DOĞU AKDENİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOĞU AKDENİZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2017 Cuma

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 8

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 8




Diğer yandan İsrail-GKRY ve Yunanistan arasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler de hızla gelişmektedir. En son 8 Ekim 2013 tarihinde Yunanistan 
Başbakanı Antonis Samaras İsrail’i ziyaret etmiştir. Bu ziyaret sırasında Yunanistan ile İsrail arasında yirmi bakanın katıldığı ilk Yüksek Düzeyli İşbirliği 
Toplantısı yapılmıştır. Toplantıda Doğu Akdeniz’deki enerji konuları da ayrıntılı bir şekilde ele alınmış İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan hattından geçip 
Doğu Akdeniz’deki enerjiyi Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattının açılması detaylı bir şekilde görüşülmüştür. Doğu Akdeniz’deki sıvılaştırılmış doğal gazın 
da Yunan tankerleri ile taşınması hususunda anlaşılmıştır. Buna karşılık Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ile birlikte İsrail’e AB ile olan ilişkilerinde 
yardım edeceğine ve İsrail-AB ilişkilerini kolaylaştıracağına dair söz vermiştir.97 


16 Şubat 2012 tarihinde GKRY’ne resmi bir gezi düzenleyen Netanyahu bu ülkeyi ziyaret eden ilk İsrail Başbakanı olmuştur. Ziyaret sırasında Güney 

Kıbrıs’ın Limasol kenti yakınlarına değeri 10 milyar doları aşan bir doğal gaz terminalinin kurulması da dâhil olmak üzere Doğu Akdeniz’deki enerji 
kaynaklarının çıkarılması ve kullanımı ile ilgili birçok proje üzerinde görüş alışverişinde bulunulmuştur. Netanyahu’nun Kıbrıs’taki temasları sırasında 
içeriği kamuoyuna açıklanmayan bir savunma anlaşması da imzalanmıştır. İsrail Başbakanının Güney Kıbrıs ziyaretinin perde arkasına ulaştığını söyleyen 
Anadolu Ajansı’na göre görüşmeler sırasında Rum Yönetimi lideri Hristofyas, Netanyahu’dan İsrailli işadamlarının KKTC’ye yatırım yapmamalarını 
istemiştir. Netanyahu da Rum Yönetimi’nin İsrail’e Adada hava ve deniz üssü vermesi durumunda KKTC’ye yatırımı yasaklayan bir kararı meclisten 
geçirebileceklerini ifade etmiştir. Bu tür adımların bölgedeki sorunların çözümüne katkı sağlamayacağı açıktır. 

Sonuç ve Öneriler 


Raporda Doğu Akdeniz’in bir ticaret merkezi ve enerji nakil hatlarındaki stratejik bir kavşak olarak önemi vurgulanmıştır. Orta Doğu gibi dünya siyasetini 

meşgul eden önemli sorunların yaşandığı bir coğrafyada etkin olmak isteyen güçlerin erken tarihlerden itibaren Doğu Akdeniz’de varlık göstermeye çalıştıkları bir gerçektir. Zira uluslararası kamuoyunu uzun yıllardır meşgul eden Filistin ve Kıbrıs meseleleri de henüz hangi yöne evrileceğini kimsenin kestiremediği Arap Baharı da bu coğrafyanın bağrında neşet etmiş ve hala çözüme kavuşturulamamış sorunlardır. Orta Doğu’da muhtemel bir barışın mimarları olabilecek Türkiye, Mısır ve İsrail gibi ülkeler Doğu Akdeniz kıyıları etrafında kümelenmiş durumdadır. Bu ülkeler hem Batı hem de Doğu ile doğrudan iletişime geçip bazı sorunların diyalog yolu ile çözülmesine katkı sağlayabilecek durumdadır. Ancak henüz kendi aralarında sorunlarını aşabilecek sağlıklı bir iletişim kanalı kurabildiklerini söylemek mümkün değildir. Bölgede devam eden bu kısır döngüye son yıllardaki enerji keşifleriyle yeni 
bir unsur daha eklenmiştir: Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması ve paylaşımı sorunu. Bahse konu sorunun bir birine zıt iki yönde 
gelişmesi mümkündür. İlk olarak, buradaki enerji kaynakları ekonomik bir değer olarak kabul edilir ve ilgili devletler arasında tesis edilecek işbirlikleri 
ile geliştirilecek; mevcut enerjinin çıkarılması, işlenmesi ve son tüketici pazarlara ulaştırılmasını bir bütün olarak ele alan entegre projelerle sorun, bölge 
huzur ve refahına katkıda bulunacak şekilde çözülebilir. İkinci durumda ise deniz yetki alanı paylaşımı ile ilgili anlaşmazlıklar bölge ülkeleri arasındaki 
sorunları daha da derinleştirip iyice içinden çıkılmaz hale getirir ve böylece mevcut enerjinin sunduğu potansiyel ekonomik katma değer de heba edilmiş 
olur. Kuşkusuz ilgili hiçbir taraf paylaşım sorununun bu şekilde sonuçlanmasını arzu etmemektedir. Ancak keşiflerin yoğunlaştığı 2010 yılından bu yana 
takınılan siyasi tutumlar göz önünde bulundurulursa neticenin maalesef arzu edilmeyecek bir yönde tahakkuk edeceği söylenebilir. 

Konunun Türkiye’ye bakan yanı göz önünde bulundurulduğunda atılması gereken en önemli adımın sadece Doğu Akdeniz’de değil, Doğu Akdeniz’in 

de içinde bulunduğu geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika havzasında tansiyonun düşürülmesi gerektiği olarak karşımıza çıktığı söylenebilir. Söz konusu 
havzada etkin bir ülke olarak var olmak isteyen Türkiye’nin bu amacını barış ve istikrarın hâkim olduğu bir atmosferde gerçekleştirmesi şüphesiz çok 
daha kolay olacaktır. O nedenle Türkiye’nin Mısır, Suriye ve İsrail gibi Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının paylaşımı ile ilgili sorunlarda doğrudan 
veya dolaylı etkisi olabilecek ülkelerle geliştirdiği ilişkileri gözden geçirmesi mutlaka faydalı olacaktır. 

Nitekim GKRY’nin bütün ısrarlarına rağmen, 2010 yılındaki Mavi Marmara Olayı ile Türk-İsrail ilişkileri neredeyse bütünüyle kopana kadar İsrail’in GKRY ile 

deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması imzalamadığı unutulmamalıdır. Yine İsrail, GKRY ve Yunanistan arasında Türkiye’yi tamamıyla dışarıda bırakacak 
şekilde yapılanan ilişkilerin bu konjonktürde geliştiği mutlaka hatırda tutulmalıdır. 

Bu çerçevede, Doğu Akdeniz ile ilgili gelişmelerde Türkiye’nin en büyük sorununun bölgedeki yalnızlığı olduğu söylenebilir. Türkiye bir tedbir olarak 

söz konusu bölgede tek taraflı MEB ilan edebilir. Ancak atılacak bu adımın sorunları çözeceğini ileri sürmek pek doğru olmayacaktır. Zira Türkiye uluslararası hukukun kendisine tanıdığı ab initio (başlangıçtan beri) ve ipso facto (fiilen) haklarını bölgede saklı tuttuğunu gerekli merciler nezdinde müteaddit 
defa dile getirmiştir. Türkiye bakımından asıl önemli olan Doğu Akdeniz’de, özellikle sorunların yoğunlaştığı Kıbrıs Adası’nın batısında kalan alanda bir 
ülke ile anlaşarak karşılıklı MEB ilanında bulunmaktır. Bahse konu alanda Türkiye’nin ortak MEB ilanında bulunabileceği en önemli ülke Mısır’dır. 
Mısır ile anlaşılarak imzalanacak bir sınırlandırma anlaşması, Türkiye’ye bu alanda karşı karşıya kaldığı birçok sorunda avantaj sağlayacaktır. O nedenle 
Türkiye’nin Mısır ile kopan resmi ilişkilerini bir an önce geliştirmesi ve bu ülkedeki karar mekanizmasını ortak bir MEB ilanında bulunmaya ikna etmesi 
gerekmektedir. 

Aynı alanda Türkiye’nin anlaşarak ortak MEB ilanında bulunabileceği bir diğer ülke Libya’dır. Türkiye’nin Libya ile ilişkileri görece iyi olsa da Arap 

Baharı’nın neden olduğu ve tüm bölgeyi etkisi altına alan belirsizliğin Türkiye Libya ilişkilerini nasıl etkileyeceğini kestirmek pek mümkün görünmemektedir. 
Türkiye bir yandan Libya ile ilişkilerini derinleştirmeye çalışırken, diğer yandan Doğu Akdeniz havzasında bir istikrar ortamının oluşmasına katkıda 
bulunacak politikalar geliştirmelidir. 

Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanı sınırlandırmalarında sadece Türkiye’nin değil, kıyıdaş diğer bazı ülkelerin de sorunları bulunmaktadır. Buna en güzel 

örnek Lübnan ile İsrail’in ilan ettikleri MEB alanlarında çakışan ve hala çözüme kavuşturulmamış noktalardır. Türkiye bunun gibi diğer devletler arasında 
da var olan anlaşmazlıkları, hukuki çerçeveye riayet ederek, diplomatik üslup ve kanallarla uluslararası toplum nezdinde dile getirmelidir. Bir başka deyişle 
Türkiye, buradaki sınırlandırma sorunlarını uygun ve ikna edici bir dille anlatarak dünya kamuoyuna mal etmelidir. 

Doğu Akdeniz’deki paylaşım sorunu sadece hukuki bir mesele değildir. Konunun siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutları vardır. Siyasi alandaki en büyük 

sorun Kıbrıs meselesidir. 2013 AB ilerleme raporunda ifade edildiği gibi Türkiye’nin Kıbrıs meselesindeki yapıcı rolü uluslararası toplumca da takdir 
edilmektedir. Türkiye Kıbrıs meselesindeki yapıcı tutumunu kararlılıkla sürdürmeli ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni sorunları Orta Doğu, Kuzey 
Afrika ve GKRY üzerinden AB’ni de kapsayacak bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirerek politika üretmelidir. 

Ekonomik açıdan bakıldığında Türkiye ancak bu şekilde geliştireceği yapıcı ve bütüncül politikalarla etkili olabilecektir. Zira Doğu Akdeniz’den çıkarılacak 

enerjinin tüketim pazarlarına taşınmasında en ekonomik ve karlı yolun, enerji kaynağının Türkiye üzerinden aktarılmasıyla mümkün olduğu ilgili tüm 
taraflarca bilinmektedir. Bu avantaj; doğal gazda hızla artan iç tüketim, Rusya ve İran’a olan bağımlılık ve bir süredir uygulanmaya çalışılan enerji üretim 
merkezleri ile tüketim pazarları arasında güvenli bir nakil odağı olma politikası çerçevesinde üretilecek akılcı yaklaşımlarla dikkatle değerlendirilmelidir. 
Son olarak üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak Türkiye’de denizciliğe yeterince önem verildiğini söylemek mümkün değildir. Oysa ülkelerin egemenlik 
haklarının başladığı nokta kıta sahanlığı veya MEB alanlarının başladığı noktadır. Raporumuzda da ifade edildiği gibi dünya ticaretinin yüzde 
doksanından fazlası hala deniz yolu ile gerçekleşmektedir. Gerçek böyleyken Doğu Akdeniz’de olduğu gibi Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı bazı 
sorunlarda ilgili bakanlık ve kurumlara gerekli teknik bilgi ve desteği sağlayabilecek münhasır bir Denizcilik Bakanlığı’nın bulunmaması bir eksiklik 
olarak not edilmelidir. İhdas edilecek böyle bir bakanlıkla yaşanan uyum ve koordinasyon sorunlarının önüne geçilebilir, denizlerdeki hak ve çıkarların 
korunması daha etkin bir şekilde sağlanabilir. Ayrıca denizle iç içe olan birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de denizcilik kültürünün gelişip olgunlaşmasına 
önemli katkılarda bulunulabilir. 

BİLGE ADAMLAR KURULU ÜYELERİ ÖZGEÇMİŞLERİ 


Salim DERVİŞOĞLU, Oramiral (E), Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Bilge Adamlar Kurulu Başkanı 


Salim Dervişoğlu, 1936’da İzmit’te doğdu. 1957 yılında Deniz Harp Okulu’ndan asteğmen rütbesi ile mezun oldu. Deniz Kuvvetlerinin çeşitli 

deniz ve kara hizmetlerinde bulundu. 1965-1967 yıllarında Deniz Harp Akademisi öğreniminden sonra Kurmay Binbaşı olarak Sultanhisar Gemisi 
ve bilahare Gayret Muhribi Komutanlığı yaptı. 1972-1973 yıllarında ABD’de İşletme alanında yüksek lisans yaparak yüksek işletme mühendisi oldu. 
1974-1977 yıllarında Brüksel’deki NATO karargâhında görev yaptı. 1977- 1979 yıllarında 3. Muhrip Filotillası komodorluğundan sonra çeşitli kara 
görevlerinde bulundu. 

30 Ağustos 1981 yılında tuğamiral oldu. Deniz Kuvvetleri Personel ve Lojistik başkanlığı, Çıkarma Filosu, Hücumbot Filosu, Harp Filosu komutanlıkları 

yaptı. Dervişoğlu ayrıca Deniz Harp Akademisi Komutanlığı ve Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı görevlerini yürüttü. İtalya’da (Napoli) da 2 yıl 
boyunca NATO görevlerinde bulundu. Dervişoğlu, Koramiral olarak Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreter Yardımcılığı, Deniz Kuvvetleri Kurmay 
Başkanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı görevlerini yürüttü. Oramiral olarak 1995-1997 yıllarında Donanma Komutanlığı yaptı ve 1997-1999 
yıllarında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yaparak emekli oldu. Bayan Türkan Dervişoğlu ile evli olan Dervişoğlu’nun Mehmet ve Ahmet adlarında 2 oğlu vardır. 
Dervişoğlu, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. 

İlter TÜRKMEN, Dışişleri Eski Bakanı Bilge Adamlar Kurulu Başkan Yardımcısı 


İlter Türkmen 1927 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Türkmen, 

1949 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdi. 
İlter Türkmen, 1961-64 yılları arasında Washington Büyükelçiliğinde Müsteşar, 1964-68 yılları arasında Dışişleri Bakanlığında Genel Müdür ve 
Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapmıştır. 1968-72 yıllarında Atina Büyükelçiliği görevini yürüten Türkmen, 1972-75 yılları arasında Türkiye’nin 
Birleşmiş Milletler nezdindeki Daimî Temsilcisi olmuştur. 1979-80 yıllarında Birleşmiş Milletler Teşkilatında Genel Sekreter Yardımcısı, 1980-83 yıllarında 
ise Dışişleri Bakanı olmuştur. 1984-88 yılları arasında tekrar Birleşmiş Milletler nezdinde Daimî Temsilci olarak görev alan Türkmen, 1988-91 
yıllarında Paris Büyükelçiliğine getirilmiştir. Türkmen, 1991-96 yılları arasında Birleşmiş Milletler teşkilatında Genel Sekreter Yardımcısı ve Filistin 
Mültecilerine Yardım Örgütü Genel Komiseri görevlerini yürütmüştür. İlter Türkmen, Bilge Adamlar Kurulu Başkan Yardımcılığının yanında OBİV 
Dış ve Savunma Politikası Grubu Başkanlığını da yürütmektedir. 

Sami SELÇUK, Prof. Dr., Yargıtay Eski Başkanı Bilge Adamlar Kurulu Başkan Yardımcısı


1937’de Konya-Taşkent’te doğmuştur. 1955’te Konya Lisesi’ni ve 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Ankara yargıç adayı olarak 
mesleğe başlayan Selçuk, sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice ve 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevlerinde bulunmuştur. 21.09.1982 
tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilen Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulunca, 10.07.1990 tarihinde ilk kez, 13.07.1994 tarihinde ikinci kez, 13.07.1998 
tarihinde üçüncü kez Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi Başkanlığına seçilmiştir. Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 
doktora yapmış, 1986 yılında doçent olmuştur. Selçuk’un kitap ve çeviri çalışmalarının yanında yerli ve yabancı dergiler ile günlük basında 
yayımlanmış Türkçe ve yabancı dilde; hukuk, dil, laiklik ve Atatürkçülük konularında makale ve denemeleri vardır. 

Yargıtay Büyük Genel Kurulunca 07.07.1999 tarihinde Yargıtay Birinci Başkanlığına seçilen Doç. Dr. Sami Selçuk bu görevden 15.06.2002 tarihinde 

yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılmıştır. Emekliye ayrıldıktan sonra Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinin öğretim üyeleri kadrosuna dâhil 
olmuştur ve Ceza Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığına seçilmiştir. Selçuk, Fakültede Ceza Hukuku ve Ceza Usul Hukuku dersleri vermektedir.

Kutlu AKTAŞ, İçişleri Eski Bakanı, Vali (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Kutlu Aktaş, 1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuştur. Mezuniyetini müteakip 30 Temmuz 1962 tarihinde atandığı 

Çankırı Maiyet Memurluğunda Yumurtalık ve Küre Kaymakam Vekilliklerinde görevlendirilip staj süresini doldurmuş, Kaymakamlık kursu ile Türkiye ve 
Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’ünü (TODAİE) bitirdikten sonra 1964’te Darende Kaymakamlığına atanmıştır.

30 Eylül 1967 tarihinde Yahyalı, 30 Nisan 1970 tarihinde Çüngüş, 31 Temmuz 1972 tarihinde Bozcaada, 1976 tarihinde Simav Kaymakamlıklarına atanan 
Aktaş, 3 Ağustos 1976 tarihinde Mülkiye Müfettişliğine, 20 Ağustos 1976 tarihinde 1. sınıf Mülkiye Müfettişliğine, 4 Şubat 1977 tarihinde Mülkiye 
Başmüfettişliğine, 28 Mart 1979 tarihinde de Mülkiye Müşavirliğine atanmıştır. Kutlu Aktaş, 26 Haziran 1981 tarihinde Ağrı Valiliğine, 22 Aralık 
1986 tarihinde Malatya Valiliğine, 21 Nisan 1990 tarihinde İzmir Valiliğine ve 15 Temmuz 1997'de ise İstanbul Valiliğine atanmıştır. Aktaş, 5 Ağustos 
1998-11 Ocak 1999 tarihleri arasında İçişleri Bakanı olarak görev yapmıştır. 

Özdem SANBERK, Büyükelçi (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dışişleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn 

ve Paris Büyükelçiliklerinde ve İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Daimi 
Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985-1987 yılları arasında dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını 
yapmıştır. 

1987-1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi Temsilci, 1991-1995 yıllarında arasında Dışişleri Müsteşarı ve 1995-2000 

yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal 
Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. Sanberk 2011’de, İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıyı müteakiben 
Birleşmiş Milletler’in yürüttüğü soruşturma sürecinde oluşturulan Palmer Komisyonu’nda Türkiye’yi temsilen yer almıştır. 
Sanberk, Kadir Has Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir. 
Özdem Sanberk, Sumru Sanberk ile evli olup Nazlı Sanberk’in babasıdır. 


Sönmez KÖKSAL, Büyükelçi (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Sönmez Köksal, 8 Mart 1940 İzmir’de doğdu. Köksal, Saint Joseph Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Köksal, 

1963 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliğinde, Dışişleri Bakanlığı Uluslararası 
Ekonomik Sorunlar Dairesinde Şube Müdürü, Burgaz’da Başkonsolos, Paris Büyükelçiliğinde Müsteşar, Siyaset Planlama Dairesi ve Orta Doğu ve Afrika 
Dairelerinde Başkanlık görevlerinde bulundu. 1980’de Avrupa Ekonomik Topluluğu nezdindeki Türkiye Daimi Temsilci 
yardımcılığına atandı. 1983’de Çok Taraflı Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcılığını üstlendi. 1986 yılında Bağdat Büyükelçiliği’ne atandı. 1990’da 
Avrupa Konseyi nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliği görevini üstlendi. Türkiye’nin dönem başkanlığına rastlayan 1992 Nisan-Eylül ayları arasında 
6 ay süre ile Avrupa Konseyi Bakan Delegeleri Komitesi’ne başkanlık yaptı. Köksal, 1992 Ekim ayında Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı oldu. 
1998 Şubat ayında Paris Büyükelçiliği’ne atandı. 1 Ağustos 2002 tarihinde kendi isteği üzerine emekli oldu. Sönmez Köksal, 2002-2006 döneminde 
Işık Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu ve İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı görevini üstlendi. 

Güner ÖZTEK, Büyükelçi (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Güner Öztek 1935 yılında Çankırı’da doğdu. 1955 yılında St. Joseph Lisesi’nden mezun oldu. 1959 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler 

Fakültesi’nden mezun oldu. 

Güner Öztek, 1959-1960 tarihleri arasında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği Özel Kaleminde Ataşe, 1961-1963 tarihleri arasında Dışişleri 

Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğünde 3’ncü Kâtip, 1963-1966 tarihleri arasında Paris Büyükelçiliğinde 3’ncü ve 2’nci Kâtip ve 1966-1969 tarihleri 
arasında Dakar Büyükelçiliğinde 2’nci Kâtip ve Başkâtip olarak görev yapmıştır. Öztek, 1969-1971 tarihleri arasında Dışişleri Bakanlığı Özel 
Kalem Müdürlüğünde Başkâtip, 1971-1972 tarihleri arasında Başbakanlık Özel Kalem Müdürü, 1972-1976 tarihleri arasında Londra Büyükelçiliği 
Müsteşarı, 1976-1978 tarihleri arasında Uluslararası Kuruluşlar Genel Müdür Yardımcılığı, Elçi, Genel Müdür Yardımcısı, 1978-1982 tarihleri arasında 
Moskova Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı ve 1982-1986 tarihleri arasında İkili Siyasi İşler Genel Müdür Yardımcısı görevlerinde bulunmuştur. 
Güner Öztek, 1986-1991 tarihleri arasında Kuveyt Büyükelçisi, 1992-1995 tarihleri arasında Dışişleri Müsteşar İdari İşler Yardımcısı, 1995-1999 tarihleri 
arasında Belçika Krallığı nezdinde T.C. Büyükelçisi ve Batı Avrupa Birliği nezdinde Daimi Temsilci olarak görev yapmıştır. Güner Öztek, 1 Ocak 
2001’den itibaren Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı ve Direktörü olarak görev yapmaktadır. Öztek, Fransızca ve İngilizce 
bilmektedir. 

Ümit PAMİR, Büyükelçi (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


1942 yılında İstanbul’da doğdu. Saint-Joseph Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1965 yılında Dışişleri Bakanlığı’na 

girdi. Gümülcine Konsolosluğu ve Cumhurbaşkanlığı döneminde Fahri Korutürk’ün Özel Kalem Müdürlüğünü yaptı. 
Pamir, 1990 yılında Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü’nün daimi temsilciliğini yaptı. 1991 yılında Türkiye’nin Cezayir Büyükelçisi oldu. 1995 
– 1997 yılları arasında Yunanistan Büyükelçiliği görevinde bulundu. Başbakan Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’ın başdanışmanlığını yaptı. 
2000’de Türkiye’nin BM nezdindeki daimi temsilciliğine getirildi. Kıbrıs’ın ele alındığı Bürgenstock görüşmelerinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile 
beraber çalıştı. 
2004 – 2006 yılları arasında NATO Daimi Temsilciliği yaptı. 2007 yılında Dışişleri Bakanlığı Müşavirliği görevine getirildi ve aynı yıl yaş haddinden 
emekli oldu. Dilek Pamir’le evli ve iki çocuk babasıdır.

Necdet TİMUR, Orgeneral (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


1937 yılında Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde doğmuştur. 1958 yılında Kara Harp Okulu’ndan, 1960 yılında Muhabere Okulu’ndan mezun olmuştur. 

Timur, 1968 yılında Kara Harp Akademisi’nden mezun olmuş, ardından Kurmay Subay olarak, 1’nci Ordu Muhabere İşletme Bölük Komutanlığı, 
2’nci Zırhlı Tugay Harekât Eğitim Şube Müdürlüğü, Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği, 1’nci Ordu Genel Sekreterliği Harekât Subaylığı, Kıbrıs Türk 
Barış Kuvvetleri Harekât Eğitim Şube Müdürlüğü, Paris Kara Ataşeliği, 3’ncü Ordu Plan ve Harekât Şube Müdürlüğü ve Işıklar Askeri Lisesi Komutanlığı 
görevlerini yürütmüştür. 

Necdet Timur, 1983 yılında tuğgeneralliğe, 1987 yılında tümgeneralliğe terfi etmiştir. Timur, tümgeneral rütbesi ile Genelkurmay Muhabere Elektronik 

ve Bilgi Sistemleri Başkanlığı, Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı görevlerini yürütmüştür. 
1991 yılında korgeneralliğe terfi ederek Genelkurmay Muhabere Elektronik ve Bilgi Sistemleri Başkanlığı, 2’nci Kolordu Komutanlığı ve Harp 
Akademileri Komutan Yardımcılığı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Başyardımcılığı görevlerinde bulunduktan sonra 1997 yılında 
orgeneralliğe terfi etmiştir. Bu rütbede Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı görevini müteakip 1’nci Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Fransızca bilen 
emekli Orgeneral Necdet Yılmaz Timur, Bayan Nezih Timur ile evlidir ve 1 çocuk sahibidir.

Oktar ATAMAN, Orgeneral (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 

Oktar Ataman 1939’da İstanbul’da doğmuştur. 1961 yılında Kara Harp Okulu’ndan topçu subayı olarak mezun olmuş, 1966-1968 yılları arasında Kore 

Cumhuriyeti’nde Askeri Ataşe Yardımcısı ve Birleşmiş Milletler nezdinde İrtibat Subayı görevlerinde bulunmuş ve 1975 yılında Kara Harp Akademisi’ni 
bitirerek Genelkurmay Plan Harekât Daire Başkanlığı’na proje subayı olarak atanmıştır. 1977’de İngiliz Kraliyet Kara Kurmay Koleji’ne seçilen Ataman, 
mezuniyetini müteakip Kara Harp Akademisi’nde üç yıl öğretim üyesi olarak, 1980-1983 yıllarında ise Belçika’da SHAPE Karargâhı Plan ve Prensipler 
Başkanlığı’nda karargâh subayı olarak görev yapmıştır. 1988’de tuğgeneral rütbesine terfi eden ve Genelkurmay Başkanlığı Plan Harekât Daire Başkanı 
olarak görev yapmaya başlayan Ataman 1992’de tümgeneralliğe terfi ederek Genelkurmay Başkanlığı Strateji ve Kuvvet Planlama Daire Başkanlığı’na 
atanmıştır.

Orgeneral Ataman, 1997’de korgeneral rütbesine terfi etmiş ve Genelkurmay Başkanlığı Harekât Başkanlığı’na atanmıştır. Eylül 1998’den itibaren NATO 
Askeri Komitesi nezdinde Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanı olarak görev yapan Orgeneral Ataman, 2000-2001 yıllarında 6’ncı Kolordu Komutanı 
olarak görev yapmıştır. 2001’de NATO Güneydoğu Avrupa Müşterek Kuvvetler Komutanlığı görevini devralan Ataman aynı yıl içinde orgeneralliğe 
terfi etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Hizmet Madalyası ile taltif edilen Orgeneral Ataman, Bayan Nedret Ataman ile evli olup bir kız ve bir erkek 
çocuğu babasıdır. 

Sabahattin ERGİN, Koramiral (E) Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Emekli Koramiral Sabahattin Ergin 1926’da İstanbul’da doğmuştur. 1935 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı piyano bölümüne devam ederek 

başladığı müzik yaşamını çeşitlendirerek sürdürmüştür. Sabahattin Ergin, 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda 
sanatçı ve öğretim üyesi olmuştur. Ergin, İ.T.Ü. Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda lisans, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans, 
sanatta yeterlik ve doktora programlarında Müzik Pedagojisi, Müzik Eğitimi Felsefesi, Çağdaş Müzik Eğitimi Yöntemleri ve Mukayeseli Müzik Tarihi gibi 
dersleri Türkçe ve İngilizce olarak vermiştir. İ.T.Ü. dışında, Türk Mûsıkîsi Vakfı, Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü ve diğer bazı 
kültürel ve bilimsel dernek ve kurumlarda, kurucu, yönetim kurulu başkanlığı ve kurucu üyelikler de yapmıştır. 
42 yıl süren bir askerlik hizmetinde bulunan Ergin, Atatürkçülük ve jeopolitik konuları üzerinde çalışmalar yapmakta olup, meşgul olduğu çeşitli alanlarda 
ulusal ve uluslararası bilimsel etkinliklere; konuşmacı, bildiri sunucu ve panelist olarak katılmaktadır. İlgilendiği konular üzerine kaleme aldığı bazı 
çalışmaları kitap, makale ve tebliğ olarak basılmıştır.


Nur VERGİN, Prof. Dr. Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 


Nur Vergin, 1941’de İstanbul’da doğdu. Çocukluğunu ve gençliğini yurt dışında geçirdi. Paris-Sorbonne Üniversitesi’nde Sosyoloji lisans ve yüksek 

programlarını tamamladıktan sonra aynı üniversitede Sosyoloji Doktoru unvanını aldı. 1973’te Türkiye’ye dönüp İstanbul Üniversitesi’nde göreve 
başladı. 

Nur Vergin Bilkent Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Vergin, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler 

Fakültesi’nden emekli olmuştur. 

Çeşitli uluslararası Sosyal Bilimler Derneklerine üye olan ve siyaset, kimlik ve din sosyolojisi üzerine çalışan Vergin’in, Industrialisation et Changement 

Social en Milieu Rural (1976), Türkiye’ye Tanık Olmak (1998), Din, Toplum ve Siyasal Sistem (2000) ve Siyaset Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar ve 
Yaklaşımlar (2008) başlıklı kitapları yayımlanmıştır. 


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 7


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 7


Anlaşmaya konu bölgede Mısır’ın kıyı uzunluğu 400,128 mil iken, GKRY’nin kıyı uzunluğu ise 197,659 mildir. Görüldüğü gibi Mısır’ın kıyı uzunluğu GKRY’nin kıyı uzunluğunun iki katından bile fazladır. Bu nedenle hakça bir paylaşımda GKRY ancak Mısır’ın yarısı kadar deniz yetki alanına sahip olması gerekirken, yapılan anlaşmada ortay hat prensibine göre hareket edildiği için Mısır ile eşit yetki alanına sahip olmuştur.90 Bir başka deyişle 2003 MEB sınırlandırma anlaşmasıyla GKRY, Mısır’ın Doğu Akdeniz’deki 21.500 kilometrekarelik yetki sahasını açıkça sahiplenmiştir. Mısır, Türkiye ile yapacağı bir sınırlandırma anlaşmasıyla Doğu Akdeniz’de sahip olduğu mevcut yetki sahasından 12.000 kilometrekare daha fazla bir MEB yetki alanı elde edebilecektir.91 

Söz konusu alanda üçüncü sınırlandırma anlaşmasının Yunanistan ile yapılması gerekmektedir. Bu hususa yukarıda Türkiye ve Yunanistan’ın görüşleri 

incelenirken temas edildiği için burada tekrar ele alınmayacaktır. Ters tarafta kalan adaların karasuları dışında kıta sahanlığı ve MEB sınırlarının belirlenmesine bir etkisinin olamayacağı UAD’nın ve hakem mahkemelerinin kararıyla sabittir. Ancak bir hususa dikkat çekmekte fayda vardır. Yunanistan, 
Doğu Akdeniz’de Libya, Mısır ve GKRY ile kıta sahanlığı/MEB sınırlandırma anlaşması imzalamak istemektedir. Her ne kadar Mısır, Yunanistan’ın 
taleplerini geri çevirdiyse de bir sınırlandırma anlaşması imzalama olasılığının ortadan kalktığını söylemek doğru olmayacaktır. Türkiye’nin başta Yunanistan 
olmak üzere adı geçen tüm sahildar devletler ile bir sınırlandırma anlaşması imzalayıp, Doğu Akdeniz’deki durum daha da içinden çıkılmaz bir 
hale gelmeden önleyici tedbirler üretmesi ve uygulamaya geçmesi yerinde bir adım olacaktır. 

Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Yataklarının Ekonomik Değeri 


Dünyada doğal gaz tüketimi her geçen gün artmaktadır. 2011’de Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami felaketinde zarar gören nükleer enerji santralleri, nükleer enerji ile ilgili tartışmaları olumsuz yönde etkilemiştir. Nitekim Japonya’da yaşananlardan sonra Almanya gibi enerjisinin bir bölümünü 

nükleer santrallerden elde eden ülkeler bu santrallerin varlığını tartışmaya başlamıştır. Uzak Doğu’da Çin’in başını çektiği ekonomik gelişmeler de doğal 
gaza duyulan ihtiyacı artırmaktadır. Çin enerji tüketiminde ABD’yi geride bırakmaktadır. Öyle ki Çin ve Hindistan’ın toplam enerji ihtiyacı dünya enerji 
tüketiminin yüzde 10’unu geçmiştir ve bu ihtiyacın 2030’lu yılların ortalarına kadar yıllık ortalama yüzde 2.9 oranında artarak devam etmesi beklenmektedir.92 

Kaya gazı gibi alternatif enerji kaynaklarının devreye girmesi gaz fiyatlarını etkilese bile doğal gaza olan ihtiyacı azaltmamıştır. Dünya genelinde doğal 

gaz tüketiminin yılda ortalama yüzde 1.6 artarak 2035 yılında 169 trilyon ayak küpe ulaşması beklenmektedir. Ancak alternatif enerji olanaklarının 
piyasaya arzı ile doğal gaz fiyatlarında meydana gelecek değişiklikler Doğu Akdeniz’deki potansiyel enerjinin geleceğini doğrudan etkileyecektir. Bölgede 
keşfedilen enerji yatakları çok derinde bulunduğundan ancak gelişmiş teknolojik imkânların kullanılmasıyla üretimleri mümkündür. Bu durum ise 
maliyetleri artırıp kar marjını düşürmekte, dolayısıyla gelişmiş ve pahalı teknolojik imkânlara sahip büyük enerji şirketlerinin yatırım yapmamasına neden olmaktadır. Nitekim Hindistan’ın önde gelen enerji şirketlerinden ONGC Videsh Ltd. yüzde 33 pay sahibi olduğu Mısır’a ait NEMED sahasından ekonomik 
olarak uygulanabilir olmadığı gerekçesiyle çekilmiştir. ONGC, kaya gazının devreye girmesiyle düşen doğal gaz fiyatlarını bu kararına gerekçe 
olarak göstermiştir.93 

Aynı bağlamda Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ile ilgili bir diğer sorun da potansiyel olarak var olduğu söylenen enerji miktarı ile varlığı ispatlanan 

miktar arasındaki farktır. Havzadaki potansiyel enerji miktarının parasal değeri ile ilgili bir trilyon dolardan üç trilyon dolara kadar farklı tahminler yürütülmekte  dir. En iyimser tahmin tüm Doğu Akdeniz havzasında toplam değeri üç trilyon dolar olan 60 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon rezervi bulunduğu yönündedir. Ancak varlığı ispatlansa bile bu rezerv, aralarında siyasi sorunlar bulunan en az yedi farklı ülkeye dağılmış durumdadır. 


  Doğu Akdeniz ile ilgili yapılan en iyimser tahminler baz alındığında, bu bölgede potansiyel olarak var olduğu söylenen enerji miktarının mevcut tüketim oranıyla Türkiye’nin 572, bütün Avrupa’nın ise 30 yıllık enerji ihtiyacını tek başına karşılayacağı hesap edilmektedir. 



Bahse konu coğrafyada üretilmesi yüksek maliyet gerektiren yatırımlara bağlı olan enerji yataklarının söz konusu yatırımın en az yirmi yıl süreyle aktif olarak 

çalışmasını sağlayacak kadar geniş ve güvenli olması gerekmektedir. Örneğin İsrail’in Leviathan sahasında bulduğu enerji yatağı ile birlikte Doğu Akdeniz’de bulunan en büyük yataklardan biri olarak kabul edilen ve GKRY’nin ilan ettiği hidrokarbon arama sahasının 12. parselindeki Afrodit bölgesinde yer alan enerji yatağının ekonomik değeri hala tartışma konusudur.94 Doğal gaz fiyatlarına bağlı olmak üzere Afrodit sahasında toplam değeri 70 milyar doları aşan doğal gaz rezervi bulunduğu sanılmaktadır. Seçilecek yönteme göre değişmekle birlikte söz konusu gazın tüketici pazarlara ulaşması için en az 5 ile 16 milyar dolar arasında yatırım yapılması gerekmektedir. Afrodit bölgesinden elde edilecek gazın tüketici pazara ulaştırılması için seçilecek en ucuz yöntem, gazın boru hattıyla Türkiye’ye ve buradan nihai pazara ulaştırılmasıdır (Yaklaşık 4.8 milyar dolar). Türkiye’de petrol ve enerji alanında faaliyet gösteren şirketlerin boru hattı kurulması konusunda girişimleri olmuştur. Turcas grubunun hem doğal gaz satın alma hem de boru hattı kurulması konusunda İsrail hükümetine yaklaşık 2.5 milyar dolarlık bir yatırımla deniz altından Mersin’e ulaşacak 470 kilometrelik boru hattı inşa etmeyi teklif ettiği basına yansımıştır. Bunun yanında Zorlu grubunun da bu yönde benzer bir teklifte bulunduğu iddia edilmiştir.95

Ancak bir türlü çözülemeyen Kıbrıs sorunun neden olduğu siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle şuanda bu metodun kullanılması söz konusu değildir. 

Sadece Kıbrıs Adası ve etrafı değil, hemen hemen tüm Doğu Akdeniz havzasında üretilecek doğal gaz ve petrolün tüketici pazarlara ulaştırılması için 
tercih edilebilecek en ucuz metot gazın veya petrolün önce Türkiye’ye ve buradan mevcut hatlarla son pazarlara gönderilmesidir. Bu durum İsrail MEB 
alanında çıkarılacak enerji kaynakları için de geçerlidir. Nitekim Türkiye-İsrail ilişkileri tarihinin en kötü dönemini yaşadığı bugünlerde bile İsrail, bazı Türk 
şirketleri aracılığıyla Doğu Akdeniz havzasında çıkaracağı enerjiyi Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımayı planlamaktadır. Doğu Akdeniz’de çıkarılacak 
enerjinin Türkiye üzerinden taşınması, Türkiye için de önemli bir ekonomik avantaj oluşturacaktır. Ayrıca bu metodun tercih edilmesinin Türkiye’nin son 
yıllarda izlediği güvenli bir enerji merkezi olma politikasına da ciddi katkısı olacağı muhakkaktır. 

Teknoloji ilerledikçe Doğu Akdeniz’deki ispatlanmış enerji rezerv miktarı da artmaktadır. Teknolojinin gelişmesi ile doğru orantılı olarak gelecekte hem 

derin sulardan petrol veya doğal gaz çıkarma maliyetlerinin daha makul seviyelere gerilemesi, hem de yeni hidrokarbon yataklarının bulunması mümkün 
olacaktır. Doğu Akdeniz ile ilgili yapılan en iyimser tahminler baz alındığında, bu bölgede potansiyel olarak var olduğu söylenen enerji miktarının mevcut 
tüketim oranıyla Türkiye’nin 572, bütün Avrupa’nın ise 30 yıllık enerji ihtiyacını tek başına karşılayacağı hesap edilmektedir. Bu büyüklükte bir enerji 
potansiyelinin bölge ve bölge ile ilgili aktörlerin iştahlarını kabartması vazgeçilmezdir. Ancak burada yaşanacak bir gerginlik hem bu ekonomik potansiyelin heder olmasına yol açacak hem de mevcut siyasi sorunlara yenilerini ekleyecektir. Türkiye haklarını muhafaza etmek suretiyle, Doğu Akdeniz’de gelişen durumu iyi etüt etmeli ve buradaki potansiyelden ekonomik ve siyasi açılardan istifade etmeye çalışmalıdır. 

Doğu Akdeniz’de Oluşan Yeni Siyasi Dengeler 


Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki son gelişmeler etrafında dikkatle değerlendirmesi gereken hususlardan biriside bölgede oluşan yeni politik dengelerdir. 

Söz konusu bu yeni dengeler havza ile ilgili güvenlik anlayışının değişmesine de neden olmaktadır. İsrail, Yunanistan ve GKRY’nin Doğu Akdeniz’de birlikte 
oluşturmaya çalıştıkları güvenlik çemberi bu durumun en somut örneklerinden birisidir. Doğu Akdeniz havzasının stratejik önemine çalışmanın başında 
değinilmiştir. Tekrara düşmemek için burada yeniden ele alınmayacaktır. Ancak üzerinde mutlaka durulması gereken bir iki husus belirtilecektir. 
Bu çerçevede dile getirilmesi gereken ilk husus, GKRY’nin bütün adayı temsilen AB’ye alınmış olmasıdır. Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjinin büyük 
kısmı Akdeniz üzerinden taşınmaktadır. Doğu Akdeniz sadece Avrupa için değil, dünya ticaretinin önemli su yollarından biridir. Doğu Akdeniz’in Orta 
Doğu ve Hazar havzası gibi enerji merkezlerini ve bu merkezlerden yayılan petrol ve boru hatlarını kontrol edebilecek stratejik bir konumda bulunması 
birçok aktör için olduğu gibi, kuşkusuz AB için de çok önemlidir. O nedenle küresel bir aktör olarak AB’nin Doğu Akdeniz ve Doğu Akdeniz’i kontrol 
edebilecek en kilit noktada bulunan Kıbrıs Adası’na olan ilgisi anlaşılabilir. Ancak bu ilginin AB’yi yıllardır devam eden bir sorunun çözümüne olumsuz 
katkı yapacak tasarruflarda bulunmaya sevk etmesini anlamak biraz zor görünmektedir. 

   AB Kıbrıs’ta devam eden, çözülmemiş bir sorun olduğu halde Rum İsrail, Yunanistan ve GKRY’nin Doğu Akdeniz’de birlikte oluşturmaya çalıştıkları güvenlik çemberibölgede oluşan yeni politik dengelere örnek gösterilebilir.  


Yönetimi’ni tüm adayı temsilen üyeliğe kabul etmekle hem aday devletlerin sorunlarını çözmeden tam üye olamayacağı kuralını ihlal etmiş, hem de 

Kıbrıs’taki sorunun taraflarından biri haline gelmiştir. Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak bugüne kadar hazırlanan en kapsamlı ve en yapıcı çözüm planı olan 
Annan Planı da, AB’nin Rum Yönetimi’ne tam üyeliğe kabul edileceğine dair verdiği garanti ile akim kalmış ve sorunun çözümü maalesef ertelenmiştir. 
Bir başka deyişle AB Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’a enerji ve ticaret yollarının güvenliğini tesis edecek stratejik bir konumda bulundukları için önem atfedip 
buradaki varlığını tahkim etmeye çalışırken, bölge güvenliğini tehdit edecek bir sorunun çözümüne engel olmuştur. AB’nin vermiş olduğu karar bugün sadece 
Kıbrıs sorununu değil Türkiye-AB ilişkilerini de doğrudan etkilemektedir. Rum Yönetimi devam eden müzakere sürecinde 8 ayrı başlığın açılmasını 
engellemektedir. 

Nitekim sondaj çalışmaları sırasında AB, GKRY’ni desteklemiş ve bağımsız bir devlet olarak Güney Kıbrıs’ın ikili anlaşmalar imzalayabileceğini; uluslararası 

hukukun ve BMDHS’nin öngördüğü yetki alanlarında doğal kaynaklarını dilediği gibi kullanmaya hakkı olduğunu ifade etmiştir.96 Türkiye’nin Kıbrıs ile iyi komşuluk ilişkilerini sürdürmesi gerektiğini vurgulamış ve Türkiye’yi üye bir devlete karşı güç kullanmaması konusunda uyarmıştır. 

Yapılan uluslararası toplantılarda AB’nin Doğu Akdeniz’deki ekonomik alanı için Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın öngördüğü alanları gösterir 

haritalar kullandığı görülmektedir. Bu tür uygulamaların taraflar arasındaki güveni son derece olumsuz etkilediği ve sorunları daha da içinden çıkılmaz 
hale getirdiği muhakkaktır. Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmelerin Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasında sorun teşkil eden kıta sahanlığı ve karasuları 
gibi konuları yakından ilgilendirdiği ve Doğu Akdeniz’deki tasarrufların Ege’de de suların tekrar ısınmasına neden olabileceği tüm taraflarca dikkate 
alınmalıdır. Sorunsuz ve güvenli enerji nakil yollarına sahip olmak isteyen AB mevcut ve muhtemel güzergâhlarda sorunların çözümünde daha yapıcı rol 
oynamalıdır. AB’nin Güney Kıbrıs’ın sondaj çalışmaları ile ilgili sergilediği en olumlu tutum, çıkarılacak doğal gaz veya petrolün Adadaki taraflarca 
paylaşılması gerektiği vurgusu olmuştur. Uluslar üstü bir kurum olarak AB Doğu Akdeniz’deki sorunların hakça çözümünde kuşkusuz daha aktif roller 
üstlenebilecek bir pozisyondadır. 

Bölgedeki siyasi gelişmelerin seyrini etkileyen ikinci husus Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan kırılmadır. Türkiye İsrail ilişkileri, İsrail’in 2008-2009 


   Bölgedeki siyasi gelişmelerin seyrini etkileyen en önemli hususlardan biri Türkiye-İsrail ilişkilerinde 2008 yılından bu yana yaşanan kırılmadır. 

Bu durumun aksine İsrail-GKRY ve Yunanistan arasındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler hızla gelişmektedir. 

Gazze harekâtından bu yana giderek kötüleşmiştir. 2009 Davos Ekonomik Formu’nda yaşanan ‘One Minute Krizi’ ve aynı yıl İsrail ile yaşanan ‘Alçak 

Koltuk Krizi’nden sonra 2010 ilkbaharında yaşanan ‘Mavi Marmara Olayı’ ile birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler tarihinin en kötü dönemine girmiştir. 
Bu gelişmelerin bir neticesi olarak İsrail, GKRY ve Yunanistan’a yaklaşmış ve Doğu Akdeniz konusunda adı anılan üç ülke birlikte hareket etmeye başlamıştır. 
2008 ilkbaharında İsrail ve Yunan hava kuvvetlerinin Girit Adası açıklarında ortaklaşa düzenledikleri tatbikatla başlayan İsrail-Yunanistan yakınlaşması 
2010-11 dönemindeki enerji keşifleri ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulmasıyla ivme kazanmış, GKRY’ni de kapsayacak şekilde genişlemiştir. Son derece 
kısıtlı bir hava sahası olan İsrail Türkiye’nin hava sahasını kapatmasıyla hava kuvvetlerinin eğitimi için ihtiyaç duyduğu sahayı bu iki ülke ile ilişkilerini 
geliştirmek suretiyle bulmuştur. Yunan ve İsrail hava kuvvetleri 2010 yılından bu yana Doğu Akdeniz açıklarında ortak tatbikatlar düzenlemektedir. Yine 
2010 yılında Yunan Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral G. Karamalikis’in İsrail’i ziyareti ile başlayan üst düzey askeri yetkililerin karşılıklı ziyaretleri de 
devam etmektedir. Yunan basınında Yunanistan’ın İsrail’den silah sistemleri alacağına dair haberler yer almaktadır. 2012 yılının Şubat ayında Benjamin 
Netanyahu’nun GKRY’ne yaptığı resmi ziyaret sırasında iki ülke arasında içeriği açıklanmayan bir savunma işbirliği anlaşması imzalanmıştır. 2011 yılında 
yaşanan sondaj krizi sırasında İsrail, GKRY’ni açıktan desteklemiş ve savaş uçaklarını KKTC hava sahası ve TPAO’nun araştırma gemisi üzerinde uçurmaktan çekinmemiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 6


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 6




 Türkiye, Kıbrıs Adası’nda Kıbrıs Türk ve Yunan Toplumlarını birlikte bir bütün olarak temsil eden hukuki veya fiili tek bir otoritenin olmadığı düşüncesindedir. 


2011 Petrol ve Doğal Gaz Arama Krizi 


Maalesef Türkiye’nin uyarılarına rağmen Kıbrıs’taki sorunu daha da derinleştirecek adımlar atılmış ve 2011 sonbaharında Rum Yönetimi’nin sondaj çalışmalarına başlamasıyla Doğu Akdeniz’de kısmi bir kriz yaşanmıştır. Kriz ve sonrasında yaşanan gelişmeleri irdelemeden önce Rum Yönetimi’nin sondaj 

aşamasına nasıl geldiğine kısaca bakmakta fayda olabilir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 29 Nisan 1958’de Cenevre’de kabul edilen ve 10 Haziran 1964’te yürürlüğe giren Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ni 1974 yılında imzalamıştır. Rum Yönetimi aynı yıl Sözleşmenin öngördüğü prensipler çerçevesinde bir kanun kabul ederek kıta sahanlığı ilanında bulunmuştur.60 GKRY 1988’de BMDHS’ni onayladığını duyurmuştur. 1993 yılında karasularını gösterir koordinatları BM’e sunmuş ve BM’de bu koordinatları 1996 yılında onaylamıştır.61 Rum Toplumu, 5 Nisan 2004 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir kanunla 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere MEB ilanında bulunmuştur.62 Rumlar bu çerçevede 17 Şubat 2003’te Mısır, 17 Ocak 2007’de Lübnan ve 17 Aralık 2010’da İsrail ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır. İfade edilen gelişmeler üzerine Türkiye, BM nezdinde girişimlerde bulunmuştur. 2 Mart 2004 ve 23 Temmuz 2007’de BM’e verilen notalarda ve 30 Ocak 2007’de yayınlanan 18 No’lu basın açıklamasında Türkiye Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuktan doğan hakları olduğunu ve bu hakları saklı tuttuğunu açıkça belirtmiştir. 

Ancak Rum Toplumu, Türkiye’nin uyarılarını dikkate almadan çalışmalarını sürdürmüştür. 2006 yılında Adanın güneyinde kalan 51 bin km2’lik bir alanda 

iki ve üç boyutlu sismik araştırmalar yapmıştır. GKRY bu sismik araştırmalardan elde ettiği bilgiler ışığında 26 Ocak 2007 tarihinde bir yasa kabul ederek 
adanın güneyinde on üç adet hidrokarbon arama ruhsat sahası ilan etmiştir. 
15 Şubat 2007’de bahse konu olan on üç parselden 3 ve 13’cü parseller hariç on bir parsel için açtığı ihalenin üç yıl süreyle geçerli olacak ilk turuna çıkmıştır.63 


Sadece üç teklifin verildiği ilk tur ihale sonunda Amerikan Noble Enerji şirketine 12. parsel üzerinde hidrokarbon arama ruhsatı verilmiştir. 

Şirket yetkilileri ile 2008 yılında varılan mutabakattan sonra GKRY 19 Eylül 2011’de 12. parselde petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaya başlamıştır. 

Doğu Akdeniz’de enerji arama faaliyetleri, MEB sınırlandırma anlaşmaları ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bir süredir gergin olan ortam 12. parselde 

sondaj çalışmalarının başlamasıyla bir krize dönüşmüştür. Türkiye, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sondaja resmen başlayacağını anlayınca 15 Eylül 2011’de Rum Yönetimi’nin sondaj faaliyetlerine başlaması durumunda Türkiye’nin KKTC ile kıta sahanlığı anlaşması yapmak üzere mutabakata vardığını duyurmuştur.64 Rumların sondaj çalışmalarını atılan bu adımda durdurmayınca, 21 Eylül 2011’de New York’ta Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında “Akdeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Hakkında Anlaşma” imzalanmıştır.65 Anlaşmanın imzalanmasından sonra KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve TC Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmalardan, iki ülke arsasında yapılan anlaşmanın Rum Yönetimi’nin attığı tek taraflı adımlardan vazgeçirmeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır.66 Nitekim Eroğlu anlaşmanın imzalandığı gün yaptığı değerlendirmede atılan adımın Rum muhataplarını bu tür davranışlardan vazgeçirmeye yönelik önleyici bir tedbir olduğunu açıkça ifade etmiştir. Aynı şekilde Başbakan Tayyip Erdoğan’da anlaşmanın imzalanmasından sonra BM Genel Sekreteri ile yaptığı görüşmede Rumların yanlı tutumlarından vazgeçmesi durumunda Türkiye’nin de geri adım atmaya hazır olduğunu açıklamıştır.67 Türkiye ile KKTC arasında imzalanan anlaşma metni ve Dışişlerinin anlaşmanın 
imzalanması üzerine yaptığı açıklama birlikte değerlendirildiğinde sınırlandırma anlaşmasının, Kıbrıs Türk Toplumu’nun aynen GKRY’nin yaptığı gibi, Adanın tümü üzerindeki eşit haklarına dayandırıldığı görülmektedir.68 

 Doğu Akdeniz’de enerji arama faaliyetleri, MEB sınırlandırma anlaşmaları ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bir süredir gergin olan ortam 12. Parselde sondaj çalışmalarının başlamasıyla bir krize dönüşmüştür. 


Bu nedenle anlaşmadan iki devlet arasındaki muhtemel sınırlandırma alanlarının sadece bir bölümünün belirlendiği ve gerek görülürse başka sınırlandırma 

anlaşmalarının da yapılabileceği izlenimi edinilmektedir.69 GKRY ise Türkiye ve KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşmasını yasa dışı ilan ederek 
kınamıştır. 

Atılan bu adımlar da Rum Yönetimi’nin sondaj çalışmalarını durdurmayınca, KKTC Bakanlar Kurulu 22 Eylül 2011’de Kıbrıs Adası’nın güneyinde kalan 

alanlarda petrol ve doğal gaz aramak üzere Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) ruhsat tahsis etmiştir.70 

Bu gelişmeden bir gün sonra KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu BM Genel Sekreteri’ne sorunun çözümüne yönelik dört maddelik bir öneri paketi sunmuştur.71 




Harita-5: Doğu Akdeniz’deki Parseller ve Bazı parsellere teklif veren şirketler 



Türkiye, Eroğlu’nun önerilerini yapıcı bulduğunu ve desteklediğini belirtmiş ancak Rum Yönetimi aynı kanaatte olmadığını söz konusu önerileri redderek göstermiştir.72 

Bu gelişmeler üzerine 23 Eylül 2011 günü Piri Reis sismik araştırma gemisi ruhsat verilen alanlarda doğal gaz ve petrol aramak üzere Doğu Akdeniz’e açılmıştır. 
Diğer yandan Rum yönetimi de sondaj çalışmalarını sürdürmüştür. 28 Aralık 2011’de Noble Enerji, arama yaptığı 12. parselde önemli miktarda gaz yatakları 
tespit ettiğini dünya kamuoyu ile paylaşmıştır. Henüz ispatlanmamış olmasına rağmen 12. parselin “Afrodit” olarak adlandırılan sahasında 5-8 trilyon ayak küp doğal gaz olduğu tahmin edilmektedir.73 Bu keşiften de destek alan GKRY, 11 Şubat 2012 tarihinde AB Resmi Gazetesi’nde yayınlanan bir duyuru ile Kıbrıs’ın güneyindeki on üç parselden on ikisi için ikinci tur ihaleye çıkmıştır. İhaleye çıkılan on iki parselden 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı parsellerin bir bölümü Türkiye’nin Akdeniz’de saklı tuttuğu kıta sahanlığı alanıyla doğrudan; 1, 2, 3, 8, 9 ve 13 numaralı parseller ise KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat alanları ile çakışmaktadır.74 Türkiye ile KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşmasında benimsenen yönteme göre, geriye kalan parseller ise Kıbrıs Adası’nın deniz yetki alanlarında kaldığı için Kıbrıs Türk Toplumu’nun da hak sahibi olduğu alanlardır.75 

Türkiye, GKRY’nin Kıbrıs sorunu çözülmeden bölgedeki hidrokarbon arama çıkarma çalışmalarını ikinci bir ihaleyle genişletmesini protesto etmiştir. 

Dışişleri Bakanlığının 18 Mayıs 2012 tarihindeki açıklamasında da açıkça belirtildiği üzere, Türkiye kıta sahanlığı içerisinde yer alan bölgelerde önceden 
izin alınmadan yapılacak herhangi bir petrol ve doğal gaz arama çalışmasına Eylül 2011. izin vermeyeceğini açıklamıştır.76 Rum Yönetimi’nin ikinci tur 
ihalesine Kıbrıs’taki Türk Toplumu da sessiz kalmamış ve KKTC’nin Ada’nın deniz yetki alanları içerisinde bulunan sahalarda “doğal kaynakların araştırılması, 
çıkarılması ve işletilmesinde de eşit ve ayrılmaz haklara” sahip olduğunu kayda geçirmiştir.77 

GKRY’nin açtığı ikinci hidrokarbon ihalesi için teklif verme süresi 10 Mayıs 2012 tarihinde dolmuştur. İhale kapsamındaki parsellerden 2, 3, 5, 6, 7, 8, 9, 

10 ve 11 numaralı toplam dokuz parsel için on beş teklif verilmiştir. Tekliflerin beşi münferit şirketlerden, onu konsorsiyum şeklinde bir araya gelmiş 
şirketler tarafından yapılmıştır. Münferit teklif veren şirketler GKRY, Fransa, Kanada ve İsrail merkezlidir. Konsorsiyum halinde teklif veren şirketler ise 
Kanada, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, İsrail, Malezya, Güney Kore, Endonezya, Avustralya, Hollanda, Lübnan ve İtalya merkezli şirketlerdir. 

GKRY ikinci tur ihale sonuçlarını 31 Ekim 2012 tarihinde açıklamış ve 2, 3, 9 ve 11 numaralı parseller için teklif veren şirketlerle görüşmeye başlamıştır. 

Ruhsatlandırma için devam eden görüşmelere 2012 yılı sonunda 10. parsel de dâhil edilmiştir. İtalyan ENI ve Güney Kore’den KOGAS’ın oluşturduğu konsorsiyumla devam eden görüşmeler olumlu sonuçlanmış ve 24 Ocak 2013’te 2, 3 ve 9 numaralı parsellerde hidrokarbon yatağı aramak üzere bu konsorsiyuma ruhsat verilmiştir. Fransız TOTAL şirketi ile devam eden görüşmeler de olumlu geçmiş ve TOTAL 6 Şubat 2013’te 10 ve 11. parsellerde hidrokarbon araması yapmak üzere ruhsatlandırılmıştır.78 GKRY’nin ikinci tur ihalede sergilediği tutumdan yola çıkarak en azından şimdilik Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemediği söylenebilir. Zira Rum Yönetimi, teklif aldığı halde Türkiye’nin doğrudan hak iddia ettiği 5, 6 ve 7. parseller için ruhsat vermemiştir. 

Ayrıca Türkiye’nin yine doğrudan hak ettiği 1 ve 4. parseller için teklif veren şirket olmamıştır. 


  GKRY’nin ikinci tur ihalede sergilediği tutumdan yola çıkarak en azından şimdilik Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemediği söylenebilir. 

Zira Rum Yönetimi, teklif aldığı halde Türkiye’nin doğrudan hak iddia ettiği 5, 6 ve 7. parseller için ruhsat vermemiştir. Ayrıca Türkiye’nin yine doğrudan hak ettiği 1 ve 4. parseller için teklif veren şirket olmamıştır. 




Tablo-1: GKRY’nin açtığı ikinci tur ihale sonuçları 


Kaynak: Emin Erol, “Doğu Akdeniz Bölgesinde Hidrokarbon Kaynaklar ve Bölgesel Barış,” içinde Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanlarında Hukuk ve 

Siyaset, yay. haz. Sertaç Hami Başeren, (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 2013) ,203.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Kıta Sahanlığı ve MEB Sınırları 


Daha önce de ifade edildiği gibi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de üç ayrı bölgede kıta sahanlığı ve/veya MEB sınırlandırması yapması söz konusudur. Bu bölgeler batıdan doğuya doğru sıralandığında; en batıda Mısır, Yunanistan, Türkiye ve GKRY, ortada Türkiye ve KKTC ve doğuda Suriye, KKTC ve Türkiye kıyılarının bulunduğu bölgedir. Sınırlandırma anlaşmaları açısından en sorunlu bölge Adanın batısında kalan bölgedir. Burada yapılacak sınırlandırma ile ilgili hukuki sorunlar, Doğu Akdeniz havzasını siyasi, ekonomik ve güvenlik açısından doğrudan etkileyecektir. Diğer iki bölgede yapılacak sınırlandırmaların nispeten daha az sorun doğuracağı ise bir gerçektir. 


21 Eylül 2011’de imzalanan kıta sahanlığı anlaşması Türkiye ve KKTC arasındaki kıta sahanlığı sınırını belirlemiştir. Bu bölgede yapılacak bir sınırlandırma 

KKTC/Türkiye ile GKRY arasında sorun oluşturmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Türkiye ile KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşması 
tamamıyla Rum Yönetimi’nin tek yanlı uygulamalarına karşı önleyici bir tedbir niteliğindedir. KKTC’nin bu anlaşmaya dayanarak TPAO’ya verdiği 
doğal gaz ve petrol arama ruhsatları da aynı şekilde Rum tarafının haksız davranışlarının önüne geçmek için atılmış adımlardır. KKTC ve Türkiye bahse 
konu anlaşmayı imzalarken aynen Rum Yönetimi gibi hareket etmiş ve Türk Toplumunun meşru eşit ve ayrılmaz haklarını tüm Ada sathında ele almıştır. 
KKTC TPAO’ya ruhsat verirken aynı tavrı sürdürerek, Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde toplam 7 adet petrol ve doğal gaz arama sahası ilan etmiştir. Nitekim KKTC Bakanlar Kurulu’nun TPAO’ya adanın güneyindeki G bölgesinde petrol ve doğal gaz arama izni vermesi bu durumun en açık göstergesidir. 
Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmada asıl sorun siyasidir. Kıbrıs sorunu siyasi olarak çözülürse hukuki düzenlemeler 
ivedilikle yerine getirilebilir ve bundan Ada’daki her iki toplumda, özellikle ekonomik olarak istifade eder. Zira Kıbrıs etrafında var olduğu tahmin edilen 
hidrokarbon yataklarından elde edilecek doğal gaz ve petrolün tüketici pazarlara ulaştırılmasında takip edilebilecek en kısa ve maliyet olarak en ucuz yol, 
enerji kaynağının Türkiye üzerinden aktarılmasıdır. 

Suriye, Türkiye ve KKTC’nin bulunduğu bölgede bugüne kadar taraflar arasında herhangi bir deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasına gidilmemiştir. 

Suriye, 1964-2003 döneminde otuz beş deniz mili genişliğinde karasuları politikası uygulamıştır.79 Şam Yönetimi, 19 Kasım 2003 tarihinde kabul ettiği 
yasayla Doğu Akdeniz’de karasularının 12 mil, bitişik bölgesinin 24 mil ve 200 deniz milini aşmayacak şekilde MEB alanının olduğunu BM Genel 
Sekreterliği’ne bildirmiştir. 2001 yılından bu yana bazı basın yayın organlarında Suriye ile GKRY arasında bir kıta sahanlığı ve MEB anlaşmasının imzalanabileceğine dair haberler yer almaktadır. 


 Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmada asıl sorun siyasidir. Kıbrıs sorunu siyasi olarak çözülürse hukuki düzenlemeler ivedilikle yerine getirilebilir ve bundan Ada’daki her iki toplumda, özellikle ekonomik olarak istifade eder. 


Ancak bu konuda henüz somut bir adım atılmamıştır. Kıyı şekilleri ve uzunlukları birbirine yakın olduğu için Türkiye ile Suriye arasında uluslararası hukukun 

öngördüğü coğrafi koşullar temelinde hakkaniyet ilkesine uygun bir karasuları sınırlandırması yapılabilir. 

Aynı ilke çerçevesinde bölgedeki doğal kaynak durumu araştırılıp elde edilecek bilgiler ışığında hakça bir anlaşma yoluyla iki ülke arasında MEB sınırlandırma 

anlaşması da imzalanabilir.80 Fakat Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden kriz dolayısıyla herhangi bir anlaşmanın yapılması mümkün 
görünmemektedir. Üstelik kriz sırasında iki ülkenin birbirlerine karşı tutumu da bütünüyle değişmiştir. Bu bölgede yapılacak sınırlandırma anlaşmalarını 
Suriye’nin gelecekteki durumu belirleyecektir. Belirtildiği üzere Doğu Akdeniz’de sınırlandırma hatlarının belirlenmesi açısından en sorunlu bölge Kıbrıs’ın batısında kalan bölgedir. Hami Başeren’inde ifade ettiği gibi bahse konu alanda en az üç sınırlandırma olacaktır. İlk sınırlandırma Türkiye ile Kıbrıs Adası’nın ilgili kıyıları arasında, ikincisi Türkiye ile Mısır arasında ve üçüncü sınırlandırma Yunanistan’ın ilgili kıyıları ile Türkiye arasında yapılacaktır.81 Bu bölgede Türkiye’nin sınırlandırma anlaşması yapması gereken tarafların üçü de (Yunanistan, Mısır ve GKRY) BMDHS’ni imzalamıştır. Türkiye ise BMDHS’ni olduğu gibi 1958 Cenevre sözleşmelerini de imzalamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu 1982 yılında kabul edilen 2674 sayılı Karasuları Kanununa uygun olarak Karadeniz ve Akdeniz’de 12 mil, Ege Denizi’nde 6 mil karasuları ilan etmiştir.82 Türkiye, Ege ve Akdeniz’de 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile yapılan kıta sahanlığı anlaşması hariç, MEB ya da kıta sahanlığı anlaşması imzalamış değildir. 

GKRY’nin bu bölgede MEB sınırlandırması yapmak üzere attığı tek taraflı adımlar, 1982 BMDHS’nin sınırların belirlenmesi hakkındaki 74. maddeye; 

kıta sahanlığı sınırları hakkındaki 83. maddeye, yarı kapalı ve kapalı denizler hakkındaki 122 ve 123. maddelere ve BMDHS’nin uygulamasında hakların 
kötüye kullanılmasını düzenleyen 300 ve 311. maddelere aykırıdır.83 Bahse konu alandaki sınırlandırmalar hem 1982 BMDHS’ne hem 1958 Cenevre 
sözleşmelerine hem de bu konuda yerleşik örf ve adet hukukunun öngördüğü gibi bölgedeki ilgili bütün unsurlar dikkate alınarak hakkaniyet ilkesine uygun 
bir şekilde yapılmalıdır. Doğu Akdeniz’de hakkaniyete uygun bir paylaşımın olmasını sağlayacak en uygun ilke olarak coğrafyanın üstünlüğü prensibi ön 
plana çıkmaktadır.84 Coğrafi prensipte belirleyici unsur ise taraf devletlerin kıyı uzunluklarıdır. Coğrafya prensibi gereğince kıyı şeridi kısa olan devletlere 
daha az kıta sahanlığı veya MEB verilmektedir. Bu durum bazı özel şartlarda geçerli olmasa bile uluslararası hukuk açısından önemli olan esas 
sınırlandırmada hakkaniyetin tahakkuk etmesidir.85 

Belirtilen nedenlerden dolayı Kıbrıs’ın batısında kalan alanda yapılacak deniz yetki alanı sınırlandırmaları da uluslararası hukukun hakkaniyet ilkesine 

uygun olmalıdır. Bu durumda sınırlandırmaya taraf olacak devletlerin kıyı uzunlukları ön plana çıkmaktadır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya 
sahip devlettir. Sadece bahse konu alanda bile Türkiye’nin kıyı uzunluğu 656 mildir. Buna karşılık GKRY’nin ilgili alandaki kıyı uzunluğu yalnızca 32 mildir. 
O nedenle Anadolu Yarımadası ile Kıbrıs Adası arasında belirlenecek bir ortay hat, Ada’nın batısında hakkaniyete uygun bir kıta sahanlığı oluşturmayacaktır.86 

32 millik bir kıyıya yarı kapalı bir denizde stratejik açıdan önemli, geniş bir deniz yetki alanı tahsis ederken, en az on kat daha uzun bir kıyıya 

çok daha dar bir yetki alanı vermenin coğrafyanın üstünlüğü prensibi ile bağdaşması söz konusu değildir.87 Burada sınırlandırmanın, uzun kıyının (Türkiye) açık denizlere azami erişimini engellemeden Kıbrıs Adası’nın batısındaki karasularının dış sınırını takip edecek şekilde doğuya doğru kaydırılarak belirlenmesi gerekir.88 Bu konuda bir hakem mahkemesinin 1992 yılında Kanada ile Fransa arasındaki St. Pierre ve Miquelon adaları uyuşmazlığı hakkında verdiği karar ile UAD’nın Malta-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı Kararı, Türkiye ve GKRY arasındaki sınırlandırma için bir örnek teşkil edebilir.89 
Kıbrıs Adası’nın batısında kalan alan ile ilgili tüm coğrafi koşullar değerlendirildiğinde, buradaki asıl sınırlandırmanın bölgeye hâkim iki uzun kıyı olan Türkiye ile Mısır kıyıları arasında yapılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. 

    1992 yılında Kanada ile Fransa arasındaki St. Pierre ve Miquelon adaları uyuşmazlığı hakkında verdiği karar ile UAD’nın Malta-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı Kararı, Türkiye ve GKRY arasındaki sınırlandırma için bir örnek teşkil edebilir. 


Böyle bir sınırlandırma uluslararası hukukun en temel esas olarak kabul ettiği hakkaniyet ilkesine de uygun olacaktır. Türkiye bu nedenle Mısır ile 

GKRY arasında 17 Şubat 2003’te imzalanan MEB sınırlandırma anlaşmasını tanımamaktadır. Bu anlaşma Mısır ile GKRY arasındaki yetki sınırını tarafların 
kıyı uzunluklarını dikkate almadan ortay hat prensibine göre benimsediği için hem Mısır’ın, hem de Türkiye’nin haklarını saklı tuttuğu deniz yetki alanlarını 
ihlal etmektedir. 


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5





Harita-4: Yunanistan ve GKRY’nin hak iddia ettiği kıta sahanlığı 

Böylesi uyuşmazlıklar için UAD’nın verdiği kararlarda öne çıkan prensip coğrafyanın üstünlüğü prensibidir. Coğrafyanın üstünlüğü prensibinden uyuşmazlığa taraf olan ülkeler arasında sınırlandırma hattının anakara coğrafyası esas alınarak belirlenmesi gerektiği anlaşılmalıdır. Nitekim UAD Kuzey Denizi davaları kararında ‘coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz’; yukarıda anılan İngiltere-Fransa davasında ‘eşit uzaklık veya herhangi başka bir 

sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler’ ve Libya-Malta sınırlandırma anlaşmasında ‘tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur’ 
hkümlerine vararak coğrafi prensibi vurgulamıştır.53 

İkinci olarak, coğrafi prensibin yetersiz kaldığı yerlerde hakça bir sınırlandırma anlaşmasının yapılması için bahse konu olan alandaki diğer coğrafi unsurlara 

bakılır. Adalar, kıyı uzunluğu ve şekilleri başvurulan ilk diğer ilgili coğrafi unsurlardır. Türkiye’nin GKRY ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında 
kıyı uzunluğu, Yunanistan ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında ise adalar ön plana çıkmaktadır. GKRY ve Türkiye’nin ilgili kıyıları karşılaştırıldığında 
Türkiye’nin kıyı uzunluğunun yaklaşık on kat daha fazla olduğu görülecektir. Dolayısıyla Türkiye ve Rum Yönetimi arasında yapılacak sınırlandırma 
anlaşmasında sınır çizgisi kıyı uzunluklarıyla orantılı bir hat üzerinde belirlenmelidir. 

 2004’te 24 mil genişliğinde bitişik bölge ve 200 mil genişliğinde MEB ilan eden GKRY, hem uluslararası hukukun öngördüğü karşılıklı sahili bulunan devletlerle anlaşılarak hakça bir sınırlandırma yapılması ilkesini, hem de KKTC ile Türkiye’nin hak ve görüşlerini dikkate almamıştır. 


Türkiye’nin Yunanistan ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında ise öne çıkan diğer ilgili coğrafi unsur adalardır. Adalara ne etki verileceğini adanın konumu, 

nüfusu, büyüklüğü ve coğrafi dengesi gibi özellikler belirler. Her ne kadar adaların kıta sahanlığı olsa da, bu durum adaların anakaralarla aynı statüde 
bulundukları anlamına gelmez.54 Sorunun çözümünde uluslararası hukukun aradığı asıl ilke hakça paylaşım ilkesidir. Bu ise; coğrafyanın yeniden biçimlendirilmemesi ya da doğadan gelen eşitsizlikleri telafi etmeme ilkesi, ilgili devletlerden birinin diğer devletin doğal uzantısını kapatmama ilkesi, ilgili bütün koşullara saygı ilkesi ve bütün devletler hukuk önünde eşit olsa ve eşit muameleye tabi tutulsalar da, hakkaniyetin mutlak eşitlik anlamına gelmediği ilkesi gibi bir dizi ilkeyi birlikte kapsar.55 

Doğu Akdeniz ve Ege’de hakça bir sınırlandırmanın olması için bu ilkelerin bir arada değerlendirilip sınırlandırma çizgisinin öyle belirlenmesi gerekir. 

Rodos gibi meskûnu bulunan adaların sınırlandırma çizgisinin belirlenmesine kısmi etkisi olsa da, bu etkinin ilgili devletlerden birinin doğal uzantısının 
kapatılmaması ilkesi gereğince Türkiye’nin güneye doğru uzanacak deniz yetki alanını kapatmamalıdır. Buna karşılık çok küçük olan Meis Adası’nın 
sınırlandırma çizgisinin belirlenmesinde ihmal edilmesi gerekir.56 UAD uyuşmazlık davalarında karar verirken benzer durumda bulunan adaları dikkate 
almamıştır. UAD’ın en son 2009 yılında Ukrayna ile Romanya arasında sorun oluşturan Serpent/Yılan Adası ile ilgili verdiği karar bu yöndeki uygulamalara 
bir örnek olabilir. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 


Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ile ilgili en önemli sorun GKRY ile yaşanmaktadır. Rum Yönetimi, 5 Nisan 2004’te resmi gazetede 

yayınlanan bir yasa ile 24 mil genişliğinde bitişik bölge ve 200 mil genişliğinde MEB ilan etmiştir. Rum Yönetimi, bunu yaparken KKTC ve Türkiye 
ile anlaşma yoluna başvurmamış ve tek taraflı hareket etmiştir. Bu nedenle Yönetim, hem uluslararası hukukun öngördüğü karşılıklı sahili bulunan devletlerle anlaşılarak hakça bir sınırlandırma yapılması ilkesini, hem de KKTC ile Türkiye’nin hak ve görüşlerini dikkate almamıştır. 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki GKRY, Kıbrıs Rum Yönetimi ifadesini reddetmekte ve Kıbrıs’ta tek bir devlet olduğunu bu devletin de 

''Kıbrıs Cumhuriyeti’' olduğunu iddia etmektedir. 

Türkiye hariç uluslararası toplumun ve hukukun da Kıbrıs Adası’ndaki statüyü bu şekilde kabul ettiğini vurgulamaktadır. 


Buradan hareketle, Rum Yönetimi Kıbrıs’ın 1964’te kabul edilen bir yasa ile 12 millik karasuları ilan ettiğini, 1993’te BM’e karasuları genişliğinin 

ölçülerini gösterir koordinatları resmen ilettiğini ve bu koordinatların BM tarafından 1996 yılında onaylandığını söylemektedir. Ayrıca Kıbrıs’ın 
1988’de BMDHS’ni imzaladığını ve 2004’te Sözleşme’nin hükümlerine ve Uluslararası Hidrografi Örgütü’nün kabul ettiği metotlara uygun bir şekilde 
MEB alanı ilan ettiğini dile getirmektedir.57 Rumlar ancak bu gelişmelerden sonra, 26 Ocak 2007’de Adanın güneyinde on üç adet hidrokarbon arama ruhsat sahası ilan ettiklerini belirtmektedir. 

Rum Yönetimi Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölge için önerdiği, ilgili devletler arasında hakkaniyet prensibine uygun bir anlaşmayla 

MEB ve kıta sahanlığı sınırlandırması yapılması yöntemini uluslararası hukuka göre temelsiz bulmaktadır. GKRY söz konusu prensip gereğince 
akdedilecek bir anlaşmanın Kıbrıs’ı deniz alanlarından yoksun bırakacağını, bu durumun ise BMDHS’ne ve UAD’ın kararlarına aykırılık teşkil edeceğini 
ileri sürmektedir. GKRY, BMDHS’nin 74 ve 83. maddelerinin, Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesine aykırı olmayacak şekilde kıyıları 
karşılıklı veya bitişik devletler arasında hakkaniyete uygun bir kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırması yapılabileceğini öngördüğünü belirtmektedir. Rumlar 
söz konusu maddelere uygun şekilde Mısır ile 2003’te, Lübnan ile 2007’de (Lübnan Meclisi anlaşmayı hala onaylamamıştır) ve İsrail ile 2010’da ortay 
hat prensibini temel alarak anlaşmalar yaptıklarını vurgulamaktadır. Rum idareciler, Türkiye’nin Sözleşme’nin bahse konu maddelerine önyargı ile 
yaklaştığını ve bu tutumuyla ‘sınırlandırmanın Uluslararası Hukuka uygun olarak anlaşmalarla gerçekleştirilmesi yükümlülüğünü kasten ortadan’ 
kaldırdığını ileri sürmektedir.58 

GKRY, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyetini resmen tanımadığını ancak uluslararası deniz hukukunun genel prensiplerinden biri olan Akdeniz 

gibi kapalı veya yarı kapalı denizlerde sahili bulunan devletler, haklarını kullanır ve sorumluluklarını yerine getirirken bir birleriyle işbirliği yapmak 
mecburiyetindedirler ilkesini kabul ettiğini; bu kabulün Rum Yönetimi’nce Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası kamu hukukunun yerleşik 
kurallarına göre zımnen bir devlet olarak tanıdığı şeklinde yorumlandığını ifade etmektedir. Bu nedenle Rum yönetimine göre Türkiye, Kıbrıs’taki 
meşru hükümetle kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırma anlaşması imzalamak için yapıcı bir tutumla görüşmelere başlamalıdır.59 

 Kıbrıs Rum Yönetimi, söz konusu maddelere uygun şekilde Mısır ile 2003’te, Lübnan ile 2007’de ve İsrail ile 2010’da ortay hat prensibini temel alarak anlaşmalar yapmıştır. 


Son olarak GKRY’nin Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda uluslararası hukuku ihlal ederek tek taraflı davranmakla suçladığı kaydedilmelidir. Rumlar bu çerçevede Türkiye’nin 1958 Cenevre sözleşmelerini ve 1982 BMDHS’ni imzalamadığını; Akdeniz’de 

MEB ilan etmediğini, Doğu Akdeniz bölgesindeki hiçbir devletle kıta sahanlığı anlaşması yapmadığını ve Kıbrıs Cumhuriyeti (GKRY) ile deniz yetki alanlarını 
sınırlandırmak üzere bir anlaşma yapmaya katiyen yanaşmadığını uluslararası toplantılarda sürekli gündeme getirmektedir. Rum Yönetimi temsilcileri 
Türkiye’nin Bakanlar Kurulu Kararlarıyla Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) verdiği hidrokarbon yatağı arama ruhsatları ile Kıbrıs’ın MEB ve kıta 
sahanlığını açıkça ihlal ettiğini, kendi potansiyel MEB ve kıta sahanlığı alanlarının dışına çıkarak bölgede keyfi ve yanlı hareket ettiğini her fırsatta dile getirmektedir. 


Türkiye 



Türkiye, Doğu Akdeniz’de 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile New York’ta imzaladığı kıta sahanlığı anlaşması hariç herhangi bir kıta sahanlığı veya MEB 

anlaşması imzalamamıştır. Çünkü Türkiye Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı ve MEB alanının dış sınırını uluslararası hukuka uygun, ilgili tüm devletler 
ve ilgili tüm özel koşullar dikkate alınarak yapılacak hakça bir anlaşma ile belirlemek istemektedir. 2004 Turkuno DT/4739 (Mart 2004), 2005 Turkuno 
DT/16390 (Ekim 2005) ve UN. Doc. A/61/1011/-S/2007/456 (Temmuz 2007) sayılı notalarda açıkça ifade edildiği gibi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz 
yetki alanlarının paylaşımı ile ilgili tutumu buradaki sınırlandırmanın ilgili tüm devletler arasında yapılacak anlaşmalar yoluyla belirlenmesi gerektiği 
şeklindedir. Türkiye Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka uygun olduğuna inandığı bu temel çerçevede hem kendi kıta sahanlığı ve MEB haklarını, hem 
de KKTC’nin haklarını koruyacak şekilde hareket etmektedir. 

Türkiye Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmanın uluslararası hukukun başlangıçtan beri (ab initio) ve fiilen (ipso facto) 

ilkeleri ile kendisine bölgede tanıdığı mevcut hukuki egemen haklarını doğrudan ilgilendirdiği görüşündedir. Türkiye’nin tezine göre bu bölgedeki 
sınırlandırmalar ilgili tüm tarafların katılımıyla, uluslararası hukukun hakkaniyet prensibine uygun anlaşmalarla belirlenmelidir. Bu nedenle Türkiye 


    Türkiye Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı ve MEB alanının dış sınırını uluslararası hukuka uygun, ilgili tüm devletler ve ilgili tüm özel koşullar 

dikkate alınarak yapılacak hakça bir anlaşma ile belirlemek istemektedir. 


GKRY ve Mısır arasında imzalanan sınırlandırma anlaşmasını tanımamaktadır. Ayrıca Türkiye bu anlaşmanın imzalanması üzerine 2 Mart 2004’te 

verdiği bir notayla 32° 16’ 18’’D boylamının batısında kalan sınırlandırma sahası ile ilgili uluslararası hukuktan doğan bütün haklarını saklı tuttuğunu 
bildirmiştir. 4 Ekim 2005 tarihinde yine BM’ye ilettiği bir nota ile GKRY’nin yukarıda ifade edilen görüşlerini reddederken söz konusu bölgedeki haklarını 
saklı tuttuğunu vurgulamıştır. Buna göre Türkiye; Kıbrıs Adası’nın batısında kalan sınırlandırma alanındaki deniz yatağında, deniz yatağı altındaki toprak 
kitlesinde ve üzerindeki sularda tüm hukuki haklarını saklı tutmakta ve saklı tuttuğu bu hakları koruyacağını da ilan etmektedir. 

Diğer yandan, Türkiye Rum Yönetimi’nin bölgedeki diğer devletler ile yaptığı deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmalarının Kıbrıs sorunu çerçevesinde ele 

alınması gerektiği görüşündedir. GKRY’nin diğer bölge devletleri ile imzaladığı sınırlandırma anlaşmalarındaki alanlar ile ilgili Türkiye’nin herhangi bir hak 
talebi bulunmamaktadır. Ancak bu anlaşmalar Kıbrıs Adası’nda devam eden sorunun tarafı olarak Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarını yok saymakta ve 
adadaki müzakere sürecini olumsuz etkilemektedir. 2 Mart 2004’te BM’ye sunulan notada da açıkça ifade edildiği gibi Türkiye, Kıbrıs Adası’nda Kıbrıs 
Türk ve Yunan Toplumlarını birlikte bir bütün olarak temsil eden hukuki veya fiili tek bir otoritenin olmadığı düşüncesindedir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın 
30 Ocak 2007 tarihinde konu ile ilgili yaptığı bir basın açıklamasında açıkça dile getirildiği gibi GKRY Kıbrıs’ın tümünü temsil etmemektedir. O nedenle 
Rum Yönetimi’nin Doğu Akdeniz’de imzaladığı anlaşmaların ve konu ile ilgili yaptığı yasal düzenlemelerin geçerliliği yoktur. Kıbrıs Türk Toplumu’nun 
Adanın deniz yetki alanlarında hem hakkı hem de yetkileri vardır. 

Türkiye’nin üzerinde durduğu konulardan birisi de Rum Yönetimi’nin tek taraflı attığı bu adımların Kıbrıs Türk ve Yunan Toplumları arasında devam 

eden müzakere sürecini olumsuz etkilediği hususudur. Türkiye’ye göre Rum Yönetimi’nin yaptığı bu anlaşmalar müzakere sürecinin en önemli konularından 
birini teşkil eden egemenlik sorunu ile doğrudan bağlantılıdır. İki toplum arasında devam eden müzakerelerde varılan ilke mutabakatlarına göre ise egemenlik sorunu yeni kurulacak ortaklık hükümetine hasredilmiştir. Bu somut duruma rağmen, Rum Toplumunun Türk Toplumunu yok farz ederek imzalamaya yöneldiği anlaşmalar, Rumların çözüm süreci ile ilgili samimiyetlerinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Kıbrıs’ta deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmaları ve hidrokarbon aranması gibi faaliyetler ancak Kıbrıs sorununun karşılıklı mutabakat zemininde çözümü ile mümkün olmalıdır. Adadaki sorun çözülmeden Rum tarafının yanlı hareket ederek ilan ettiği deniz yetki sahalarında çalışma yapmak isteyen ülke ve şirketler, Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarına riayet etmeli ve adadaki sorunu daha da çetrefilleştirecek adımlar atmamalıdır. 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****