25 Mart 2020 Çarşamba

BALKAN KATLİAMININ 100.CÜ YILI.,

BALKAN KATLİAMININ 100.CÜ YILI.,





“Balkan Savaşları'nın 100. yıldönümü ve Balkanlarda Türk soykırımı”
06 Nisan 2012, 09:10

 














M. Kemal SALLI
mksalli@yahoo.com.tr

Geçtiğimiz cumartesi günü, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Süleymaniye Kürsüsü’nün geleneksel hafta sonu konferansları dizisinin konusu, “Balkan Savaşları’nın 100. Yıldömü ve Balkanlarda Türk Soykırımı”ydı. 
Konuşmacı, yıllarını, Edirne ötesinde kalmış 550 yıllık atayurdumuzdaki insanlarımızın ve Balkan Savaşları sırasında oralardan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmış vatandaşlarımızın haklarını savunmakla geçirmiş olan Rumeli Balkan Federasyonu eski Başkanı, RUBASAM Başkanı Avukat Özcan Pehlivanoğlu’ydu. 
Balkan Savaşları’nın acılarını iliklerine kadar yaşamış olan bir ailenin evladıydı, Pehlivanoğlu. 100 yıl önce yaşadığımız Balkan Savaşları’nın gerisindeki emperyalist kurgunun ayrıntılarını ve yüzyıllık “Büyük Oyun”un, eklenen yeni küresel aktörlerle, aynen devam ettirilmekte olduğunu gören, bilen bir Türk aydınıydı. O nedenle, Av. Özcan Pehlivanoğlu, ülkemizin çeşitli illerini dolaşıyor, “Balkan Savaşları’nın 100. Yılı ve Balkanlarda Türk Soykırımı” başlıklı konferanslarıyla yakın tarihimizin karanlıkta kalmış, karanlıkta bırakılmış gerçeklerini anlatmaya çalışıyor. 
Tarihte en çok soykırıma uğramış olmalarına rağmen, soykırım yapmakla suçlananlar Türklerdir. 

Neden?

Nedeni sır değil, bizler hem binlerce yıl gerilere uzanan tarihimizi, hem de dün kadar yakın olan tarihimizin ayrıntılarını bilmiyoruz. Tarihimizin karanlıkta kalmış sayfalarını aydınlatan çalışmalardan da haberimiz yok; bu çalışmaların Batılılar tarafından onaylanmasını bekliyoruz. O nedenle, bize yöneltilen çok haksız eleştirileri bile kabullenmek durumunda kalıyoruz. 
Tarihte uğradığımız soykırımların en yakın, buna karşılık en büyük ve en acımasız örneğini Balkan Savaşları sürecinde yaşadık. Balkan Savaşları'nın yüzüncü yılını yaşamaktayız; Osmanlı'yı tarih sahnesinden silen bu savaşlar sırasında yaşadıklarımızın ayrıntılarını maalesef bilemiyoruz. 
“Şu Bizim Urumeli”, Balkanlar, Türk İslam Tarihi penceresinden bakıldığında 550 yıl, Genel Türk Tarihi penceresinden bakıldığında ise Atilla komutasındaki Hunlardan bu yana binlerce yıldır at koşturduğumuz topraklar. O topraklarda yaşanmış uzun bir tarihimiz ve kökleri hala canlı kültürel bağlarımız var. O topraklarda, özellikle Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik gibi akımların hem Ruslar hem de Avrupalı ülkeler tarafından desteklenmesiyle yaşanmış ve milyonlarca insanımızın hayatına mal olmuş bir Balkan faciası var; acıları günümüze de yansıyan bir soykırım faciası..
Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden silinmesine neden olan Balkan Savaşları, düşmanın güçlü olmasından değil, Osmanlı'daki iktidar savaşları nedeniyle gözü dönen muhteris yöneticilerin orduyu zaafa uğratmaları ve ihanete varan kararları nedeniyle kaybedilmiştir. 
Osmanlı’yı Balkanlardan söküp atma, tarih sahnesinden silme çalışmaları I.Haçlı Seferi’yle başlamış, Balkan Savaşları’yla doruk noktasına ulaşmıştır. 
Balkan Savaşları sürecinde 2 milyon kilometrekare toprak ve 5.5 milyon İnsanımızı kaybettik! 

Yakın tarihimizin bu ibret dolu sayfalarını gelin RUBASAM Başkanı Av. Özcan Pehlivanoğlu’ndan dinleyelim..


RUBASAM BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU NELER ANLATTI?

    RUBASAM Başkanı Av. Özcan Pehlivanoğlu,  konferanlarında anlattıklarının özeti olan  “BALKANLARDA TÜRK KİMLİĞİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASI: SOYKIRIM” başlıklı yazısında Balkan Savaşlarını ve günümüze yansımalarını şöyle anlatıyor:

“Günümüzde Balkanlara nasıl bakıldığını anlamak için Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “… 1912 felaketinden sonra Anadolu’ya gelen Balkanlılar, Rumeli göçmenleri dediğimiz kesimdir. Bir toplantıda Türkkaya Ataöv tarihi meselelere hep ‘ileriye bak, geçmişi unut, kimseye kin tutma’ felsefesi ile yaklaştığımızı söylemişti. Aslında bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok ve bu şekilde geçmişi unutarak ileriye yürünmesi de mümkün değildir. Nitekim bu savaş ne mektep kitaplarında, ne matbuatta, ne de filmlerde yer alıyor ve Balkan Savaşı nedir, nasıl bir faciadır bilmiyoruz. Vaktiyle büyük anneler olanları anlatırmış, bir müddet sonra ise mesele, ‘Ne diyor bu ihtiyar ?’ yakınmasına dönüşmüştür. Halbuki, Balkan Savaşı yakın Türk tarihinde bir faciadır ve bu faciayı yaşayanlar da bazı Türklerdir” diyerek belirttiği görüşleri üzerinde düşünmek gerekir.
Balkanların 1800’lü yılların başından itibaren yazılı tarihi; Türklerin ve Türk olarak görülenlerin başına gelenler, milyonlarca ölümle sonuçlanan soykırımların ve zorla göçettirilmelerin tarihi niteliğindedir.

Balkanlarda 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslüman Türk, ülkelerinden sürülüp atılmıştır. Beş buçuk milyon Müslüman Türk de, kimi savaşlarda öldürülerek, kimi de sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüştür.

Balkanlarda uğranılan bu soykırımlar neticesinde Türk nüfusu önemli bir kayba uğramıştır. Bu sebeple, Balkanların tarihi, Türklerin uğradığı soykırımlar göz önüne alınmaksızın gereği gibi anlaşılamaz.

Osmanlı–Türk İmparatorluğu; kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde, önce sınırlı kaynaklarını, Müslüman Türk nüfusun düşmanlarınca kıyımdan geçirilmesini önlemek; sonra da bu düşmanlar üstüne geldiğinde, İmparatorluk merkezine akın akın gelen göçmenlerin gereksinmelerini karşılamak için harcamak zorunda bırakılmıştır.
Türkler, Balkanlardaki bu badireden yok edilemeden çıktı ama Türk Milleti Balkanlarda başına gelen olaylardan derinlemesine etkilendi ve bu etkiler günümüzde de sürmektedir.
Türklerin Balkanlarda uğradığı bu kayıplar, Türk tarihi açısından büyük önem taşımasına rağmen bu kayıplara ders kitaplarında değinilmez. Bulgarların, Sırpların, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders ve tarih kitapları, Türklerin uğradığı kıyımları anmamıştır. Bu durum Türklerin başına gelen ölüm ve sürgünlerin,tarihsel önemini anlamamızı engellemiştir.
Balkanlarda ilk toplu soykırım olarak 1683’te Viyana kuşatması ile başlayan ve 16 yıl harpleri neticesinde Karadağlıların Osmanlı-Türk karşıtı bir hareket ile Metropolit Danilo Petroviç önderliğinde yaptıkları katliamı gösterebiliriz. Balkanlarda Müslüman Türklere yönelik ilk toplu katliam olarak bilinen Danilo’nun kıyım hareketi, “Türkleşmiş olan hrıstiyanların imhası” olarakta bilinmektedir.

Balkanlarda Türklerin uğradığı toplu soykırımların ilk örneklerinden biri de 1821 Mora İsyanı olarak tarihe geçen Yunan ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Yunan ayaklanması, Balkanlarda Türklerin topluca öldürülmesi ve sürülmesi ile ilgili süreci başlatan ilk harekettir. Burada izlenen yöntem, daha sonra yapılacak olanlara bir model olarak ortaya çıkmıştır.
Tarihçi George Finlay 1861 yılında, “1821 Nisanında,20000 kişiye yakın bir Müslüman Türk nüfus Yunanistan’da (Finlay, burada Yunanistan derken bu günkü Yunanistan’ın anakarasındaki güney kısmını yani Mora’yı kast ediyor. Çünkü 1861’de Yunanistan krallığının toprağı o kadardı. Yunanistan kurulduğu tarihten bu yana Türk topraklarını işgal ede ede Türkiye’nin aleyhine olmak üzere üç misli büyümüştür.) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Ayaklanmanın üzerinden iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler. Adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler” demektedir.
Mora İsyanında Yunanlı çeteciler ve köylüler, buldukları her Türkü öldürmüşlerdir. Hatta Kalavryta ve Kalamata’dakiler kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilen Yunanlılara teslim oldu ancak bunlarda öldürüldü. Yunanlılar yarımadanın her bölümünde Türklere saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere sığınanların geriye dönüş umudunu yıkmak için Türklerin evleri yakıldı. İsyanın başladığı Mart’ın 26’sından Nisan’ın 22’sindeki paskalya Pazar’ına kadar göz kırpmadan 15000 Türk katledildi.
Yunanlı Başpiskopos Germanos, “Hristiyanlara huzur, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm” diye emir veriyordu. Yunanlılar yakaladıkları Türkleri erkeği,kadını ve çocuklarıyla kıyımdan geçirmek suretiyle “Hiçbir Türk kalmayacak / Ne Mora’da, ne dünyada !” şarkısını da ağızdan ağıza yayarak soykırımı adeta alay edercesine tamamlamışlardı. Ayaklanmanın başlamasından itibaren üç hafta içinde Mora’da bir tek Türk bırakılmamıştı.
Tripolitza’daki olay ise vahşetin boyutunu çok iyi anlatmaktadır. Kolokotrones isimli birinin anlatımına göre, kasabaya girdiğinden itibaren, “yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi. İlerlediğim zafer kutlama töreni yolu cesetlerden bir örtüyle döşenmişti” demektedir.
Bu soykırım değil de nedir? Mora’da başımıza gelenler Türk Milletine anlatılmış mıdır? Soykırımın hesabı sorulmuş mudur? Bunlar tarihçiler ve siyasetçiler tarafından cevaplanması gereken önemli sorulardır.
Balkanlarda 1821 Mora ayaklanması ile başlayan Türk soykırımları; Balkanlardan Türk nüfusu arındırmak politikasına dayanıyordu. Bu politika Avrupa devletleri ve Rusya ile haçlı zihniyetinin bir eseriydi. Bu durum 1877–1878 Osmanlı–Rus, 1912–1913 Balkan ve 1919–1923 Kurtuluş Savaşlarında kendini yeniden göstermiştir.

Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Türklerinin soykırım ve yurtlarından sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanması hareketi, Osmanlı–Türk İmparatorluğuna karşı birbirleri ile bağlantısız eylemlerle başladı. Küçük Bulgar grupları, Sırp ve Yunan ayaklanmalarında Osmanlıya karşı savaştılar. Ruslar; 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde Bulgar gönüllüleri Ruslara katılarak onların yanında yer aldı.
Tarihe 93 Harbi olarak da geçen 1877–1878 Osmanlı – Rus savaşının, Bulgaristan Türklerinin kıyımdan geçirilmesi ile yaşanan dehşet olaylar üzerine başladığı söylenebilir.
Ayaklanmanın elebaşlarından Benkovski’nin konuşmalarında, “Türklerin ele geçirilebilen her yerde öldürülmeleri” emrediliyordu. Bunun üzerine hemen 1000 civarında Türk köylüsü katledilmiştir.
1877–1878 Osmanlı – Rus savaşında Türklerin ölümleri dört sınıfa ayrılabilir:

a-)Taraflar arasındaki çatışmalarda meydana gelen ölümler
b-)Bulgar ve Ruslar tarafından öldürülmeler
c-)Yaşam içim zorunlu gereksinmelerin sağlanmasının engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan ölümler
d-)Bulgaristan Türklerinin sığıntı durumda yaşadıkları koşullardan kaynaklanan ölümler.

Savaşın korkunç bilançosu sonucunda Müslüman Türklere ait nüfusun %17’sine tekabül eden 261.937 kişinin katledildiği görülmektedir.

Bu savaşa ilişkin bir belge henüz ortaya konamamış olsada, olayların gelişmesine bakılarak çıkarılabilecek en mantıklı sonuç, Rus askerlerin yaptığı insan öldürmelerinin, yıkımın ve ırza geçmelerin, Rus askeri komutanlığının emirleri çerçevesinde gerçekleştiğidir.
Rusların sivil halkı kıyımdan geçirmeye girişmelerinin altında yatan temel amaç; Türk köylüler arasında dehşet salmak ve ilerleyen Rus ordularının önünde onları kovalayarak Osmanlı ordusunu harp dışı konularla ilgilenmeye itmekti. Nitekim Ruslar bunu gerçekleştirmekte başarılı oldular. Sürüler halinde Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkezine doğru kaçan Türkler, yolları kapadılar, cepheye asker ve malzeme taşınmasında kullanılabilecek tren vagonlarını doldurdular.
Bu savaş döneminde Bulgaristan’da Türklerin varlığına son vermek için kullanılan yöntemler yani cinayet ve dehşet saçmanın kullanılması binlerce yıl önce keşfedilmişti. Bu yöntemler çerçevesinde Türkler ya hemen öldürülecek ya da öldürülme korkusu içinde yurdundan kaçırılacaktı. Eski Zahra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin yayınlanmış hatıralarından bu planların nasıl yaşama geçirildiği çok iyi anlaşılmaktadır.

Bu savaş sonucu; ülkenin yani Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi ve ezici çoğunluğu Slavlaşmış Bulgarlardan oluşan bir Bulgaristan’ın ortaya çıkması sağlandı. Bulgaristan Türklerine saldırılması, Rusların askeri politikasının pratik, bilinçli ve acımasız bir amacı idi.
Ruslar, amaçlarına tahakkuk ettirmek için kirli savaşlarda usta ve uzman olan Don – Volga / Rus Kazaklarından faydalandılar. Kazaklar, kimse kaçmasın diye köyleri kuşatmaya alıyor, sonra da Bulgarlar köye dalıp talana ve kıyımdan geçirmeye girişiyorlardı. Örneğin Hıdır Bey köyünde Rus Kazakları Türklerin elindeki silahları toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlar da köyün 70 erkeğinden 55’ini orada öldürdüler. Yine Büklümbük’te aynı yöntemle silahsızlaştırdıkları köyün erkeklerini bir saman ambarına, kadınları ve çocukları evlere yerleştirdikten sonra ateşe verdiler. Kaçmaya çalışanlara da Bulgarlar ateş ettiler. Kaçabilenler bunu diğer Türklere anlattılar zaten Ruslarda korku yaratmak için bunu istiyordu. Bunun gibi bir  çok olay Müderrisli, Yeni Mahalle, Usturumca, Kadisle, Binpınar gibi Türk yerleşim birimlerinde yaşanmıştır.
Filibe ve Edirne’de İngiltere’nin konsolos yardımcısı olarak görev yapan Edmund Calvert yazdığı 16 Eylül 1878 tarihli raporda “… bu yörenin Türk erkek nüfusunun toptan ve duygusuz kıyımdan geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimler…” diye ifade edilen soykırım, 1990’lı yıllarda, Haçlı zihniyeti tarafından Türk olarak görülen Boşnaklara da çoğunlukla erkekleri öldürmek sureti ile uygulanmıştır.
Avrupa eğer böyle utanç verici işleri Türkler yapmış olsaydı, bütün Türkleri kolayca lanetlerdi. Ancak aksine bu soykırımlar diplomatik raporların varlığına rağmen gizlenmiş ve planlı olarak olayların üstü örtülmüştür.
 Balkan Savaşı öncesindeki soykırım göçlerin önemli bir bölümünün Girit ve Oniki Ada olarak bilinen Türk adalarında olduğu görülür. Başta Girit olmak üzere Türk egemenliğindeki adalar uluslararası ayak oyunları ile Yunanistan’a verilmiştir. Sadece Girit Adasındaki nüfus oranları takip edildiğinde Rumlar tarafından gerçekleştirilen katliamların korkunç boyutu ortaya çıkar. Girit Adasından 1878–1898 yılları arasında 175.900 müslüman Türk’ün göç etmek zorunda kaldığı göz önüne alınırsa Türklerin Girit’te hangi akibetle karşılaştıkları pek fazla tartışılır bir konu olmaktan çıkar.
Birinci Balkan Savaşında Osmanlı–Türk İmparatorluğu, 1877–1878 Osmanlı–Rus Savaşı’ndan çok daha hızlı bir yenilgiye uğradı. Sadece iki ay süren çatışmalar sonunda hemen hemen bütün Avrupa Türkiye’si yitirilmişti. Çatalca savunma çizgisi, Bulgarların saldırısına karşı direnmiş ve başkent İstanbul kurtulmuştur. İkinci Balkan Savaşı da yitirilen toprakların küçük bir bölümünü kurtaramaya neden olmuştur.
Balkan Savaşlarında 1877–1878 Osmanlı–Rus Savaşı’nda görülenlere benzer tablolar yaşanmıştır. Öldürme, ırza geçme ve soygunlar, Türkleri evlerinden barklarından söküp ayırmış, Osmanlı’nın merkezine yani elde kalan Türk topraklarına göç etme sonucunu doğurmuştur.
Balkan Savaşlarında Türklere karşı ön saldırıları yapma işlevini Sırp, Bulgar, Makedon, Rum çeteleri üstlenmiş ve bunlar kendilerini himaye eden devletlerden destek görmüşlerdir.

Balkan Savaşları sırasında işlenen cinayetler; bir ırkı yani Türkleri yok etmeye yönelik türden cinayetlerdir.

Yapılan soykırımlar Balkanlarda daha önce yapılmış olanlara çok benziyordu. Nüfus çoğalmasının önüne geçilmesi yolu ile demografik dengelerin bozulmasına yönelik katliamların yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, diplomatik misyon üyesi Morgan adlı kişinin 28.12.1912 tarihinde Kavala’da yazdığı bir raporda, “Kavala bölgesinde Kavala Türklerinin komitacılar tarafından daha önceki raporlarda bildirildiği üzere, öldürülmelerinin yanı sıra Pravista’da yaklaşık 200 Türkün ve Sarı Şaban’da bir o kadarının kıyımdan geçirildiği haber alınmıştır. Drama bölgesinde, Çatalca, Doksat ve Kırlık Ova’da Türkler öldürülmüşlerdir” demektedir.
Yabancı misyon şefleri ve görevlileri ile ticaret için bölgeden bulunan yabancıların buna benzer rapor ve mektupları Batı ülkelerinin arşivlerinde bulunmaktadır. Batılı gözlemciler haksız ve hukuksuz bir şekilde katledilen Türk sayısını 200.000’in üzerinde olarak hesaplamışlardır. 
Bu soykırım değil de nedir ?
Türk Milletinin başına gelen kötü şeyleri anlatmakta zorluk çektiği ve bu konularda bir ketumiyet içinde bulunduğu genelde kabul gören bir anlayıştır. Bu nedenle Balkanlarda meydana gelen soykırım ve karşılaşılan kötü muameleler bir türlü Türk toplumuna yansıtılamamıştır.
Selanik’te görevli olan İngiliz Konsolosu Lamb, “Kılkış, Doyran ve Gevgili ilçelerinin tamamında bütün ileri gelen Türkler öldürülmüş, malları talan edilmiş ya da kullanılmaz hale getirilmiş, çiftlikleri ve evleri yakılmış, hanımları pek çok olayda aşağılanmış ve hatta çoğu kez daha beter davranışa uğramışlardır” diye Türklerin başına gelenlerin bir kısmını rapor etmiştir. Hatta olaylar daha da ileri gitmiş ve Müslüman Türklerin zorla din değiştirmesi için çeşitli ağır baskılar uygulanmıştır.
Amerikalı araştırmacı yazar Justin McCarthy Balkan Savaşları ve sonrasında ölen Müslüman Türk sayısını 632.408 kişi olarak veriyor. Bu bir insanlık dramıdır.
Bu katliamlar ve soykırımlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde de sürmüştür.1919 yılında 3000 nüfuslu Menemen halkının 1300’ü Yunanlılar tarafından iki üç gün içinde öldürülmüştür. Günümüzde Menemen halkı 1919 yılının Mayıs ayı içersinde gerçekleştirilen bu katliamdan halen habersizdir. En azından soykırım niteliği taşıyan bu katliam bir anıt dikilmek sureti ile hatırlanmalı ve gelecek nesiller soykırımdan bu şekilde haberdar edilmelidir. 
İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç tarafından kurulan Soruşturma Komisyonları incelemelerine ve Bab–Ali raporlarına göre Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları soykırım; bunları Fransızcadan çeviren Dr. Necdet Ekinci’nin “Türkiye’de Yunan Vahşeti” isimli kitabında çok iyi bir şekilde resmi belgelere dayanılarak anlatılmaktadır.
Yunanlıların 1919 – 1922 yılları arasındaki Anadolu işgalinde yaptıkları, Haçlı zihniyetinin Balkanları Türklerden arındırma planının, Anadolu’yu Türklerden arındırma haline dönüşmüş şeklidir.
Bu katliamlar Balkanlarda günümüze kadar süregelmiştir. Kronolojik sıraya göre de bunlardan biri de Yunanlılar tarafından yapılan Çamerya katliamıdır.
Almanlarla işbirliğine giden Yunanlı General Napoleon Zervas, daha sonra İngilizler tarafından desteklenmiş ve Haziran 1944’de ayında Çamerya’da geniş çaplı bir katliam ve etnik temizlik hareketi gerçekleştirmiştir. Bu olay aynı zamanda, Yunanistan tarihinde ilki 1821 İsyanı’nda, sonrada Balkan Savaşları ile Anadolu işgalinde yaşanan ve Yunanlıların giriştiği çeşitli katliam hareketlerinden biri olarak anılmaktadır.
Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavut halka karşı katliam hareketi 27 Haziran 1944'de başladı. İnsanların çeşitli uzuvlarının kesilip parçalandığı, hamile kadınların, bebeklerin katledildiği bir vahşetin söz konusu olduğu kayıtlara geçmiştir. Göz çıkarma, burun, kulak kesme ve benzeri vahşet sonucunda ilk 24 saat içinde sadece Paramiti’de 600'den fazla insan katledilmişti. 27 Haziran 1944 ile Mart 1945 arasında Filat’ta 1286 kişi, Gümenice ve çevresinde 192 kişi,Margelliç ve Parga’da ise 626 kişi öldürülmüş, meçhul kayıplar ve başka vakalarda ise yüzlerce insan daha yok olmuştu. Belgelere göre, Haziran 1944 – Mart 1945 arasında Yunanlılar bütün Çamerya’da sivil halktan 3242 kişiyi katletmişlerdir. Ayrıca 745 kadına tecavüz edilmiş,76 kadın kaçırılmış, 3 yaşından büyük 32 bebek katledilmiş,68 köy yerle bir edilmiş, 5800 ev ve ibadethane (camiler dahil) yakılmış ve tahrip edilmiş, evler talan edilmiştir.
Bütün bu vahşetin ardından, hayatta kalabilen Müslüman Arnavutlar Mart 1945’den sonra anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Çoğu Arnavutluk’a, bir kısmı da Türkiye’ye göçmüşlerdir.

SON SOYKIRIM ÖRNEKLERİ VE TÜRK VURGUSU.,

    20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu.1992 yılında Bosna’da başlayan bu soykırım boyunca yüzbinlerce insan topraklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna sonra da Kosova’da yürütülen bu büyük soykırımın özelliği ise, Balkanlarda 1821’den beri süre gelen önceki katliamlar gibi tüm dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle 1992 – 1995 yılları arasında devam etmesiydi.
    Sırplar tarafından Türk olarak görüldükleri için öldürülen Bosnalı müslüman sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın müslüman kadına tecavüz edildi. Benzer olaylar Makedonya ve Kosova’da da tekrarlanarak yaşandı.
    Balkanlar da soykırım, sadece Türklerin değil soykırımcılar tarafından Türk olarak görülen Boşnak ve Arnavutların da Sırp General Karadziç’in Srebrenica’da soykırım emrini verirken, “Tek Türk kalmayıncaya kadar öldürün” ifadesinden de anlaşılacağı üzere, makus talihi olmuştur.
    Yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen müslüman topluluklar için uygulanmaya başlamıştır.

Her ne kadar, Balkanlarda soykırım denildiğinde akla Türkler gelse de, bu durum Türklerin yaşadığı her coğrafyada neredeyse aynı durumdadır.
Büyük bir sürgüne ve soykırıma uğrayan Kırım ve Ahıska Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri ve nihayetinde Hocalı’da Azerbaycan Türkleri 
değişik metod ve yöntemlerle aynı akibete uğratılmışlardır.

Büyük Şair Mehmet Akif  Ersoy;

     “İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…
      Yanan can, yırtılan İsmet, akan seller bütün kaldı
      Ne mâsum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı !
      Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı”... derken aslında soykırımın edebi tarifini yapıyordu.

    İfade ettiklerimizden görülmektedir ki, Müslüman Türkler Balkanlarda soykırıma uğramıştır.1821–1923 arası katledilen ve tek çare olarak ölüme zorlanan Türk sayısı 5.5 milyonun üzerindedir. Bu nedenle Balkanlarda Türk denilince akla hemen soykırım gelmekte ve ölüm duygusu çağrışım yapmaktadır.
    Türk Dünyası İnsan Hakları Savunucusu ressam Embiya Çavuş, anılarını kaleme aldığı “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitabında, Belene’yi anlatırken “Yılan, çiyan dolu bataklık bir adaydı. Komünistler muhaliflerini ve Türkleri oraya sürüp yok ediyorlardı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanları ceset arabasına koyup domuzlara yediriyorlardı. Buz kütleli sular Belene’yi basıp domuzlar sürüklenince, insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Bunları da Belene kampından kurtulan Bulgar tarihçisi Vasil Lilov Kazanski ‘Ölüm Kampı Belene’ adlı kitabında yazdı. Kazanski bu kitabında ‘dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek’ emri gereği 110.000 kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiğini söylüyor” diye yazmaktadır. Henüz üzerinden onlarca yıl geçmiş olan bu iddialar yetkililer tarafından tekzip görmemiş ve yalanlanmamıştır.  
    Türklere ve Türk gibi görünenlere yüzyıllardır insanlık suçu olan bu muameleleri reva görenlerin değişmez amacı Balkanlardan Türk ve Müslüman varlığını arındırmak ve Balkanlardan Türk izlerini silmektir.
    İnsanlık aleminin üzerine düşen; yine bir insanlık ayıbı olan bu soykırımların üzerindeki karanlık perdeyi kaldırmak, suçlularını deşifre etmek ve imkan varsa cezalandırmaktır. Türk milleti de Balkanlarda başıma gelen bu soykırımdan ders almalı ve bir nasihat şeklinde bu olayları gelecek nesillere objektif olmak kaydıyla aktarmalıdır.”


RUMELİ BALKAN TÜRKLERİNDEN  Prof. Dr. TURAN YAZGAN'A ŞÜKRAN TÖRENİ 

Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM) Genel Başkanı Av. ÖZCAN PEHLİVANOĞLU'nun Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı (TDAV) Süleymaniye Kürsüsü'nde verdiği "BALKAN SAVAŞLARI'NIN 100. YILDÖNÜMÜ ve BALKANLARDA TüRK SOYKIRIMLARI" başlıklı konferansının ardından düzenlenen görkemli bir törenle, “Türk Dünyası’nın Aksakalı” ve TDAV Kurucu Başkanı Prof. Dr. TURAN YAZGAN'a, "Türk Dünyası ve Türk Milletine yaptığı unutulmaz hizmetlerinden dolayı",  RUMELi BALKAN FEDERASYONU çatısı altındaki sivil toplum kuruluşları tarafından çeşitli şükran plaketleri sunuldu. 
Törende, Rumeli Balkan Federasyonu adına Genel Başkan Ayhan Bölükbaşı, RUBASAM adına, önceki dönem Rumeli Balkan Federasyonu Genel Başkanı ve RUBASAM Başkan Vekili Süheyl ÇOBANOĞLU, RUBAKAD adına Başkan Hale GüLOĞLU, Eyüp Rumeli Türkleri Derneği adına Başkan Ayhan UYGUR, Amasya Balkan Türkleri Derneği adına Başkan Hüseyin YAZICI, Bağcılar Rumeli Balkan Türkleri Derneği adına Başkan Hüseyin BASKIN, Türkeli Derneği adına Başkan Dr.Fatih ÖÇLÜ ve Pirlepeliler Derneği adına Sait YILDIRIM Prof.Dr. Turan Yazgan’a, temsilcisi oldukları kuruluşların kendisine duydukları saygı ve şükran duygularını ifade eden birer plaket takdim ettiler.
Törende konuşan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Kurucu Başkanı Prof.Dr TURAN YAZGAN, ‘Rumeli Balkan Türkleri tarafından şahsına gösterilen vefaya teşekkür etti ve hep birlikte Türk Milleti ve Türk Dünyası için yaşamaya ve savaşmaya devam edeceklerini’ belirtti. Rumeli Balkan Türklerinin mücadelesini de takdirle karşıladığını söyleyen Türk Dünyası’nın Aksakalı Prof. Dr. TURAN YAZGAN, “Türk Milletinin varlık mücadelesine katkı sağlayan bütün kardeşlerimi alınlarından öpüyorum” dedi.

HABER MÜDÜRÜMÜZ M.KEMAL SALLI’YA RUBASAM’DAN TEŞEKKÜR PLAKETİ
RUMELİ BALKAN FEDERASYONU çatısı altındaki kuruluşlar tarafından düzenlenen “Prof. Dr. Turan Yazgan’a Şükran Töreni” sonrasında, gazetemiz Haber Müdürü M.Kemal Sallı’ya da, “Türk Dünyası’na yaptığı karşılıksız hizmetlerinden dolayı” Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM) adına SÜHEYL ÇOBANOĞLU ve Rumeli Balkan Federasyonu Başkanı Ayhan BÖLÜKBAŞI tarafından bir teşekkür plaketi verildi.

http://www.oncevatan.com.tr/%E2%80%9Cbalkan-savaslarinin-100-yildonumu-ve-balkanlarda-turk-soykirimi%E2%80%9D-makale,27986.html


***

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı,

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı,



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Türk toplumunun değişik unsurları içindeki uzantıları ve yandaş unsurları tarafından bir dizi psikolojik savaş sloganı üretilmiştir.Bu süreçte üretilen psikolojik savaş araçlarından birisi de Güneydoğu Anadolu'da 17 bin insanın devletin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğünü ileri süren "17 bin faili meçhul" cinayet iddiasıdır. 

Bu rakam 1990'larda TBMM'de bir komisyonda yapılan konuşma sırasında bir kişinin ortaya attığı ve PKK'nın kullandığı, geliştirdiği ve propagandalaştırdığı bir rakamdan başka bir nitelik taşımamaktadır. Sorumlu mevkilerde bulunan devlet adamlarından, bazı komutanlara, bilim adamlarından gazetecilere kadar geniş bir alana yayılan hepsinin ortak özelliği kamuoyu önderi olmak olan insanlarda televizyon konuşmalarında, bilimsel çalıştaylarda, hatta yazılarında bu PKK 
yalanını bilinçsizce tekrarlamaktadırlar. 

Bir Emekli koramiral televizyonda "1990'lar da faili meçhuller devlet politikası idi" diyebilmekte, bir akademisyen "1990'lar da öldürülen 17.000 faili meçhul"den bahsedebilmekte, 1990'lı yıllarda milletvekili, bakan gibi önemli görevlerde bulunmuş siyasetçiler ileri sürülen rakamları doğrularken, 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "topraktan fışkıran kemiklerden" bahsetmektedir. Ölüm kuyuları diye adlandırılan kuyular açılmakta, televizyonlar canlı yayınlarda çıkmayan cesetlerden bahsetmektedir. Bütün bunlar olurken nedense İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, kendisine bağlı olan Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı kayıtlarındaki "faili meçhul" cinayetlerin sayısı ile ilgili bir rapor istememektedir. 

17 bin faili meçhul olduğu iddiası büyük bir yalandır. 17 bin rakamı öyle ciddiyetsiz bir rakamdır ki, bu kitabın yazarı atv'de Nazlı Ilıcak tarafından yönetilen bir programda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'e "17 bin faili meçhul"den bahsetmesi üzerine " Doğruyu söylemiyorsunuz. Türkiye'de 17 
bin faili meçhul yoktur" demesi üzerine "14 bin olsun" diyecek kadar meseleyi gayri ciddileştirmiş tir. 

   S. Talu, faili meçhul cinayet iddialarının kapsadığı dönemin PKK terörünün doruğa ulaştığı, 1993, 1994, 1995 başı olduğunu özetle 1,5-2 yıl içerisinde, 17 bin cinayet işlendiğinin iddia edildiği söylemektedir. Yaklaşık 450-500 günde 17 bin faili meçhul cinayetin işlenmesini günde en az 34 faili meçhul cinayetin devlet güçleri tarafından işlendiği anlamına gelmektedir. Talu, bir devlet 
görevlisi, kaba bir hesapla beş kişi öldürmüş olsa, eder 4 bin katil diyerek bitirmektedir cümlesini.[1] 

Görüldüğü gibi konuya biraz analitik yaklaşınca 17 bin faili meçhul iddialarının ne büyük bir saçmalık olduğu görülmektedir. Bu iddiaları ortaya atan ve savunanların ortaya koyabildikleri bir isim listesi, polise, jandarmaya veya savcılıklara yapılmış suçduyurusu/başvuru da görülmemektedir. 

Bulunmuş faili meçhul cinayet kurbanı cesetleri de yoktur. Üstelik bir gün faili bilinmeyen bazı cinayetlerde öldürülmüş insanların cesetleri dağlarda bulunur ise bu insanların PKK tarafından mı öldürüldüğü yoksa güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmalar sonucunda ölen PKK'lılar mı olduğunun ortaya çıkarılması için ayrı bir çalışma yapılmalıdır. 

Türkiye'de hiç mi faili meçhul cinayet işlenmemiştir. 1984'de başlayıp 1998'e kadar devam eden, 1999-2003 arasında "0" noktasına doğru gerileyen ve 2004'den itibaren tekrar başlayan 1945 sonrasında dünyada gerçekleşen en kapsamlı düşük yoğunluklu çatışmada hukuk dışında çıkmaların olmaması mümkün değildir. 1984-2009 arasında 4361 asker, 217 polis, 1378 köy korucusu, 116 öğretmen şehit olurken, 5669 yurttaşımız da PKK tarafından katledilmiştir. Aynı tarihte 29.359 PKK'lı ise çatışmalarda öldürülmüştür. 
Bu kadar kapsamlı, uzun süreli ve kanlı bir çalışmada sınırın 
aşılmaması mümkün değildir. 

     PKK eylemlerinin zirveye çıktığı 1993/95 sürecinde bazı devlet görevlilerinin bir devlet politikası olarak değil, bölgedeki yüksek gerilim ve çatışma ortamının getirdiği baskı altında kendi insiyatifleri ile PKK'nın kent yöneticilerine yönelik eylemleri olduğu, sınırın aşıldığı iddiası akla yakındır. Bu tür eylemler devletin bilgisi dışında gerçekleştirilmiş "suç niteliği" taşıyan eylemlerdir. İç İşleri 
Bakanlığının Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığı ile yapacağı bir araştırma bu sayının 100 ile 500 arasında bir rakam olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu tür eylemler için söylenebilecek şey: keşke olmasaydı. 

Öte yandan örgütün ERNK kanadının çok dar olan bazı lider kadrolarının ise devlet kararı ile Türkiye içinde ve büyük bölümü Türkiye dışında infaz edildiği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir karar alındı ise bunun ancak en üst düzeyde ve en köşeli katılım ile alınabileceği açıktır. Bu şekilde alınan bir karar sonrasında öldürülen PKK'lı sayısının 50'nin üzerinde olmadığı tahmin edilebilir. 

Bu eliminasyon eylemleri kanaatimce suç değildir. Her devlet kendisini korumak için bu tür "rutin dışı" eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerin ispatlanması da mümkün değildir. 

     Özetle, PKK terörü ile mücadele sürecinde güvenlik güçlerinin kasap gibi 17 bin insanı katlettiği iddiası ne doğrudur ne de aklidir. Bu büyük yalan, Goebbels'in "yalan ne kadar büyük olursa, inanan o kadar çok olur" yaklaşımı ile tekrarlanmaktadır. Yapılması gereken derhal İç İşleri Bakanlığı' nın faili meçhullerin sayısı ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapması, isim, yer, tarih saptaması ile birlikte sonuçların kamuoyuna açıklanmasıdır. Yalanlara son verecek, gerçekleri ortaya çıkaracak olan budur. 

Tabii ki bu yeni bir tartışmayı başlatacaktır ancak hiç olmaz ise gerçekler üzerinde tartışılacaktır. 

[1] www.haberiniz.com, Sabahattin Talu, " Faili Meçhul Sakızı " 

https://21yyte.org/tr
adresinden 
07.08.2013 21:13 
tarihinde indirilmiştir

https://21yyte.org/tr/veri-tabanlari/faili-mechuller-dosyasi

http://www.21yyte.org/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2010/04/12/4026/bir-pkk-propagandasi-17-bin-faili-mechul-yalani


..



24 Mart 2020 Salı

ABD-İran Savaş Senaryosu

ABD-İran Savaş Senaryosu





Doç.Dr.Sait Yılmaz
19 Haziran 2017

ABD-İran Savaşı Nasıl Olacak., Senaryolar..,

      Ortadoğu? daki gelişmeler yeni bir evreye doğru geçiş süresinde iken, yakın gelecekte Avrasya?da daha ciddi savaş senaryoları bizi beklemektedir. 

ABD?nin başı çektiği koalisyonlar ile; İran, Kuzey Kore ve Çin?i hedef alacak bu savaş senaryolarını daha önceki çalışmalarımızda ele almıştık. “Gelecek 25 Yıl Büyük Avrasya Projesi (BAP)” başlıklı makalemizde bu üç savaşın geçiş aşamaları ve genel çerçevesi ile ilgili bilgiler vermiştik. Soğuk Savaş süresince ABD?nin Ortadoğu politikası; petrole garantili erişim, Amerikan yanlısı (müvekkil) devletlerin sürekliliği ya da diğer bir deyişle SSCB?nin bölgeye girişinin önlenmesi ve çevrelenmesi üzerine kurulmuştu. 1980?lerde İran da hedef tahtasına oturunca bu stratejiye “çifte çevreleme” adı verildi. 11 Eylül 2001 sonrasında ilan edilen Büyük Ortadoğu Projesi?nin amacı, küresel terörle mücadele stratejisi kapsamında, yumuşak güç uygulamaları ile bölgeye demokrasi getirilmesi idi. 2008 yılında Condolezza Rice tarafından Tel Aviv?de ilan edilen “Yeni Ortadoğu Projesi” ve bunun askeri uygulamaları olan “Uzun Savaş” stratejisi, 2011?de başlayan “Arap Hareketleri” ile hayata geçti. Böylece, terör madalyonun her iki yüzünde de olan ABD ve işbirlikçileri tarafından hedef ülkelerde “diktatörün kovulması” oyunu ile rejim değişiklikleri ve harita çalışmaları başladı. Yeni Ortadoğu haritası içinde bazı ülkeler bölünecek, bazıları federasyon haline getirilecek, yeni İsrail?ler ortaya çıkacak. Avrasya coğrafyasına geçiş ise İran ile başlayacak. İran ile ilgili çalışmalar şu aşamada;
- ABD Ordusu, onyıllardır İran ile savaşa hazırlanıyor. Kuvvet yapısı içinde öngörülen “geçiş ordusu” ve füze kalkanı bu amaca hizmet edecek. “Dönüşüm ordusu” ise Çin?e yönelik hazırlanıyor.

- Batılı düşünce merkezleri ve akademik çevreler uzun süredir İran ile ilgili çalışmalar yapıyor. Batı medyası, İran ile ilgili tehdit algılamasını sürekli gündemde tutuyor.

- İran ile yapılan nükleer anlaşma, bu ülkenin nükleer silah edinme çalışmalarının hızını kesmek, zaman kazanmak üzerine idi ama Trump yönetimi, bu anlaşmayı da bozacak adımlar atıyor.
- İran içindeki büyük etnik gruplar özellikle Azeri Türkler uzun zamandır ABD?nin markajında ve tıpkı Suriye?deki gibi bir iç savaşın hazırlıkları yapılıyor.
- Ortadoğu?da son dönemde gittikçe artan silahlanma çalışmaları ve Ortadoğu NATO?su ve Katar ile ilgili gelişmeler, ABD ve İsrail?in arkasında olduğu İran karşıtı koalisyonun hazırlanması ve Müslüman ülkeleri birbirine kırdırma stratejisinin bir parçasıdır.

   Çanlar İran için Çalışıyor. Bu makalede, bu savaşın olası kötü sonuçlarından çok nasıl bir savaş olacağı, askeri yönleri üzerinde duracağız. Yani elimizde yeni bir savaş senaryosu var.

Savaşın Tarafları..

1979 ? daki Devrim sonrası İran?ın ABD elçiliği personelini rehin alması (1979-1981), Irak ve Afganistan?daki gruplara yardımı, İsrail?i tehdit etmesi, Körfez?deki petrol ihracatını tehdit edecek asimetrik kuvvetler oluşturması gibi gelişmeler ABD ile arasını açmıştır. 1987-1988 arasındaki İran-Irak Savaşı esnasında ABD, İran?ın silah ve askeri teknoloji başta olmak üzere ithalat yapmasına (tanker savaşı) engel olmaya çalıştı. ABD?nin Ortadoğu?da izlediği güç dengesinin bir yanında sürekli silahlandırdığı Körfez ülkeleri, diğer yanında ise İran oldu. Suudi Arabistan, ABD?den milyarlarca dolara AH-64 Apaçi helikopterleri, M1 Abrams ana muharebe tankları ve F-15S çok rollü savaş uçakları da dâhil olmak üzere önemli miktarda askeri teçhizat aldı1. Yaklaşık 40 yılı bulan Batı silah ambargosu İran?a silah satmak şöyle dursun her türlü askeri malzeme ve teknoloji transferini engellemeye çalıştı. Bu amaçla, Rusya, Çin ve diğer silah satıcılarına baskı yaptılar. Sekiz yıl Irak ile savaşan İran, kendisini bir bölgesel güç olacak şekilde motive etti ve büyük güçlerle baş edecek bir silahlı kuvvetler kurdu. Bu kuvvet saldırıyı önleyebilir ve hem konvansiyonel hem de asimetrik güçleri caydırabilir. Bu yüzden İran ile bir savaşın sonucu büyük ölçüde belirsizdir.
İran?ın Batının konvansiyonel güç üstünlüğüne karşı tıpkı Kuzey Kore gibi sarılabileceği iki yöntem vardı. Konvansiyonel silah menzilin altında kalan “asimetrik yöntemler (terör vb.)” ve üstünden kalan “nükleer silahlar”. AK-47 Kaleşnikof otomatik tüfeği 200 m. menzili ile terörü, balistik füzeler ise 2 bin km.yi geçen menzili ile nükleer tehdidi temsil etmektedir. 2009 Yazı ve 2010 sonbaharı arası dönemde ABD ve İsrail?in arkasında olduğu Stuxnet siber saldırısı ile İran nükleer altyapı sistemine önemli zararlar verildi. İran?ın uranyum zenginleştirme programı gecikmeye uğradı. Ağustos 2011?de İran, resmen bir Siber komutanlığı kurmaya karar verdi2. ABD ve Rusya füze savunma sistemini tartışırken İran, Ocak 2011?de Hint Okyanusu?ndaki Büyük Peygamber 6 Tatbikatı?nda balistik füzelerini test etti3. Bir stratejik füze kuvveti oluşturabilmek için üç şeye ihtiyaç vardır; uzun menzilli balistik füze üretecek bilimsel ve endüstriyel yetenek, onların testinin yapılabileceği coğrafya ve vasıtalar ile gereken altyapının bekası. Bunların hepsinin İran?da olduğu son test ile ortaya çıktı. Bütün İranlı yetkililer ellerindeki füzelerin menzilinin 2.000 km.den daha uzun olmadığını, bu yüzden Avrupa ve ABD?yi tehdit etmediğini defalarca tekrar ediyorlar. Ancak, İran?ın küresel menzilli füzeler üretmesinin çok zor olmadığını pek çok uzman söylemektedir. IRBM veya ICBM gibi stratejik füzelere sahip olmak istediğinde İran füze siloları oluşturmak zorundadır. Bununla beraber, İran topraklarında bunları saklamak kolay olmayacaktır.
İran ile ilgili ABD içindeki tartışmalar hava harekâtı ağırlıklı bir askeri seçenekle, yaptırımlarla desteklenen bir rejim değişikliği senaryosu arasında gidip gelmekteydi. Askeri seçeneğin 300 m. derinlikteki beton sığınakları ne kadar imha edeceği şüphe konusu iken, rejim değişikliğinin ise nasıl bir istikrar getireceği tartışıldı. 2012 yılı içinde ABD, çeşitli ülkelere İran?dan petrol almaması için yoğun baskı yaptı. İran ile petrol ihracatı işine girişen bankaları tehdit etti. Avrupa Birliği, 1 Temmuz 2012 itibarı ile İran?a petrol ambargosu uygulamaya başlamıştı. Beklenenin aksine yaptırımlar ne İran?ın petrol ihracatını durdurdu, ne de Tahran sokaklarında bir ayaklanmaya yol açtı. İşler biraz karmaşık hale gelse de, İran çeşitli yollardan yaptırımları aştı. Bu yollardan en başta geleni çerçeve şirketlerle anlaşarak İran gemilerinin girdikleri limanda sahte bayrak ve satıcı kimliği kullanması oldu4. ABD?nin uzun zamandır hayali İran? daki rejimin askeri güç kullanımına gerek kalmadan devrilmesi ve yerine kendi çıkarlarına gözetecek bir yönetimin gelmesi idi. İran?a yönelik yaptırımlar dan asıl beklenti rejimin çökmesi idi ama yaptırımlar sadece görüşme masasında bir koz olmaktan öteye gidemedi. ABD, İran?da rejim değişikliği için sürgündeki grupları da destekledi, darbeler planladı. İran ile P5+1 ülkeleri arasında 2006 yılından beri devam eden İran?ın nükleer silah programı ile ilgili görüşmelerde taraflar, 02 Nisan 2015 günü, anlaşmanın parametreleri konusunda anlaştıklarını açıkladılar. Bu anlaşma ile yaptırımlar kalkmadı, beklemede tutuldu ve ilk ihlalde geri gelecekti. Şimdi ABD?de iktidarda olan Cumhuriyetçiler, 2018?de İran ile savaşmayı planlıyorlar.



Tablo 1: ABD-İran Savaşı’nın Tarafları

Örtülü ve Gizli kabiliyetleri olan, düzenli füze testleri yapan, ileri hava savunma sistemleri olan ve Hürmüz Boğazı-Umman Denizi ve Hint Okyanus?unda Velayat 95 gibi büyük savaş tatbikatları yapan İran, cepte keklik değildir. Bu geniş tatbikat bölgeleri İran?ın arka bahçesidir ve savaş başladığında pek çok sürpriz yaşanacaktır. İran, ABD tehdidi nedeni ile Hint Okyanusu dâhil tüm deniz yollarında savaşa hazırlanmaktadır. Ocak 2016?da iki Amerikan botu İran sularına girer girmez yakalandılar ve Amerikalı Komutanlar askerlerini İran televizyonunda diz çökmüş olarak gördüler. İran, teknoloji dezavantajını sosyal boyutları olan bir strateji ile dengelemek niyetindedir. Bu strateji, Amerikalıların kendi ulusal çıkarları tehlikede olmadığında uzun süre savaşa angaje olamayacaklarını hesaplamaktadır. 

ABD? nin İran stratejisi Suudi ailesinin iktidarına son verecek yıkıcı faaliyetleri de kapsamaktadır. İran, Sudan?ı gizli silah deposu olarak kullanmakta, buradan Mısır üzerinden Gazze ya da Mağrip?e silah göndermektedir. Suriye?de Hizbullah savaşçıları ile Esat?ın kalması için savaşıyor. Bahreyn?de asimetrik savaş taktikleri kullanıyorlar. İran şimdilik bir dönüşüm peşinde değil, sadece statükoyu korumak istiyor. İran düşmanı Sünni kanat ise İran-Irak-Suriye-Lübnan hilaline karşı S.Arabistan-Bahreyn-BAE-Katar-Kuveyt ve Umman kanadı İran?ın Akdeniz?e uzanmasına mani olmaya çalışıyor. İran, Sünni kanadın en zayıf halkası ve en küçük Körfez ülkesi olan Bahreyn?de muhalefete önemli destek veriyor.

ABD savaş mekanizması 30 yıldır İran ile savaş için bir ordunun geliştirilmesi için çalışıyor. ABD, uzun süreli bir savaşa zamanı olmadığından daha doğrudan yolları seçmektedir. İran?ı nükleer silah edinmekten alıkoymak için tek yolun savaş olduğu düşünülüyor. Amerikalılar, savaş oyunlarında muhtemel muharebeleri simülasyon ile test ediyor ve kabiliyetler canlı ateş tatbikatlarında deneniyor. Savaşı idare edecek Amerikan Merkez Komutanlığı?nın (CENTCOM) ulaştığı sonuçlardan biri şu5; “ABD, İran?ı asimetrik savaş oyunlarında yenebilir ancak, aldatılmazsa veya işini iyi yaparsa”. ABD Silahlı Kuvvetleri?nin 2002 yılında yaptığı harp oyununda (Millennium Challenge), İran?ı oynayan grup farklı asimetrik yöntemler denemişti. Örneğin ABD?nin elektronik gözetleme sistemini aşmak için cepheye motosikletli haberciler gönderildi, II. Dünya Savaşı?nda kullanılan sinyal haberleşmesi yöntemleri kullanıldı. Böylece, 16 Amerikan savaş gemisi ve deniz kuvvetlerinin önemli bir kısmı imha edildiği görüldü. ABD?nin karaya çıkması için İran hava savunma sistemlerinin imha edilmesinin şart olduğu anlaşıldı. Hürmüz Boğazı?ndan 1976-2010 arasından geçen 8 trilyon dolarlık petrolün %10?u ABD?ye, %20?si Japonya?ya, geri kalanı ise en çok Çin, Hindistan ve Güney Kore?ye gitti. Amerikalılar deniz yolunu korumak yerine çok daha az bir masrafla bir boru hattı döşeyerek, petrolü çekebilirler ama amaç güzergâh emniyeti değil, İran petrolleri. Ortadoğu? daki petrolün %24?ü Suudi Arabistan?ın, %12?si Irak?ın, %8?i Kuveyt?in elindedir. Şimdi sömürü alanına %16 payı olan İran eklenmek isteniyor.

ABD-İran Savaşı Kriz Yönetimi.,

Arap NATO?su Suudi liderliğinde İsrail birlikte İran?ı vurmak için kurgulanmaya çalışılıyor. Batılı ülkeler kadar Körfez başkentleri de, Şam ve Moskova?ya Suriye?den İran?ı çıkarmalarını fısıldıyor. Trump, seçim öncesi Ortadoğu?da ABD?nin 6 trilyon doları boşa harcadığını söylemişti ama İran için seçenekleri çok sınırlı; yaptırımlar işe yaramıyor, bölgede İran değil ABD izole oluyor, bozucu faaliyetler (renkli devrimler, propaganda, siber savaş vb.) İran sınırlarından içeri girmiyor. ABD-İran çatışması ani bir kaza veya kriz ile başlayabileceği gibi büyük olasılıkla Batının planlı ve gittikçe şiddeti artan bir kriz yönetimi ile tırmandırılacaktır. Konvansiyonel savaş için büyük bir İran provokasyonu gerekli ki, BM Güvenlik Konseyi?nden bir karar çıkarsın. Bu provokasyon tuzağına İran?ı düşürmek için deniz yolları üzerinde bir saldırı komplosu düşünülüyor. Her gün birbirine çok yakın geçen bu gemilerin arasında bir olay çıkması ve gerilimin tetiklenmesi çok zor değil. İşin komik yanı ABD Savunma Bakanı James Mattis yakın zamanda bunu denedi ama İranlılar Amerikalı askerleri gemilerine alıp, geri gönderdiler. İran bir muz cumhuriyeti değil, bu yüzden daha saldırgan bir yöntem denenecek.

Donald Trump, başkan seçilir seçilmez İran?ı 29 Ocak 2017 tarihinde yaptığı balistik füze testinden dolayı ateş ile oynamakla tehdit ederek, bütün seçeneklerin masada olduğunu açıkladı. Trump, İran?ı hedef alırken, ona IŞİD ile mücadelede ve Irak içindeki istikrar için ihtiyacını unutmuş davrandı. ABD, bölgede İran ile gireceği bir vekilli savaşı kazanamayacağını biliyor. Ancak, İran özel kuvvetlerinin tamamını terörist örgüt kabul ederek kendini Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen?de büyük riske sokuyor. Tahran ise Trump?ın tehdidine Körfez?de askeri tatbikat yaparak cevap verdi. Trump yönetimi bununla kalmayıp, İran?ı provoke etmek için yeni yaptırımlar başlattı. İran?a göre, BM GK 2231 (2015) sayılı kararı balistik füze testlerini yasaklamıyor. Gelişmeler üzerine İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İran?ın davranışının cezasız kalmayacağını söylerken, İngiltere Başbakanı Theresa May İsrail?e destek verdi. Bu savaşta, ABD için Rusya?nın desteği ve müdahalesinin önlenmesi en kritik kriz yönetimi sorunlarından biri olacaktır. Dış politikada baskıyı sevmeyen Ruslar, her an kendi planları için harekete geçebilir, Suriye?de olduğu gibi oyunu bozabilirler. Trump?ın başından beri Ruslara olan yakınlığı ve beklentisi küresel konularda özellikle İran konusunda alacağı desteğe yöneliktir. ABD, Rusları ürkütmeden İran ve Kafkasya?ya sızmaya çalışmaktadır.

İranlı Kürtlerin bu savaşı bağımsızlık için bir fırsat olarak göreceklerinden emin olan ABD, onları Irak sınırına komşu bölgelerin kontrol edilmesinde kullanmayı planlıyor. Afganistan sınırında ise 2001?de Taliban?a karşı ABD?ye yardım eden Tacik gruplardan istifade edilecek. Türkiye?nin Kürt gruplara hassasiyeti bilindiğinden İran Azerbaycan?ında bir görev ile telafi edileceğiz. Tabii bizden önce Suriye?de olduğu gibi Ruslar gelip yerleşmezse ya da „çıkın? demezse. ABD, Körfez ülkeleri ve Mısır?ın koalisyonda yer alacağını düşünüyor. ABD unsurları karaya çıkıp, belirli bir bölgeyi kontrol altına aldığında; İran, gönüllülerden oluşan Besiç unsurları ile gerilla savaşı başlatacaktır. Quds kuvveti unsurları ise diğer ülkelerdeki (Irak, Suriye, Afganistan, Bahreyn, Lübnan ve Yemen) Amerikan hedeflerine saldıracaklardır.

ABD Kara Kuvvetleri, Irak ve Afganistan?ı kontrol etmek için müttefikler bulmuştu. Yaklaşık 80 milyonluk İran?ın zor coğrafyasının tamamını kontrol etmek çok pahalı çünkü çok fazla sayıda personel ve kaynak ayırmak gerekiyor. Bu masraf, 10 yılda Irak ve Afganistan?a harcanandan çok daha fazlasını gerektiriyor. Bu yüzden, ABD Kara Kuvvetleri?nin Hürmüz Boğazı bölgesi, İran-Irak sınırı boyunca ve İran?ın petrol bölgesi olan ve genellikle Kuzistan eyaletinde kullanılması düşünülüyor. Körfez ülkelerinin hemen kuzeyinde olan Kuzistan, genellikle Şii Arapların yaşaması nedeni ile bazen Arabistan olarak adlandırılıyor. Bu nedenle, 1980?deki savaş esnasında Irak?ın ana hedefi olmuştu. Kuzistan, İran?ın ekonomik kalbi ve ülkenin geri kalanından en büyük dağ grubu olan Zağros Dağları ile ayrılıyor. Amerika, burayı kontrol ederek hem yüksek araziden faydalanmayı hem de hava üstünlüğünü sürdürmeyi ve daha önemlisi petrole el koymayı hesaplıyor.

İran?ın öngöreceği barış koşulları şu şekilde öngörülebilir; bütün Batılı güçlerin bölgeden ayrılması, Suudi petrol ve gaz üretiminin azaltılması, Hürmüz Boğazı?ndan geçen tankerlerin İran?a geçiş ücreti ödemesi. İran, böylece Suudi Krallığı?na ve Körfez İşbirliği Konseyi?ne gerekli darbeyi vuracağını düşünmektedir. İran, Körfez Savaşı?na bakarak yabancı güçlerle işbirliği yapan ülkeleri sonuçlarına katlanmakla tehdit etmektedir. Bu kapsamda, elindeki seçenekler çok sınırlı olmakla birlikte; kitle imha silahı kullanmak, petrol ve doğal gaz hatlarını bombalamak ve özel savaş ile caydırmak olabilir. 

Bu arada İran?ın İsrail?e bir nükleer silah saldırısı söz konusu olabilirse de İranlı liderler ABD-Arap koalisyonunu zayıflatmak için böyle bir saldırıya gerek olmadığını düşünmektedir.




Tablo 2: ABD-İran Savaşı Kriz Yönetimi

Savaş bittikten sonra bile istikrarsızlık uzun sürecek ve göçmen sorunu durumu da daha da kötü hale getirecektir. Dış ülkelerden akın edecek Sünni İslamcı gruplar, durumu fırsat bilerek kendilerine kontrol bölgeleri oluşturacaktır. İran topraklarının tamamının kontrol edilmesi zor olduğu için denetim dışı bölgeler ve hala rejimin kontrolünde kalan bir bölge ortaya çıkacaktır. İran hükümeti bu bölgede nükleer kabiliyetlerini toplayabilir, geliştirebilir. Eğer İran rejimi devrilirse, Batının ülke inşası çalışması Irak ve Afganistan?dakinden çok daha zor olacaktır. Her an çatışmalarının tırmanmasına müsait dinamik kriz bölgeleri ve karşı saldırılar beklenmedik ciddi sonuçlar doğurabilir.

Savaş Planları..

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından 2004 yılında hazırlanan senaryolardan biri İran (Scenario: The “Streetfighter” State) ile ilgili idi. Bu senaryoya göre; İran, muhtemelen Irak?ın düştüğü yanlışa düşmeyecek ve ABD ile doğrudan çatışmaya girmeyecekti. 1970?lerin sonundan beri İran, ABD?nin Ortadoğu?daki pozisyonuna karşı başarılı, doğrudan ve konvansiyonel olmayan yaklaşımlar sergiledi ve Vietnam?ın ABD?yi dize getirdiği stratejiyi izledi. Senaryoya göre; İran saldırıları başlangıçta terör ve yıkıcı faaliyeti merkeze alan düşük yoğunluklu ve muğlak bir görünümde olacaktı. İran, bugün de ABD liderliğinde bir koalisyon saldırısına karşı kanlı ve uzun bir savaşa hazırlanmaktadır. Bu savaş, konvansiyonel savaş ile ülke rejimine karşı ayaklandırılan direniş gruplarının bir karşımı yani modern adı ile “melez savaş” olacaktır. ABD, bu savaşta İran?ın nükleer silah ve balistik füze kullanımını önlemek üzere füze kalkanı projesini geliştirdi. İşin aslı füze kalkanı, ABD kendi gemilerinden ve uçaklarından İran?ı vururken, onun karşı koymasını engelleyecek bir teknolojiyi hayata geçiriyor.

Biraz da yeni savaş konseptlerinden bahsedelim. Rusların “Gerasimov Doktrini” karşısında Amerikalılar; ayaklanma harekâtı içinde konvansiyonel savaş taktikleri geliştirmeye başladılar. Ukrayna?da olduğu gibi Rusya?nın ayaklanma çıkarıp, örtülü işgal uyguladığı bölgeler için yeni bir savaş konsepti ürettiler; “Kurulu Manevra (Mounted Maneuver)”. Kurulu manevra, çok uzak bölgelerden ayaklanma bölgelerinde yürütülecek çeşitli çatışma senaryolarının kullanılmasını öngörmekte ama hedefinde konvansiyonel mekanize güçler bulunmaktadır. Diğer bir konsept “Birleşik Silah Manevrası ve Geniş Alan Güvenliği” oldu. Bu konsept; yakın coğrafyada daha fazla öldürücü silahla düşmana angaje olmayı öngörüyor6. Bütün bunlar uzay-hava-kara ekseni içinde istihbarat ve operasyonel unsurların uyumlu çalışmasını, hedef tespitini ve etkili ateş sistemlerini gerektiriyor. Temel mantık şu; “hareket ettiğinde temas kurmalısın, ateş ettiğinde öldürmelisin, doğrudan ve dolaylı (topçu gibi) ateşleri koordine etmelisin, acil durumlarda uçakları çağırmalısın”. Bu yüzden, tatbikatlar gerçek mermilerle ve canlı olarak yapılıyor, başarılamayanlar yeniden test ediliyor. Bir muharip tabur için bir kere hareket ettiğinde 620 km. içinde düşmanla temas edip, sonuç alması bekleniyor.


Harita 1: İran Etrafındaki Amerikan Üsleri

Uydu, uçak, helikopter, tank, topçu, drone, ağ teknolojileri, hava savunma, roket, füze, havan bir orkestra gibi senkronize edilerek, tek bir amaca yönlendiriliyor; düşmana üstün gelmek. Buradan çıkarılacak ders; eğer kendi ulusal teknolojisine bağlı uzay sistemleriniz ve siber ağınız yoksa büyük güçlere üstün gelmeniz çok zor ancak asimetrik çözümler üretebilirsiniz. Modern savaşta üstünlüğü sağlayan en önemli güç çarpanı GPS tarafından yönlendirilen uçak, muharip unsur, akıllı mühimmat, topçu ve roket sistemleridir. Örneğin 155 mm.lik Excalibur topçu silahı ile 30 km.den daha fazla menzildeki hedefleri GPS güdümlü olarak vurmaktadır. 70 km. menzili olan Yönlendirmeli Çoklançerli Roket Sistemi (GLMRS7) ise Afganistan?da Taliban?a karşı kullanıldı. Geleceğin değil, bugünün savaşları için Drone?lar ile ilgili yeni taktik ve teknikler geliştirili yor. Teknolojinin keskin uçları kullanılarak her tür düşmanın çok uzak mesafelerden tam isabetle vurulması isteniyor.

İran?ın savaşın başlangıcındaki ilk askeri hedefi, Hürmüz Boğazı?nı kontrol etmektir. Körfez?deki sekiz ülke içinde İran, diğer yedi ülkeden iki katı kadar olan uzun sahile sahiptir. Hedef dünya petrolünün %40?ının geçtiği İran Körfezi?ne gelecek Amerikan savaş gemilerini vurmaktır. İran, Pekin gibi özellikle gemilere karşı hassas güdümlü füzeler edinmektedir. İran?ın muhtemel savaş planı; balistik ve cruise füzelerinin dağıtılmasını, Hürmüz Boğazı?nın mayınlanmasını ve denizaltılarının burada devriye gezmesini öngörüyor. Gemilere karşı füze bataryaları, yaklaşan ABD gemilerini hedef alacaktır. 

Anti-gemi füzeleri ile donatılmış İran hava gücü ise ülke içinde dağıtılmış bekleyecektir. İran komuta kademesi derin yeraltı sığınaklarına girecek ve haberleşme fiber optik kablolar veya abone olunan uydu servisi, keşif hizmeti Rus uydularınca sağlanacaktır.

ABD ordusuna göre, İran ile savaşta Tahran?ın stratejisi, Çin?e benzer şekilde, ABD?nin bölgeye giriş ve önlenmesi (A2/AD8) ile ilgili kabiliyetlere odaklanmaktır. İran?ın ABD?nin Körfez?e girişini önlemek için terör ve nükleer dâhil kitle imha silahlarını kullanması bekleniyor. ABD ise 2011 yılından beri Hava-Deniz Muharebesi ya da şimdiki adı ile JAM-GC veya 3. Offset Strateji?yi geliştiriyor. ABD ve bölgesel koalisyon üyelerini pek çok zorluk beklemektedir. İran Ordusu, ABD?nin kullanacağı her liman ve havaalanına saldırma emri almıştır. Bu saldırı önleyici nitelikte ABD kuvvetleri gelmeden de yapılacaktır. Nükleer, kimyasal veya biyolojik savaş başlıklı füzeler kullanılacaktır. Füzeler ve hava saldırıları ile desteklenen bir konvansiyonel taarruz da söz konusu olabilir. İran, denizden doğrudan bir angajmana niyet etmemekte ve deniz kontrolü yerine karşı koymaya hazırlanmaktadır. Üçüncü tarafların ticari uyduları vasıtası ile ABD kuvvetlerinin deniz intikallerini izlemeye çalışacaktır. İran, elektronik savaş imkânları ile de uydu ve yer istasyonlarını etkisiz hale getirmeyi planlamaktadır. İran, ABD?nin uzun menzilli vuruşlarına ve açık denizdeki unsurlarına karşı koyacak vasıtalara sahip değildir. Bu nedenle, ABD güç projeksiyonuna karşı özellikle Hürmüz Boğazı etrafında modern dizel denizaltılar, mayın bariyerleri kullanarak intikalleri yavaşlatabilir veya kanalize edebilir. Bir ihtimal ise uçak taşıyıcılar gibi derinlikteki hedeflere karşı uzun menzilli uçaklar ve füze grupları kullanmasıdır. İran ile İsrail arasındaki füze uçuş süresi 10 dakikadır. Bu yüzden, ABD işgali karşısında İran?ın nükleer bir karşılık ile misilleme kabiliyetinin yok edilmesi önem taşıyacaktır.

Savaş Nasıl Olacak?

ABD savaşa İran?ın derinliğindeki stratejik hedefleri bombalayarak başlayacaktır. İran bu hedefleri çok iyi koruyacak veya esirlerle kalkan oluşturacaktır. ABD savaşa denizden atılan cruise füzeleri ve hava saldırıları ile başlayacak, bunun için iki uçak gemisi ve stratejik bombardıman kabiliyetleri ile İran?ın önemli sanayi ve askeri altyapısını hedef alacaktır. Altyapıdan sonra İran?ın silah sistemleri ve kuvvet yığınakları vurulacaktır. Hava harekâtı, yoğun insansız hava aracı (drone) saldırıları ve özel kuvvetler operasyonları ile desteklenecektir. Uçak filoları, özel kuvvet timleri, önleyici füze halkaları (füze kalkanı) ve tüm uçak gemisi saldırı grupları; drone?lar, gözetleme sistemleri, tanker uçakları ve diğer lojistik birimler tarafından desteklenecektir. 

   B-2?ler tarafından atılacak (beton ve kaya) delici patlayıcılar, nükleer silah mevzilerine ve yer altı tesislerine karşı kullanılacaktır. Uzaya dayalı kabiliyetler, İran hava savunması (S-300 gibi) hassas hedefleri arayacaklardır. İran?ın nükleer tesislerini korumak için kullanacağı kara-hava savunma sistemleri yok edilecektir. Nükleer silahlar hedef alınmadan önce İran?ın hava savunma sistemi çökertilecektir. İran, cruise füzeleri ile vurulmadan önce ABD Deniz Kuvvetleri Hürmüz Boğazı?nı açık tutmayı sağlayacaktır. Katar?daki Amerikan hava üssünde bulunan X-band radar istasyonu, ABD savaş gemilerini hedef alacak İran füzelerinin izlerini 4 dk. içinde tespit edecektir. 

   Bu füzeler; Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE?de konuşlu Patriot?lar ve Yüksek İrtifa Hava Savunma Terminali (THAAD9) tarafından vurulacaktır10. Füze saldırıları, ABD deniz kuvvetleri cruise füzeleri ve füze kalkanı savunma sistemi (Aegis) taşıyan destroyerler tarafından desteklenecektir.

ABD için savaşın en zor kısmı İran?ın Hürmüz Boğazı ve karaya çıkışını önlemesi kadar, artan hava savunma kabiliyetleridir. İran kuvvetlerine fazla yaklaşırlarsa veya sürpriz bir saldırı ile karşılaşırlarsa çok kayıp vereceklerini düşünüyorlar. İran?ın özellikle mayınlar, drone?lar, sahil radarları, askeri gemiler ve sivil vasıtaları etkin olarak kullanarak Amerikan gemilerini hedef alacağı hesaplanıyor. İran, Hürmüz Boğazı?nı korumak için muhtemelen deniz tecrit sistemleri kullanarak, ABD deniz vasıtalarını belirli pasajlar içinde imha etmek isteyecektir. Hürmüz Boğazı?nı kapatmak için bol mayın özellikle akıllı mayınlardan istifade edecektir. Bu tür mayınları yüzey gemileri kadar denizaltılardan örtülü olarak da yayabilecektir. Bu yüzden ABD, öncelikle Hürmüz Boğazı?ndaki sistemleri (özellikle hedef istihbaratı yapan sahil radarları, insansız hava araçları, yüzey vasıtaları ve denizaltılar) yok etmeye odaklanacaktır. İran denizden çok karada konuşlu ve kamufle edilmiş füze sistemlerini tercih edecektir. İran, yüzey gemilerini kısa menzilli gemi-savar füzeleri ile donatacaktır. Ayrıca, kısa menzilli füzeler ve özel kuvvetler de bölgedeki Amerikan askeri altyapısını hedef alacaktır. Büyük hedefler ve şehirler için ise uzun menzilli füzeler kullanılacaktır. ABD?nin füze üslerine saldırıları karşısında çok miktarda sahte hedef ve yem kullanacaktır. İran?ın Hizbullah ile İsrail?e roket saldırısı, Gazze?de ise Hamas ile füze saldırı yapması beklenmektedir.

Savaşın başlangıcında Amerikalılar, İran?ın C4ISR11 ağını hedef alacaklardır. Bunun için uzun menzilli bombardıman, denizaltı savaşı, elektronik savaş ve saldırgan siber saldırılar ile İran?ın erken ikaz radarları, deniz gözetleme sistemleri ve komuta-kontrol tesisleri vurulacaktır. İran?ı sabit sensörleri ve komuta kontrol bağlantılarına karşı; sabit üsler, SSN ve SSGN?lerden isabet güdümlü silahlar kullanarak kinetik bir bombardıman dalgası oluşturulacaktır12. 

Amerikan özel kuvvetleri ise bu bombardımanları takviye etmek üzere, fiber optik ağlar gibi vurulması zor hedeflere yönlendirilecektir. İran, C4ISR şebekesi ve hava savunmasının çökertilmesi ile ABD hava ve deniz kuvvetleri İran mobil radarları ve komuta-kontrol sistemlerini hedef alacaktır. ABD uzay kabiliyetleri ve uydular, İran?ın terör şebekeleri yanında hassas yer istasyonlarını hedef alacaktır. Körfez ülkelerinin de korunması için İran?ın elindeki tüm füzelerin bir an önce vurulması sağlanacaktır. İki uçak gemisinin her birinde bulunacak 90 uçak ile İran?ın yaklaşık 10 balistik füze üssü ve 20 kadar füze üretim tesisi ile 20?den fazla füze atma bölgesi hedef alınacaktır. İkinci hedef grubunda petrol rafinerileri, enerji hatları, askeri üsler, yollar ve köprüler olacaktır.




Resim 1: ABD Uçak Gemisi USS Ronald Reagan İran Körfezi’nde

İran askeri gücü, reaktörleri ve fabrikaları genellikle nüfusun yoğun olduğu yerlere konuşlanmıştır. ABD hava taarruzları başarılı olup, İran?ın özellikle uzun menzilli karşı koyma kabiliyetleri yok edildiğinde sıra kara harekâtı için giriş bölgeleri oluşturmaya gelecektir. İran bu dönemde Irak gibi koalisyon kuvvetlerine saldırmayacak ya da savunma pozisyonu almayacaktır. Bunun yerine konvansiyonel olmayan, özel bir savaş (su kaynaklarının yok edilmesi, fabrikaların imhası, zehirli kimyasalların kullanılması, petrol kuyularının patlatılması vb.) başlatılacaktır. İran kuvvetleri küçük, bağımsız gruplar halinde hareket edecek ve ABD derin hava taarruzlarını boşa çıkarmak için üs bölgelerini terk edeceklerdir. İran?ın amacı, ABD zayiatını artırmak ve koalisyonun dağılmasını sağlayacak kadar kan akıtmak olacaktır. İran kuvvetlerini korumak ve sürpriz konvansiyonel olamayan saldırılar için tarafsız komşu ülkelerin topraklarından da istifade etmeye çalışacaktır. Koalisyon kuvvetleri ülkeyi işgal ettikçe kendini daha fazla gerilla savaşı içinde bulacaktır. İran?ın ümidi ABD ve koalisyonun savaşın sonunda bir zafer olmayacağına inanması ve çatışmaların kolayca ve kısa sürede bitmeyeceğini görmeleridir.

Devam eden hava harekâtı süresince İran, özellikle hava savunma kabiliyetleri nin menzili dâhilin de bazı ceplerde hava üstünlüğü kurmaya çalışabilir. 

Bu özellikle, üslerinden birkaç yüz km. uzakta olan ABD uçakları için yeterli yakın hava desteği olmadığında sorun olabilir. İran, bu amaçla mobil SAM kabiliyetleri kullanabilir. SAM operatörleri radar emisyonlarını kontrol etmek için sık sık yer değiştirebilir ve ani SAM pusuları kurabilir. Uçaklarının erkenden imha olmasını önlemek için bazılarını iyi korunan sığınaklarda saklayabilir. Buna karşılık ABD, görünmezlik teknolojisine başvurabilir, radarların tespitini önlemek için elektronik savaş sistemlerinden istifade edebilir. ABD, İran?ın nükleer programını imha etmek için öncelikle hava savunma ağını B2 bombardıman ve diğer uçaklar ile hedef alacak, bunun için isabet güdümlü ve /veya betonu delen tipte mühimmat kullanacaktır.




Harita 2: İran’ın Eyaletleri

İran, ülke dışındaki gayri nizami kuvvet ağları ile ABD hedeflerine saldıracaktır. Bu savaşta sürpriz etkisi göz ardı edilmemelidir. Örneğin, İran?ın Körfez bölgesinde sürpriz bir kitlesel saldırısı kendisine önemli avantaj sağlayabilir. 

Bu amaçla, sahil radarlarını, insansız hava araçlarını ve sivil vasıtaları istihbarat amaçlı olarak kullanırken, yüzey vasıtaları ile ABD?nin deniz hedeflerini yoğun roket ve füze saldırısı düzenleyebilir. Böylece füze kalkanının alt yapısı olan ABD deniz kuvvetlerinin AEGIS muharip sistemi, kinetik (yakın destek ve füze) sistemlerini ve mayın döşeme kabiliyetlerini boşa çıkarabilir. İran?ın kıyıya konuşlu ASCM ve Klub-K füzeleri sivil vasıtalardan atılarak bu saldırıları takviye edebilir 13. 

İran?ın Taarruzi deniz patlayıcı platformları Deniz trafiğini engelleyebilir. İran bunlarla birlikte kısa menzilli balistik füzeler (SRBM) ve vekil gruplar (Hizbullah) veya Quds Kuvvetleri kullanarak ABD havaalanları, üsleri ve limanlarına saldırılar düzenleyebilir. İran, elindeki füzeler daha az isabetli olsa da ABD ve müttefiklerinin füze savunmasını, radar ve C4 noktalarını hedef alacaktır.

Türkiye İçin Sonuçlar..

     ABD, İran Coğrafyasına yerleşerek sadece Asya-Pasifik?in değil Orta Asya?nın kaynaklarına da rahatça el atabilir. Bunlar olurken Suriye?de Rusya da seyirci kalmayacak, İran?ın kuzey kuşağına yerleşerek, kendi etki bölgesini kurmaya çalışacaktır. 

    İran Petrolüne el atılması, Çin?in ana enerji kaynağının kontrol altına alınması demektir. Türkiye ise İran ile en istikrarlı sınırlarına sahiptir ve komşu ülkenin istikrarsızlığı bizim değil, petrol hırsızı Batılı ülkelerin hedefidir. Eğer Türkiye; Irak ve Suriye?de olduğu gibi İran konusunda da ABD?nin tuzağına düşerse, Büyük Kürdistan?ın diğer parçasını da elimizle kurdurmuş olacağız. İran coğrafyasına her yönden gelecek cihatçı gruplar yani El Kaide ve IŞİD türevleri dolacaktır. Böylece ABD ve Rusya, İran?da sürekli kalmak ve çevre coğrafyalara uzanmak için kendilerine (terörle mücadele) meşruiyet örtüsü sağlayacaklardır. Kuzeydeki Azeri Türkleri ise bugünkünden çok daha kötü koşullarda yaşayacak, göç ettirilecektir. Hâlbuki İran?ın bölgede güçlenmesi Türkiye?nin lehine, çünkü Ankara?nın tersine İran?ın Barzani ve ABD ile göbek bağı yok ve bir Kürt devletine asla müsaade etmez. İran?da rejim bir devrim ile değil, ancak evrimle değişebilir. Bugün, İran nüfusunun çoğunluğunu devrim sonrası doğanlar oluşturuyor. İran; genç, iyi eğitimli, şehirli ve modern bir toplum olarak modern dünyada hak ettiği yerini almak istiyor. Ortadoğu?da silahlanma yarışı ve nükleer silah heveslerinin bitmesi ancak, Batılı güçlerin bu coğrafyadan çıkması ve bölge ülkelerinin kalıcı bir barışın temellerini birlikte atması ile mümkündür. Türkiye-İran ile ilişkileri son yıllarda oldukça büyük hasarlar almıştır ve bu hasar bir an önce onarılmalıdır.

ABD-İran Savaşı?nın en önemli dönemeçlerinden birisi Türkiye?nin bu savaşa ikna edilmesi olacaktır. Artık, Suriye ve Irak?ta olduğu gibi başkalarını şeytanlaştırarak kendi çıkarlarını bize dayatanların oyunlarına alet olmamalıyız. Türkiye, bundan yüz yıl önce Ortadoğu haritası çizilirken Şerif Hüseyin?in düştüğü Sünni Arap Krallığı tuzağına düşmemelidir. İran coğrafyasının dağılması Şiiliğin sonu değil, hiç bitmeyecek mezhep savaşlarının tüm İslam coğrafyasını kana bulamaya devam etmesi sonucunu verecektir. Her zaman olduğu gibi ABD?nin bu savaştaki tüm hukuksuzluklarının ve cinayetlerinin arkasında kendi halkına anlatacağı iki kelime saklı olacaktır; “Amerikan çıkarları”. Ancak, bu çıkarlar Ortadoğu?da hiçbir zaman Türkiye ile örtüşmemektedir. Bu yüzden ABD, Türkiye?nin askeri kabiliyetlerinin sınırlı düzeyde tutulması; siber, elektronik savaş, hava savunma ve füze kabiliyetlerinin kendi tekelinde olmasına dikkat etmektedir. Türkiye?nin bulunduğu coğrafyada artık büyük güçlerin arkasına saklanma dönemi çoktan geçmiştir. Üstelik ülkemizin çıkarlarının önündeki en büyük engel olan ABD ile de bir savaş senaryosu yapmamızın, gerekli dersi vermenin zamanı da gelmiştir. Batılıların size verdiği silahlarla ancak onların istediği türden ama modası geçmiş araçlarla bir savaş yapar ve kazanamazsınız. Öte yandan, günümüzün savaşlarına hazırlanmak için sadece silah ve araç almanız yetmez, yeni bir savunma kültürü ve savaş konsepti de gerekiyor. Afganistan ve Irak savaşları; küçük grupları izleyecek, taarruz edecek ve öldürecek muharip unsur ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Buradan Türkiye?ye çıkacak ders, PKK ve YPG ile mücadele için ülke içinde karakollarda beklenmemeli, sınır ötesi için proaktif stratejiler izlenmelidir. Bunun için konvansiyonel olmayan unsurlar ve konseptler kullanılmalıdır. Geleceğin savaşları tamamen konvansiyonel olmayacak, melez savaşlarda düzenli ordular vekil güçler ile birlikte şehir içlerinde de savaşacaktır. Türkiye, ABD?nin değil, kendi oyununun aktörü olmalı, gerçekçi savaş senaryolarına hazırlanmalı, buna uygun ulusal kuvvet ve kabiliyetler geliştirmelidir. Bunlar sık sık konvansiyonel ve ayaklanmaya karşı koyma tatbikatlarında denenmeli ve sürekli geliştirilmelidir. Ordumuzun diğerlerine üstünlük sağlayacak kuvvet çarpanları olmalıdır. Bunun için de sağlam bir liderlik ve vizyon sahibi liyakatli komutanlara ve savunma uzmanlarına ihtiyaç var.

DİPNOTLAR;

1 Anthony H. Cordesman, Alexander Wilner. U.S. and Iranian Strategic Competition: The Gulf Military Balance, CSIS, (Nov 2, 2011). 
   http://csis.org/files/publication/111102_Iran_Gulf_Military_Balance.pdf
2 Ilan Berman, Iranian Cyberwar, U.S. Must Prepare for Possible Confrontation, Defense News, (11 September 2011).
3 Uzi Rubin, Iran's Steady March to Global Missile Clout, Defense News, (15 August 2011).
4 Reva Bhalla, Negotiations Behind U.S. Sanctions Against Iran, Stratfor, (July 3, 2012).
5 Sharmine Narwani, The Dangerous Reality of an Iran War, American Conservative, (March 15, 2017).
6 Kris Osborn, How the U.S. Army Plans to Go to War Against Russia, China and Iran (Their Weapons, That Is), Scout Warrior, (February 13, 2017).
7 GMLRS: Guided Multiple-Launch Rocket System.
8 A2/AD: Anti-Access/Aerial-Denial.
9 THAAD: Terminal High Altitude Air Defense.
10 Alex Gorka, US, Iran on Brink of Armed Conflict: War Scenario and Consequences, Strategic Culture, (February 8, 2017).
11 C4ISR: Command, Control, Communications, Computer, Intelligence, Surveillance, Reconnasiance.
12 Harry J. Kazianis, How the U.S. Military Could Strike Iran, Center for the National Interest, (April 10, 2017).
13 Harry J. Kazianis, How Would Iran Attack America? Center for the National Interest, (April 10, 2017).



***

23 Mart 2020 Pazartesi

ABD'nin çekilme kararı ve Suriyedeki etkileri

ABD'nin çekilme kararı ve Suriyedeki etkileri




Oğuz Çelikkol
ocelikkol@hurriyet.com.tr
25 Aralık 2018


ABD Başkanı Trump’ın bazıları tarafından çok anı olarak nitelendirilen Suriye’den çekilme kararının Suriye sorunu üzerinde çok önemli yansımaları olacağı açık. ABD’nin askeri gücü tarafından desteklenen Suriye Demokratik Güçleri halen Suriye’nin %30 ila %35’ini, yani ülkenin 1/3’ini kontrolü altında bulunduruyor.

Suriye Demokratik Güçleri adı altındaki bu milis güçlerinin temelini ise Türkiye’nin PKK’nin Suriye uzantısı olarak kabul ettiği PYD/YPG oluşturuyor. 

Diğer bir deyişle bugün PKK, ABD’nin sağladığı destekle, Suriye’nin 1/3’ini kontrolü altında bulunduruyor. Türkiye ile ABD arasında Suriye’deki en büyük sorun da esasen buydu. Vaşington’un PKK’nin Suriye uzantısı olan terörist bir örgütü askeri ve siyasi açıdan desteklemesi, eğitmesi ve silahlandırması.

Şimdiye kadar ABD bunu DEAŞ ile mücadele gerekçesiyle yapıyordu. 


Başını Pentagon’daki (ABD Savunma Bakanlığı) bir grubun çektiği Waşington’daki bazı odaklara göre DEAŞ ile mücadele ABD’nin Suriye stratejisinin temeliydi ve bu mücadele için işbirliği yapılacak yerel en uygun güç ise PYD/YPG idi. 

Bu çerçevede, PKK’yi terörist bir örgüt olarak tanıyan ABD, PYD/YPG’nin PKK ile (kendilerince de çok iyi bilinen) bağlarını, NATO müttefiki bir ülkenin topraklarında terör faaliyetlerinde bulunmasını önemsemiyor, aldırış etmiyordu.


Diğer bir deyişle Vaşington’daki bazı çevreler bir terör örgütüyle (DEAŞ’la) mücadeleyi diğer bir terör örgütüyle (PYD/YPG) yürütmede hiçbir sakınca görmüyor, Türkiye’nin itirazlarını ise “oyalama taktikleriyle” geçiştirmeye çalışıyordu. Daha da kötüsü son dönemlerde, Ankara’dan gelen Doğu Suriye’de askeri bir operasyon sinyalleri üzerine, ABD’nin PYD/YPG’yi Türkiye’ye karşı korumak amacıyla harekete geçtiğini gösteren işaretler artmış, Türkiye ile ABD’nin Suriye’de karşı karşıya gelmesi tehlikesi ortaya çıkmış, Türkiye-ABD ilişkileri ciddi bir tehdidin altına girmiş gibi gözüküyordu.

Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararı bu tabloyu değiştirmiş, her şeyden önce Suriye’de Türkiye-ABD çatışması tehlikesini ortadan kaldırmıştır. 
Başkan Trump kararını açıklarken DEAŞ’ın yenilgiye uğratıldığını ve artık ABD’nin Suriye’de asker bulundurmasına gerek olmadığını belirtmiştir. 
Başkan Trump’ın açıklamasında, daha önce ABD’li yetkililerce Suriye’de asker bulundurmak için gerekçe olarak gösterilen diğer bir hususa, İran’ın Suriye’deki etki ve nüfuzunun azaltılması konusuna ise değinilmemesi ilginçtir.

Esasen Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararının bir “sürpriz” olmaması gerekiyor. Başkan Trump seçim kampanyasından bu yana ABD’nin Orta Doğu’daki savaşlara “bulaşmaması” gerektiğini, bu savaşlarda ABD’nin önemli bir çıkarı olmadığını savunuyor. Daha 2017 yılı başlarında Başkan Trump’ın yine ABD askerlerinin Suriye’den çekileceğini açıkladığı, ancak daha sonra Suriye’de “kalma” konusunda “ikna” edildiği hatırlarda. Başkan Trump’ın ABD askerlerini Suriye’de kalmaya ikna edenlerin başında Pentagondaki bazı generallerin ve 
ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki bazı çevrelerin bulunduğu, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da bu “ikna çalışmalarında” rol oynadığı biliniyor.


Yine de Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararı “ani” ve “sürpriz” olarak nitelendirildi. Trump’ın Suriye’den çekilme kararını Cumhurbaşkanı Erdoğan ile geçen hafta yaptığı telefon görüşmesinde aldığı basın yayın organlarında geniş şekilde yer alıyor. Ankara’dan gelen işaretler de bu durumu doğruluyor. Ankara’dan gelen Doğu Suriye’deki askeri operasyonun bir süreliğine de olsa erteleneceği, Doğu Suriye’deki askeri operasyonun PYD/YPG yanında DEAŞ’a da yönelik olacağı yönündeki ifadeler dikkat çekiyor.

Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararına ABD içinde en görünür tepki de yine Pentagon’dan geldi ve ABD Savunma Bakanı Mattis görevinden istifa etti. Savunma Bakanı Mattis’in Suriye’den çekilme kararını tasvip etmediği ve Başkan Trump’ın bu kararı kendisine danışmadan almasından da rahatsızlık duyduğu ifade ediliyor. Mattis’in Başkan Trump’a gönderdiği istifa mektubunda da bu görüş ayrılıklarının izleri görülüyor.

Savunma Bakanı Mattis’den sonra istifa ettiğini açıklayan diğer ABD yetkilisi ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk oldu. 

McGurk, Barack Obama Yönetimi döneminden beri (2015’den bu yana) ABD DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilciliği görevini yürütüyor ve Obama döneminde atanmasına rağmen Trump Yönetiminde görevine devam eden ender yetkililerden biri.  Esasen McGurk’ün önümüzdeki Şubat ayında görev süresinin biteceği biliniyordu. Başkan Trump, istifası üzerine McGurk’u tanıdığını, (Şubatta görevi bitecekken Aralık sonu itibariyle istifa ettiğini açıklamakla) “şov yaptığını” ifade etti.

Brett McGurk, ABD’nin PYD/YPG’ ye dayanan Suriye politikasının“mimarlarından” biri olarak biliniyor ve Türkiye’nin en fazla tepkisini çeken isimler arasında. Suriyeli Kürtlerle ilişkileri Irak’ta daha önce yürüttüğü görevlere kadar dayanıyor. McGurk Türkiye’de, PYD/YPG mensupları ile çektirdiği “samimi” resimler, Suudi Arabistanlı bir Bakanı PYD/YPG’ye yardım ve destek sağlamak amacıyla Rakka’ya götürmesiyle tanınıyor, son dönemde de Ankara’da PYD/YPG’nin Türkiye’ye karşı korunması olarak değerlendirilen ABD girişimlerinin arkasındaki isim olarak biliniyor.      

Başkan Trump, Suriye’den çekilme kararından hemen sonra, Afganistan’daki ABD kuvvetlerinde büyük bir indirime gideceğini de açıkladı. 

Halen Afganistan’da 15 bin kadar Amerikan askeri bulunduğu biliniyor. Başkan Trump bu gücün yarısı kadarını kısa bir zamanda Afganistan’dan çekiyor. ABD, Afganistan’a askeri müdahalesini 2001 yılında başlatmıştı. 17 Yılı aşkın bir zamandan beri devam eden Afganistan savaşı ABD’nin en uzun süren savaşı olarak da biliniyor.  ABD’nin Suriye ve Afganistan’dan kuvvet çekmesi Trump’ın “Amerika İlk” politikasının uygulaması olarak değerlendiriliyor.

Başkan Trump’ın çekilme kararları ABD kadar Dünya’da da büyük yankı buldu. Trump karşıtı cephe bu “çekilme” kararları nedeniyle eleştiri oklarını Trump’a çevirmiş vaziyette. Bu cephenin içinde Trump’a muhalefetiyle tanınan basın-yayın organları da var. 


Trump’ın kararını savunanlar ise Trump’ın seçim kampanyasında verdiği sözleri yerine getirdiğini, Trump’ın ABD’nin Orta Doğu’daki savaşlara açık Amerikan menfaatleri olmadan karışmasına karşı olduğunu, ABD’nin Orta Doğu çatışmalarında polislik görevine sürüklenmemesi gerektiğine işaret ediyorlar. Trump’ı savunanların Irak’ta yapılan hataların şimdi Suriye’de yapıldığına ve bu hatalarda ısrar edilmesine gerek bulunmadığına işaret etmeleri ise çok ilginç.

Trump’ın çekilme kararları nedeniyle ABD içinde yükselen seslere rağmen, Amerikan kamuoyunun çoğunluğu esasen ABD’nin bölgesel savaşlarda 
yer almasına sıcak bakmıyor. Kamuoyu yoklamaları Amerikalıların %55 kadarının ABD’nin bölgesel savaşlardan çekilmesini desteklediğini gösteriyor. 

Bu rakam, ABD’deki iki büyük parti arasında kalan seçmen kitlesine bakıldığında %65’lere kadar çıkıyor. Bu çerçevede Trump’ın son Suriye (ve Afganistan) çekilme kararının da ABD kamuoyunun çoğunluğunda destek bulduğunu düşünmek mümkün.     

Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararına en görülür dış tepkinin Fransa’dan gelmesi çok şaşırtıcı değil. Fransa Doğu Suriye’de asker bulunduruyor ve PYD/YPG ile ilişkileri var. Bir süre önce bir PYD/YPG heyetinin Cumhurbaşkanı Macron tarafından kabul edildiği hatırlarda. 

Basın-yayın organlarında Trump’ın çekilme kararından hemen sonra, bir PYD/YPG heyetinin Fransa’ya gittiği ve destek istediği haberi de yer aldı.

Fransa Doğu Suriye’deki askerlerini şimdilik çekmeme kararını açıkladı. Türkiye Dışişleri Bakanı’ndan Fransa (ve bazı Avrupa) ülkelerine PKK’ya sağladıkları destek nedeniyle gelen eleştiri ve uyarılar da dikkate alındığında, ABD olmadan Fransa’nın uzun süre Doğu Suriye’de kalması ve bölgede PYD/YPG’yi desteklemeye devam etmesi zor görülüyor. Paris’in Suriye’deki derdi gerçekten DEAŞ’la mücadele ise bunun yolunun artık Ankara ile işbirliğinden geçtiği açık. Vaşington’un desteğini kaybedeceğini anlayan PYD/YPG’nin Paris yanında şimdi Moskova ve Tahran gibi başkentlerde de destek arayışına gidebileceğinin, hatta (doğuracağı sonuçları iyi bilmesine rağmen) Şam rejimi ile de uzlaşı arayabileceğinin Ankara tarafından bilindiğini, Ankara’da tedbirlerin buna göre alındığını düşünmek zor değil.

Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararı ABD’nin PYD/YPG işbirliğine dayanan Suriye stratejisinin sonu anlamına geliyor. Başkan Trump’ın bu adımı atmasıyla Türkiye ile ABD’nin Suriye bağlamında tekrar işbirliği imkanı ortaya çıkmış gözüküyor. Sorunun ilk patlak verdiği yıllarda ABD’nin Suriye stratejisinde Türkiye ile işbirliğinin önemli bir yer oynadığı, Özgür Suriye Ordusu’nun ortaya çıkmasında Ankara ile Vaşington’un işbirliği içinde hareket ettikleri hatırlanıyor.

Doğal olarak ABD’nin Suriye’de üst üste yaptığı hatalar sonucu Suriye’de çok şeylerin değiştiği bir gerçektir. Bugün Suriye’de oyun kurucu ülke artık Rusya’dır. Barack Obama döneminde başlayan hatalar zincirinin Trump Yönetiminin ilk 2 senesinde de devam etmesi Suriye’deki bugünkü güç tablosunun ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Ankara’nın DEAŞ’la mücadele için Suriye’de birlikte hareket edilmesi, DEAŞ’a karşı Rakka operasyonunun birlikte yapılması önerisine rağmen, ABD’nin Pentagon’daki bazı kişilerin tercihleri (PYD/YPG ile işbirliği) doğrultusunda gittiği de hatırlanan hususlar arasındadır.

Bugün aradan geçen bunca zamandan sonra ABD’nin DEAŞ’la mücadele için tekrar Türkiye ile işbirliğine dönmesi Ankara-Vaşington ilişkilerinde çok ciddi bir sorunu ortadan kaldırmaktadır. Esasen bakıldığında Vaşington zaten PYD/YPG ile işbirliğinin “dönemsel ve taktiksel” olduğunu söylemiştir. Buna rağmen (DEAŞ’la mücadeleyi ve ABD’nin Suriye politikasını yönlendiren) bazı Amerikan yetkililerinin amaçlarının farklı olduğu konusunda Ankara’da ortaya çıkan şüpheler haklıdır. Ancak, Başkan Trump son kararıyla (daha önce bazı Amerikan yetkililerince Türkiye’yi oyalamak üzere söylenen) bu sözlere şimdi gerçeklik kazandırmaktadır.

Trump’ın arka arkaya gelen ifadeleri Vaşington’un Suriye’de DEAŞ ile mücadele konusunda artık Türkiye’ye baktığını açıkça göstermektedir. 

Ankara’dan gelen beyanlar da Doğu Suriye’de hiçbir terör örgütünün (PKK ve PYD/YPG ile DEAŞ) kontrolüne izin verilmeyeceği konusundaki kararlılığı ortaya koymaktadır. Bu durum Ankara ile Vaşington’un Doğu Suriye’de işbirliği yolunu açmaktadır. Bu çerçevede ABD’nin Doğu Suriye’den çekilmesi mutlaka Türkiye ile işbirliği ile (düzenli ve koordineli bir şekilde) yapılmalıdır.

Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bu hafta sonu yapılan telefon görüşmesi Ankara ile Vaşington’un bu yönde hareket edeceklerine işaret etmektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 8 Ocak tarihinde Vaşington’da bulunacağı ve temaslarında Doğu Suriye’deki durumun, ABD askerlerinin düzenli çekilmesinin, yapılacak işbirliğinin ele alınacağı zaten açıklamıştır. Bu aşamada Doğu Suriye’de terör örgütlerinin kontrolünün bitmesi ve bu terör örgütlerinin (PYD/YPG ve DEAŞ) bölgeden tamamen temizlenmesi kadar bölgenin hiçbir bölümünün Şam rejiminin kontrolü altına girmemesi de önemlidir.

Suriye sorununun siyasi çözümü için Anayasa Komitesi kurulması ve yeni Anayasa yazı çalışmalarında hassas bir dönemden geçilmektedir. 

Bu aşamada Suriye muhalefetinin güçlenmesi önem kazanmaktadır. Şam rejiminin Doğu Suriye’nin bir bölümünü (özellikle petrol alan ve kuyularını) 
ele geçirmesi Anayasa çalışmalarının hızlandığı bir dönemde Şam rejimini daha da katılaştırabilecek ve Suriye’de özgürlükçü, çoğulcu ve daha demokratik bir Anayasa yapımını daha da zorlaştırabilecektir. Vaşington bu hassas dönemde gerçek ılımlı Suriye muhalefetinin Anayasa Komitesindeki durumunu güçlendirebilecek şekilde hareket etmelidir.   

     https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/oguz-celikkol/abdnin-cekilme-karari-ve-suriyedeki-etkileri-41062400


***

Amerika Başkanı Donald Trump’ın Suriye stratejisinde sürpriz bir değişikliğe giderek, ülkedeki 2 bin askerini çekme kararı aldı. 

Peki bu adımın sonuçları Türkiye açısından ne olur? ABD’nin Suriye’den çekilmesi Türkiye için ne anlama geliyor? Türkiye, Suriye’de Fırat'ın doğusuna yönelik askeri bir operasyona hazırlanırken, ABD’nin bölgeden çekilmesi Türkiye’nin operasyon planını nasıl etkiler? 

Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlter Turan ve İstanbul Aydın Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu VOA Türkçe’ye yorumladı.

“Çekirdek kadro Suriye’de kalır”

Emekli Tuğgeneral ve Akademisyen Dr. Babüroğlu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye’den çekilme kararına ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğini 
belirterek, ABD’nin daha önce de Irak’tan çekilme yönünde karar verdiğini fakat bunu tam anlamıyla gerçekleştirmediğini söyledi.

Babüroğlu, “ABD, Suriye’den çekilse dahi PYD ve yerel güçlerle koordineyi sağlayacak çekirdek bir personeli orada bırakacaktır” dedi.

ABD’nin Suriye’den Çekilme Kararı Türkiye’yi Nasıl Etkiler?

VİDEO;


https://www.youtube.com/watch?v=VEI1DiukkQg

“ABD’nin Suriye’den çekilmesi Türkiye, Rusya ve İran’ın işine yarar”

Dr. Babüroğlu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye’den ayrılması durumunda bundan en çok Rusya, Iran ve Türkiye’nin mutlu olacağını söyledi. 
“Fırat’ın batısı Rusya’nın yönetimindeydi. Fırat’ın doğusu da Rusya’nın kontrolüne geçerse bu Rusya için stratejik açıdan mutluluk verici bir gelişme 
olur. ABD gidince Iran, Suriye’deki askeri varlığını daha da arttıracaktır. Dolayısıyla bu durum İran’ın da çok işine gelecektir. 

ABD’nin çekilmesi Türkiye içinde çok olumlu bir adım olur çünkü ABD Fırat’ın doğusundaki PYD güçlerini destekler konumdaydı. 
Şimdi oradan çekilmesi demek Türkiye’nin o bölgeye yapacağı olası bir operasyonda Türk-ABD askerlerinin karşı karşıya gelme riskini 
ortadan kaldırır ve Türkiye operasyonu daha rahat yapar” değerlendirmesinde bulundu.

“Amerika’nın Rusya ve İran’ı dengeleyici bir rolü var”

Çekilme kararının Türkiye açısından rahatlatıcı ve endişe verici edici tarafları olduğuna vurgu yapan Prof. Dr. İlter Turan ise sözlerine şöyle açıklık getirdi:

“Amerika Birleşik Devletleri bu bölgede YPG ile iş birliği içindeydi ve onları askeri bakımdan güçlendirmekteydi. Amerikan mevcudiyetinin buradan çekilmesi YPG güçlerinin ABD destekli gelişmesini engelleyecektir. Buna karşılık ABD’nin bölgede Rusya’ya ve İran’a karşı dengeleyici bir rolü var. 

Bölgeden çekilmesi bu rolü oynamasını güçleştirecektir.”

“YPG Suriye hükümetiyle yakınlaşmaya çalışacaktır”

Prof. Dr.Turan, YPG’nin bulunduğu bölgelerde nüfusun etnik kompozisyonunu değiştirme çabası içinde olduğunu söyledi. Turan, “YPG, Türkiye’ye karşı daha da güçlenmeye dönük eylemlerde bulunmaktadır. Bunun için Suriye hükümetiyle daha da yakınlaşmaya çalışacaktır. 
Bütün bunlar daha ilerlemeden Türkiye’nin YPG’nin gücünü kırmak için girişimde bulunması beklenebilir” dedi.

https://www.amerikaninsesi.com/a/abd-nin-suriye-den-%C3%A7ekilme-karar%C4%B1-t%C3%BCrkiye-yi-nas%C4%B1l-etkiler-/4709168.html

***