Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2017 Pazartesi

Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası




Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası 






Oytun Orhan 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

1- Lübnan’da Sosyal ve Siyasal Yapı 

Lübnan’da 18’den fazla dinsel topluluk bulunmaktadır. Dolayısıyla Lübnan’da yaşam çoğulculuk üzerine kurulmuştur. Ancak ülkedeki bu çoğulculuk daha çok düşmanlık içeren ve hatta bazen çatışmacı bir nitelik taşımaktadır. Ülkede ortaya çıkan birçok anlaşmazlık ülkenin farklı mezhep grupları ve önde gelen aileleri arasındaki çatışmaların siyasal yansıması şeklindedir. Lübnan siyasal sisteminin temel belirleyici unsuru “zaim” adı verilen güçlü ailelerdir. Bu aileler ülkede köklü feodal geleneklere sahiptir ve siyasal arenada belirleyici rol oynamaktadır. Siyasal partilerin oluşumunda da, ekonomik ve siyasal çıkarlar ekseninde bölünmüş bu aileler en önemli unsurdur. 

Lübnan’daki farklı dinî grupların siyasal alana yönelmiş talepleri bulunmamakta dır. Her grubun kendi yaşam alanı mevcuttur. Hristiyanlar, Şiiler, Sünniler ve diğer grupların dinlerini özgürce yaşama hakları bulunmaktadır. Ancak ülkenin hakim aileleri arasındaki rekabetin mezhepsel ayrımlar şeklinde yansıması, siyasal yapının da bu çerçevede şekillenmesine neden olmaktadır. Siyasal, sosyal ve ekonomik taleplerin mezhep temelinde ifade ediliyor olması da ülkede bir ulusal bilincin, Lübnanlı kimliğinin oluşmasına engel olmuştur. 1930’lu yıllarda, ülke genelindeki birçok politikacı bu ailelerin temsilcileriydi. Bu sistem veraset yoluyla devam ettiğinden aynı ailelerin temsilcileri günümüzde de önemli siyasal roller üstlenmektedir. Dolayısıyla siyasal veraset geleneği ve mezhep ayrımına dayalı yapılanma, ülkede siyasal temsil sorununu da şekillendirmekte dir. 


Bugünkü siyasal yapılanma, Lübnan’da iç savaşı sonlandıran 1989 Taif Antlaşması’yla belirlenmiştir. Buna göre, iktidar dağılımı mezhepsel ayrım temelinde gerçekleşmektedir. Devlet başkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı, milletvekilliği, bakanlıklar, üst düzey bürokratlar tamamen bu ayrıma bağlı olarak paylaşılmaktadır. 2. 

2 - 1975-1990 Lübnan İç Savaşı Sonrası Güç Dengeleri 

a. İç Savaş Sonrası Lübnan Politikasının Baş Aktörü: Suriye 

İlk olarak, 1976 yılında Lübnan’da ortaya çıkan çatışmalara müdahale için Lübnanlı Hristiyanlar tarafından güvenliği sağlaması için ülkeye çağrılan 
Suriye askerleri, iç savaşın sona ermesinden sonra da bu ülkeden çekilmemiştir. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı uzun yıllar boyunca hem Arap devletleri, 
hem İsrail, hem de batı tarafından onaylanmıştır. İç savaş sonrasında, Suriye askerleri ülkede farklı mezhepsel kesimler ve silahlı gruplar arasında en 
önemli istikrar unsuru olarak görülmüştür. Ancak 2000 yılında İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi ve ABD’nin politikasının değişmesi, daha sonra 
Irak Savaşı gibi gelişmeler, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının da sorgulanmasını gündeme getirmiştir. 

Suriye, 1990’lar boyunca Lübnan’la imzaladığı birçok antlaşmayla bu ülkeyi siyasî, askerî ve ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır. 
Bu süreç, Suriye’nin Lübnan’da tam hakimiyet sağlamasıyla sonuçlanmış ve Lübnanlı bir muhalifin sözleriyle “Suriye istihbarat örgütü, Lübnan’da 
gerçek güç haline gelmiş ve tüm politik girişimleri etkisiz bırakmıştır.” Suriye’nin Lübnan’daki varlığı, sadece bir askerî varlık olmanın ötesinde, tüm 
Lübnan toplumsal yaşamını etkileme potansiyeline sahip bir nitelik taşımaktadır. Beyrut hükümetini çoğu zaman “atamış”, ulusal medyayı tamamen 
sindirmiştir. Ülkedeki “Suriyeleşme” süreci, çeşitli sektörlerde çalışan bir milyonun üzerindeki Suriyeli işçinin varlığıyla pekişmiştir. 

b. Şiiler 

Lübnan’ın en yüksek nüfus oranına sahip toplumsal grubunu Şiiler oluşturmakta dır. Ülke nüfusunun yüzde 30’luk bir dilimini oluşturan Şiiler ekonomik açıdan geri kalmış bir topluluktur. İç savaştan sonra Lübnan’da en ciddi değişim geçiren topluluk Şiiler olmuştur. Şiiler ülkede üç temel örgüt tarafından temsil edilmektedir. Lübnan Yüksek Şii İslam Konseyi, Emel ve Hizbullah partileri. Şii İslam Konseyi’nin önemli bir siyasal gücü bulunmamaktadır ve tamamen İran-Suriye etkisi altındadır. Emel Hareketi çok ciddi bir tabana sahip olmamakla birlikte, liderleri Nebih Berri’nin Meclis Başkanı olması nedeniyle bazı önemli noktaları ele geçirebilmiştir. Şii örgütler içinde en etkili olanı ise Hizbullah’tır. 

Hizbullah, ulusal ordu dahil Lübnan’ın en disiplinli, güçlü ve örgütlü silahlı grubu konumundadır. İran ve Suriye’den destek alan Hizbullah, İsrail’in Güney 
Lübnan’ı işgali sonrasında, bu ülkeye karşı yürüttüğü mücadele sayesinde büyük güç kazanmıştır. Dolayısıyla Lübnanlı Şiiler denince Hizbullah örgütü 
ön plana çıkmaktadır. Hizbullah, ülkede istikrarın sağlanması ve güvenlik anlamında “olmazsa olmaz” bir konumdadır. Marunilerin aksine, Hizbullah tek 
ulusal güç ve İsrail’e karşı direnişin bedelini ödeyen taraf olarak görülmektedir. 1990’ların başında ortaya çıkan yeni bölgesel koşullar, Hizbullah’ı pragmatik bir tavra yöneltmiştir. Örgütün bu tavrı İran ve Suriye tarafından da desteklenmiş tir. 1992 ve 1996 meclis seçimlerine katılan Hizbullah, meclise temsilci göndermeye başlamıştır. Hizbullah, aynı zamanda ülkede okul ve hastane ağını kontrol ederek sosyal bir işlev de üstlenmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın yerini ve kapasitesini anlamak için “devlet içinde devlet” tanımlaması yapılabilir. 

Bu konumu, Hizbullah’ın, Suriye’nin ülkeden çekildiği dönemde ön plana çıkmasına neden olmuştur. Hizbullah, ülkede bundan sonraki dönemde 
yapılacak tüm düzenlemelerde hiçbir tarafın göz ardı edemeyeceği önemli bir aktör durumundadır. Hem İsrail’e karşı yürüttüğü mücadele, hem de Suriye 
yanlısı tutumu nedeniyle ABD tarafından ülke içindeki bu güçlü konumu kırılmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda, Hizbullah’ın bir siyasallaşma süreci 
içine sokulması gündemdedir. Bu yöndeki ilk adım olarak ABD, Hizbullah’tan silahsızlanmasını talep etmektedir. 

c. Suriye’nin Varlığına Muhalif Kesimler 

Hariri suikastının en önemli sonucu, birçok farklı grubu mezhep ayrımına bakmaksızın bir araya getirmesi olmuştur. Bir yandan farklı muhalif grupların birleşmesini, diğer yandan da halk tabanında bu kampın desteklenmesini sağlamıştır. Suikast sonrası düzenlenen Suriye karşıtı gösterilere bakıldığında, Şii grupların temsilcileri hariç tüm grupların bir araya geldiği görülmektedir. 


İç savaş sonrası Suriye varlığının geleneksel muhalif kesimi Hristiyan Maruniler olmuştur. Lübnan’ın nüfus oranı açısından en büyük ikinci grubunu yaklaşık yüzde 23 ile Maruniler oluşturmaktadır. Maruniler de Arap kökenli olup Hristiyanlığın Katolik mezhebindendir. Maruniler iç savaş öncesinde 
çok daha etkin bir konumdayken, savaş sonrasında siyasal alandan dışlanmış ve güçlerini önemli oranda kaybetmişlerdir. Buna karşılık Lübnan’ın ticari 
ve finansal gücünün önemli bir kısmını ellerinde bulundurmaktadırlar. 

İç savaşı sonlandıran Taif Antlaşması, Marunilerden seçilen devlet başkanının yetkilerini azaltmış ve Sünni Müslüman olması gereken başbakanın 
yetkilerini artırmıştır. İki kurum arasında güç dengelerinde ortaya çıkan bu değişim, Marunilerin kendilerini siyasal alandan dışlanmış hissetmesine 
neden olmuştur. Marunilerin en büyük eksikliği bir liderdir. Daha önceki devlet başkanı Haravi ve şimdiki Emil Lahud, her zaman Suriye’ye yakın 
olmuşlardır. Bu nedenle Maruniler siyasal alanda temsil edilmedikleri, çıkarlarının korunmadığı düşüncesi içindedirler. Önemli Maruni liderlerin çoğu 
Fransa’da sürgünde yaşamaktadır. 

Maruniler arasında belli konularda fikir ayrılıkları olsa da, Suriye’nin varlığının sona erdirilmesi konusunda ortak görüşe sahiptirler. Bu nedenle, güçlerini 
birleştirmek amacıyla Suriye’nin varlığına son verilmesi temelinde 2001 yılında “Kuvet Şevan” adı altında birleşmişlerdir. Bunun yanında, Suriye yanlısı Maruniler de bulunmaktadır. Bunlar genel olarak Suriye’nin varlığından ekonomik ve siyasal çıkar sağlayan eski milis liderleri, ticari elitler ve geleneksel 
politikacılardır. Şu anki Devlet Başkanı Lahud ile kabinenin ve meclisin Hristiyan üyelerinin çoğu bu gruptadır. 

Ülkenin üçüncü büyük grubunu oluşturan Sünniler, Hariri suikastı sonrası muhalif kampa katılmışlardır. Bu kesim genel olarak Lübnan’ın demokratik 
parlamenter kimliğinin korunmasından yana bir tutum içinde olmuştur. Sünniler iç savaştan belli bir güç kaybına uğramış olarak çıkmış olsalar da, zamanla etkinliklerini geri kazanmışlardır. 1992 yılında başbakanlığa getirilen Refik Hariri, Sünni toplumunun en etkili lideri konumundaydı. Bir 
yandan Suriye ile dengeli ilişkiler yürütmüş olan Hariri, ticari ve kişisel bağları sayesinde bölgede ve Batı’da saygınlığı olan bir kişiydi. 

O dönemde muhalif cephede yer alan bir diğer kesim de Dürzîlerdir. Lübnan tarihinde önemli roller üstlenmiş olan Dürzîlerin genel nüfusa oranı yüzde 
6’dır. Özellikle Şuf ve Dağlık Lübnan bölgelerinde önemli güce sahiptirler. Şu anda Dürzîlerin lideri konumundaki Velit Canpolat, sürekli değişen ittifaklar 
içine girmiş, değişik siyasal pozisyonlar almıştır. Kendi adına başarılı sayılabilecek bir yol takip eden Canpolat, böylece temsil ettiği grubun potansiyelinin 
üzerinde bir konum elde etmiştir. Muhalefet cephesine geçmeden önce ABD ve İsrail politikalarına eleştirel yaklaşan Canpolat, Hizbullah’la da iyi ilişkiler içinde olmuştur. 

3. Suriye’nin Çekilmesi, İsrail-Lübnan “ Savaşı ” ve Yeni Dengeler 

Lübnan’da 2005 yılında gerçekleşen Meclis seçimleri Hariri suikastının gölgesi altında gerçekleşmişti. O dönemin temel ayrışımı Suriye’nin Lübnan’daki 
askeri varlığının sona erdirilmesi veya sürdürülmesi konusundaydı. Sünni kesim dışında da destek bulan ve halkın çoğunluğu tarafından sevilen Hariri’nin 
öldürülmesinin arkasında Suriye olduğu inancı iç savaş yıllarından beri ülkede bulunan Suriye askerlerinin geri çekilmesi konusunda Lübnan halkının 
büyük çoğunluğunu birleştirmişti. Uluslararası baskılar ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ile devam eden süreç Suriye’nin 2005 
yılının Nisan ayında Lübnan’dan askerlerini çekmesi ile sonuçlanmıştı. Böylece Lübnan 2005 yılının Mayıs ayında gerçekleşen Meclis seçimlerine, iç 
savaş sona erdikten sonra ilk kez Suriye vesayeti olmadan giriyordu. Seçim bir anlamda Suriye’nin Lübnan’daki varlığını savunanlar ile karşı olanlar 
arasındaki yarışa dönüşmüştü. 14 Mart 2005 tarihinde düzenlenen gösterilerden adını alan 14 Mart İttifakı Lübnan’daki Suriye vesayetine son verilmesini 
savunuyordu. Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri başında bulunduğu Gelecek Hareketi’nin önderlik ettiği ittifakta, Dürzî toplumu temsil eden ve Velit 
Canpolat’ın lideri olduğu İlerici Sosyalist Parti ve Hıristiyanların desteklediği Lübnanlı Güçler ile Ketaib gibi partiler bulunuyordu. Yine 8 Mart 
2005’te düzenlenen gösteriden adını alan 8 Mart İttifakı ise Hizbullah önderliğinde, Emel, Mişel Aoun’un Bağımsız Vatansever Hareketi ve Suriye 
tarafından desteklenen Suriye Ulusal Sosyalist Parti gibi gruplardan oluşuyordu. (İttifakların detaylı açılımı Tablo 3’te verilmiştir). Bu ittifak Suriye’nin 
askeri varlığının devamını, Lübnan’ın istikrarı ve İsrail’e karşı direniş açısından savunan partilerden oluşuyordu. Suikastın yarattığı duygusal ortam 
ve halkın çoğunluğunun Suriye’nin etkinliğine son verilmesi noktasında birleşmesiyle seçim 14 Mart Bloğu’nun kesin zaferi ile sonuçlanmıştı. 14 
Mart’ın kazandığı 72 sandalyeye karşılık 8 Mart 56 milletvekilliği kazanabilmişti. 2005 Lübnan seçimlerinin sonuçları, bölgesel ölçekte İran ve Suriye 
açısından yenilgi anlamı taşıyordu. Buna karşılık, 14 Mart İttifakını destekleyen Suudi Arabistan, bölgede İran etkinliğinin sınırlanması açısından 
önemli bir başarı kazandığını düşünüyordu. Yoğun uluslararası baskı ve seçimlerde 14 Mart İttifakının kazandığı zafer Suriye’nin Lübnan’da yaklaşık 
30 yıldır bulunan askeri varlığını geri çekmesi ile sonuçlanmıştı. 

Seçimlerden yaklaşık bir yıl sonra Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sonrasında İsrail’in sert karşılığı ile patlak veren II. Lübnan Savaşı, bir kez 
daha Lübnan’daki güç dengelerinin değişmesine neden oldu. 

Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a 
kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en 
büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı. İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında 
yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. 
Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, 
iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı. Hatta Şiiler dışındaki 
mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu. 

Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadeceLübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü olduğunu göstermiştir. Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu. Savaş iki açıdan da Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. 

Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 
Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür. Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir. “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete” 
karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır. Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 

Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir. 

Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip 
olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve evlerin den çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir. Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmaktadır: 
“Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf”. 

Savaş sonrası ortamda Lübnan halkı ve siyaseti temel olarak ikiye bölünmüştür. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. 

Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “ Özgür Milliyetçi Hareketi ” (ÖMH) bulunmaktadır. 

14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. 

Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır. 

14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. 
Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir. Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un lider-liğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket 
muhalefet cephesi içindedir. 

Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin 
meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir. Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği 
arayışlarını desteklemektedir. Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. 

Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir. 

Savaşın Hizbullah’ın zaferi ile sonuçlanmasının Lübnan iç politikası ve bölgesel açıdan önemli sonuçları oldu. Hizbullah o savaşa kadar hem içeri hem de dışarıdan silah bırakması yönünde yoğun baskı altındaydı. Uzun yıllar Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi başarı ile yürütmüş örgüt 
Lübnan’da bazı kesimler tarafından istikrarsızlık unsuru olarak görülmeye başlamıştı. Suriye’nin askerlerini çekmesi, 2005 seçimlerini 14 Mart’ın kazanması hep Hizbullah aleyhine gelişmelerdi. 
Bütün bunlara Birleşmiş Milletler kararları ve artan ABD baskısı da eklenmekteydi. İkinci Lübnan Savaşı bu süreci tersine çevirdi. Her şeyden önce Hizbullah bir kez daha Lübnan halkının gözünde kahraman ve İsrail’e karşı Lübnan’ı koruyabilecek tek ulusal güç olarak görülmeye başlandı. Kendine 
güveni artan örgüt dışarıda kazandığı zaferin etkisiyle içerde rakipleri karşısında ki pozisyonunu güçlendirdi. Hizbullah kazandığı “askeri zaferi siyasi bir zafere dönüştürmek” için hükümet üzerindeki baskıları yoğunlaştırmaya başladı. Aralık 2006 tarihinde, Hizbullah önderliğindeki 8 Mart, hükümeti istifaya zorlamak ve erken genel seçim kararı alınması için hükümet binasının hemen yanı başında oturma eylemleri başlattı. Sivil gösterileri kabinedeki Şii bakanların istifası izledi. Muhalefet çok önemli bir topluluğun temsil edilmediği gerekçesiyle hükümetin geçersiz olduğu savını dile getirmeye başladı. Aylar boyu süren gösteriler Lübnan Devlet Başkanı’nın bir türlü seçilememesi ile yeni bir aşamaya ulaştı. 1 yıla yakın devam eden kriz zaman zaman küçük çaplı çatışmaları da beraberin de getiriyordu. Kamplaşmanın arttığı, tam bir siyasal çıkmazın yaşandığı sürecin son ve şiddetli ayağı 2008 yılının Mayıs ayı içinde yaşandı. Lübnan Hükümeti, 5 Mayıs tarihinde gerçekleştirdiği uzun toplantının sonucunda iki karar aldı. Bunlar, Hizbullah’ın devletten ayrı kendine ait iletişim sisteminin kaldırılması ve Beyrut havaalanı güvenlik şefinin görevinden alınmasıydı. Hizbullah’ın kararlara itirazı ile baş gösteren ve 7 Mayıs olayları olarak bilinen kriz örgütün çok kısa süre içinde Batı Beyrut’u işgal etmesi ve Saad Hariri’nin evini kuşatması ile sonuçlandı. 

Birçok ülkenin arabuluculuğu ile krize Doha’da varılan uzlaşı ile çözüm üretildi. Doha uzlaşısı ile taraflar; Genelkurmay eski Başkanı Mişel Süleyman’ın Devlet Başkanı seçilmesi, yeni hükümetin kurularak muhalefete 11 koltuk verilmesi (Muhalefet böylece hükümetin kararlarını veto edebilmek için yeterli sayıya ulaşmış oluyordu), seçim sisteminde bazı ufak değişiklikler yapılması ve ülkenin barışçı bir ortamda seçimlere götürülmesi konusunda anlaşıyordu. Muhalefete 


11 Bakanlık verilmesi kararı, bir yılı aşkın süre devam eden siyasi krizin kilit konularından birini oluşturuyordu. Siyasi tepkiler ve sivil eylemler aracılığı ile amacına ulaşamayan Hizbullah güç yoluyla ülkede yeni bir düzenin kurulması önündeki yolu açmış oluyordu. 

Doha uzlaşısı ile ülke bir anda rahatlamış, seçimlere barışçı bir ortamda girilmesini sağlamıştır. Lübnan her zaman dış gelişmelere aşırı duyarlı olmuştur. Bu süreçte sadece ülke içi gruplar değil tüm bölgesel aktörler sorumlu davranarak Lübnan istikrarına katkıda bulunmuştur. Bölgesel gerilimin yumuşamış olması Lübnan’ın rahatlamasına neden olmuştur. Obama’nın seçilmesi ile Ortadoğu’da esen yeni hava, Suriye-Suudi Arabistan gerginliğinin karşılıklı üst düzey ziyaretlerle yumuşaması Lübnan’ı doğruda etkilemiştir. Lübnan işte böyle bir ortam içinde Haziran 2009 meclis seçimlerine girmiştir. 

4. Lübnan Seçim Sistemi ve 2009 Parlamento Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 

a. Lübnan Seçim Sistemine İlişkin Teknik Veriler 

Lübnan anayasasına göre 21 yaş ve üzeri her Lübnan vatandaşı seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptir. 
Meclis 4 yıllık görev süresi için seçilmektedir. 128 kişilik Meclis, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında eşit olarak paylaştırılmış durumdadır. Müslümanlar ve Hıristiyanlar da kendi içinde toplam 11 ayrı mezhebe bölünmüştür. Mezhepler siyasal sistemde kendilerine ayrılan kotalar ile temsil edilmektedir. (Bu dağılım Tablo 1’de ayrıntılı olarak verilmiştir). Meclis koltukları mezheplere göre 
dağıtılmakla birlikte seçmenler genel seçim hakkı çerçevesinde oy kullanmakta dır. Bu hak gereği her seçmen kendi seçim bölgesine ayrılan tüm mezhep koltukları için oy verebilmektedir. Dolayısıyla örneğin bir seçim bölgesindeki Hıristiyan aday Sünniler ya da Şiilerin de desteğine ihtiyaç duyabilmektedir. Seçim ittifakları bu yüzden büyük önem taşımaktadır. 



Tablo 1 – Meclis’te Mezheplere Ayrılan Kotalar 



Lübnan’da parlamenter demokrasilerde olduğu gibi güçlü partiler bulunmamaktadır. Parti olarak adlandırılan grupların çoğu sadece o bölgenin önde gelen bir isminin liderliğinde oluşturulan aday listelerinden ibarettir ve ilgili seçimle sınırlı olabilmektedir. Bu aday listeleri yerel ya da ulusal düzeyde 
ittifaklara dâhil olarak seçimlere girmektedir. Son iki seçime 14 Mart ve 8 Mart İttifakları şeklinde giren partiler ilgili seçim bölgesindeki kotalara göre 
aday listeleri oluşturmaktadır. Seçmenler bu aday listelerine oy vermektedir. 

Bir seçim bölgesinde hangi adayların en çok oyu aldığı önemli olmakla birlikte bazı durumlarda belirleyici olamayabilmektedir. Seçim bölgesi için mezhep kotaları oluşturulduğu için her bir mezhepten adayların kendi arasında en çok oyu alanları meclise girebilmektedir. Örneğin bir seçim bölgesinde 2 Şii, 1 Sünni koltuğu için 5 Şii ve 3 Sünni adayın yarıştığı varsayılacak olunursa, 5 Şii adayın kendi arasında en fazla oy alan 2 aday Meclis’e Şii kotasından girmektedir. Diğer Sünni koltuk için 3 aday arasında en fazla oyu alan bir kişi girecektir. Şii adaylar içinde Meclis’e giremeyen diğer 3 aday Sünniler arasında en fazla oy alan adaydan daha fazla oy almış olsa dahi Meclis’e 1 Sünni aday girmektedir. 

Lübnan’da daha önce yapılan seçimler dört hafta sonunda dört ayrı bölgede düzenleniyordu. Bu sistemin en büyük zaafı ittifakların bir önceki hafta gerçekleşen seçim sonuçlarına göre o hafta içinde yeniden değişmesine neden olması idi. Bahsedilen sıkıntıyı önlemek için 7 Haziran Meclis seçimi ilk kez tek günde tamamlanmıştır. 

Lübnan’da 5 vilayet kendi içinde 26 seçim bölgesine ayrılmıştır. Vilayetlerin toplam sandalye sayıları ve bu sandalyelerin mezheplere göre dağılımı Tablo 2’de verilmiştir. 


Tablo 2 – Meclis’in Eyalet ve Mezheplere Göre Dağılımı 



b. Lübnan Seçim Sonuçları Değerlendirmesi 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan Meclis seçimlerinde 587 aday 128 sandalye için yarışmıştır. Toplam 3.257.224 kayıtlı seçmen yer almış, yaklaşık 1.760.000 Lübnanlı seçimlerde oy kullanmış, katılım yüzde 54 civarında olmuştur. 

Seçimler, gerginlik beklentisinin aksine sakin, demokratik bir ortamda gerçeklemiştir. Seçimlere Avrupa Birliği, Carter Center ve NDI’nın (National 
Democratic Institute for International Affairs) yanı sıra ulusal olarak gözlemci gönderen tek ülke Türkiye olmuştur. Bütün gözlemci grupları tarafından başarılı bulunan seçimlerin sonuçlarını etkileyebilecek tek sorun; seçimden önce kampanya döneminde, partilerine oy verilmesi karşılığı teklif edilen paralar ve yine yurt dışında yaşayan Lübnan vatandaşlarının tüm masraflarının karşılanarak oy kullanmaları için ülkeye getirilmeleri olmuştur. Bu şekilde oy kullananların sayısının 150 bin civarında olduğu ve bunun büyük çoğunluğunu 14 Mart İttifakı’nı desteklemek üzere ülkeye getirildiği ifade edilmektedir. Lübnan’ın büyük bölümünde esasen seçim sonuçları önceden belli idi. Şiilerin, Sünnilerinve Dürzî’lerin güçlü oldukları bölgelerde kendi adaylarını çıkaracakları biliniyordu. Hatta rakip ittifakın aday çıkarmaması nedeniyle kesin sonuçların belli olduğu yerler bile bulunmaktaydı. 

Seçimin kaderi açısından önem taşıyan kritik bazı bölgelerde (Zahle, Baabda, Metn ve Beyrut 1 gibi) oyların dağılımı genel sonucu da etkileyecekti. 
Dolayısıyla iddia edildiği miktarda seçmen bu kritik bölgelere taşınmış ise seçim sonuçlarının az da olsa manipüle edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. 

Seçim öncesi beklenti Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın az farkla da olsa zafer kazanacağı yönündeydi. Ancak beklenenin aksine seçimler neredeyse bir önceki Meclis’in aynısı bir dağılım yarattı. Önceki Meclis’te 14 Mart İttifakı’nın 72’ye 56’lık üstünlüğüne karşı son seçimler yine 14 Mart’ın 71’e 57’lik üstünlük kurmasını sağlamıştır. 

Seçime giren ittifakları oluşturan parti ve hareketleri, kazanılan sandalye sayıları detaylı olarak Tablo 3’te bulunabilir. 

2008 yılında gerçekleşen 7 Mayıs olayları seçimin kaderini etkilemesi açısından büyük öneme sahiptir. Batı Beyrut’un işgali ve Saad Hariri’nin evinin kuşatılması, Hizbullah’ın talep edip de alamadığı tavizleri güç yoluyla almasına imkân tanımasına karşılık, Şiiler dışında kalan kesimlerin gözündeki meşruiyet ini olumsuz etkilemiştir. Hizbullah’ın II. Lübnan Savaşı’nda İsrail’e karşı başarılı direnişi halkın büyük çoğunluğunun örgüt etrafında bütünleşmesi ne neden olmuştu. Lübnan’da İsrail karşıtlığı o kadar güçlü bir olgu ki, Hizbullah silahlarını İsrail’e karşı kullandığı oranda birleştirici olmakta, silahları meşruiyet kazanmaktadır. Ancak aynı oranda tersi yönde etkiyi 7 Mayıs olayları yaratmıştır. 




Tablo – 3 Lübnan Seçim Sonuçlarına Göre İttifakların Kazandığı Milletvekili Sayıları 

Silahların halka dönmesi, var olan mezhepsel kutuplaşmayı körüklemiş, Şii olmayanların kimliklerini hatırlamalarına neden olmuştur. 
Hizbullah, silah bırakması yönündeki baskılar karşısında silahların İsrail’e karşı ülkeyi koruma amaçlı olduğunu ve hiçbir zaman Lübnan halkına karşı kullanmayacağını savunuyordu. 7 Mayıs olayları ile bir anda Batı Beyrut’u işgal eden örgüt, özellikle Sünniler gözünde inandırıcılığını yitirmiştir. Bu uzun vadeli etkinin yanı sıra, seçimlerde 8 Mart’ın beklenen başarıyı sergileyememesinde 7 Mayıs olayları önemli bir etken olmuştur. 8 Mart İttifakı’nın Hizbullah ve Emel adayları Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde beklendiği gibi milletvekilliklerini kazanmıştır. Sünniler de çoğunluk oldukları bölgelerde 14 Mart’ı desteklemiştir. Ancak seçim sonuçları açısından belirleyici olan Hıristiyan oyları olmuştur. Çünkü Hıristiyanları temsil eden partiler iki ittifak içinde dağılmış durumdadır. Hıristiyan oylarının etkili olduğu bölgelerde 8 Mart beklediği başarıyı elde edememiştir. Muhtemelen Batı Beyrut’un işgali Hıristiyan seçmenlerin oylarının 14 Mart’a kaymasına, Sünniler ve diğer mezheplerin bu ittifak etrafında seferber olmalarına neden olmuştur. 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan parlamento seçiminin üzerinden 5 ay geçtikten sonra Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri Başbakanlığında bir hükümet kurulabilmiştir. Ulusal uzlaşı hükümetinde 8 Mart İttifakı olarak bilinen muhalefetten de bakanlar yer almıştır. Dağılım şu şekilde belirlenmişti. 
Seçimden zaferle ayrılan 14 Mart İttifakı’na 15, 8 Mart İttifakı’na 10 bakanlık verilmesi ve Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın geriye kalan 5 bakanlık koltuğunu belirlemesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak daha sonra muhalefetin 10 bakanı ile birlikte Mişel Süleyman’ın kotasından bakanlar kuruluna giren bir bakan istifa etmiştir. 

11 bakanın istifası ile Lübnan Anayasasına göre uzlaşı hükümeti düşmüştür. Bu süreci takiben Hizbullah’ın adayı olarak Sünni milletvekili Necip Mikati liderliğinde yeni bir hükümet kurulmuştur. Dürzi lider Canpolat ve partisinin taraf değiştirerek 8 Mart Grubunu desteklemesi parlamentodaki dengeleri Hizbullah lehine değiştirmiş böylece Mikati hükümeti güvenoyu alabilmiştir. 


***

Irak’ın Siyasal ve Toplumsal Yapısı Güncel Sorunları



Irak’ın Siyasal ve Toplumsal Yapısı Güncel Sorunları 


Bilgay Duman 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali, ülkenin temel dinamiklerini temelinden değiştirdiğini söylemek “mümkündür. Baas Yönetimi altında tekil bir kimlik 
üzerine inşa edilen Irak, ABD işgaliyle birlikte tam bir kimlik bunalımına girmiş ve ülkenin doğası bozulmuştur. 

Buradan yola çıkarak ülkedeki toplumsal yapının dinamiklerine bakmanın faydalı olacağı söylenebilir. Çok etnili ve çok mezhepli bir ülke olan Irak’ta, ülkenin kuruluşundan bu yana halkın farklı kimliklere sahip olması ülke siyasetinin en önemli dinamiği olarak adlandırılabilir. 

Ülkedeki yaşayan halkları kurucu unsurlar olarak etnik paylaşıma göre ayırt edilebileceği gibi, azınlıkları ve dinsel ayrışmayı temel alarak da bir 
toplumsal yapı ortaya konabilir. Bu açıdan kurucu unsur olarak, Araplar, Kürtler ve Türkmenleri ifade edebiliriz. 

Diğer taraftan ülkede Asuriler, Şebekler, Yezidiler, Ermeniler başta olmak üzere azınlıklar da yaşamaktadır. 
Diğer taraftan dini bir ayrışma ortaya konacak olursa, ülkenin yaklaşık yüzde 96’ını oluşturan Müslüman nüfusun Şii-Sünni ve çok az da Bektaşi nüfusu barındırdığını söylemek mümkündür. 

Diğer taraftan Hıristiyan bir azınlıktan söz edilebilir. Ancak Hıristiyanlar arasında da mezhepsel farklılaşma mevcuttur. 
Diğer taraftan Irak’ın en önemli toplumsal dinamiklerinde biri de aşiret yapılarıdır. 
Irak’ta Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre 74 aşiret yaşamaktadır. Ancak bu aşiretlerin çok sayıda alt kolunun olduğu bilinmektedir. 
Özellikle Arap aşiretlerinin karmaşık bir yapı arz ettiği söylenebilir. 
Özellikle aşiretler içerisinde mezhebi farklılıklar önemlidir. Yani bir aşiret içerisinde hem Şii hem Sünniler bulunmaktadır. 
Ayrıca aşiret isimler belli bir soya dayandığı gibi, o aşiretin yaşadığı topraklarla da isimler özdeşleşmiştir. Örneğin Bağdadi aşireti gibi. 
Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler arasında da aşiretçilik oldukça kuvvetlidir. Türkmenler arasında ise çok kuvvetli olmamakla birlikte aşiretçiliğin var 
olduğunu söylenebilir. Özellikle Telafer, Diyala gibi kırsal bölgelerde aşiretçiliğin daha kuvvetli olduğunu ifade etmek mümkündür. 

2003’ten sonra ortaya çıkan gelişmeler Irak’ın etnik ve mezhebi temelde algılanmasına yol açmıştır. Bu konuda çekincelerimiz olsa da Irak siyaseti bu temel üzerinde şekillenmiştir. Bu açıdan Şii, Sünni, Kürt 
ve Türkmenlerin siyasi aktörleri ve gruplarına kısaca değinmekte fayda vardır. Öncelikle ülkenin en büyük nüfusunu oluşturan Şii grupları ele alalım. Şii gruplar arasında köklü ve güçlü siyasi partiler mevcuttur. Şiilerin en eski siyasi oluşumu Dava Partisi’dir. 1950’lerde kurulan Dava Partisi, Baas Partisi’nin baskısı altında siyaset üretememiştir. Ayrıca parti içerisinde de İran’a yakın kanat ve Irak 
milliyetçisi Şiiler arasında yaşanan mücadele nedeniyle, Dava Partisi’nde ayrışma yaşanmış ve Dava Partisi’nin yanında bir de Dava Partisi Irak Teşkilatı kurulmuş tur. Bugün Dava Partisi’nin liderliğini Irak Başbakanı olan Nuri El-Maliki yürütmektedir. Diğer taraftan Irak’ın etkili siyasi gruplarından biri de Irak İslam Yüksek Konseyidir. Irak İslam Yüksek Konseyi 1982’de İran’da kurulmuş ve İran’la yakın ilişkilere sahip bir oluşumdur. Dini liderlik etrafında toplanan bu oluşum Irak’taki en büyük iki Şii ailesinden biri olarak ifade edilebilecek El-Hekim ailesi tarafından yönetilmektedir. Mevcut lideri Şii dini liderlerinden biri olan Ayetullah Abdülaziz ElHekim’in oğlu Ammar El-Hekimdir. Abdülaziz El-Hekim öldükten sonra yerine oğlu geçmiştir. 

Ayrıca Irak İslam Yüksek Konseyi’ne bağlı bir Bedir Örgütü adında bir milis gücü de bulunmaktadır. 2008’e kadar milis grup olarak devam eden Bedir Örgütü, 
bu tarihten sonra siyasi bir organizasyon olarak devam edeceğini ilan etmiş ve Irak’taki seçimlere katılmıştır. Yine de Bedir Örgütü milislerinin hazır olarak beklediğine yönelik iddialar mevcuttur. 

Irak’ta 2003’ten sonra belki de adından en çok söz ettiren Şii grubunun Sadr Grubu olduğunu söylemek mümkündür. Sadr Grubu gücünü Şiiler arasındaki Sadr ailesine verilen önemden aldığını ve özellikle fakir Şiiler arasında oldukça popüler olduğu söylenebilir. Sadr Grubu özellikle ABD karşıtı söylemleri ve eylemleriyle gündeme gelmiştir. 2010’daki seçimlerden sonra Irak parlamento sunda 40’a yakın milletvekiline sahip olan Sadr Grubu ve lideri Mukteda El-Sadr, Irak’ta son hükümetin kurulmasında kritik bir rol oynamıştır. ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi konusunda da en etkili muhalefeti Sadr Grubu göstermektedir. ABDaskerlerinin süresinin uzatılması düşünülürken, bu süreçten sonra Sadr Grubunu adının daha çok duyulacağı söylenebilir. Zira Sadr Grubuna bağlı milis gücü olan Mehdi Ordusu’nun tekrar eylemlerine başlayabileceği açıklanmıştır. Bilindiği gibi Mehdi Ordusu, hükümetle yaptığı anlaşma sonucu 2008 yılında faaliyetlerini dondurma kararı almıştır. 

Dava Partisi’nin eski başkanı ve Irak eski Başbakanı İbrahim Caferi de Ulusal İslah Akımı adı altında bir parti kurmuştur. Seçimlerde beklendiği kadar yüksek bir performans göstermese de Şii gruplar arasında ve özellikle siyasetçiler arasında İbrahim 

Caferi’nin etkinliği oldukça yüksektir. Etkili bir siyasetçi olan İbrahim Caferi aynı zamanda dini eğitimini de tamamlamıştır. Bu açıdan Caferi’nin de takip edilmesi gerektiği düşünülmektedir. 

Öte yandan özellikle Basra ve çevresinde taraftarı bulunan Fazilet Partisi de önemli Şii gruplar arasında sayılabilir. Ayrıca etkinliği az da olsa Hizbullah akımı da dikkate alınmalıdır. 

Sünni gruplar arasında ise Baas Partisi’nin Irak’taki etkinliğinin sona erdirilmesiyle daha büyük bir karmaşa yaşandığını söylemek mümkündür. Sünniler arasındaki en önemli siyasi kuruluşlar, Irak İslam Partisi, Irakiyun, Irakiye Listesi, Nuceyfi Grubu, Irak Müslüman Alimler Birliği ve Uyanış Konsey leri olarak ifade edilebilir. Baas Partisi’nin de yeniden etkin olma çabaları olduğu söylenmektedir. 

Son dönemde Sünniler arasında öne çıkan en önemli oluşum ve 2010 seçimlerinin galibi olan Irakiye Listesidir. Başkanlığını İyad Allavi’nin yaptığı 
Irakiye’nin tam anlamıyla bir Sünni oluşumu olduğunu söylemek de güçtür. Zira İyad Allavi aslında bir Şii’dir. Ancak kendini laik olarak tanıtmaktadır.

Irakiye’nin Sünni gruplar içerisinde sayılmasının nedeni, liste içerisinde Sünni nüfus ağırlığının olması ve Sünni bölgelerinde daha etkin olmasıdır. 

Irak İslam Partisi, Sünniler arasında geniş tabanı olan bir oluşumdur. Müslüman Kardeşler akımına yakın olan Irak İslam Partisi, 2009 yerel seçimlerinden 
sonra etkinliğini yitirmeye başlamıştır. 

Nuceyfi Grubu ise daha çok Musul’da etkilidir. 2009 yerel seçimlerinde Musul’daki seçimlerin galibi olan Nuceyfi grubu, 2010 seçimlerinde de önemli 
bir oy almıştır. Irakiye Listesi ile seçimlere katılsa da tek başına ayrı bir grup olarak değerlendirilebilir. 
Irakiyun ise, eski bir Baas Partisi mensubu olan Salih Mutlak tarafından yönetilmektedir. Yine son seçimlerde Irakiye Listesi içerisinde yer alan Irakiyun, Sünni Arap milliyetçisi bir görüşle hareket etmektedir. 


Irak Müslüman Alimler Birliği ise siyasi bir oluşumdan öte kitle hareketi olarak değerlendirilebilir. Özellikle Sünni din adamlarının etkin olduğu bu oluşum 
Sünniler arasında ABD’ye ve ABD tarafından oluşturulan Irak yönetimine en sert tepkiyi veren Sünni grubudur. Irak Müslüman Alimler Birliği, Irak’ın 2003’ten sonraki tüm hükümetlerini kukla hükümet olarak tanımlamaktadır. 

Son olarak, ABD’nin El-Kaide ile savaşmak için kurduğu ve daha sonra siyasi sürece dahil ettiği Uyanış Konseyleri dikkate alınmalıdır. ABD’nin özellikle Anbar bölgesinde El-Kaide ile mücadele etmesi için desteklediği ve eski direnişçilerden oluşan Uyanış Konseyleri, Ebu Rişa Aşiretinin önderliğinde hareket etmektedir. Uyanış Konseyleri son seçimlere de katılmıştır. 

Kürt gruplar içerisinde ise daha net bir ayrım olduğunu söylemek mümkündür. Bilindiği gibi iki büyük Kürt partisi KDP ve KYB, Irak’taki Kürt siyasetini 
domine etmiştir. Irak’ta kurulan en eski Kürt partisi 1946 yılında Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan KDP’dir. Daha sonra 1975’te KDP’den ayrılan sosyalist görüşe sahip bir ekip tarafından Celal Talabani başkanlığında KYB kurulmuştur. KDP, yani Irak Kürdistan Demokratik Partisi, Barzani aşiretine dayanmaktadır. KDP muhafazakar ve aşiretçi bir yapıya sahiptir. Kürt Bölgesel Yönetimi’nin başkanı da olan Mesut Barzani, KDP’nin liderliğini yapmaktadır. KYB, yani Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği ise daha laik ve sosyalist bir düşündedir. Başkanlığını Irak Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani yapmaktadır. 2009’da Kürt Bölgesindeki seçimlerin ardından KDP ve KYB’ye yönelik muhalif hareketlenmeler olmuştur. 

Özellikle bir dönem KYB’nin genel sekreterliğini de yürüten Noşirvan Mustafa tarafından KYB’den ayrılan bir grup siyasetçi tarafından kurulan Goran Hareketi, 
muhalefet saflarında önemli bir yer elde etmiştir. Diğer taraftan Kürt siyasi gruplar arasında İslamcıların da etkisi büyüktür. 
Bu açıdan Kürdistan İslami Birliği, Kürdistan İslami Hareketi gibi farklı oluşumlar mevcuttur. Çok etkili olmasa da Kürt gruplar arasında sol görüşe sahip akımlar 
da taban bulabilmektedir. 

Irak’ın kurucu unsurlarından olan Türkmenler ise siyasete en geç katılım sağlayan grup olarak dikkat çekmektedir. Irak’ta ilk Türkmen siyasi hareketi 
1988’de kurulmuştur. Bu dönemden sonra birkaç Türkmen siyasi hareketi daha ortaya çıksa da etkili olamamıştır. Bugün Irak’taki en etkili Türkmen siyasi 
kuruluşu Irak Türkmen Cephesidir. Irak Türkmen Cephesi, 1995’te kurulmuştur. Amacı Türkmenlerin tek bir ses olarak hareket etmesini sağlamak olarak 
tanımlanmaktadır. 

Bu nedenle Türkmen siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. 

Bugün Türkmenler arasında en fazla taban bulan siyasi grup olan Irak Türkmen Cephesi, son seçimler 6 milletvekili ve 2 bakanlık elde etmiştir. Ayrıca yerel olarak siyaset yapan Türkmeneli Partisi, Türkmen Milli Partisi, Türkmen Karar Partisi, Türkmen Milliyetçi Hareketi, Türkmen İslami Birliği, Türkmen Vefa Hareketi gibi çok sayıda Türkmen partisi bulunmaktadır. Ayrıca Kürt Bölgesinde siyaset yapan Türkmen partileri de görülmektedir. Ancak Irak Türkmen Cephesi dışında diğer siyasi partilerin taban bulabildiğini söylemek güçtür. Diğer taraftan büyük Şii ve Sünni gruplar içerisinde önemli Türkmen şahsiyetleri de Türkmen 
siyasetine etki etmektedir. 

Bu çerçeve ışığında Irak’ın temel problemlerine bakılabilir. Görüldüğü gibi karmaşık bir yapıya sahip olan Irak, siyasi anlamda da bu karmaşayı barındırmaktadır. 

Özellikle ABD işgali sonrası ortaya çıkan yapı ve kimlik ayrışması Irak’ta güven kaybına yol açmıştır. Yaşanan mezhebi ve etnik çatışmalar güven kaybının artmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan güvenlik durumunun çok zayıf olması da güvensizliği arttırmaktadır. Bu noktada güvensizliği ve güvenlik eksikliğinin en büyük sebebinin 2003 sonrası kurulan yapı olduğunu söylemek mümkündür. Bu noktada Irak’ta kurulan federal yapı, aşiretlerin güçlü kontrolünü ortaya çıkarmış ve yerelde aşiret krallıkları kurulmuştur. Yani her aşiret güçlü olduğu bölgede kontrol sağlamış ve karşı tarafa güç uygulamıştır. 

Yerel yönetimlerin bu denli güçlenmesi, Irak’ta güçlü bir merkezi yapının ortaya çıkması engellemiştir. Bu neden Irak’ta yapan her siyasi, etnik ya da dini grup, kendi grupsal çıkarını ön planda tutmuştur. Bu da Irak içerisinde siyasi yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Irak’ta sağlam bir temele oturmuş yönetim yapısı kurulabildiğini söylemek güçtür. Diğer taraftan herkesin yönetim sürecine dahil edilmeye çalışılması da Irak’ta denetimsizliği 
arttırmıştır. Irak’ta kurulan ulusal uzlaşı hükümetlerinin karşısında bu hükümet denetleyecek bir muhalefetin olmaması denetimsizliği ve kontrolsüzlüğü ortaya çıkarmıştır. Bu da yönetimsel yozlaşmayı beraberinde getirmiş ve böylece Irak’ta kutuplaşma yoğun bir biçimde etkili olmuştur. 

Bu kutuplaşmayla birlikte, Irak’ta siyasi grupların dışarıdan aldığı destek ve dış müdahalenin de Irak’taki yozlaşmayı bir kademe daha ileri taşıdığını söylemek 
yanlış olmayacaktır. Bu nedenle politik birlikteliğin sağlanamaması bugün için Irak’taki en büyük sorunların başında gelmektedir. 

Buradan hareketle Irak’ın güncel sorunlarına bakabiliriz. Bu çerçeve dikkate alındığında, ülkedeki yozlaşma ve kutuplaşmanın devlet hizmetlerinin 
yeteri kadar sağlanamaması neden olduğu söylenebilir. Devlet hizmetlerinin yeterince sağlanamaması bugün Ortadoğu’daki isyan dalgasının Irak’a da 
ulaşmasına neden olmuştur. Irak halkı da daha iyi hizmet için sokaklara dökülmüştür. Ancak hükümet içersindeki yozlaşma ve yolsuzluk devlet hizmetlerinin önüne geçmiş durumdadır. Irak’ın milyarlarca dolarlık parasının nereye gittiği bilinmemektedir. Halk halen günde en fazla ortalama 6 saat elektrik alabilmektedir. 32 milyonluk Irak’ın 7 milyonun yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. 

Bir de bu sorunlara güvenlik problemleri eklenmektedir. 

Irak’ta şiddet eylemleri tüm hızıyla devam etmektedir. 

Ayrıca 2008’de ABD ile Irak arasında yapılan anlaşma sonucu 2011 yılının sonu itibariyle ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi tartışılmaktadır. Bununla birlikte ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerinin ülkenin güvenliğini sağlayıp sağlayamayacağı tartışılmaktadır. Özellikle etnik ve mezhepsel çatışma potansiyeli taşıyan tartışmalı bölgeler olarak ifade edilen topraklarda güvenliğin nasıl sağlanacağı önümüzdeki süreçte Irak’ı meşgul edecek gibi gözükmektedir. Bu bölgelerdeki güvenliğin nasıl sağlanacağının yanında, bu bölgelerin statüsüyle ilgili problemler de Irak’ı önümüzdeki süreçte yoracaktır. Bu noktada Kerkük meselesi de Irak’ın birinci gündem maddesine 
dönüşebilir. Bilindiği gibi 2003’ten bu yana Kerkük’ün statüsüne ilişkin tartışmalar mevcuttur. Bu tartışmalar ışında Kerkük’ün Kürt Bölgesine 
bağlanıp bağlanmayacağı ya da özel statülü olup olmayacağı problem teşkil etmektedir. Kerkük’te etnik gerginlik gün geçtikçe artmaktadır. Kerkük’te 
dengeli bir çözümünü bulunmaması, Kerkük’ü patlamanın eşiğine getirebilir. Bu Irak’ın geleceği açısından son derece tehlikelidir. Çünkü Irak’taki her 
sorunun altından Kerkük çıkmaktadır. Kerkük’teki sorunun çözülememesi ve daha derinleşmesi diğer sorunları da derinleştirecektir. Bu nedenle önümüzdeki 
süreçte özellikle ABD askerlerinin çekilme takvimi, şiddet olaylarındaki artış, Kerkük meselesi gibi konuların Irak’ın gündemini meşgul edecek gibi görünmektedir. 


***

3 Ocak 2017 Salı

SURİYE MÜSLÜMAN KARDEŞLER CEMAATİ,



SURİYE MÜSLÜMAN KARDEŞLER CEMAATİ,


Suriye Müslüman Kardeşler Cemaatinin Şura Meclisi Üyesi ve Eski Genel Sekreteri Ali Sadrettin El-Bayanuni ile Söyleşi 

21 Haziran 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 



Suriye Müslüman Kardeşler Cemaati, Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı tarihten bu yana Suriye siyasal yaşamında bir şekilde yer almış son derece önemli bir siyasal harekettir. İlk başlarda Suriye’de demokratik sürecin içinde yer alan ancak Baas Partisi’nin iktidara gelmesi ile dışlanan Hareket sistem dışı mücadele ye yönelmiştir. 

1982 yılında Hama Katliamı olarak bilinen olay neticesinde Suriye içinde örgütsel gücünü kaybetmiştir. Ancak düşünsel ve halk desteği anlamında etkisini 
günümüze kadar korumuştur. Suriye’de rejimi değiştirme potansiyeline sahip muhalif halk hareketlerinin yaşandığı şu günlerde üzerinde tartışılan konuların başında Beşar Esad yönetiminin alternatifinin ne olduğu gelmektedir. Suriye Müslüman Kardeşler hareketi bu soruya “demokratik, sivil, otoritesini halkın 
iradesinden alan bir yönetim” şeklinde yanıt vermektedir. Gerçek bir demokratik yapının kurulması durumunda Suriye siyasal yaşamının yakın geleceğinin en önemli aktörlerinden biri Müslüman Kardeşler olacaktır. 

ORSAM: Öncelikle kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz? 



Bayanuni: Ben avukat Ali Sadrettin Bayanuni. 1938 yılında Suriye’nin Halep şehrinde doğdum. 2010 yılına kadar 14 yıl boyunca Suriye Müslüman Kardeşler Cemaatinin genel sekreterliği görevini yürüttüm. Halen Cemaatin Şura Meclisi üyeliği görevini yürütmekteyim. 


ORSAM: Suriye Müslüman Kardeşleri, örgütlenme açısından Suriye’de zayıf olsa da tabanda en güçlü hareketlerden biri olduğu düşünülüyor. Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün Suriye’deki ayaklanma hareketinde doğrudan bir rolü var mıdır ve serbest bir seçim olsa Suriye toplumunun ne kadarının sizi destekleyeceğini düşünüyorsunuz? 


Bayanuni: Suriye’de yaşanan ayaklanma hareketini bütün kriterleri dikkate alarak değerlendirdiğimizde bir milli direniş hareketi olarak nitelendirmek doğru olacaktır. Bu direnişe değişik siyasal ve toplumsal bağlılıkları olan tüm vatan evlatları katılmaktadır. Hiç kimse bu devrimi kendine mal edemez. Suriye toplumunda varlığımız insanların bu düşünceye inançları ve cemaatin insanlarına olan güvenlerine dayanmaktadır. Suriye toplumundaki mevcudiyetim iz Allah’ın bahşettiği Suriye’nin tüm şehir, kasaba ve köylerine yayılmış vaziyettedir. Bize destek verenler diğer vatandaşlarla birlikte toplumsal harekete katılıyor. Hiç kimse direk olarak bir talimat almıyor. Biz halk hareketi ile iç içe olduğumuzu ve bu hareketi desteklediğimizi ilan ettik. Hiçbir ulusal üstünlük ya da güç gösterisinde bulunmayı düşünmüyoruz. Bundan dolayıdır ki biz kendimiz için bir sosyal oran belirlemeye uğraşmıyoruz. 

ORSAM: Suriye’deki ayaklanma hareketi neticesinde Beşar Esad’ın artık yönetimi kesinlikle bırakması gerektiğini mi yoksa bazı reformlar yapılarak Beşar Esad ile yola devam edilebileceğini mi düşünüyorsunuz? 

Bayanuni: Suriye devletinin gerçek bir demokratik rejime kavuşması için modern esaslara göre yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardır. 
Bu da kısmi veya şeklen reformlarla gerçekleşemez. İhtiyaç olan şey Suriye’de yeni, uygar, demokratik, çok partili, iktidar değişiminin yaşanabildiği, hukukun üstünlüğünün yer aldığı bir yapı inşa etmektir. Bunu şeffaf bir ortamda yapmamız gerekmektedir. Konular bu şekilde ele alınır, sorunlar bu ortamda tartışılırsa kişisel konular büyük ölçüde ikinci planda kalacaktır. Bazıları rejimin gerekli değişiklikleri direk olarak yapmasını umuyordu. Şimdi biz vaatlerin hiçbir yararının olmayacağı aşamadayız. Çok acil somut icraatlara ihtiyaç bulunmakta dır. 
Ancak adımlar tersi yönde atılmaktadır. 

ORSAM: Beşar Esad rejiminin yıkılması durumunda Müslüman Kardeşler örgütü olarak nasıl bir siyasi yapı öngörüyorsunuz? 

Bayanuni: Osmanlı Devleti 20. Yüzyıl başında yıkıldığı zaman Suriyeliler genel Suriye Kongresi’ne katılacaklarını ilan ettiler. Sykes Picot Anlaşması ve Fransız işgali gerçekleşmeden Kongre’de yeni devletlerinin esaslarını inşa ettiler. Birçok taraf, Suriye’de rejimin alternatifi olmadığı iddiası ile korku yaymaya çalışmaktadır. Biz yeni bir devlete geçişin kolay olacağını söylemiyoruz. Çünkü dikta rejimi sivil toplumun üzerinde durduğu birçok temelleri yok etti. Ancak bu geçiş hiçbir zaman korkunç olmayacaktır. İslami akımın geçmişte Genel Suriye Kongresi’nde aktif bir varlığı olmuştur. Lübnanlı Şeyh Reşit Rıza bir aşamada Kongre’nin başkanlığını üstlenmiştir. 
Ayrıca Müslüman Kardeşler Cemaati, Suriye’nin demokratik süreçlerinde aktif olarak yer almıştır. Dr. Mustafa El Sebci Millet 

Meclisi Başkan Yardımcılığı’nı üstlenmiştir. Biz gerçek bir ulusal ortaklıktan başka bir şeye özenmiyoruz. Bu ortaklık içinde Cemaatimizin de aktif rolü olsun istiyoruz. 

ORSAM: Antalya’da geçen haftalar içinde gerçekleşen ve Suriyeli muhalif grupların bir araya geldiği “Suriye’de Değişim Konferansı”nın yayınlanan 
sonuç bildirgesinde diğer muhaliflerin isteğine rağmen Müslüman Kardeşler’in etkisiyle “laiklik” ilkesinin konmadığı haberleri basında yer aldı. “Laiklik” ilkesine 
bakışınızı özetleyebilir misiniz? 

Bayanuni: Biz terimler savaşına girmek istemiyoruz. Laiklik, Hıristiyan Avrupa tarihinde kilise ile saray arasındaki husumet ilişkilerinden doğan bir olgudur. Teokratik dini devlet, tarihi olarak ve ayrıca Müslümanlar tarafından da kabul edilmeyen bir olgudur. 
Medeni hukuk hocalarının üzerinde toplu olarak mutabık kaldıkları üzere İslam şeriatı (hukuku)’nın özü sivil ve uygar bir şeriat (hukuk)’tır. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki sözleşmeden başlamak üzere tüm medeni sözleşmeler rızaya dayalı sivil sözleşmelerdir. 
Tüm şeriat alimlerinin bütününün mutabakatına göre millet (ümmet) otoritenin (yasama, yürütme, yargı) kaynağıdır. Yöneten ise otoritesini kendisini özgür ve toplumsal bir iradeyle biat eden halk (ümmet)’ten alır. İşte bu bizim talep ettiğimiz medeni devletin özüdür. Ahlaki boyutu devletten ayırmak, dünyayı mali ve kişisel yolsuzluk durumuna sevk etti. Buna rağmen Suriye muhalefetini 
seçim sandığı sonrası çatışmalarına sürüklemenin uygun olmadığına inanıyoruz. Suriye halkı seçenekler arasından istediğine göre karar verme hakkına sahip olacaktır. 

ORSAM: Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün daha çok Suriyeli Sünni Araplar tarafından desteklendiği biliniyor. Ancak Suriye’de Arap Aleviler, Dürziler, Hıristi
yanlar gibi diğer dinsel gruplar da bulunuyor. Bu gruplara bakışınız ve ilişkiniz nasıldır. Öngördüğünüz siyasi ve toplumsal yapıda bu azınlık gruplarının yeri ne olacaktır? 

Bayanuni: Biz Suriye’de Sünni Arap teriminin kullanılmasını sevmiyoruz. Suriye halkının açık bir kimliği vardır. Suriye toplumu evlatlarının ezici bir çoğunluğu Müslüman ve Arap’tır. Yine de biz vatandaşlık devletinin kurulması için çalışıyoruz. Buna göre vatandaşlar vatana bağlılıkları açısından eşittir ve vatandaşlık konusu tek başına hak ve yükümlüklerin esasıdır. Böylece halkın eşit olduğu devleti kurabiliriz. Bu devlet içinde Müslüman, Hıristiyan, Arap, Kürt, Sünni, Alevi ve Dürzi toplulukların hepsi hukukun egemenliği ve sivil devletin gölgesi altında eşit olurlar. Suriye oluşumunun renk çeşitliliği bu vatanın varlığının tarihi ile paraleldir. Bu çeşitlilik ülkemiz için bir zenginlik olmuş ve hiçbir zaman zulüm, bölünme veya bölmek için faktör oluşturmamıştır. 

ORSAM: Suriye muhalif grupları liberaller, İslami akımlar ve azınlıklar gibi farklı kesimler ve farklı görüşe sahip gruplardan oluşuyor. Bu grupların ortak hedefi rejimi değiştirmek gibi gözükmektedir. Suriye’de bir rejim değişikliği olması durumunda bu grupların barışçıl bir değişim dönemi gerçekleştirebileceğine ve demokratik bir yapı içinde barış içinde bir arada yaşayabileceğine inanıyor musunuz? 

Bayanuni: Bahsettiğiniz topluluklar ve gruplar tarih boyunca beraberce yaşamışlardır. Halkın eşit olduğu devlet tek bir ulusal olgu içinde tüm bu farklılıkları eriten bir pota olur. O zaman tüm vatandaşlar aynı hakları kullanmaya, üzerlerine düşen her şeyi yapmaya ve her şeye aynı seviyede ortak olma hakkına sahip olurlar. 

ORSAM: Suriye’deki muhalif gruplar arasında Kürtler de bulunuyor. Birçok farklı Kürt muhalif parti olduğunu biliyoruz. Bunların vatandaşlık haklarını almaktan özerklik isteklerine varan farklı boyutlarda talepleri söz konusu. Suriyeli Kürtlerin hangi taleplerinin karşılanabilir hangilerinin karşılanamaz olduğunu düşünüyorsunuz? Güçlü bir merkezi otorite mi yoksa gevşek federal bir yapıdan mı yanasınız? 

Bayanuni: Biz tüm Suriyeli vatandaşların halkla ilgili adil taleplerinin yanındayız. Tüm oluşumlar için bu hakları destekliyoruz. Çünkü bu haklar milli taleplerin bir parçasıdır. Biz bir bildiri yayınlayarak Kürt meselesi konusunda tutumumuzu belirledik. Biz güçlü merkezi yapı ile yerel faaliyetleri destekleyen ademi merkezi anlayış arasında bir yol çizmek istiyoruz. O zaman hedeflerimizi gerçekleştirecek olan ulusal denkleme mizi kurmuş olabiliriz. 

ORSAM: Suriye’deki muhalif halk hareketine ilişkin Türkiye’nin uyguladığı politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bayanuni: Türkiye ve Suriye ilişkileri dini, tarihi, kültürel ve coğrafi boyutlara sahiptir. Türkler ister halk seviyesinde ister devlet olarak Suriye halkına karşı büyük bir yakınlık gösterdiler. Ancak Suriye’deki durumun ilerlemesi sadece duygusal değil daha çok pratiğe yönelik somut tutumları gerektirmektedir. Biz özellikle seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetenlerden Suriye’de durumun gelişmesi ile daha fazla bağdaşan tutumlar almasını beklemekteyiz. 

ORSAM: Türkiye’nin şu an uygulamakta olduğu politikadan daha fazla neler yapabileceğini düşünüyorsunuz? 

Bayanuni: Biz Türkiye’nin Suriye halkını savunmak üzere uluslararası ve bölgesel bir tutumun lideri olmaya doğru yöneldiğine inanıyoruz. 
Türkler bir yandan sisteme daha çok baskı yapmaya çalışacak, diğer yandan da vatandaşları desteklemeye çalışacaktır. 

ORSAM: Sayın Bayanuni, değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. 

* Bu söyleşi 11 Haziran 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan ve ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun 
Orhan tarafından Londra’da ikamet eden Ali Sadrettin El Bayanuni ile internet üzerinden gerçekleştirilmiştir.