Dış Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dış Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2017 Pazartesi

Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası




Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası 






Oytun Orhan 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

1- Lübnan’da Sosyal ve Siyasal Yapı 

Lübnan’da 18’den fazla dinsel topluluk bulunmaktadır. Dolayısıyla Lübnan’da yaşam çoğulculuk üzerine kurulmuştur. Ancak ülkedeki bu çoğulculuk daha çok düşmanlık içeren ve hatta bazen çatışmacı bir nitelik taşımaktadır. Ülkede ortaya çıkan birçok anlaşmazlık ülkenin farklı mezhep grupları ve önde gelen aileleri arasındaki çatışmaların siyasal yansıması şeklindedir. Lübnan siyasal sisteminin temel belirleyici unsuru “zaim” adı verilen güçlü ailelerdir. Bu aileler ülkede köklü feodal geleneklere sahiptir ve siyasal arenada belirleyici rol oynamaktadır. Siyasal partilerin oluşumunda da, ekonomik ve siyasal çıkarlar ekseninde bölünmüş bu aileler en önemli unsurdur. 

Lübnan’daki farklı dinî grupların siyasal alana yönelmiş talepleri bulunmamakta dır. Her grubun kendi yaşam alanı mevcuttur. Hristiyanlar, Şiiler, Sünniler ve diğer grupların dinlerini özgürce yaşama hakları bulunmaktadır. Ancak ülkenin hakim aileleri arasındaki rekabetin mezhepsel ayrımlar şeklinde yansıması, siyasal yapının da bu çerçevede şekillenmesine neden olmaktadır. Siyasal, sosyal ve ekonomik taleplerin mezhep temelinde ifade ediliyor olması da ülkede bir ulusal bilincin, Lübnanlı kimliğinin oluşmasına engel olmuştur. 1930’lu yıllarda, ülke genelindeki birçok politikacı bu ailelerin temsilcileriydi. Bu sistem veraset yoluyla devam ettiğinden aynı ailelerin temsilcileri günümüzde de önemli siyasal roller üstlenmektedir. Dolayısıyla siyasal veraset geleneği ve mezhep ayrımına dayalı yapılanma, ülkede siyasal temsil sorununu da şekillendirmekte dir. 


Bugünkü siyasal yapılanma, Lübnan’da iç savaşı sonlandıran 1989 Taif Antlaşması’yla belirlenmiştir. Buna göre, iktidar dağılımı mezhepsel ayrım temelinde gerçekleşmektedir. Devlet başkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı, milletvekilliği, bakanlıklar, üst düzey bürokratlar tamamen bu ayrıma bağlı olarak paylaşılmaktadır. 2. 

2 - 1975-1990 Lübnan İç Savaşı Sonrası Güç Dengeleri 

a. İç Savaş Sonrası Lübnan Politikasının Baş Aktörü: Suriye 

İlk olarak, 1976 yılında Lübnan’da ortaya çıkan çatışmalara müdahale için Lübnanlı Hristiyanlar tarafından güvenliği sağlaması için ülkeye çağrılan 
Suriye askerleri, iç savaşın sona ermesinden sonra da bu ülkeden çekilmemiştir. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı uzun yıllar boyunca hem Arap devletleri, 
hem İsrail, hem de batı tarafından onaylanmıştır. İç savaş sonrasında, Suriye askerleri ülkede farklı mezhepsel kesimler ve silahlı gruplar arasında en 
önemli istikrar unsuru olarak görülmüştür. Ancak 2000 yılında İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi ve ABD’nin politikasının değişmesi, daha sonra 
Irak Savaşı gibi gelişmeler, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının da sorgulanmasını gündeme getirmiştir. 

Suriye, 1990’lar boyunca Lübnan’la imzaladığı birçok antlaşmayla bu ülkeyi siyasî, askerî ve ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır. 
Bu süreç, Suriye’nin Lübnan’da tam hakimiyet sağlamasıyla sonuçlanmış ve Lübnanlı bir muhalifin sözleriyle “Suriye istihbarat örgütü, Lübnan’da 
gerçek güç haline gelmiş ve tüm politik girişimleri etkisiz bırakmıştır.” Suriye’nin Lübnan’daki varlığı, sadece bir askerî varlık olmanın ötesinde, tüm 
Lübnan toplumsal yaşamını etkileme potansiyeline sahip bir nitelik taşımaktadır. Beyrut hükümetini çoğu zaman “atamış”, ulusal medyayı tamamen 
sindirmiştir. Ülkedeki “Suriyeleşme” süreci, çeşitli sektörlerde çalışan bir milyonun üzerindeki Suriyeli işçinin varlığıyla pekişmiştir. 

b. Şiiler 

Lübnan’ın en yüksek nüfus oranına sahip toplumsal grubunu Şiiler oluşturmakta dır. Ülke nüfusunun yüzde 30’luk bir dilimini oluşturan Şiiler ekonomik açıdan geri kalmış bir topluluktur. İç savaştan sonra Lübnan’da en ciddi değişim geçiren topluluk Şiiler olmuştur. Şiiler ülkede üç temel örgüt tarafından temsil edilmektedir. Lübnan Yüksek Şii İslam Konseyi, Emel ve Hizbullah partileri. Şii İslam Konseyi’nin önemli bir siyasal gücü bulunmamaktadır ve tamamen İran-Suriye etkisi altındadır. Emel Hareketi çok ciddi bir tabana sahip olmamakla birlikte, liderleri Nebih Berri’nin Meclis Başkanı olması nedeniyle bazı önemli noktaları ele geçirebilmiştir. Şii örgütler içinde en etkili olanı ise Hizbullah’tır. 

Hizbullah, ulusal ordu dahil Lübnan’ın en disiplinli, güçlü ve örgütlü silahlı grubu konumundadır. İran ve Suriye’den destek alan Hizbullah, İsrail’in Güney 
Lübnan’ı işgali sonrasında, bu ülkeye karşı yürüttüğü mücadele sayesinde büyük güç kazanmıştır. Dolayısıyla Lübnanlı Şiiler denince Hizbullah örgütü 
ön plana çıkmaktadır. Hizbullah, ülkede istikrarın sağlanması ve güvenlik anlamında “olmazsa olmaz” bir konumdadır. Marunilerin aksine, Hizbullah tek 
ulusal güç ve İsrail’e karşı direnişin bedelini ödeyen taraf olarak görülmektedir. 1990’ların başında ortaya çıkan yeni bölgesel koşullar, Hizbullah’ı pragmatik bir tavra yöneltmiştir. Örgütün bu tavrı İran ve Suriye tarafından da desteklenmiş tir. 1992 ve 1996 meclis seçimlerine katılan Hizbullah, meclise temsilci göndermeye başlamıştır. Hizbullah, aynı zamanda ülkede okul ve hastane ağını kontrol ederek sosyal bir işlev de üstlenmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın yerini ve kapasitesini anlamak için “devlet içinde devlet” tanımlaması yapılabilir. 

Bu konumu, Hizbullah’ın, Suriye’nin ülkeden çekildiği dönemde ön plana çıkmasına neden olmuştur. Hizbullah, ülkede bundan sonraki dönemde 
yapılacak tüm düzenlemelerde hiçbir tarafın göz ardı edemeyeceği önemli bir aktör durumundadır. Hem İsrail’e karşı yürüttüğü mücadele, hem de Suriye 
yanlısı tutumu nedeniyle ABD tarafından ülke içindeki bu güçlü konumu kırılmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda, Hizbullah’ın bir siyasallaşma süreci 
içine sokulması gündemdedir. Bu yöndeki ilk adım olarak ABD, Hizbullah’tan silahsızlanmasını talep etmektedir. 

c. Suriye’nin Varlığına Muhalif Kesimler 

Hariri suikastının en önemli sonucu, birçok farklı grubu mezhep ayrımına bakmaksızın bir araya getirmesi olmuştur. Bir yandan farklı muhalif grupların birleşmesini, diğer yandan da halk tabanında bu kampın desteklenmesini sağlamıştır. Suikast sonrası düzenlenen Suriye karşıtı gösterilere bakıldığında, Şii grupların temsilcileri hariç tüm grupların bir araya geldiği görülmektedir. 


İç savaş sonrası Suriye varlığının geleneksel muhalif kesimi Hristiyan Maruniler olmuştur. Lübnan’ın nüfus oranı açısından en büyük ikinci grubunu yaklaşık yüzde 23 ile Maruniler oluşturmaktadır. Maruniler de Arap kökenli olup Hristiyanlığın Katolik mezhebindendir. Maruniler iç savaş öncesinde 
çok daha etkin bir konumdayken, savaş sonrasında siyasal alandan dışlanmış ve güçlerini önemli oranda kaybetmişlerdir. Buna karşılık Lübnan’ın ticari 
ve finansal gücünün önemli bir kısmını ellerinde bulundurmaktadırlar. 

İç savaşı sonlandıran Taif Antlaşması, Marunilerden seçilen devlet başkanının yetkilerini azaltmış ve Sünni Müslüman olması gereken başbakanın 
yetkilerini artırmıştır. İki kurum arasında güç dengelerinde ortaya çıkan bu değişim, Marunilerin kendilerini siyasal alandan dışlanmış hissetmesine 
neden olmuştur. Marunilerin en büyük eksikliği bir liderdir. Daha önceki devlet başkanı Haravi ve şimdiki Emil Lahud, her zaman Suriye’ye yakın 
olmuşlardır. Bu nedenle Maruniler siyasal alanda temsil edilmedikleri, çıkarlarının korunmadığı düşüncesi içindedirler. Önemli Maruni liderlerin çoğu 
Fransa’da sürgünde yaşamaktadır. 

Maruniler arasında belli konularda fikir ayrılıkları olsa da, Suriye’nin varlığının sona erdirilmesi konusunda ortak görüşe sahiptirler. Bu nedenle, güçlerini 
birleştirmek amacıyla Suriye’nin varlığına son verilmesi temelinde 2001 yılında “Kuvet Şevan” adı altında birleşmişlerdir. Bunun yanında, Suriye yanlısı Maruniler de bulunmaktadır. Bunlar genel olarak Suriye’nin varlığından ekonomik ve siyasal çıkar sağlayan eski milis liderleri, ticari elitler ve geleneksel 
politikacılardır. Şu anki Devlet Başkanı Lahud ile kabinenin ve meclisin Hristiyan üyelerinin çoğu bu gruptadır. 

Ülkenin üçüncü büyük grubunu oluşturan Sünniler, Hariri suikastı sonrası muhalif kampa katılmışlardır. Bu kesim genel olarak Lübnan’ın demokratik 
parlamenter kimliğinin korunmasından yana bir tutum içinde olmuştur. Sünniler iç savaştan belli bir güç kaybına uğramış olarak çıkmış olsalar da, zamanla etkinliklerini geri kazanmışlardır. 1992 yılında başbakanlığa getirilen Refik Hariri, Sünni toplumunun en etkili lideri konumundaydı. Bir 
yandan Suriye ile dengeli ilişkiler yürütmüş olan Hariri, ticari ve kişisel bağları sayesinde bölgede ve Batı’da saygınlığı olan bir kişiydi. 

O dönemde muhalif cephede yer alan bir diğer kesim de Dürzîlerdir. Lübnan tarihinde önemli roller üstlenmiş olan Dürzîlerin genel nüfusa oranı yüzde 
6’dır. Özellikle Şuf ve Dağlık Lübnan bölgelerinde önemli güce sahiptirler. Şu anda Dürzîlerin lideri konumundaki Velit Canpolat, sürekli değişen ittifaklar 
içine girmiş, değişik siyasal pozisyonlar almıştır. Kendi adına başarılı sayılabilecek bir yol takip eden Canpolat, böylece temsil ettiği grubun potansiyelinin 
üzerinde bir konum elde etmiştir. Muhalefet cephesine geçmeden önce ABD ve İsrail politikalarına eleştirel yaklaşan Canpolat, Hizbullah’la da iyi ilişkiler içinde olmuştur. 

3. Suriye’nin Çekilmesi, İsrail-Lübnan “ Savaşı ” ve Yeni Dengeler 

Lübnan’da 2005 yılında gerçekleşen Meclis seçimleri Hariri suikastının gölgesi altında gerçekleşmişti. O dönemin temel ayrışımı Suriye’nin Lübnan’daki 
askeri varlığının sona erdirilmesi veya sürdürülmesi konusundaydı. Sünni kesim dışında da destek bulan ve halkın çoğunluğu tarafından sevilen Hariri’nin 
öldürülmesinin arkasında Suriye olduğu inancı iç savaş yıllarından beri ülkede bulunan Suriye askerlerinin geri çekilmesi konusunda Lübnan halkının 
büyük çoğunluğunu birleştirmişti. Uluslararası baskılar ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ile devam eden süreç Suriye’nin 2005 
yılının Nisan ayında Lübnan’dan askerlerini çekmesi ile sonuçlanmıştı. Böylece Lübnan 2005 yılının Mayıs ayında gerçekleşen Meclis seçimlerine, iç 
savaş sona erdikten sonra ilk kez Suriye vesayeti olmadan giriyordu. Seçim bir anlamda Suriye’nin Lübnan’daki varlığını savunanlar ile karşı olanlar 
arasındaki yarışa dönüşmüştü. 14 Mart 2005 tarihinde düzenlenen gösterilerden adını alan 14 Mart İttifakı Lübnan’daki Suriye vesayetine son verilmesini 
savunuyordu. Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri başında bulunduğu Gelecek Hareketi’nin önderlik ettiği ittifakta, Dürzî toplumu temsil eden ve Velit 
Canpolat’ın lideri olduğu İlerici Sosyalist Parti ve Hıristiyanların desteklediği Lübnanlı Güçler ile Ketaib gibi partiler bulunuyordu. Yine 8 Mart 
2005’te düzenlenen gösteriden adını alan 8 Mart İttifakı ise Hizbullah önderliğinde, Emel, Mişel Aoun’un Bağımsız Vatansever Hareketi ve Suriye 
tarafından desteklenen Suriye Ulusal Sosyalist Parti gibi gruplardan oluşuyordu. (İttifakların detaylı açılımı Tablo 3’te verilmiştir). Bu ittifak Suriye’nin 
askeri varlığının devamını, Lübnan’ın istikrarı ve İsrail’e karşı direniş açısından savunan partilerden oluşuyordu. Suikastın yarattığı duygusal ortam 
ve halkın çoğunluğunun Suriye’nin etkinliğine son verilmesi noktasında birleşmesiyle seçim 14 Mart Bloğu’nun kesin zaferi ile sonuçlanmıştı. 14 
Mart’ın kazandığı 72 sandalyeye karşılık 8 Mart 56 milletvekilliği kazanabilmişti. 2005 Lübnan seçimlerinin sonuçları, bölgesel ölçekte İran ve Suriye 
açısından yenilgi anlamı taşıyordu. Buna karşılık, 14 Mart İttifakını destekleyen Suudi Arabistan, bölgede İran etkinliğinin sınırlanması açısından 
önemli bir başarı kazandığını düşünüyordu. Yoğun uluslararası baskı ve seçimlerde 14 Mart İttifakının kazandığı zafer Suriye’nin Lübnan’da yaklaşık 
30 yıldır bulunan askeri varlığını geri çekmesi ile sonuçlanmıştı. 

Seçimlerden yaklaşık bir yıl sonra Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sonrasında İsrail’in sert karşılığı ile patlak veren II. Lübnan Savaşı, bir kez 
daha Lübnan’daki güç dengelerinin değişmesine neden oldu. 

Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a 
kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en 
büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı. İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında 
yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. 
Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, 
iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı. Hatta Şiiler dışındaki 
mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu. 

Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadeceLübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü olduğunu göstermiştir. Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu. Savaş iki açıdan da Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. 

Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 
Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür. Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir. “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete” 
karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır. Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 

Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir. 

Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip 
olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve evlerin den çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir. Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmaktadır: 
“Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf”. 

Savaş sonrası ortamda Lübnan halkı ve siyaseti temel olarak ikiye bölünmüştür. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. 

Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “ Özgür Milliyetçi Hareketi ” (ÖMH) bulunmaktadır. 

14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. 

Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır. 

14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. 
Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir. Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un lider-liğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket 
muhalefet cephesi içindedir. 

Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin 
meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir. Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği 
arayışlarını desteklemektedir. Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. 

Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir. 

Savaşın Hizbullah’ın zaferi ile sonuçlanmasının Lübnan iç politikası ve bölgesel açıdan önemli sonuçları oldu. Hizbullah o savaşa kadar hem içeri hem de dışarıdan silah bırakması yönünde yoğun baskı altındaydı. Uzun yıllar Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi başarı ile yürütmüş örgüt 
Lübnan’da bazı kesimler tarafından istikrarsızlık unsuru olarak görülmeye başlamıştı. Suriye’nin askerlerini çekmesi, 2005 seçimlerini 14 Mart’ın kazanması hep Hizbullah aleyhine gelişmelerdi. 
Bütün bunlara Birleşmiş Milletler kararları ve artan ABD baskısı da eklenmekteydi. İkinci Lübnan Savaşı bu süreci tersine çevirdi. Her şeyden önce Hizbullah bir kez daha Lübnan halkının gözünde kahraman ve İsrail’e karşı Lübnan’ı koruyabilecek tek ulusal güç olarak görülmeye başlandı. Kendine 
güveni artan örgüt dışarıda kazandığı zaferin etkisiyle içerde rakipleri karşısında ki pozisyonunu güçlendirdi. Hizbullah kazandığı “askeri zaferi siyasi bir zafere dönüştürmek” için hükümet üzerindeki baskıları yoğunlaştırmaya başladı. Aralık 2006 tarihinde, Hizbullah önderliğindeki 8 Mart, hükümeti istifaya zorlamak ve erken genel seçim kararı alınması için hükümet binasının hemen yanı başında oturma eylemleri başlattı. Sivil gösterileri kabinedeki Şii bakanların istifası izledi. Muhalefet çok önemli bir topluluğun temsil edilmediği gerekçesiyle hükümetin geçersiz olduğu savını dile getirmeye başladı. Aylar boyu süren gösteriler Lübnan Devlet Başkanı’nın bir türlü seçilememesi ile yeni bir aşamaya ulaştı. 1 yıla yakın devam eden kriz zaman zaman küçük çaplı çatışmaları da beraberin de getiriyordu. Kamplaşmanın arttığı, tam bir siyasal çıkmazın yaşandığı sürecin son ve şiddetli ayağı 2008 yılının Mayıs ayı içinde yaşandı. Lübnan Hükümeti, 5 Mayıs tarihinde gerçekleştirdiği uzun toplantının sonucunda iki karar aldı. Bunlar, Hizbullah’ın devletten ayrı kendine ait iletişim sisteminin kaldırılması ve Beyrut havaalanı güvenlik şefinin görevinden alınmasıydı. Hizbullah’ın kararlara itirazı ile baş gösteren ve 7 Mayıs olayları olarak bilinen kriz örgütün çok kısa süre içinde Batı Beyrut’u işgal etmesi ve Saad Hariri’nin evini kuşatması ile sonuçlandı. 

Birçok ülkenin arabuluculuğu ile krize Doha’da varılan uzlaşı ile çözüm üretildi. Doha uzlaşısı ile taraflar; Genelkurmay eski Başkanı Mişel Süleyman’ın Devlet Başkanı seçilmesi, yeni hükümetin kurularak muhalefete 11 koltuk verilmesi (Muhalefet böylece hükümetin kararlarını veto edebilmek için yeterli sayıya ulaşmış oluyordu), seçim sisteminde bazı ufak değişiklikler yapılması ve ülkenin barışçı bir ortamda seçimlere götürülmesi konusunda anlaşıyordu. Muhalefete 


11 Bakanlık verilmesi kararı, bir yılı aşkın süre devam eden siyasi krizin kilit konularından birini oluşturuyordu. Siyasi tepkiler ve sivil eylemler aracılığı ile amacına ulaşamayan Hizbullah güç yoluyla ülkede yeni bir düzenin kurulması önündeki yolu açmış oluyordu. 

Doha uzlaşısı ile ülke bir anda rahatlamış, seçimlere barışçı bir ortamda girilmesini sağlamıştır. Lübnan her zaman dış gelişmelere aşırı duyarlı olmuştur. Bu süreçte sadece ülke içi gruplar değil tüm bölgesel aktörler sorumlu davranarak Lübnan istikrarına katkıda bulunmuştur. Bölgesel gerilimin yumuşamış olması Lübnan’ın rahatlamasına neden olmuştur. Obama’nın seçilmesi ile Ortadoğu’da esen yeni hava, Suriye-Suudi Arabistan gerginliğinin karşılıklı üst düzey ziyaretlerle yumuşaması Lübnan’ı doğruda etkilemiştir. Lübnan işte böyle bir ortam içinde Haziran 2009 meclis seçimlerine girmiştir. 

4. Lübnan Seçim Sistemi ve 2009 Parlamento Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 

a. Lübnan Seçim Sistemine İlişkin Teknik Veriler 

Lübnan anayasasına göre 21 yaş ve üzeri her Lübnan vatandaşı seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptir. 
Meclis 4 yıllık görev süresi için seçilmektedir. 128 kişilik Meclis, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında eşit olarak paylaştırılmış durumdadır. Müslümanlar ve Hıristiyanlar da kendi içinde toplam 11 ayrı mezhebe bölünmüştür. Mezhepler siyasal sistemde kendilerine ayrılan kotalar ile temsil edilmektedir. (Bu dağılım Tablo 1’de ayrıntılı olarak verilmiştir). Meclis koltukları mezheplere göre 
dağıtılmakla birlikte seçmenler genel seçim hakkı çerçevesinde oy kullanmakta dır. Bu hak gereği her seçmen kendi seçim bölgesine ayrılan tüm mezhep koltukları için oy verebilmektedir. Dolayısıyla örneğin bir seçim bölgesindeki Hıristiyan aday Sünniler ya da Şiilerin de desteğine ihtiyaç duyabilmektedir. Seçim ittifakları bu yüzden büyük önem taşımaktadır. 



Tablo 1 – Meclis’te Mezheplere Ayrılan Kotalar 



Lübnan’da parlamenter demokrasilerde olduğu gibi güçlü partiler bulunmamaktadır. Parti olarak adlandırılan grupların çoğu sadece o bölgenin önde gelen bir isminin liderliğinde oluşturulan aday listelerinden ibarettir ve ilgili seçimle sınırlı olabilmektedir. Bu aday listeleri yerel ya da ulusal düzeyde 
ittifaklara dâhil olarak seçimlere girmektedir. Son iki seçime 14 Mart ve 8 Mart İttifakları şeklinde giren partiler ilgili seçim bölgesindeki kotalara göre 
aday listeleri oluşturmaktadır. Seçmenler bu aday listelerine oy vermektedir. 

Bir seçim bölgesinde hangi adayların en çok oyu aldığı önemli olmakla birlikte bazı durumlarda belirleyici olamayabilmektedir. Seçim bölgesi için mezhep kotaları oluşturulduğu için her bir mezhepten adayların kendi arasında en çok oyu alanları meclise girebilmektedir. Örneğin bir seçim bölgesinde 2 Şii, 1 Sünni koltuğu için 5 Şii ve 3 Sünni adayın yarıştığı varsayılacak olunursa, 5 Şii adayın kendi arasında en fazla oy alan 2 aday Meclis’e Şii kotasından girmektedir. Diğer Sünni koltuk için 3 aday arasında en fazla oyu alan bir kişi girecektir. Şii adaylar içinde Meclis’e giremeyen diğer 3 aday Sünniler arasında en fazla oy alan adaydan daha fazla oy almış olsa dahi Meclis’e 1 Sünni aday girmektedir. 

Lübnan’da daha önce yapılan seçimler dört hafta sonunda dört ayrı bölgede düzenleniyordu. Bu sistemin en büyük zaafı ittifakların bir önceki hafta gerçekleşen seçim sonuçlarına göre o hafta içinde yeniden değişmesine neden olması idi. Bahsedilen sıkıntıyı önlemek için 7 Haziran Meclis seçimi ilk kez tek günde tamamlanmıştır. 

Lübnan’da 5 vilayet kendi içinde 26 seçim bölgesine ayrılmıştır. Vilayetlerin toplam sandalye sayıları ve bu sandalyelerin mezheplere göre dağılımı Tablo 2’de verilmiştir. 


Tablo 2 – Meclis’in Eyalet ve Mezheplere Göre Dağılımı 



b. Lübnan Seçim Sonuçları Değerlendirmesi 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan Meclis seçimlerinde 587 aday 128 sandalye için yarışmıştır. Toplam 3.257.224 kayıtlı seçmen yer almış, yaklaşık 1.760.000 Lübnanlı seçimlerde oy kullanmış, katılım yüzde 54 civarında olmuştur. 

Seçimler, gerginlik beklentisinin aksine sakin, demokratik bir ortamda gerçeklemiştir. Seçimlere Avrupa Birliği, Carter Center ve NDI’nın (National 
Democratic Institute for International Affairs) yanı sıra ulusal olarak gözlemci gönderen tek ülke Türkiye olmuştur. Bütün gözlemci grupları tarafından başarılı bulunan seçimlerin sonuçlarını etkileyebilecek tek sorun; seçimden önce kampanya döneminde, partilerine oy verilmesi karşılığı teklif edilen paralar ve yine yurt dışında yaşayan Lübnan vatandaşlarının tüm masraflarının karşılanarak oy kullanmaları için ülkeye getirilmeleri olmuştur. Bu şekilde oy kullananların sayısının 150 bin civarında olduğu ve bunun büyük çoğunluğunu 14 Mart İttifakı’nı desteklemek üzere ülkeye getirildiği ifade edilmektedir. Lübnan’ın büyük bölümünde esasen seçim sonuçları önceden belli idi. Şiilerin, Sünnilerinve Dürzî’lerin güçlü oldukları bölgelerde kendi adaylarını çıkaracakları biliniyordu. Hatta rakip ittifakın aday çıkarmaması nedeniyle kesin sonuçların belli olduğu yerler bile bulunmaktaydı. 

Seçimin kaderi açısından önem taşıyan kritik bazı bölgelerde (Zahle, Baabda, Metn ve Beyrut 1 gibi) oyların dağılımı genel sonucu da etkileyecekti. 
Dolayısıyla iddia edildiği miktarda seçmen bu kritik bölgelere taşınmış ise seçim sonuçlarının az da olsa manipüle edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. 

Seçim öncesi beklenti Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın az farkla da olsa zafer kazanacağı yönündeydi. Ancak beklenenin aksine seçimler neredeyse bir önceki Meclis’in aynısı bir dağılım yarattı. Önceki Meclis’te 14 Mart İttifakı’nın 72’ye 56’lık üstünlüğüne karşı son seçimler yine 14 Mart’ın 71’e 57’lik üstünlük kurmasını sağlamıştır. 

Seçime giren ittifakları oluşturan parti ve hareketleri, kazanılan sandalye sayıları detaylı olarak Tablo 3’te bulunabilir. 

2008 yılında gerçekleşen 7 Mayıs olayları seçimin kaderini etkilemesi açısından büyük öneme sahiptir. Batı Beyrut’un işgali ve Saad Hariri’nin evinin kuşatılması, Hizbullah’ın talep edip de alamadığı tavizleri güç yoluyla almasına imkân tanımasına karşılık, Şiiler dışında kalan kesimlerin gözündeki meşruiyet ini olumsuz etkilemiştir. Hizbullah’ın II. Lübnan Savaşı’nda İsrail’e karşı başarılı direnişi halkın büyük çoğunluğunun örgüt etrafında bütünleşmesi ne neden olmuştu. Lübnan’da İsrail karşıtlığı o kadar güçlü bir olgu ki, Hizbullah silahlarını İsrail’e karşı kullandığı oranda birleştirici olmakta, silahları meşruiyet kazanmaktadır. Ancak aynı oranda tersi yönde etkiyi 7 Mayıs olayları yaratmıştır. 




Tablo – 3 Lübnan Seçim Sonuçlarına Göre İttifakların Kazandığı Milletvekili Sayıları 

Silahların halka dönmesi, var olan mezhepsel kutuplaşmayı körüklemiş, Şii olmayanların kimliklerini hatırlamalarına neden olmuştur. 
Hizbullah, silah bırakması yönündeki baskılar karşısında silahların İsrail’e karşı ülkeyi koruma amaçlı olduğunu ve hiçbir zaman Lübnan halkına karşı kullanmayacağını savunuyordu. 7 Mayıs olayları ile bir anda Batı Beyrut’u işgal eden örgüt, özellikle Sünniler gözünde inandırıcılığını yitirmiştir. Bu uzun vadeli etkinin yanı sıra, seçimlerde 8 Mart’ın beklenen başarıyı sergileyememesinde 7 Mayıs olayları önemli bir etken olmuştur. 8 Mart İttifakı’nın Hizbullah ve Emel adayları Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde beklendiği gibi milletvekilliklerini kazanmıştır. Sünniler de çoğunluk oldukları bölgelerde 14 Mart’ı desteklemiştir. Ancak seçim sonuçları açısından belirleyici olan Hıristiyan oyları olmuştur. Çünkü Hıristiyanları temsil eden partiler iki ittifak içinde dağılmış durumdadır. Hıristiyan oylarının etkili olduğu bölgelerde 8 Mart beklediği başarıyı elde edememiştir. Muhtemelen Batı Beyrut’un işgali Hıristiyan seçmenlerin oylarının 14 Mart’a kaymasına, Sünniler ve diğer mezheplerin bu ittifak etrafında seferber olmalarına neden olmuştur. 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan parlamento seçiminin üzerinden 5 ay geçtikten sonra Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri Başbakanlığında bir hükümet kurulabilmiştir. Ulusal uzlaşı hükümetinde 8 Mart İttifakı olarak bilinen muhalefetten de bakanlar yer almıştır. Dağılım şu şekilde belirlenmişti. 
Seçimden zaferle ayrılan 14 Mart İttifakı’na 15, 8 Mart İttifakı’na 10 bakanlık verilmesi ve Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın geriye kalan 5 bakanlık koltuğunu belirlemesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak daha sonra muhalefetin 10 bakanı ile birlikte Mişel Süleyman’ın kotasından bakanlar kuruluna giren bir bakan istifa etmiştir. 

11 bakanın istifası ile Lübnan Anayasasına göre uzlaşı hükümeti düşmüştür. Bu süreci takiben Hizbullah’ın adayı olarak Sünni milletvekili Necip Mikati liderliğinde yeni bir hükümet kurulmuştur. Dürzi lider Canpolat ve partisinin taraf değiştirerek 8 Mart Grubunu desteklemesi parlamentodaki dengeleri Hizbullah lehine değiştirmiş böylece Mikati hükümeti güvenoyu alabilmiştir. 


***

28 Aralık 2016 Çarşamba

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine



Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine 



DEĞERLENDİRME MAKALESİ 
REVIEW ARTICLE 

Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları - Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2007, 2. bsm., 517 s. 

Namık Sinan TURAN* 
* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 


Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında daha aktif rol oynama çabaları bölgedeki tarihsel referansların değerlendirilmesi açısından da fırsat olarak 
kabul edilmekte. Bu hiç şüphesiz gerek siyasi tarih gerekse uluslararası ilişkiler açısından oldukça eksik sayılabilecek literatüre katkı anlamında oldukça 
önemli. Osmanlı Dönemi Arap milliyetçiliğinin gelişim sürecine dair çalışmalar ya da son yıllardaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri baz alan konuların ağırlık 
kazandığı araştırmalar ne yazık ki erken cumhuriyetin dış politikasında Ortadoğu söz konusu olduğunda eksik kalıyor.1 Bunun başlıca iki nedeni olduğu 
söylenebilir. İlki cumhuriyetin ilk yıllarına dair arşiv kaynaklarının tasnifi konusundaki eksiklerin araştırmacıları konudan uzaklaştırması. İkincisi ise yüzünü Batı uygarlığına dönen Kemalist rejimin Ortadoğu’ya ve daha özelde İslam dünyasına sırtını döndüğü yönündeki ön yargının konuya olan ilgiyi azaltması. 
Bununla birlikte akademik anlamda Ömer Kürkçüoğlu’nun çalışmaları Türkiye ve Ortadoğu ilişkileri konusunda ilkler arasında sayılmalıdır.2 

Atatürk dönemi Ortadoğu ile olan ilişkiler konusunda son yıllarda bir ilgi uyanmaya başlamışsa da bu henüz yeterli düzeyde değildir.3 
Son döneme kadar K. Krüger’in 1932’de basılmış olan eserinin yanında konuyla doğrudan ilişkili bir çalışma bulmak oldukça güçtü.4 
Bu nedenle Mustafa Bıyıklı’nın kitabı önem kazanmaktadır. 

Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları: Atatürk Dönemi başlıklı çalışma yazarın 2002 yılında tamamladığı İki Dünya Savaşı Arasında 
Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları (1918-1939) adlı doktora tezine dayanmakta. 
Ancak anlaşıldığı kadarıyla bazı ilaveler içermekte. Kitap uzun bir girişin ardından üç bölüm olarak kurgulanmış. Bunun yanında “Türkiye İçin Ek Tedbirler 
ve Hedefler”, “Ortadoğu Ekseninde Türk-Arap İlişkilerinin Gelişmesi”, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Kaynakçalı Kronolojisi” gibi ek yazılarla 
destekleniyor. 

Yazar kitabının girişinde temelde Osmanlı Devleti’ndeki siyasal ve sosyoekonomik değişimin nedenlerini tahlil etmekte, bunu iç ve dış etkiler ışığında analiz etmeye çalışmakta. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bunu yaparken kullandığı dil ve üslup bir akademik çalışmanın üslubuyla uyuşmuyor. Burada altın çağ olarak tanımlanan Osmanlın klasik döneminin5 sona erişi ve yaşanan sarsıntı karşısında 18. yüzyıl sonlarından itibaren geliştirilmeye başlanan “yenileşme” hareketleri devletin “sosyal” yönlü bir müdafaa hareketi olarak değerlendiriliyor. Böylelikle Batının siyasi ve ekonomik nüfuzunun Akdeniz’in doğusunda giderek hissedildiği bir süreçte Osmanlıdaki dönüşümlerin temelde savunma refleksine dayalı bir siyasetin sonucu olduğuna dikkat çekiliyor. Burada temelde görülen yaklaşım olayları tamamen dış etkilerin bir sonucu olarak yorumlama anlayışıdır. Örneğin Osmanlı halkları arasında milliyetçiliğin gelişimi ve bağımsızlık taleplerinin yükselişi Batılıların kışkırtmacılığına bağlı olarak yorumlanıyor. (s. 18-19) Oysa milliyetçilik gibi 19. yüzyılın genel karakteristiğini belirleyen ve yeni kimliklerin inşa sürecine işaret eden bir ideolojinin etkileri yalnızca dış etkilerle açıklanamaz. Dahası Osmanlı gayrı Müslimleri arasında bu etkinin uyanışında örneğin Yunan milliyetçiliğinin gelişiminde bu kimliği birleştirici bir unsur olarak tasarlayan Yunan ticaret burjuvazisinin etkisini dikkate almamak mümkün değildir. Aynı yaklaşım Osmanlı Ortadoğu’su için de göze çarpmaktadır. Nitekim yazarın da dikkat çektiği Şam olaylarının dramatik gelişim seyri Batının bölgedeki nüfuz mücadelesinin yanı sıra bölgedeki cemaatler arasında ekonomik çatışmanın da bir sonucudur. Evet 
görünürde Tanzimat ve Islahat Fermanlarının bölgede özellikle Müslümanlar arasında yarattığı tepki olayların gelişiminde etkili olmuştur; ancak temelde 
ve çok daha etkin bir neden olarak ekonomik gelişimdeki eşitsiz durum yer almaktadır. 

1860 Şam olaylarını – yazar 1861 olarak gösteriyor – Büyük Devletlerin “Hıristiyan azınlığı ve batılılaştırdıkları zümreleri” kullanarak İslam dünyasında 
ikili kültür, huzursuzluk ve karışıklık arayışlarının bir sonucu olarak değerlendirmek olayı tek boyuta indirgemek anlamına geliyor.6 

Kitabın girişindeki analizlerde özellikle kuramsal anlamdaki eksiklikler dikkat çekiyor. Milliyetçilik olgusu ve Arap milliyetçiliğinin gelişimine dair algılama 
buna tipik bir örnek oluşturuyor. Buna göre sömürgeci devletler Arap milliyetçiliğini ve Türk-Arap düşmanlığını başlatarak “Ortadoğu çevresinde 
Türk-Arap ilişkileri daralmaya ve kopma noktasına varmıştır.” deniyor. Akademik uzmanlık alanını Ortadoğu üzerine geliştirmiş bir yazarın Arap milliyetçiliği 
konusundaki literatürden haberdar olmaması düşünülemeyeceğine göre buradaki yorumlamanın çoktan aşılmış bir yaklaşımı yansıttığını da bilmesi 
gerekirdi. Milliyetçilik hareketlerinde özellikle 19. yüzyıldaki gelişim çizgisinde Fransız devriminden itibaren dış etkilerin yeri bilinmektedir. Ancak hiçbir 
ideoloji toplumsal ve ekonomik bir altyapı olmadan siyasi bir realite haline dönüşemez. Arap milliyetçiliği de bu yönüyle bakıldığında tek başına Osmanlı 
birliğine kasteden Batılıların kışkırtmalarının bir sonucu olarak değerlendirilemez. Elbette Batının modern biliminin, kurumlarının ve siyasi düşüncelerinin 
Arap dünyasına ulaşmasında özellikle sahil şeridinde faaliyet gösteren misyonerlerin önemli bir payı olmuştur. Ancak bu konuyu ayrıntılı olarak inceleyen Adil Baktıaya’nın da belirttiği gibi misyonerler ne Araplara ulaşan tek kanaldı ne de bu kanalların en önemlisiydi. Nitekim Bıyıklı’nın ileri sürdüğünün 
aksine misyoner okul ve kolejlerin bu süreçteki etkisi oldukça tartışmalıdır. Son dönemdeki araştırmalar Arap milliyetçiliğinin fikri temsilcilerinin misyoner 
okullardan çok Osmanlı eğitim kurumlarından yetiştiğini ortaya koymaktadır.7 Yoksa burada ileri sürüldüğü gibi Arap milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği ve Jön 
Türk hareketini tek başına Osmanlı’yı parçalamaya yönelik Batının girişimleri olarak değerlendirmek konuyu eksik görmektir (s. 33). 

Tanzimat ve Islahat Fermanlarının sosyal yapı üzerindeki etkilerinin tümüyle olumsuz değerlendirildiği görülmektedir. Tüm bu projeler “birer Türk fikri olmaktan uzak” Batının dayatmaları olarak değerlendirilirken analitik bir değerlendirme arayışından çok Türkiye’deki muhafazakar yazının bilinen söylemi tekrar ediliyor.


Batılılaşma projesinin özellikle edebiyat ve kültür yaşamındaki eksik ya da zayıf kalan yanları elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de 8 ancak burada yer aldığı biçimiyle gazeteler ve gazeteye bağlı yazı çeşitlerin, tiyatro, roman, Batılı eserlerin Türkçe’ye tercümesi, dil ve imlaya dair ıslah girişimlerin 
de Batının amacına ulaşmak adına siyasi amaçla kullandığı araçlar olarak resmetmek 19. yüzyılın dünyasını ve kamuoyunu doğru teşhis edememek 
anlamına gelmektedir. Aksi halde “Batı değerleri lehine ve Osmanlı değerleri aleyhine olarak dış destek ve teşviklerle gazete, tercüme, tiyatro, romantizm, 
cemiyet faaliyetleri ve kadının evinden dışarı çıkartılıp bu faaliyetlerin içine yönlendirilmesinin” olumsuz sonuçlar olarak sunulması başka şekilde açıklanamamaktadır (s. 22). Nitekim benzer değerlendirmelere girişte bolca rastlanmaktadır. 


Türkiye’de Osmanlı son yüzyılı ve erken cumhuriyet dönemine dair değerlendirmelerde ideolojik önyargıların etkisinin aşılabildiğini iddia etmek mümkün değildir. Bu çalışmada da bunun aşılamadığı görülmektedir. Bunlardan en dikkat çekici olan meşrutiyetin değerlendirilmesidir. II. Meşrutiyet konusunda son derece geniş bir literatürün varlığı bir yana sadece Süleyman Kocabaş’ın çalışmasına dayanan yazar bunu adeta 7 milyon Yahudi’nin yaşadığı Selanik’teki 
sermayedarların, dış devletlerin hedeflerine ulaşmak için kullandıkları mason localarının olgunlaştırdıkları Jön Türklerin Osmanlı hanedanının dışlanması, 
İslam’ın yok edilmesi ve garp zedeliğin yaygınlaştırılması konusundaki girişimlerinin sonucu olarak değerlendiriyor (s. 26). Tümüyle tartışılabilecek bu yaklaşım tarihçilik yaklaşımının ikna ediciliği bir yana pedagojik anlamda da sorunlar içermektedir.9 Aynı tavır Batının oyununun bir parçası olan “azınlıklarının ihanet vari şikayet ve propagandaları” şeklindeki yorumlarda da görülüyor 

(s. 30). Söz konusu yaklaşım böyle bir çalışmanın girişinde yer alması gereken tezin ana ekseninin belirlenmesi ve yöntemin saptanmasından uzaklaşılarak 
demogojik tartışmaların tarafı olunması sonucunu doğuruyor. Benzeri ifadeler ve görüşlere günümüzün bazı basın organlarında da rastlanabilmektedir. 
Ancak akademik bir çalışmanın girişinin günlük gazetelerde rastlanan cinsten bir üslubu kaldıramayacağı açıktır. Ayrıca bu yaklaşım girişi amacından 
uzaklaştırmakta, konuyu dağıtıp, okurun konsantrasyonunu, metne bağlılığını zayıflatmaktadır. Bunun en tipik örneği s. 28’deki 20. dipnot ve 29-30 arasındaki 21 ve 22. dip notlardır. Konuyla bağlantısı olmadığı halde ve Kayı boyu gibi yıllar önce aşılmış nazariyelere de gönderme yaparak 623 yıllık Osmanlı idaresinin “aydınlık, huzur ve adalet içerisinde yönettiği” 60 kadar ülkedeki egemenlik sürelerinin belirlenmesi kitaba bir katkı sağlamadığı gibi bütünlüğü de bozmaktadır. Bu yönüyle bakıldığında giriş kısmı eserin takdimi ve yöntemin ana hatlarının belirlenmesinden çok yazarın kimi konulardaki görüşlerini okurla paylaştığı müstakil bir yazı niteliğine bürünmektedir. 

Kitabın ilk bölümü “Batı-Doğu Ekseni veya Akdeniz Hattında Meseleler, İç ve Dış Politikalar” başlığını taşıyor. 9 alt başlık altında incelenen sorun 
Ortadoğu’nun küresel mücadelede başlıca merkezlerden biri haline geliş süreci. Bu bağlamda başta İngiltere olmak üzere, Düvel-i Muazzama’nın Akdeniz 
politikaları, I. Dünya Savaşı’nın sonuçları, savaş sonrası düzen kurma arayışları ve tarafların tezleri bu bölümün başlıkları arasında yer alıyor. Söz konusu 
süreç hakkında yerli ve yabancı oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Ancak burada ilk dikkati çeken yön özellikle yabancı literatürün taranmasındaki 
eksikliktir. Aynı şekilde en çok yayına rastlanabilecek konulardaki atıflarda da bu eksiklik kendisini hissettirmektedir. Örneğin sayfa 112-113’te Çanakkale 
ve Birinci Dünya Savaşına dair verilen kaynaklar kimi internet siteleri olup, yazarın bu konudaki çalışmalardan haberdar olmadığını düşünmek mümkün değildir. 

Benzer şekilde Mekke Şerifi Hüseyin ve ayaklanması gibi konuyu doğrudan ilgilendirebilecek tartışmalarda bile kaynaklar üzerindeki eksiklik göze 
çarpmaktadır. Oysa en azından Ernest C. Dawn’ın, Osmanlıcılıktan Arabçılığa adlı eseri burada daha ufuk açıcı yorumlar üretilmesine katkı sağlayabilirdi (s. 
114). İlk bölümde metne dair bir diğer dikkat çekici yön yoğun bilgi aktarımı ve tekrarlara karşılık analitik bir bölümlendirmenin yapılamayışıdır. Bu durumda 
okur iki dünya savaşı arası batı karşısında Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına genel bir bakıştan yine iki dünya savaşı arasında Türkiye’nin deniz stratejileri 
ve psikolojisine savrulabilmekte ve aralarında bağ kurmada zorlanabilmektedir. Burada daha dikkatli bir bölümlendirmeyle ortaya konan emek analitik bir 
çerçevede sunulabilirdi. 

Misak-ı Milli Politikası ışığında Yeni Türkiye’nin ve dış politikasının incelendiği ikinci bölüm Ortadoğu’daki politik mücadelede Türkiye’nin yerini konu 
ediniyor. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin Arap elitleri ile olan çekişmesi, Jön Türk idaresinin Arap bölgelerinde yarattığı siyasal tepki inceleniyor. 
Bunu takiben yeni rejimin şekillenişi aşamasında hilafet tartışmalarına yer veriliyor. Hilafetin kaldırılması süreci uzunca bir bölüm olarak anlatılıyor. 
Burada aktarılanlar elbette hilafetin kaldırılma sürecine dair önemli bilgiler; ancak başlı başına bir araştırma konusu olan ve yazarın da yüksek lisans tezinin 
konusunu oluşturan bu sürecin çok ayrıntılı yer alışı Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesindeki en önemli amil buymuş havası yaratıyor. 
Yazar bu bölümde Meclis çatısı altında ve basında yer alan tartışmaları aktarırken, belki de üzerinde durulması gereken bir başka konuyu ihmal ediyor. 

Hilafet Meselesi 

19. yüzyılda özellikle II. Abdülhamid rejimi döneminde İttihad-ı İslam tartışmaları kapsamında iç ve dışta, taraftar ve muhalif çevrelerde hayli tartışılmış bir konuydu. Özellikle Abdülhamid rejiminin kurumu diplomaside öne çıkarma konusundaki özeni ve hassasiyeti karşısında İngiltere’nin de kışkırttığı Arap hilafeti meselesi Araplar arasında Osmanlı hilafetine alternatif olarak tartışılmaya başlanmıştı.10 İkincisi bazı Arap bölgelerinde Osmanlı karşıtlığının yükselişi sanıldığının aksine Jön Türk idaresinden öncelere dayanıyordu. Bunda yalnızca dış yönlendirmeler ya da Osmanlı merkeziyetçi bürokratlarının uygulamaları değil yükselen Arap milliyetçiliğinin de etkisi vardı.11 Nitekim bu konuda değerli araştırmacı Prof. Dr. İsmail Kara’nın editörlüğünde toplanan 
hilafet risaleleri başlıklı çalışma konuyla ilgili büyük bir boşluğu doldurmuş, olayı geniş perspektifli değerlendirme imkanı sağlamıştır. 

İkinci bölüm yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasında kimlik değişiminin incelendiği başlığın ardından 1921 yılından 1938’e değin yıl yıl dış politika gelişmelerini 
ele alıyor. Burada Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden yararlanılmış olması konuya katkı sağlıyor. Ancak bazı konuların atlandığı dikkatlerden kaçmıyor. 
Örneğin 1934 yılı gelişmeleri arasında İran Şahının Türkiye ziyaretine yer verilmemiş olması dikkat çekiyor. Oysa bu ziyaret yazarın da 1937 olayları içinde yer verdiği 8 Temmuz 1937 tarihli Sadâbat Paktı’na giden süreçte iki ülke arasında resmi ilişkilerin gelişiminde önemli bir adımdır.12 Yazar 10 Haziran 
1934-6 Temmuz 1934 arasında gerçekleştirilen bu ziyarete kronolojisinde de yer vermemiştir (s.446). Mustafa Bıyıklı 1923-1938 politikalarını değerlendirirken 
Türkiye’de ulus devletin oluşum sürecindeki laiklik politikalarının Ortadoğu ile ilişkilerde göreceli olarak belirleyici olmakla birlikte 1930’a kadar olan dönemde 
güvenlik, barış ve komşuluk açısından olumlu gelişmeler yaşandığına dikkat çekiyor. 

Bu dönem dış politikasında en önemli özellik Lozan sonrası sorunlarla mücadele edilirken, dış dünyayla daha kuşkucu ve temkinli ilişkilerin kurulmasıdır. 
Yazar 1933 sonrasında Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye arasında görülen ilişkilerdeki gelişmeyi revizyonist blok ülkelerinin yayılmacı faaliyet lerine karşı Türkiye, İran, Irak, Afganistan gibi ülkelerin emperyalizme yönelik benzer kaygılarına bağlı olarak değerlendiriyor. Aynı dönemde dikkat çekilen bir diğer nokta ise Türk dış politikasında zaman zaman statükocu kimi kez de ısrarcı ve fırsatçı olunmasıdır. Nitekim Montreux ve Hatay meselesindeki tutum bu yönüyle vurgulanmaktadır (s. 326-327). 

Kitabın üçüncü bölümü Arap-Türk ilişkileri, meseleler ve politikalar konusuna ayrılmış. Burada da tezi bölümlendirmedeki eksiklilikler ilk anda göze çarpıyor. 
En dikkate değer yön konu başlıklarında tekrara düşülmesi ve dağınık bir tarzın benimsenmesi. Burada esas tema Araplar ve Türkler arasındaki ilişkilerde 
devletlerin, daha özelde toplumların birbirini algılama biçimleri. Arap dünyasında Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, Osmanlı geçmişine bakışları gibi başlıklar oldukça genel ifadelerle burada yer alırken, Türk-Arap yakınlaşmasının gerekliliği başlığı altında bu konuda argümanlar ileri sürmektense 1908-18 dönemindeki gelişmelerin kısa bir yorumuna yer veriliyor. Yazar 1916 sonrası bazı Arapların yabancılarla işbirliği yaparak halife-sultana karşı ayaklanmalarını 
kabullenilemeyecek bir şey olarak nitelendirirken, 1919 sonrasında Türk milliyetçilerinin de halife-sultana karşı aynı şeyi yaptıklarını iddia ediyor. Bu 
durumda okurun kafasında ulusal savaş sırasında gayet pragmatik gerekçelerle halife-sultana yönelik vurgular yapan milliyetçilerin hangi yabancılarla 
işbirliği yaptığına dair bir soru oluşabiliyor. Bir önceki bölümde hilafetin kaldırılmasına dair anlatıda yer verilmeyen Arapların lehte ya da aleyhte tepkilerine bu bölümde yer veriliyor. Arapların Osmanlı geçmişine ve Atatürk inkılaplarına bakışlarına dair başlıklar, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına yönelik yaklaşımları çarpıcı alıntılarla aktarılıyor. Özellikle Arap aydınları arasında Türkiye’deki dönüşüme dair algılamalar dikkat çekici. Burada aktarıldığı biçimiyle Kemalist devrimin hafta tatilinin değişiminden, harf reformuna, kadın erkek eşitliğine kadar toplumsal ve siyasal alandaki hemen her adımı bazı çevrelerde İslam’ın temel yasasından açıkça uzaklaşma ve İslam dünyasına sırtını dönme olarak değerlendirilmiş. Mustafa Bıyıklı burada menfi yaklaşımların yanında ortak tarihe yönelik daha soğukkanlı yaklaşımlardan da söz ediyor. Bunlar arasında 

Tunuslu tarihçi Abdülcelil Temimi ve Mısırlı tarihçi Muhammed Harb’ı özellikle anıyor. Ancak burada da işaret edildiği gibi Araplar ve Türkler arasındaki imaj 
sorununun kısa sürede hallolmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor. Kitabın son bölümü olumsuz Arap imajının düzeltilmesi için ileri sürülen Arap tekliflerini 
içeren başlıkla tamamlanıyor. Daha çok İbrahim Dakuki’nin çalışmalarına dayandırılan bu kısımda karşılıklı önyargıların aşılmasında diyaloga ve anlayışa 
dayalı bir ilişki tarzının gerekliliği üzerinde duruluyor. 

Mustafa Bıyıklı’nın çalışması çok incelenmemiş bir konunun ele alınması açısından dikkat çekmekle birlikte konuya yönelik kaynakçada özellikle İngilizce 
ve Fransızca literatürün eksikliğiyle, bölümlendirme ve konunun sınırlarının tespiti konusunda sorunlar barındırıyor. Eksikliği dikkat çeken bir diğer konu 
ise dış politika konusunun ele alındığı bir çalışmada dış politikada belirleyici olan paradigmalara yeterince yer verilmemiş oluşu. 


1 Yüksek Öğretim Kurumu tez kataloğunda yapılacak kısa bir araştırma da Türkiye’ nın Orta doğu ile olan ilişkilerinin çeşitli boyutlarına işaret eden 59 tez kaleme alındığı görülmektedir. 

2 ÖmerKürkçüoğlu,Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-1918), Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1982 ve Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikaları (1945-1970), Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1972. 

3 Bu konuda iki yüksek lisans tezi kaleme alınmıştır.Aydın Can,Atatürk Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1923-1938),Yüksek LisansTezi, İnönü ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, 2000, 315 s.,Fikri Işık, Atatürk Döneminde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, İnönü Üniversitesi SosyalBilimler Enstitüsü, 2005, 132 s. 

4 Krüger, K., Turkey and the Middle East,George Allen and Unwin Ltd. London 1932, 223 s.,Türkçesi için bkz. Kemalist Türkiye ve Ortadoğu, Altın Yayınları, 
Çev.Nihal Önol, İstanbul 1981, 197 s. 

5 Yazar Altın Çağ tabirini Fatih,Yavuz ve Kanuni dönemlerini içerecek biçimde kullandığını belirtiyor. Bununla birlikte erken modern çağların bir imparatorluğu olan 
Osmanlılarda altın çağ tabiri genelde Kanuni Süleyman dönemini ifade edecek şekilde kullanmıştır. Cemal Kafadar,“ The Mythof the Golden Age:  Ottoman Historical Consiciousnessin the Post Süleymânic Era”, Süleymân the Second and His Time, Ed.Halil İnalcık - Cemal Kafadar, The Isıs Press, İstanbul 1993, s. 37-48. 

6 1860 Şam olaylarının sosyo-ekonomik nedenleri ve gelişim süreciyle ilgili olarak Leila Tarazi Fawaz, An Occasion for War: Civil Conflict in Lebanon and 
Damascus in 1860,University of California Press 1994. 

7 Adil Baktıaya,Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce,Bengi Yayınları, İstanbul 2009, s. 108-174. 

8 Bu konuda yapılan değerlendirmeler için Şerif Mardin, “ Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma”,Türk Modernleşmesi,İletişim Yayınları,İstanbul 1991, s. 23-77, 

9 Tarih yazımında söz konusu yaklaşımın analizi için bkz. Nuray Mert,“ Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak”,Doğu Batı, sayı 47, Ankara 2008-9, s. 133-134. 

10 Azmi Özcan,“ İngiltere’de Hilafet Tartışmaları 1873-1909”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, Sayı2, s.49-71; ayrıca bkz. Ş. Tufan Buz pınar, “ II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Hilafetine Muhalefetin Ortaya Çıkışı: 1877-1882 ”, Hilafet Risaleleri: Abdülhamid Devri, ciltI, Ed. İsmail Kara, Klasik Yayınları,İstanbul 2002, s. 37-63. 

11 Ş.Tufan Buzpınar,“ Osmanlı Suriye’sinde Türk Aleyhtarı İlanlar ve Bunlara Karşı Tepkiler 1878-1881”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,İstanbul 1998, sayı2, s. 73-89. 

12 Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz.L.Hilal Akgül, “ RızaHan’ın (Rıza Şah Pehlevi) Türkiye Ziyareti”,Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları,
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 2005, sayı7, s. 1-42. 

Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010 
Cilt 1, Sayı 2