün arttırıyordu. Cemiyetçi propaganda, yangınları eski hafi­ yelerin kundaklama faaliyetine bağlamaya çalışıyor­ sa da halk, daha çok bunları kıyamet gününün yaklaşması olarak kabul ediyordu. Yine bu sıralarda rejim de­ ğişikliği, dolayısıyla, birtakım çıkarlara set çekmiş, işten çıkarılan memurlar tabii olarak yeni düzenin karşısına geçmişlerdi. Üstelik Meşrutiyet, sürgünlerden dönenlerin bir kısmını da tatmin etmiş değildi. Onlar daha büyük imkânlara kavuşmak istemekteydiler. Hatta aralarında kurdukları bir cemiyetle nimetlerden faydalanmak için saraya kadar da başvuruyorlardı. 

ORDU İÇİNDE 

1908 Devrimi'nden önce ordu içinde gelişen po­ litikacılık İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir süre durul­ muş fakat subaylar çoğunlukla İttihat ve Terakki'nin destekçiliğini bırakmamışlardır. Şu var ki, yavaş ya­ vaş saray ve softa takımı çeşitli yollarla silahlı kuvvet­ lerin içine girmiş, Selanik'teki 3. Ordu'nun, Trakya'daki 2. Ordu'nun fikri dayanışması İstanbul ve Erzurum'da hayli çözük hale getirilmiştir. Ayrıca, o dönemde bir de alaylı subaylar meselesi vardır. Yeni yö­ netim, alaylı subaylardan çoğunu açığa çıkarmıştır ve bunlar boş durmamışlar, canlarını dişlerine takarak düzeni yıkıcı propagandalara girişmişlerdir. Alaylılık 1908 sonrasında gerçekten halledilmesi gereken bir meseleydi. 
Gelişmiş harp teknolojisi bil­ gi istiyordu. Bilginin erlere aktarılması gerekiyordu. Oysa alaylıların çoğu kendilerini yenileyemedikleri için, eğitim işleri iyi yürümüyor, bu yüzden mektepli subaylarla alaylıların arası her geçen gün açılıyordu. Bu arada ordunun gençleştirilmesi, piramidin kurul­ ması bir önemli konu olarak ortadaydı. Fakat gençleş­ tirme için tensikat gerekiyordu. Ancak gariptir ki, ten­ sikat fikri Selanik dışındaki mektepli subayların bazı­ larında bile tepki yapmış, bunlar propagandaların da etkisi altında, ayıklamanın "tedrici" olmasını savun­ mağa başlamışlardı. Bütün bu karşı propagandalar özellikle 3. Ordu tarafından Rumeli'den gönderilen Meşrutiyet koruyucusu üç avcı taburu üzerinde yo­ ğunlaştırılmıştı. Taşkışla ve Topkapı'da bulunan avcı taburları yoğun propagandalardan kendilerini kurtaramamışlar, hele şapka giyilecek, namaz kaldırılacak söylentileri, cahil erleri büsbütün şeriatçı güruhuna yaklaştırmıştır. 

İKİ HİKÂYEDEN BİRİNCİSİ 

Erlerin "namaz kılmayacakları" meselesi, Hassa Ordusu için verilen bir günlük emirden çıkmıştır. Günlük emirde, "Namaz kılmak bahanesiyle askerin talim ve terbiyeden geri kalmalarına meydan verilmemesi" istenmekteydi. Gerçekten o günlerde eğitimin hızlandırılması gerekliydi. Yeni yönetimin Harbiye Nezareti 3. Ordu'da hazırlanan eğitim programının uygulanmasını istiyordu. Şu var ki, hem eğitim programı normal olarak yüklüydü, hem de bazı subaylarda modernleşmeye karşı bir tepki devam edip gidiyordu. Bu yüzden ibadet, adeta yüklü eğitimden kurtuluş gibi bir garip biçime sokulmuştu. Sadece namaz değil, nasihat adı altında vaazlar da sürdürülüyor, asker mesela gece tatbikatına çıkarılmıyordu. İşte Hassa Ordusu'na gelen bu emir, ordu içindeki, güya ilmiye sınıfına bağlı, din adamları tarafından mükemmel şekilde istismar edildi. Daha emrin geldiğinden birkaç saat sonra, "kâ­ firler idaresinin ordudan namazı kaldıracakları", sadece asker arasına değil, İstanbul'un ücra köşelerine kadar yayıldı. İlmiye sınıfına mensup hocalar, subayların kâh müsamahasından, kâh kışlalarda eğitim yerine siyasi faaliyette bulunmalarından faydalanarak asker içine girdiler ve namazın kaldırılacağı temasını işlediler. 31 Mart Olayı'na İttihat ve Terakki'nin sebep ol­ duğunu, hatta 31 Mart'ı İttihat ve Terakki'nin tertip ettiğini iddia edenler, namaz meselesini sonradan bir başka şekle sokacaklar ve emrin ordu içinde isyan çıkarmak için hazırlandığını, hocaların da İttihat ve Te­ rakki ajanları olduğunu söyleyeceklerdir. Onlara göre, İttihat ve Terakki'nin amacı Abdülhamid'i devirmekti. Bütün bunlar Selanik'te tertiplenmiş, İstan­ bul'da sahneye konmuştur. 

İKİNCİ HİKÂYE 

Şapka ya da serpuş yine 31 Mart'ta etki yapan meselelerden biridir. Gerçekten o günlerde asker elbi­ sesinin değiştirilmesi konusu üzerinde duruluyor, da­ ha pratik bir elbise için etütler yaptırılıyordu. Bu ara­ da başlıkların değiştirilmesi de düşünülen işlerin arasında idi. Ancak, başlıkların güneşlikli olması, yabancı müşavirlerin isteklerine rağmen, kabul edilmiyordu. Ne var ki, değişiklik hazırlıklarına, meşrutiyet mu­ halifleri, şeriatçılar tarafından sıkıca yapışılmış ve propagandalarla bundan faydalanmak için bütün gerici­ ler adeta seferber olmuşlardır. Namazın kaldırılması gibi serpuş meselesinde de sonradan polis romanları­ na taş çıkaracak hikâyeler uydurulmuştur ki, bunlar­ dan biri şudur: 31 Mart günü Taşkışla'ya bir takım sarıklı, sakal­ lı hocalar dolarlar. Bu hocaların hepsi İttihat Terakki Cemiyeti'nin ajanlarıdırlar. Ödevleri, askeri şapka aleyhine kışkırtmak, isyan çıkartmaktır. Mütemadi­ yen din telkinatmda bulunurlar. Bu sırada kışlaya bir paşa ile subaylar gelirler. Asker borazanla avluya top­ latılır. Paşa, padişah fermanını okumaya başlar. Fer­ manda düşmanla çarpışırken güneşten korunmak için askerin siperli başlık giyebileceği hakkında Şeyhülis­ lamdan fetva alındığı yazılıdır. Paşa elindeki siperli başlığı askere gösterir, arkasından kafasmdakini çıka­ rıp yeni başlığı giyer. Heyet oradan Topçu Kışlası'na gider ve aynı merasim orada da yapılır. Heyet, ayrıl­ dıktan sonra askerleri tahrik için çavuş kılığına girmiş ajanların Müslümanlık elden gidiyor, diye bağırmaya başlamaları galeyanı arttırır, asker yürüyüşe geçer. Meğer gelen paşa ve subaylar İttihat Terakkimin liderleriymiş, ferman sahte imiş; üniformalar da öylesineymiş. Hatta 31 Mart hakkında yayımlanan bir ki­ tapta bu sahte heyet hakkında bilgi de verilir ve denir ki: "Heyet Bahattin Şakir, Mithat Şükrü, Ömer Naci gibi İttihat Terakki Cemiyetimin ileri gelenlerinden kuruluydu. Amaçları da isyan çıkartıp yönetime el koymak idi." 

HAZIRLIK: SARAY- İLMİYE SINIFI - ORDU 

Yeniçerilere karşı girişilen eski ıslâhat hareketleri genellikle sarayla ilmiye sınıfının üst tabakasını bir­ leştirerek yapılmıştır. Ordu yenilendikten sonra çıkan isyanlarda ise ilmiye sınıfının alt tabakası ile Yeniçe­ ri anlayışı işbirliğine gitmişlerdir. Saray ise bu işbirliğinde açıkça değil, fakat gizli gizli yardımcı olmuştur. 31 Mart öncesindeki işbirliğinde sarayın tutumu anarşik havanın geliştirilmesi o yolla meşrutiyetin kendi kendini yemesidir. Saray çevresi düşünmüştür ki; meşrutiyete karşı isyan muvaffak olursa sonunda ipler yine halifesultanm elinde kalacak, böylece otori­ teyi rahatsız eden politikacıların, yeni akımcılarm tasfiyesi sağlanarak tek merkezli yönetim yeniden kurulacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Mart 2019 Perşembe

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ


Fetih Suresi, Hakkari’de bulunan İncil ve Muhsin Yazıcıoğlu!

29 Ağustos 2009 09:09


Madem ki Ramazan’dır, Ramazan’ın bereketinden biz de istifade etmeye çalışalım.
Bundan bir süre önce Kuran-ı Kerim’in Fetih suresinde son derece ilginç bir ayete rastladım. 

Okuyalım:

‘Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.’ 

(Fetih Suresi, 29. bkz. http://www.kuranikerim.com/mdiyanet/fetih.htm )

Açıkça anlaşılacileceği gibi, söz konusu ayette, Peygamber efendimize tabi olanların özellikleri ve sıfatları anlatılmaktadır. Peki Kuran Peygamberimize tabi olanların bu vasıflarının nerede yazılı olduğunu söylemektedir?

Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.’

Peki ya diğerleri?

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.’

Şimdi soru şudur?

Peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları bir şekilde, Tevrat’ta ya da İncil’de bulunmakta mıdır?

Cevap tek kelimeyle ‘hayırdır.’

Yani ne mevcut Tevrat’ta ne de 4 Kanonik İncil’de bu vasıfları anımsatacak her hangi bir bölüm bulun-ma-maktadır. Zaten Tevrat ve İncil’ler bu vasıflardan 
Paygamberimizden de bahisle bahsedecek olsa, bu Yahudi ve Hristiyanların zaten peygamberimizi kabul etmelerini gerektirirdi.

Diğer taraftan, Fetih suresi nüzül olduğu vakit(M.S. 628) Arap toplumu içerisinde hem Yahudiler hem de Hristiyanlar mevcuttu. Yani o dönemde hem Tevrat hem de İncilleri bulabilmek, okuyabilmek mümkündü.  Peki o tarihte, Tevrat ve İncil’lerde peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları acaba yazılı mıydı? Elbette bu sorunun da yanıtı ‘hayır’ olmalı. Olacak olsa, yine Yahudi ve Hrıstiyanların peygamberimize tabi olmaları gerekirdi.

Diğer taraftan, Peygamber efendimiz ‘Ümmi’ olmasa ve söz konusu kitapları okumuş olsa, böyle bir bölümün olmadığını da bilecek ve haşa rasyonel olarak da böyle bir hata yapılmaması gerektiği akla gelecekti. Bu bile, Kuran’ın insan sözü olmadığının kanıtı olmalıdır.   

O halde Kuran neden peygamber efendimize tabi olanların vasıflarının Tevrat’ta ve İncil’de yer aldığını söylemektedir?

Bunun en önemli sebebi, acizane kanaatim odur ki, günün birinde, orijinal Tevrat ya da İncil metinlerinin ortaya çıkması durumunda, Kuran, o metinlerin otantik ya da gerçek olup olmadıkları konusunda bize bir pusula ya da ipucu vermektedir.

Şimdi bu konuya neden girdim diye sorabilir bazı okurlarımız.

Hamza Hocagil ismini hatırlarsınız. Apokrifal adlı kitabımızı bilenler, Aramice uzmanı Doç Dr. Hamza Hocagil’in 1981 yılında o dönemde Hakkari sınırları içinde kalan şimdilerde Şırnak sınırları içinde olan Uludere’de bir mağarada köylüler tarafından bulunan İncil’in tercüme hikayesini de hatırlayacaklardır. 
Halen Genelkurmay tarafından muhafaze edildiği iddia edilen bu İncil’le ilgili kitabımın 33. sayfasında Hamza Hocagil’e sormuşum:

‘Kitabın bu bölümüne kadar içeriğinden bahsedebilir misiniz? 

Tevhitten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak! Ayeti vardı.’ (Apokrifal, Timaş Yayınları, sf.33)

 İlginç değil mi sizce de. Ne yalan söyleyeyim ben Fetih suresi 29. ayette geçen

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.’ Bölümü yeni farkettim.
 Gövdesi üzerine dikilmiş ekine ne denir? Başak değil mi?
 Hakkari’de bulunan İncil’de geçen ayet ne diyor?

 ‘Senden sonra bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!’
 Peki bu İncil’in nerede olduğu iddia ediliyor. Genelkurmay’da!
 Peki herkes susuyor mu?
 Evet, susuyor!

 Neden?

 Dengeler dolayısıyla. Devletin en tepesindeki isimler, dengeler dolayısıyla Hamza Hocagil’e basına konuşmaması için ricada bulundular. Bunu da biliyorum.

 Kıymetli okurlarım. Şu ana kadar pek yazmadım. Apokrifal adlı kitabım yayınlandıktan sonra, kitapta anlatılanlara en çok ilgi gösteren isimlerin başında kim geliyordu biliyor musunuz?

 Merhum Muhsin Yazıcıoğlu. Ortak dostlarımız vasıtasıyla 2009 Ocak ayında beni Ankara’ya davet ettiler. Muhsin Bey bu konuyla ilgili neler yapılabileceğini düşünüyordu. 
Ve kendisi de bu konuyla ilgili araştırma sürecine dahil olmuştu. Ve hatta 2 milyon dolar da bütçe bularak bu konunun sinemaya aktarılmasına uğraşıyordu.

 Helikopterinin düşmesi bu konuyla ilgili olabilir mi?

 Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey varsa o da şu:  

‘Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu, çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bilmelerine rağmen gerçeği gizlerler. 
(2 Bakara Suresi, 146.) 

haber7.com


II. YAZI

KIBRISTA ELE GEÇİRİLEN iNCİL’E NE OLDU

09 Haziran 2009 13:28
8 Şubat 2009 
Hürriyet Gazetesi’nde şöyle bir haber yayımlandı:

‘KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan 
dördüncü St. Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.

Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. 

Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Barnabas İncil’i, Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve ’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın, “Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu” yazıyor ve Hz. Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor.

Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce “Apokrifal” adlı kitabında dört Barnabas İncili’nden birinin Kıbrıs’tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu.’

Türkiye’de maalesef bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında bazı spesifisik konularda yeterince uzman muhabir 
bulunmaması. Editör arkadaşlar da muhabirleri yeterince yönlendiremiyorlar. 

Hürriyet Gazetesi iyi bir haber yakalamış ancak bir daha haberin devamını getirmemiş. Başka gazeteler de konuya ilgi göstermemiş. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 

1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil metinden daha değerli olamaz bence. Çünkü bu, tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilir.

Bugün Hz. İsa’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don Brown’un Davinci Code’undan daha mı değersiz?  

Belki inanmayacaksınız ama geçenlerde Pullitzer ödüllü bir gazeteciyle konuştum New York’ta, yakında kendisiyle yaptığım söyleşiyi de okuyacaksınız kısmetse. 
Bu konuyu maalesef anlayamadığını fark ettim.

Hürriyet’in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da vardı. Mesela, Apokrifal adlı kitabımda, Kıbrıs’ta değil Hakkari’de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait 
Aramice İncil’in peşine düşmüştüm. Bu kitapta ilk defa Aziz Barnabas’ın bu İncil’i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de yazdığı bilgisine de yer vermiştim.

Peki Kıbrıs’ta çalınan bir şey yok mu? Var elbette. 

Birincisi Aziz Barnabas’ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. 
Ancak mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. 
Kutlu Adalı’nın başına gelenleri de detaylarıyla (merhum) yazmıştım.

Barnabas’ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir İncil bulunduğu biliniyor.  M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios’un çabalarıyla Barnabas’a ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda bulunmuştu.

Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil’in de,  Anthemios’un beraberindeki görevli üç papazla birlikte, İstanbul’daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda, Bizans İmparatoru Zeno’ya hediye olarak verildiği biliniyor. Peki bu İncil’e ne oldu? Elbette kayıp. 

Bu sorunun yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi’nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas Foulias’a sormuştum. Andreas’ın verdiği cevaplar konuyu daha da ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias:
  
‘St. Barnabas’ın göğsünde, Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil’in Matthias’a ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno’na hediye edildiği ve İstanbul’daki Aziz Stephanos Kilisesi’ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil Frankların 1204 yılında İstanbul’u aldıkları bir sırada çalınmıştır. 

O Günden bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.’

Peki, bu İncil kimindi? St. Barnabas’ın mı, yoksa Matthias’ın mı?

Bu konu son derece önemlidir. Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından kaleme alınan ancak Aziz Matthias’a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi’nde saklanıyordu. Ortadan kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul edilen 4 kanonik İncil’den farklı olması!

Bu İncil de Aziz Barnabas’ın el yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili’nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.

Haberde Genelkurmay’da olduğu iddia edilen İncilin 1981 yılında Hakkari’de bulunan İncil olması gerekiyor, Kıbrıs’ta milattan sonra 478 yılında bulunan değil.

Şimdi gelelim Hürriyet’in haberinde geçen İncil’e. Evet, Kıbrıs’ta 29 Ocak 2009’da eski bir İncil’in bulunduğu kesin. Benim duyumlarım bu İncil’in şu anda 
Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu yönünde. Sanırım Türkiye’den gelecek iki uzman bu konuyla ilgili rapor hazırlayacak, hazırlanan raporlardan çıkacak sonuca göre de işlem yapılacak.  Şu anda yakalanan 4 kişiden biri tutuklu diğer üçü serbest.
Benim merak ettiğim, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil’i anlayabilecek kaç tane uzmanımız var bizim? Hadi bir soru daha sorayım. Türkiye’de karbon testi 
yapabilecek bir labaratuarımız var mı?

Cevap Maalesef hayır. Türkiye tarihi eser cenneti. Ancak Karbon testi yapabilecek tek bir labaratuara bile sahip değil.

Lütfen bu İncil Meselesinde uzmanlığa ve bilimselliğe dikkat edilsin ve sonuçlar da mutlaka kamuoyuyla paylaşılsın.


http://www.hzisahristiyanmiydi.com/karan-ve-barnaba-incili-cok-onemli-bir-gercegin-delili

***