DIŞ POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DIŞ POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2018 Çarşamba

AMERİKAN İSTİHBARAT BELGELERİNE GÖRE KURTULUŞ SAVAŞI’NIN BUNALIM DÖNEMİNDEKİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI BÖLÜM 4


AMERİKAN İSTİHBARAT BELGELERİNE GÖRE KURTULUŞ SAVAŞI’ NIN BUNALIM DÖNEMİNDEKİ TÜRK DIŞ 
POLİTİKASI  BÖLÜM 4


...... VE “DIŞİŞLERİ BAKANI YUSUF KEMAL BEYLE YAPILAN GÖRÜŞMELER” 


D) Mustafa Sagir Olayı 

    * “Mustafa Sagir, İngilizler tarafından casus olarak yetiştirilmiş, Hindistan Hilâfet Heyeti İstanbul  Temsilcisi sıfatıyla Temmuz 1920’de İstanbul’a 
getirilmiştir. Başta, Ankara Hükümeti’nin Hint Müslümanları ile ilişkilerinin boyutlarını çözümlemek ve fırsat ele geçtiğinde Mustafa Kemal’in 
öldürülmesine yönelik suikastın icrası için 11 Aralık 1920’de Ankara’ya gelmiştir. Türkiye’ye gelişinden itibaren İstihbarat birimlerince yakından izlenmeye 
başlayan Mustafa Sagir, Mart 1921’de Ankara’da yakalanmıştır. Ankara İstiklâl Mahkemesi’nce yargılanan, Mustafa Sagir bu mahkemece suçlu bulunarak, 
24 Mayıs 1921’de Ankara Karaoğlan Meydanı’nda kalabalık bir topluluk önünde asılmıştır”. 

Yusuf Kemal Bey, kendisinin ve bütün Türk yetkililerinin tartışmaktan büyük bir zevk duydukları tek konu olan Mustafa Sagir sorununda en uzun konuşmayı yeğlemişti. 
Çünkü bu sorun, İngiliz siyasal yöntemleri üzerinde etraflıca düşünmeye olanak sağlıyordu. Bu bir anlamda İngilizlerin kapalı kapılar ardında neler plânladıklarını, neleri uygulama alanına koyduklarını ve kısaca Yakın Doğu’daki ünlü İngiliz entrikaları hakkında herkeste oluşan fikirlerin doğrulanmasını sağlıyordu. Yusuf Kemal Bey, İngilizlere yönelik bu değerlendirmelerinden sonra doğrudan Mustafa Sagir olayına girdi. Fotoğraflı ve mektup kopyalarının bulunduğu bir mavi defterin mahkemede kanıt olarak ortaya konulduğunu ve tüm mahkeme safahatının İngilizceye çevrilerek bir İngilizce dokümanın meydana getirilmekte olduğunu söyledi. Amerikalı Teğmen iki konu hakkında kesin kanıt arama peşindeydi. 

1) Halkın suçladığı biçimde Sagir’in Mustafa Kemal Paşa’nm suikastı için Ankara’ya hazırlık görüşmeleri yapmak üzere gönderildiğine dair kendi 
    itiraflarından başka herhangi bir kanıt var mıydı? 
2) Mustafa Kemal’e ateş etme konusunda Türkler gerçekten haklı mıydı? 

Amerikalı Teğmene göre, Mustafa Sagir sadece hayatını kurtarmak için itirafta bulunmuştu. Aslında, bu fikir Teğmenin kendi fikri değildi. Doğrudan, Amerikan dış politika uzmanlarının üzerinde tartışarak bu konu hakkında oluşturdukları ortak kanılarıydı. Oysa bu konuda öylesine birinci el kaynak niteliğinde kanıtlar vardı ki, hele bir tanesi her şeyin bittiğini anladığı sırada, idamından 25 gün önce, hapishaneden Albay Wood’a kendi el yazısı ile yazdığı  İngilizce mektuptu. 

Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı Arşivi’nden edilen mektubun fotoğrafları Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nin Mart 1995 tarihli 31 numaralı sayısında yayımlanmıştır 32. Hindistan’ın sözde Hilâfet Temsilcisi olarak Türkiye’ye gelen bir Hintli Müslüman olan Mustafa Sagir, bir İngiliz’den daha iyi İngiliz olduğunu Albay Wood’a, yazdığı mektupta şöyle belirtiyordu: “Her şeyden evvel bir İngiliz teb’asıyım ve çocukluğumdan itibaren onlar tarafından yetiştirildim. Şayet Türkler de bana İngilizler kadar iyi davranmış olsalardı, o takdirde bütün kalbim ve ruhumla onlar için çalışırdım” 33. 

Yusuf Kemal Bey, Mustafa Sagir’in sadece Mustafa Kemal’in sofrasına bakan şahsî hizmetçilerinin ve aşçısının büyük bir olasılıkla zehirlemek suretiyle öldürmek için onların nasıl kanalize edileceği yolunda araştırma yapmak amacıyla İstanbul’da talimatlar aldığını, aynı zamanda bu araştırmaları Ankara’ya gelerek, burada gerçekten yaptığını ve görgü tanıklarının bunu kanıtladığım söyledi. Bununla beraber, o İstanbul’daki Hindistan Bağımsızlık Ajanslığı’na aynı kanıtları gösteren ve hazırlanmakta olan söz konusu broşürde bulunan mektupları göndermiş ve onlardan mektup almıştı. Yusuf Kemal Bey, Amerikalının söylemesine fırsat vermeden, idamının diplomatik bir hata olduğunu kabul etmedi. Yusuf Kemal Bey, bunları söylerken, Sagir’ in eyleme yönelik bir suikastçı olduğundan hayli emin bir tavır  sergilemişti. 

2. İkinci Görüşme 

Birinci görüşmede hemen hemen her konuya eğilmişlerdi. Büyük bir olasılıkla, Amerikalı Teğmen birinci görüşmenin notlarını İstanbul’da Amiral Bristol’e 
bildirmişti. İstanbul, Sovyetlerle (Teğmen Raporuna Ruslar olarak yazmayı yeğlemişti.) olan ilişkiler ve İttihat Terâkki olgusu üzerinde biraz daha bilgi 
toparlanmasını daha doğru bir ifadeyle, bu iki konu üzerinde Ankara Hükümeti’nin tavrım öğrenmek isteyebileceği varsayımı yüksek bir olasılık olarak değerlendirilmektedir. İkinci görüşme birinci görüşmeden birkaç gün sonra gerçekleştirildi. 

A) Bolşeviklerle Olan İlişkilerde Kafkaslar Anahtar mı? 

Teğmen, Rusların Türkiye üzerindeki tarihî emellerini anımsattıktan sonra, Yusuf Kemal Bey bu minval üzerinde konuşmasını sürdürdü. 
Yusuf Kemal Bey, Rusya’nın geçmiş 500 yıldan beri İstanbul’da gözlerinin olduğunu ve bunun gizli bir savaş antlaşmasında ortaya konulduğunu söyledi. 
Hatta bu konuyu Bolşevikler iktidara geldiklerinde kendileri dünya kamuoyuna bildirmişlerdi. Yusuf Kemal Bey, rejimler değişse bile çıkarların her zaman geçerli olacağının bilincindeydi. Bunu açıkça ortaya koymaya devam etti. Rusya bunu istiyordu ve onu elde etmede hiçbir korkuları da yoktu. 

16 Mart 1921 tarihinde Moskova’da Türkiye-Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması bu nedenle imzalanmıştı. Yusuf Kemal Bey, Moskova’da imzalanan 
Antlaşmadaki koşullar ile Türk halkının Rus egemenliğine karşı uygun bir biçimde korunduğunu söyledi. 
Bolşeviklerle olan ilişkilerde Kafkaslar gerçekten anahtar rol oynuyor ve Bolşevik çıkarları ile Türk çıkarları bir kesişme gösteriyordu. Buradaki ulusal ve 
Menşevik karakterli karşıcı hareketler uzun süreli bir mücadeleden sonra ancak Bolşevikler tarafından kontrol altına alınabilmişti. 
Rusya bakımından, Kafkaslardaki Sovyet Cumhuriyetlerin o günkü biçimiyle muhafaza edilmesi kendi rejimlerinin devamı açısından elzemdi. 
Yusuf Kemal Bey işte bu iki politik çıkarın kesiştiği Kafkasları aşağıdaki şekilde anlatıyor ve Amerikalı Teğmen de raporuna Yusuf Kemal Bey’in anlattığı biçimiyle geçirmekten kendini alamıyordu: 

“Yusuf, uzun bir tartışmadan sonra, kendi halkı ve Bolşevikler arasındaki dostluğum Kafkaslardaki karşılıklı çıkarlar nedeniyle oluştuğunu ve Türklerin, 
batıda olduğu gibi kuzeyde ve doğuda düşman istemediğini dolaylı bir biçimde kabul etti” 34. 

Yusuf Kemal Bey’in kendisinin de belirttiği gibi, hem Kafkaslarda yerel yöneticilerle, hem de Moskova’da Merkezî Yönetim ile uzun görüşmeler yapılmıştı. 
Bu antlaşmanın karşılıklı olarak benimsenmesi üç aylık bir süreyi almıştı. Görüşmenin yapıldığı Temmuz 1921 ayının ilk haftası olmasına rağmen, 
Moskova Antlaşması’nın onaylanabilmesi Meclis genel kurulunun gündemine gelmemişti. Bolşeviklerin adımlarını bir bir atmalarının bitirilmesi bekleniyordu. 

B) Meclisin Yapısı ve İttihat ve Terâkki Olgusunun Değerlendirilmesi 

Mustafa Kemal Paşaya sorulan bir soru da Meclisin yapısı, onun demokratik olup olmadığı idi. Aynı soru Dışişleri Bakanına da sorulmuştu. 
Genel anlamda demokratik olabilmenin koşulu, Meclis çatısı altında çok partili bir ortam yaratmak ve yaratılan bu ortamı sürdürebilmekti. 
Amerikalılara göre ise durum farklı idi. Onların yanıt aradıkları soru, ulusal hareket karşıtlarının Meclis çatısı altında örgütlenmeleriydi. 
Yusuf Kemal Bey, genellikle politik konularda konuştuktan sonra, Büyük Millet Meclisi’ni tek bir amaç üzerine “Ulusal Ant” ile bütünleştiğini ve bu nedenle hiçbir partinin ortaya çıkmadığını vurguladı. Çok partili yaşam denilince kendiliğinden İttihat ve Terâkki Partisi gündeme geliyordu. 
Eski İttihat ve Terâkki Partisi’ni İstanbul yasadışı ilân ettiği gibi, Ankara da yasadışı olarak kabul ediyordu. Yusuf Kemal Bey, bu konudaki düşüncelerini açıklamaya devam etti. 

“Eski İttihat Partisi ile mücadele etmek için Ateşkes’ten hemen sonra örgütlenen Anadolu ve Doğu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Partisi liberal bir partidir. İttihat ve Terakki Komitesi (C.U.P.) 35 öğesinin, yasadışı bir unsur olduğunu ve başlıca merkezlerde iktidara dönmeyi arzu ettiğini üstü kapalı bir biçimde kabul etti. Bunun olmayacağını güvenle belirtti, yine de onun sözcüklerinin altından belli bir endişe sezinleniyordu” 36. 

Yusuf Kemal Bey, İttihat ve Terakki Partisi’nden kısaca İttihat Partisi (=LJnionis Party) diye bahsetmişti. Merkez ve taşra örgütlenmesini tamamlayan, diğer bir anlamda taban ve tavan ilişkisi demokratik bir biçimde tesis edilen ve kısaca Parti konumuna gelen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’ni, Parti olarak ifade etmiş, savunduğu ekonomik modeli de aynen Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiği biçimde liberal olarak tanımlamıştı. 
Amerikalıların kafasında oluşan Bolşevik tehdidine karşı verilebilecek en iyi yanıt bu idi. 

İngilizler “Büyük Savaş” içerisinde karşılarında oldukları, İstanbul’da Hürriyet ve İtilâf Partisi aracılığıyla yargıladıkları İttihat ve Terâkki Partisi’ni Anadolu içerisinde desteklemeyi yeğliyorlardı. İngilizler, Berlin’de bulunan İttihat ve Terâkki Partisi’nin kurucusu ve Osmanlı Devleti’nin seçilmiş ilk Başbakanı olan Talât Paşa ile ilişkilerini devam ettiriyorlardı. Bu durum İngilizlerin geleneksel politikalarına uygun düşen bir durumdu. Ancak, Talât Paşa İranlı bir Ermeni’nin menfur suikastına hedef olmuş, 15 
Mart 1921 tarihinde Berlin’de Hardenberg Strasse’de şehit olmuştu37. 

İttihat ve Terâkki önderlerine yönelik cinayetler birbirini izlemiş, Bahaattin Şakir, Azmi Bey, eski sadrazam Sait Halim Paşa ve nihayet Cemal Paşa Ermeni 
kurşunlarına hedef olmuşlardı. Ermeniler üç yıl bekledikten sonra, sonunda Talât Paşa’yı şehit etmişlerdi. Gerçekten bu durum şaşırtıcıydı. Ermeniler, 
Moskova Antlaşması’nın imzalanmasından bir gün önce bu eylemi gerçekleştirmişlerdi. İngilizler Anadolu’daki harekete karşı elde potansiyel güç olarak beklettikleri Talât Paşa’nın üç yıl sonra Ermeniler tarafından ortadan kaldırılmasına neden rıza göstermişlerdi? 
Bunda, Türkiye-Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nın payı büyük olduğu gibi, Amerikan güdümünde bir Batı Ermenistan’ının gündeme getirilmesi için 
Ermeni Terörü ile İngiliz Emperyalizminin uyuşmuş olabileceği değerlendirilmektedir. 

İngiliz - Talât Paşa birlikteliğinden, Ermeni terörü ile at başı gidilmesine ve uyuşulmasına kadar durum daha başlangıçtan itibaren Ankara Hükümeti’nce 
de takip edilmekteydi. Görüşme sırasında, Yusuf Kemal Bey, Berlin’deki İngiliz çabasının Talât Paşa’yı Ankara’ya yollamaya çalıştığını bildiğini kabul etti, 
ancak onun ulusal topraklara gelmesine asla izin verilmemiş olduğunu açıkladı. 

Talât’ın, Mart ayında Londra Konferansı’nda kabul edilen Ankara delegeleri için San Remo’da Konferans düzenlemiş olduğunu kabul etmedi. 
Talât’ın suikastının altında Bolşeviklerin yerine, İngilizlerin olduğunu imâ etti. Doğruya yakın bir politik değerlendirme, Türk Dışişleri Bakanı tarafından 
ortaya konulmuştu. Bundan sonra, İttihat ve Terâkki’nin diğer önderlerinin durumlarının değerlendirilmesine geçildi. 

Yusuf Kemal Bey, Enver Paşa’nın Yakın Doğu’da artık geçerli bir etmen olmayan olağanüstü ve maceracı bir kişiliğinin olduğunu kabul etmişti. 
Malta’dan henüz serbest bırakılan, savaş sırasında İstanbul’da Eğitim Bakanı olan ve aşırı bir İttihat ve Terakkici Şükrü Bey’in Ankara Hükümeti’nde bir 
görev verilip verilmeyeceği sorulduğunda, Yusuf Kemal Bey, onun için benzer hiçbir yerin bulunmadığını kendinden emin bir biçimde yanıtlayarak 
konuşmasını bitirdi. 

SONUÇ 

Amerikalı İstihbaratçılar, Mustafa Kemal Paşa ile yapılan görüşmeden sonra, liderin ödün verilmez bir biçimde çizdiği genel çerçeve içerisindeki dış politikasını bütünüyle özümlemişlerdi. Bundan sonra, genel ilkeler ile uygulama arasındaki çelişkilerin olup olmadığının araştırılmasına girişmişlerdi. Oldukça deneyimli bir İstihbaratçı olan Teğmen Robert S. Dunn’ın Türk Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ile yaptığı iki görüşmeden çıkarılan sonuç, rapora yorum olarak yazılmasa da birbirinin aynıydı. 
Lider ve uygulayıcıları aynı frekanstan konuşuyorlar, aynı sonuçlar üzerinde birleşiyorlardı. Zaten, bu yüzden iki raporu da birlikte 19 Ağustos 1921’de 
Washington’a göndermişlerdi. Mustafa Kemal Paşa ile yapılan görüşmenin raporlaştırılmasında bire bir soru-yanıt biçiminde doğrudan yazım tekniği 
kullanılırken, Dışişleri Bakanı ile yapılan görüşmelerin raporlaştırılmasında dolaylı bir yazım tekniği kullanılmıştı. Dolaylı yazım tekniği, kendiliğinden yorumu 
da getiren bir üslup tarzı olarak ortaya çıktığından, Amerikalı Teğmen, Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmelerde bunu özellikle kullanmıştır. 
Yoruma açık bu teknik, Atlantik’in öte yakasındaki ABD’nin Merkezî Karar organlarında tereddüt meydana getirmiş, bu Amerikan tanınmasını geciktirmiştir. 
Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru 1917 yılında Osmanlı Devleti ile kesilen diplomatik ilişkiler, Yeni Türk Devleti’nin 24 Temmuz 1923’te imzaladığı 
Lozan Barış Antlaşması’nın sonrasına kadar devam etmiştir. 

Nitekim 6 Ağustos 1923 tarihinde ABD, Türkiye ile Lozan Antlaşması’na benzer bir antlaşma imzalayarak Yeni Türk Devleti’nin sınırlarını ve kapitülasyonların 
kaldırılmasını kabul etmiştir. Merkezî Yönetim tarafından alınan üst düzey kararların oluşturulmasında önemli girdi olarak kabul edilen istihbarat raporlarının değeri burada ortaya çıkmaktadır. 

DİPNOTLAR;

1 Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İstanbul, Yelken Matbaası, 1974, s. 124. 
2 Esat Arslan, "Amerikan İstihbarat Belgelerinde Mustafa Kemal'in Kişisel Özellikleri ve Bir Görüşme", 
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sa. 6. 
3 Washington National Archives (Ulusal Arşiv Dairesi), MID Report (Askerî İstihbarat Raporu), 2657T-1425. 
4 Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, a.g.e., s. 120-123. 
5 Atatürk'ün Millî Dış Politikası, cl, Ankara, Kültür Bakanlığı, Eroğlu Matbacılık San., 1981, s. 270. 
6 Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyatı, İstanbul 1955, s. 141. 
7 TBMM'nin Gizli Celse Zabıtları, cl, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Sanem Matbaası, 1985, s. 72. 
8 Yusuf Kemal, Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, İstanbul, 1967, s. 199. 
9 Yusuf Kemal, Tengirşenk, a.g.e., s. 215. 
10 Washington National Archives; MID Report; 2657-T-140; sl-3. 
11 Washington National Archives; MID Report; 2657-T-139a. 
12 Washington National Archives, a.g.d., s. 1. 
13 Washington National Archives, a.g.d., s. 1. 
* "R. Mac Dowell, A.B.D.'nin Yakın Doğu'ya Yardım Teşkilâtı'nın resmi bir görevlisi olarak 1921 Haziran›nda Ankara'ya gelmiş, görev yeri olan Samsun'a 
    döndükten sonra Dışişleri Bakanı (Vekili) ile görüşmesine dair A.B.D.'nin İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'e bir rapor göndermiştir. 
    Söz konusu bu rapor da Amiral Bristol tarafından 20 Haziran 1921 tarihinde Washington'a gönderilmiştir".
    Laurance Evans, United States Policy and the Partiton of Turkey 1914-1924, The Johns Hopkins Press, Baltimore, Maryland, 1965, s. 330-331.
14 T.C. Genelkurmay Başkanlıgı Harp Tarihi Dairesi, Türk ‹stiklâl Harbi, V'nci Cilt (Deniz Cephesi ve Hava Harekât›), Ankara, 1964. s. 48.
15 T.C. Genelkurmay Başkanlıgı Harp Tarihi Dairesi, a.g.e., s. 47.
16 T.C. Genelkurmay Başkanlıgı Harp Tarihi Dairesi, a.g.e., s. 61.
17 Genelkurmay ATASE Başkanlıgı, Kls. No: 2976, Dos. No: 59, Fih. No. 9.
18 Washington National Archives, a.g.d., s. 1. 
19 Washington National Archives, a.g.d., s. 1. 
20 T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklâl Harbi, II'nci Cilt (Batı Cephesi), 2'inci Kısım, Ankara, 1965, s, 88. 
21 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 1002. 
22 Washington National Archives, a.g.d., s. 2. Rahmi Apak, İstiklâl Savaşında Batı Cephesi Nasıl Kuruldu? Güven Basımevi, İstanbul, 1942, s. 143. 
     "27/82 Haziran 1921'de Yunanlılar İzmit'te 200 kadar ev ve dükkânı ateşe vermek suretiyle büyük kıyım ve soykırım hareketine girişmişlerdi".(*) 
     Bu olaylarla ilgili kanıtlara dayanan belgeler Yusuf Kemal Bey tarafndan Amerikalı Teğmen'e verilmişti.
23 Washington National Archives, a.g.d., s. 2.
24 Nilgün Erdaş, Millî Mücadele Döneminde Kafkas Cumhuriyetleriyle İlişkiler (1917-1921), Ankara 1994, s. 56-57.
25 Reşat Sagay, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul 1972, s. 164.
26 Nilgün Erdaş, a.g.e., s. 89. 
27 Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri (1920-1938), Ankara, Devre I, cilt XI, s. 61-62. 
28 Washington National Archives, a.g.d., s. 2. 
29 Washington National Archives, a.g.d., s. 3. 
30 Yusuf Kemal Tengirşenk, a.g.e., s. 246. 
31 Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Encümeni, Harp Mıntıkları, Şehir ve Kasabaların İşgal, İstirdât ve Bombardıman Tarihleri, Ankara, 1940, s. 84. 
32 Esat Arslan, "1921 Yılı İlk Yarısında Türk, Fransız-İtalyan Yakınlaşması Karşısında İngiliz Politikası ve Mustafa Sagir Olayı", 
   Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c XI, Mart 1995, Sa 31, Ankara, s. 187-222. 
33 Esat Arslan, a.g.e., s. 194, Ek-3, Ek-4. 
34 Washington National Archives, a.g.d., s. 3-4. 
35 Commitee of Union and Progress sözcüklerinin kısaltması olup "İttihat ve Terakki Komitesi" anlamındadır. 
36 Washington National Archives, a.g.d. s. 4. 
37 Tevfik Çavdar, Talât Paşa Ankara, 1995, s. 491. 

https://drive.google.com/file/d/0B7liBn5XLsAfMHA4UkoyYTM3MlU/view

***

29 Aralık 2016 Perşembe

KİMLİK VE DIŞ POLİTİKA EKSENİNDE MISIR DIŞ POLİTİKASI



KİMLİK VE DIŞ POLİTİKA EKSENİNDE MISIR DIŞ POLİTİKASI 





Diğer geri kalmış ülkelerde olduğu gibi ‘üst/birleştirici’ bir ulus kimliğinin oluşturulamadığı Mısır’da da iktidara gelen her otoritenin, rejiminin çıkarlarıyla bağlantılı olarak alt kimlikleri ön plana çıkararak kendi kimlik politikasını uygulamaya koyduğu ve Mısır’ın siyasal vizyonunu daraltan bir strateji izlediği görülmüştür. 

Özge Gökçen TERZİ 


Bir şeyi o şey yapan unsurların toplamı’ olarak kabul edilen ve varlık olmanın kaçınılmaz bir boyutu olarak görülen kimlik, daha önceki dönemlerde 
dış politika analizlerinde kullanılmış olsa da uluslararası ilişkiler disiplininde popüler bir hal alması konstrüktivizmle birlikte olmuştur. Zira neorealizmin 
ve neoliberalizmin dışsal ve verili olarak kabul ettiği aktör kimlikleri, konstrüktivizm tarafından yeniden yorumlanmış ve ona yön veren çıkarların 
değişmesiyle birlikte farklılaşabilecekleri ortaya konmuştur. 

Aktörler kim olduklarını ve ne istediklerini bilmeden çıkarlarını belirleyemezler. Dolayısıyla kimlikler çıkarların, çıkarlar da izlenilen politikaların kaynağı olarak 
görülmektedir. Zira kimlikler çıkarlar olmadan motivasyonel güce, çıkarlar da kimlikler olmadan belirli bir yöne sahip olamazlar. Bu perspektiften bakınca uluslararası ilişkilerin halen en önemli aktörü olarak kabul edilen devletlerin politikalarını açıklamak için çıkarlarını, çıkarlarını doğru okuyabilmek adına da yine öncelikle sahip olduğu kimliği anlamak gerekmektedir. 

Nasır Dönemi Mısır Dış Politikası 

Cumhuriyet sonrası Mısır’ın siyasal tarihine bakıldığında da iktidarların kimlik tercihlerinin onların gerek iç gerekse dış politikalarına yön verdiği görülmektedir. Devrim sonrası süreçte bir kimliğe bağlılığın kitleleri arkasından sürükleyeceğini düşünen Nasır 1962 yılında ‘Milli Eylem Belgesi’ni kongreye sunmuştur. Böylece rejimin eylemlerini ideolojik bir temele oturtma, kitlelerde kaybedilen heyecanı yeniden uyandırma ve Mısırlı gençleri devrimci hedeflerle başarısına inandırmak adına ‘Arap Sosyalizmi’ ile yönetilen Arap kimliğine sahip Mısır’ın yeni prensiplerini açıklamıştır. Kısaca Nasır’ın politikalarını bu kimlik tercihleri belirlemiş ve çıkarları kimliğini, kimlikleri de çıkarlarını şekillendirirken o güne kadar Batı ile omuz omuza vermiş bir ülkenin Batı karşıtı bir pozisyon almasına neden olmuştur. 

Sedat Dönemi Mısır Dış Politikası 

Bir aktör olarak devletler ya da bireyler, kimliğini oluşturan tüm verileri, içinde bulundukları zamanın ve konjonktürün gereklerine göre yorumlamaktadır. Bu yüzden bir ülkenin içeride ya da dışarıda değişen tüm şartlara rağmen ulusal kimliğinin sürekli aynı yüzünü ön plana çıkaracağını düşünmek doğru olmayacaktır. Sosyal olarak inşa edildiği düşünülen düşman, tehdit, anarşi ve egemenlik gibi kavramların zamanla değişebilir olduğunu iddia eden konstrük tivizmin kimlik ve dış politika ilişkisindeki temel iddiası da söz konusu bu ‘değişim’ üzerine kuruludur. 

Bu bağlamda Enver Sedat, iktidarının meşruluğunu sağlamak adına önce İslami kimliğini ön plana çıkarmış, daha sonra bu kimliği ‘öteki’ olarak ilan ederek politika üretmeye çalışmıştır. Gerek ülke içindeki sosyo-ekonomik gerekse uluslararası arenada yaşadığı sorunlarını Batı karşıtı bir kimlikle değil de ABD’nin desteğini alarak çözebileceğini düşünen Sedat, İsrail ile anlaşma masasına oturmuştur. İzlediği politikalar, bir dönem Arap milliyetçiliğinin merkezi olan Mısır’ın Arap Birliği’nden çıkarılmasına sebep olduğu gibi Filistin ve Kudüs’ün kurtarılması ideali çerçevesinde şekillenen Müslüman-Arap kimliği açısından da yıkıcı sonuçlara yol açmıştır. 

Mübarek Dönemi Mısır Dış Politikası 

Arap Ligi ve İslam Konferansı gibi örgütlerden çıkarılan Mısır’ı devralan Mübarek ise başlangıçta bu dışlanmışlığın farkındalığı ile hareket etmeye çalışmıştır. 
Mübarek, Sedat döneminde ihmal edilen Sovyet Bloğu ve Bağlantısızlar grubu ile bir denge arayışı içerisine girerek ilişkileri düzeltemeye yönelik bir politika izlemiş, fakat bu çabası uzun soluklu olmamıştır. 

Batı ile izlenmeye çalışılan bağlantısızlık politikası ve Arap ülkeleri ile yakınlaşma çabaları Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi üzerine sekteye uğramış ve Mübarek döneminde de ülkenin Batı yanlısı kimliği ‘rejimin güvenliği ve çıkarları gereği’ korunarak Mısır’ın ABD ile ilişkileri yeniden ivme kazanmıştır. 

Mursi Dönemi Mısır Dış Politikası 



25 Ocak Devrimi’nin ardından Mısır’da ilk kez demokratik bir seçim sonucunda devlet başkanlığı koltuğuna oturan Mursi’ye bakıldığında ise temsil ettiği İslami 
kimlikten duyulan kuşkunun aksine ‘dengeli bir dış politika (a balanced foreign policy)’ izlemeye çalışmıştır. İsrail ile olanlar da dâhil olmak üzere, tüm uluslararası anlaşmalara sadık kalacağını söyleyen Mursi, hem uluslararası sistemdeki dengeleri hem de içerideki kırılgan desteği iyi okumuş ve çok yönlü bir siyaset arayışına girmiştir. Mısır’ın çıkarlarını önceleyen bir dış politika izleyeceğinin sinyallerini veren Mursi, bir yandan Çin ve İran’a yönelik yeni bir yaklaşım geliştirmeye çalışmış, diğer yandan ABD ve Rusya ile de bağlarını koparmamaya özen göstermiştir. Aynı zamanda üç yıldır aralıksız olarak devam eden Suriye iç savaşına çözüm bulmak adına Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’la bir araya gelen Mursi, bir barış inisiyatifi başlatmak istemiştir. Ancak Mursi döneminde, İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından eski rejimin 
Batı eksenli politikaları bağlamında bu ülkeye verilen zımni destek, yerini Filistin’e verilen açık desteğe bırakmıştır. Saldırıların ardından hemen İsrail’i kınayan Mısır, büyükelçisini de ülkesine geri çağırmıştır. 

Tüm bu çabalarına rağmen İslami kimlik, gerek ülke içinde gerekse uluslararası camiada yaşadığı meşruiyet sorununu aşamamış ve Mursi iktidarına 3 Temmuz darbesi ile son verilmiştir. 

El-Sisi Dönemi Mısır Dış Politikası 

Abdülfettah El-Sisi döneminde Mısır dış politikasına üç önemli faktörün yön verdiği görülmektedir. Bunlardan ilki askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren rejimin uluslararası arenadaki meşruiyet arayışları, ikincisi ülkenin uzun zamandır içinde olduğu ekonomik bunalımdan kurtulma çabaları, sonuncusu ise Sisi’nin ilk açıklamalarında da dile getirdiği gibi Mısır’ın tarihi misyonunu yeniden kazanma girişimleri ile Arap ve Afrika bölgesinde ülkenin stratejik vizyonunun restorasyonu olmuştur. 

Mısır’da yaşananları ‘darbe’ olarak nitelemekten kaçınan ülkeler nezdinde zaten bir meşruluk sorunu yaşamayan Sisi, ekonomik krizden çıkış yolları ararken de 
gerek darbe öncesi gerekse darbe sonrasında desteklerini esirgemeyen Körfez ülkelerinden finansal açıdan büyük miktarda yardım almıştır. Sisi’nin iktidara geçmesini ‘tarihi bir gün’ olarak gören Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt ve Bahreyn, siyasal İslam tehdidi karşısında yeni rejimin arkasında durmuştur. 

<  Abdülfettah El-Sisi döneminde Mısır dış politikasına üç önemli faktörün yön verdiği görülmektedir. Bunlardan ilki askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren rejimin uluslararası arenadaki meşruiyet arayışları, ikincisi ülkenin uzun zamandır içinde olduğu ekonomik bunalımdan kurtulma çabaları, sonuncusu ise Sisi’nin ilk açıklamalarında da dile getirdiği gibi Mısır’ın tarihi misyonunu yeniden kazanma girişimleri ile Arap ve Afrika bölgesinde ülkenin stratejik vizyonunun restorasyonu olmuştur. >

Darbe sonrası dönemde dış politikada bahsi en çok geçen ülkelerin başında Libya gelmiştir. Zira İslamcıların ülkede kontrolü ele alması halinde, Libya’nın ulusal 
güvenliği için bir tehdit olabileceğini düşünen Mısır, Halife Hafter’in teröre karşı mücadele adı altında başlattığı Kerame (Onur) Operasyonu’na destek vermekle 
suçlanmış fakat bu iddiaları reddetmiştir. 


ABD, Sisi’nin iktidara gelmesinin ardından “ Stratejik ortaklığımızı derinleştirmek ve iki ülkenin paylaştığı ortak çıkarları geliştirmek için Sisi ile çalışmayı 
dört gözle bekliyoruz ” şeklinde yaptığı açıklama ile ilişkilerin seyrini de belirlemiştir. Ancak Sisi yönetimi tek bir güce bağımlı kalmak yerine dış politika seçeneklerini artırmak adına Rusya ile üç milyar dolarlık - Suudi Arabistan ve BAE tarafından ödenecek- bir silah anlaşması yapmıştır. 

Sonuç olarak, diğer geri kalmış ülkelerde olduğu gibi ‘üst/birleştirici’ bir ulus kimliğinin oluşturulamadığı Mısır’da da iktidara gelen her otoritenin, rejiminin çıkarlarıyla bağlantılı olarak alt kimlikleri ön plana çıkararak kendi kimlik politikasını uygulamaya koyduğu ve Mısır’ın siyasal vizyonunu daraltan bir strateji izlediği görülmüştür. Monarşi sonrası iktidara gelen her üç rejimde de halk iradesinin devlet bürokrasisine nüfuz etmesine izin verilmemiş, iktidarların belirlediği kimlik politikalarının topluma ve ülkenin dış politikasına yön verdiği görülmüştür. Mursi döneminde ise izlenen çok boyutlu dış politikanın sonuç vermesine izin verilmemiştir. 

Bu bağlamda bundan sonraki süreçte Mısır’ın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmesi için sahip olduğu farklı kimliklerin Mısır dış politikasıyla bütünleştirilmesi ve Müslüman Kardeşler gibi önemli bir siyasal aktörün diğer rejimlerde olduğu gibi meşru siyaset sahnesinden dışlanmaması gerekmektedir. 
Zira söz konusu durum yalnızca Mısır’da değil, tüm bölgede demokratik sistem içerisinde yer alması gerekirken siyasal zeminden dışlanan aktörlerin radikalize bir kimliğe bürünmesine sebebiyet verecektir. 


Araştırma Görevlisi, Uludağ Üniversitesi 

***