ENERJİ KEŞİFLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ENERJİ KEŞİFLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2017 Cuma

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 6


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 6




 Türkiye, Kıbrıs Adası’nda Kıbrıs Türk ve Yunan Toplumlarını birlikte bir bütün olarak temsil eden hukuki veya fiili tek bir otoritenin olmadığı düşüncesindedir. 


2011 Petrol ve Doğal Gaz Arama Krizi 


Maalesef Türkiye’nin uyarılarına rağmen Kıbrıs’taki sorunu daha da derinleştirecek adımlar atılmış ve 2011 sonbaharında Rum Yönetimi’nin sondaj çalışmalarına başlamasıyla Doğu Akdeniz’de kısmi bir kriz yaşanmıştır. Kriz ve sonrasında yaşanan gelişmeleri irdelemeden önce Rum Yönetimi’nin sondaj 

aşamasına nasıl geldiğine kısaca bakmakta fayda olabilir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 29 Nisan 1958’de Cenevre’de kabul edilen ve 10 Haziran 1964’te yürürlüğe giren Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ni 1974 yılında imzalamıştır. Rum Yönetimi aynı yıl Sözleşmenin öngördüğü prensipler çerçevesinde bir kanun kabul ederek kıta sahanlığı ilanında bulunmuştur.60 GKRY 1988’de BMDHS’ni onayladığını duyurmuştur. 1993 yılında karasularını gösterir koordinatları BM’e sunmuş ve BM’de bu koordinatları 1996 yılında onaylamıştır.61 Rum Toplumu, 5 Nisan 2004 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir kanunla 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere MEB ilanında bulunmuştur.62 Rumlar bu çerçevede 17 Şubat 2003’te Mısır, 17 Ocak 2007’de Lübnan ve 17 Aralık 2010’da İsrail ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır. İfade edilen gelişmeler üzerine Türkiye, BM nezdinde girişimlerde bulunmuştur. 2 Mart 2004 ve 23 Temmuz 2007’de BM’e verilen notalarda ve 30 Ocak 2007’de yayınlanan 18 No’lu basın açıklamasında Türkiye Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuktan doğan hakları olduğunu ve bu hakları saklı tuttuğunu açıkça belirtmiştir. 

Ancak Rum Toplumu, Türkiye’nin uyarılarını dikkate almadan çalışmalarını sürdürmüştür. 2006 yılında Adanın güneyinde kalan 51 bin km2’lik bir alanda 

iki ve üç boyutlu sismik araştırmalar yapmıştır. GKRY bu sismik araştırmalardan elde ettiği bilgiler ışığında 26 Ocak 2007 tarihinde bir yasa kabul ederek 
adanın güneyinde on üç adet hidrokarbon arama ruhsat sahası ilan etmiştir. 
15 Şubat 2007’de bahse konu olan on üç parselden 3 ve 13’cü parseller hariç on bir parsel için açtığı ihalenin üç yıl süreyle geçerli olacak ilk turuna çıkmıştır.63 


Sadece üç teklifin verildiği ilk tur ihale sonunda Amerikan Noble Enerji şirketine 12. parsel üzerinde hidrokarbon arama ruhsatı verilmiştir. 

Şirket yetkilileri ile 2008 yılında varılan mutabakattan sonra GKRY 19 Eylül 2011’de 12. parselde petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaya başlamıştır. 

Doğu Akdeniz’de enerji arama faaliyetleri, MEB sınırlandırma anlaşmaları ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bir süredir gergin olan ortam 12. parselde 

sondaj çalışmalarının başlamasıyla bir krize dönüşmüştür. Türkiye, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sondaja resmen başlayacağını anlayınca 15 Eylül 2011’de Rum Yönetimi’nin sondaj faaliyetlerine başlaması durumunda Türkiye’nin KKTC ile kıta sahanlığı anlaşması yapmak üzere mutabakata vardığını duyurmuştur.64 Rumların sondaj çalışmalarını atılan bu adımda durdurmayınca, 21 Eylül 2011’de New York’ta Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC arasında “Akdeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Hakkında Anlaşma” imzalanmıştır.65 Anlaşmanın imzalanmasından sonra KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve TC Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmalardan, iki ülke arsasında yapılan anlaşmanın Rum Yönetimi’nin attığı tek taraflı adımlardan vazgeçirmeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır.66 Nitekim Eroğlu anlaşmanın imzalandığı gün yaptığı değerlendirmede atılan adımın Rum muhataplarını bu tür davranışlardan vazgeçirmeye yönelik önleyici bir tedbir olduğunu açıkça ifade etmiştir. Aynı şekilde Başbakan Tayyip Erdoğan’da anlaşmanın imzalanmasından sonra BM Genel Sekreteri ile yaptığı görüşmede Rumların yanlı tutumlarından vazgeçmesi durumunda Türkiye’nin de geri adım atmaya hazır olduğunu açıklamıştır.67 Türkiye ile KKTC arasında imzalanan anlaşma metni ve Dışişlerinin anlaşmanın 
imzalanması üzerine yaptığı açıklama birlikte değerlendirildiğinde sınırlandırma anlaşmasının, Kıbrıs Türk Toplumu’nun aynen GKRY’nin yaptığı gibi, Adanın tümü üzerindeki eşit haklarına dayandırıldığı görülmektedir.68 

 Doğu Akdeniz’de enerji arama faaliyetleri, MEB sınırlandırma anlaşmaları ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bir süredir gergin olan ortam 12. Parselde sondaj çalışmalarının başlamasıyla bir krize dönüşmüştür. 


Bu nedenle anlaşmadan iki devlet arasındaki muhtemel sınırlandırma alanlarının sadece bir bölümünün belirlendiği ve gerek görülürse başka sınırlandırma 

anlaşmalarının da yapılabileceği izlenimi edinilmektedir.69 GKRY ise Türkiye ve KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşmasını yasa dışı ilan ederek 
kınamıştır. 

Atılan bu adımlar da Rum Yönetimi’nin sondaj çalışmalarını durdurmayınca, KKTC Bakanlar Kurulu 22 Eylül 2011’de Kıbrıs Adası’nın güneyinde kalan 

alanlarda petrol ve doğal gaz aramak üzere Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) ruhsat tahsis etmiştir.70 

Bu gelişmeden bir gün sonra KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu BM Genel Sekreteri’ne sorunun çözümüne yönelik dört maddelik bir öneri paketi sunmuştur.71 




Harita-5: Doğu Akdeniz’deki Parseller ve Bazı parsellere teklif veren şirketler 



Türkiye, Eroğlu’nun önerilerini yapıcı bulduğunu ve desteklediğini belirtmiş ancak Rum Yönetimi aynı kanaatte olmadığını söz konusu önerileri redderek göstermiştir.72 

Bu gelişmeler üzerine 23 Eylül 2011 günü Piri Reis sismik araştırma gemisi ruhsat verilen alanlarda doğal gaz ve petrol aramak üzere Doğu Akdeniz’e açılmıştır. 
Diğer yandan Rum yönetimi de sondaj çalışmalarını sürdürmüştür. 28 Aralık 2011’de Noble Enerji, arama yaptığı 12. parselde önemli miktarda gaz yatakları 
tespit ettiğini dünya kamuoyu ile paylaşmıştır. Henüz ispatlanmamış olmasına rağmen 12. parselin “Afrodit” olarak adlandırılan sahasında 5-8 trilyon ayak küp doğal gaz olduğu tahmin edilmektedir.73 Bu keşiften de destek alan GKRY, 11 Şubat 2012 tarihinde AB Resmi Gazetesi’nde yayınlanan bir duyuru ile Kıbrıs’ın güneyindeki on üç parselden on ikisi için ikinci tur ihaleye çıkmıştır. İhaleye çıkılan on iki parselden 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı parsellerin bir bölümü Türkiye’nin Akdeniz’de saklı tuttuğu kıta sahanlığı alanıyla doğrudan; 1, 2, 3, 8, 9 ve 13 numaralı parseller ise KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat alanları ile çakışmaktadır.74 Türkiye ile KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşmasında benimsenen yönteme göre, geriye kalan parseller ise Kıbrıs Adası’nın deniz yetki alanlarında kaldığı için Kıbrıs Türk Toplumu’nun da hak sahibi olduğu alanlardır.75 

Türkiye, GKRY’nin Kıbrıs sorunu çözülmeden bölgedeki hidrokarbon arama çıkarma çalışmalarını ikinci bir ihaleyle genişletmesini protesto etmiştir. 

Dışişleri Bakanlığının 18 Mayıs 2012 tarihindeki açıklamasında da açıkça belirtildiği üzere, Türkiye kıta sahanlığı içerisinde yer alan bölgelerde önceden 
izin alınmadan yapılacak herhangi bir petrol ve doğal gaz arama çalışmasına Eylül 2011. izin vermeyeceğini açıklamıştır.76 Rum Yönetimi’nin ikinci tur 
ihalesine Kıbrıs’taki Türk Toplumu da sessiz kalmamış ve KKTC’nin Ada’nın deniz yetki alanları içerisinde bulunan sahalarda “doğal kaynakların araştırılması, 
çıkarılması ve işletilmesinde de eşit ve ayrılmaz haklara” sahip olduğunu kayda geçirmiştir.77 

GKRY’nin açtığı ikinci hidrokarbon ihalesi için teklif verme süresi 10 Mayıs 2012 tarihinde dolmuştur. İhale kapsamındaki parsellerden 2, 3, 5, 6, 7, 8, 9, 

10 ve 11 numaralı toplam dokuz parsel için on beş teklif verilmiştir. Tekliflerin beşi münferit şirketlerden, onu konsorsiyum şeklinde bir araya gelmiş 
şirketler tarafından yapılmıştır. Münferit teklif veren şirketler GKRY, Fransa, Kanada ve İsrail merkezlidir. Konsorsiyum halinde teklif veren şirketler ise 
Kanada, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, İsrail, Malezya, Güney Kore, Endonezya, Avustralya, Hollanda, Lübnan ve İtalya merkezli şirketlerdir. 

GKRY ikinci tur ihale sonuçlarını 31 Ekim 2012 tarihinde açıklamış ve 2, 3, 9 ve 11 numaralı parseller için teklif veren şirketlerle görüşmeye başlamıştır. 

Ruhsatlandırma için devam eden görüşmelere 2012 yılı sonunda 10. parsel de dâhil edilmiştir. İtalyan ENI ve Güney Kore’den KOGAS’ın oluşturduğu konsorsiyumla devam eden görüşmeler olumlu sonuçlanmış ve 24 Ocak 2013’te 2, 3 ve 9 numaralı parsellerde hidrokarbon yatağı aramak üzere bu konsorsiyuma ruhsat verilmiştir. Fransız TOTAL şirketi ile devam eden görüşmeler de olumlu geçmiş ve TOTAL 6 Şubat 2013’te 10 ve 11. parsellerde hidrokarbon araması yapmak üzere ruhsatlandırılmıştır.78 GKRY’nin ikinci tur ihalede sergilediği tutumdan yola çıkarak en azından şimdilik Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemediği söylenebilir. Zira Rum Yönetimi, teklif aldığı halde Türkiye’nin doğrudan hak iddia ettiği 5, 6 ve 7. parseller için ruhsat vermemiştir. 

Ayrıca Türkiye’nin yine doğrudan hak ettiği 1 ve 4. parseller için teklif veren şirket olmamıştır. 


  GKRY’nin ikinci tur ihalede sergilediği tutumdan yola çıkarak en azından şimdilik Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemediği söylenebilir. 

Zira Rum Yönetimi, teklif aldığı halde Türkiye’nin doğrudan hak iddia ettiği 5, 6 ve 7. parseller için ruhsat vermemiştir. Ayrıca Türkiye’nin yine doğrudan hak ettiği 1 ve 4. parseller için teklif veren şirket olmamıştır. 




Tablo-1: GKRY’nin açtığı ikinci tur ihale sonuçları 


Kaynak: Emin Erol, “Doğu Akdeniz Bölgesinde Hidrokarbon Kaynaklar ve Bölgesel Barış,” içinde Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanlarında Hukuk ve 

Siyaset, yay. haz. Sertaç Hami Başeren, (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, 2013) ,203.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Kıta Sahanlığı ve MEB Sınırları 


Daha önce de ifade edildiği gibi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de üç ayrı bölgede kıta sahanlığı ve/veya MEB sınırlandırması yapması söz konusudur. Bu bölgeler batıdan doğuya doğru sıralandığında; en batıda Mısır, Yunanistan, Türkiye ve GKRY, ortada Türkiye ve KKTC ve doğuda Suriye, KKTC ve Türkiye kıyılarının bulunduğu bölgedir. Sınırlandırma anlaşmaları açısından en sorunlu bölge Adanın batısında kalan bölgedir. Burada yapılacak sınırlandırma ile ilgili hukuki sorunlar, Doğu Akdeniz havzasını siyasi, ekonomik ve güvenlik açısından doğrudan etkileyecektir. Diğer iki bölgede yapılacak sınırlandırmaların nispeten daha az sorun doğuracağı ise bir gerçektir. 


21 Eylül 2011’de imzalanan kıta sahanlığı anlaşması Türkiye ve KKTC arasındaki kıta sahanlığı sınırını belirlemiştir. Bu bölgede yapılacak bir sınırlandırma 

KKTC/Türkiye ile GKRY arasında sorun oluşturmaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Türkiye ile KKTC arasında imzalanan kıta sahanlığı anlaşması 
tamamıyla Rum Yönetimi’nin tek yanlı uygulamalarına karşı önleyici bir tedbir niteliğindedir. KKTC’nin bu anlaşmaya dayanarak TPAO’ya verdiği 
doğal gaz ve petrol arama ruhsatları da aynı şekilde Rum tarafının haksız davranışlarının önüne geçmek için atılmış adımlardır. KKTC ve Türkiye bahse 
konu anlaşmayı imzalarken aynen Rum Yönetimi gibi hareket etmiş ve Türk Toplumunun meşru eşit ve ayrılmaz haklarını tüm Ada sathında ele almıştır. 
KKTC TPAO’ya ruhsat verirken aynı tavrı sürdürerek, Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde toplam 7 adet petrol ve doğal gaz arama sahası ilan etmiştir. Nitekim KKTC Bakanlar Kurulu’nun TPAO’ya adanın güneyindeki G bölgesinde petrol ve doğal gaz arama izni vermesi bu durumun en açık göstergesidir. 
Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmada asıl sorun siyasidir. Kıbrıs sorunu siyasi olarak çözülürse hukuki düzenlemeler 
ivedilikle yerine getirilebilir ve bundan Ada’daki her iki toplumda, özellikle ekonomik olarak istifade eder. Zira Kıbrıs etrafında var olduğu tahmin edilen 
hidrokarbon yataklarından elde edilecek doğal gaz ve petrolün tüketici pazarlara ulaştırılmasında takip edilebilecek en kısa ve maliyet olarak en ucuz yol, 
enerji kaynağının Türkiye üzerinden aktarılmasıdır. 

Suriye, Türkiye ve KKTC’nin bulunduğu bölgede bugüne kadar taraflar arasında herhangi bir deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasına gidilmemiştir. 

Suriye, 1964-2003 döneminde otuz beş deniz mili genişliğinde karasuları politikası uygulamıştır.79 Şam Yönetimi, 19 Kasım 2003 tarihinde kabul ettiği 
yasayla Doğu Akdeniz’de karasularının 12 mil, bitişik bölgesinin 24 mil ve 200 deniz milini aşmayacak şekilde MEB alanının olduğunu BM Genel 
Sekreterliği’ne bildirmiştir. 2001 yılından bu yana bazı basın yayın organlarında Suriye ile GKRY arasında bir kıta sahanlığı ve MEB anlaşmasının imzalanabileceğine dair haberler yer almaktadır. 


 Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmada asıl sorun siyasidir. Kıbrıs sorunu siyasi olarak çözülürse hukuki düzenlemeler ivedilikle yerine getirilebilir ve bundan Ada’daki her iki toplumda, özellikle ekonomik olarak istifade eder. 


Ancak bu konuda henüz somut bir adım atılmamıştır. Kıyı şekilleri ve uzunlukları birbirine yakın olduğu için Türkiye ile Suriye arasında uluslararası hukukun 

öngördüğü coğrafi koşullar temelinde hakkaniyet ilkesine uygun bir karasuları sınırlandırması yapılabilir. 

Aynı ilke çerçevesinde bölgedeki doğal kaynak durumu araştırılıp elde edilecek bilgiler ışığında hakça bir anlaşma yoluyla iki ülke arasında MEB sınırlandırma 

anlaşması da imzalanabilir.80 Fakat Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden kriz dolayısıyla herhangi bir anlaşmanın yapılması mümkün 
görünmemektedir. Üstelik kriz sırasında iki ülkenin birbirlerine karşı tutumu da bütünüyle değişmiştir. Bu bölgede yapılacak sınırlandırma anlaşmalarını 
Suriye’nin gelecekteki durumu belirleyecektir. Belirtildiği üzere Doğu Akdeniz’de sınırlandırma hatlarının belirlenmesi açısından en sorunlu bölge Kıbrıs’ın batısında kalan bölgedir. Hami Başeren’inde ifade ettiği gibi bahse konu alanda en az üç sınırlandırma olacaktır. İlk sınırlandırma Türkiye ile Kıbrıs Adası’nın ilgili kıyıları arasında, ikincisi Türkiye ile Mısır arasında ve üçüncü sınırlandırma Yunanistan’ın ilgili kıyıları ile Türkiye arasında yapılacaktır.81 Bu bölgede Türkiye’nin sınırlandırma anlaşması yapması gereken tarafların üçü de (Yunanistan, Mısır ve GKRY) BMDHS’ni imzalamıştır. Türkiye ise BMDHS’ni olduğu gibi 1958 Cenevre sözleşmelerini de imzalamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu 1982 yılında kabul edilen 2674 sayılı Karasuları Kanununa uygun olarak Karadeniz ve Akdeniz’de 12 mil, Ege Denizi’nde 6 mil karasuları ilan etmiştir.82 Türkiye, Ege ve Akdeniz’de 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile yapılan kıta sahanlığı anlaşması hariç, MEB ya da kıta sahanlığı anlaşması imzalamış değildir. 

GKRY’nin bu bölgede MEB sınırlandırması yapmak üzere attığı tek taraflı adımlar, 1982 BMDHS’nin sınırların belirlenmesi hakkındaki 74. maddeye; 

kıta sahanlığı sınırları hakkındaki 83. maddeye, yarı kapalı ve kapalı denizler hakkındaki 122 ve 123. maddelere ve BMDHS’nin uygulamasında hakların 
kötüye kullanılmasını düzenleyen 300 ve 311. maddelere aykırıdır.83 Bahse konu alandaki sınırlandırmalar hem 1982 BMDHS’ne hem 1958 Cenevre 
sözleşmelerine hem de bu konuda yerleşik örf ve adet hukukunun öngördüğü gibi bölgedeki ilgili bütün unsurlar dikkate alınarak hakkaniyet ilkesine uygun 
bir şekilde yapılmalıdır. Doğu Akdeniz’de hakkaniyete uygun bir paylaşımın olmasını sağlayacak en uygun ilke olarak coğrafyanın üstünlüğü prensibi ön 
plana çıkmaktadır.84 Coğrafi prensipte belirleyici unsur ise taraf devletlerin kıyı uzunluklarıdır. Coğrafya prensibi gereğince kıyı şeridi kısa olan devletlere 
daha az kıta sahanlığı veya MEB verilmektedir. Bu durum bazı özel şartlarda geçerli olmasa bile uluslararası hukuk açısından önemli olan esas 
sınırlandırmada hakkaniyetin tahakkuk etmesidir.85 

Belirtilen nedenlerden dolayı Kıbrıs’ın batısında kalan alanda yapılacak deniz yetki alanı sınırlandırmaları da uluslararası hukukun hakkaniyet ilkesine 

uygun olmalıdır. Bu durumda sınırlandırmaya taraf olacak devletlerin kıyı uzunlukları ön plana çıkmaktadır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya 
sahip devlettir. Sadece bahse konu alanda bile Türkiye’nin kıyı uzunluğu 656 mildir. Buna karşılık GKRY’nin ilgili alandaki kıyı uzunluğu yalnızca 32 mildir. 
O nedenle Anadolu Yarımadası ile Kıbrıs Adası arasında belirlenecek bir ortay hat, Ada’nın batısında hakkaniyete uygun bir kıta sahanlığı oluşturmayacaktır.86 

32 millik bir kıyıya yarı kapalı bir denizde stratejik açıdan önemli, geniş bir deniz yetki alanı tahsis ederken, en az on kat daha uzun bir kıyıya 

çok daha dar bir yetki alanı vermenin coğrafyanın üstünlüğü prensibi ile bağdaşması söz konusu değildir.87 Burada sınırlandırmanın, uzun kıyının (Türkiye) açık denizlere azami erişimini engellemeden Kıbrıs Adası’nın batısındaki karasularının dış sınırını takip edecek şekilde doğuya doğru kaydırılarak belirlenmesi gerekir.88 Bu konuda bir hakem mahkemesinin 1992 yılında Kanada ile Fransa arasındaki St. Pierre ve Miquelon adaları uyuşmazlığı hakkında verdiği karar ile UAD’nın Malta-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı Kararı, Türkiye ve GKRY arasındaki sınırlandırma için bir örnek teşkil edebilir.89 
Kıbrıs Adası’nın batısında kalan alan ile ilgili tüm coğrafi koşullar değerlendirildiğinde, buradaki asıl sınırlandırmanın bölgeye hâkim iki uzun kıyı olan Türkiye ile Mısır kıyıları arasında yapılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. 

    1992 yılında Kanada ile Fransa arasındaki St. Pierre ve Miquelon adaları uyuşmazlığı hakkında verdiği karar ile UAD’nın Malta-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığı Kararı, Türkiye ve GKRY arasındaki sınırlandırma için bir örnek teşkil edebilir. 


Böyle bir sınırlandırma uluslararası hukukun en temel esas olarak kabul ettiği hakkaniyet ilkesine de uygun olacaktır. Türkiye bu nedenle Mısır ile 

GKRY arasında 17 Şubat 2003’te imzalanan MEB sınırlandırma anlaşmasını tanımamaktadır. Bu anlaşma Mısır ile GKRY arasındaki yetki sınırını tarafların 
kıyı uzunluklarını dikkate almadan ortay hat prensibine göre benimsediği için hem Mısır’ın, hem de Türkiye’nin haklarını saklı tuttuğu deniz yetki alanlarını 
ihlal etmektedir. 


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 5





Harita-4: Yunanistan ve GKRY’nin hak iddia ettiği kıta sahanlığı 

Böylesi uyuşmazlıklar için UAD’nın verdiği kararlarda öne çıkan prensip coğrafyanın üstünlüğü prensibidir. Coğrafyanın üstünlüğü prensibinden uyuşmazlığa taraf olan ülkeler arasında sınırlandırma hattının anakara coğrafyası esas alınarak belirlenmesi gerektiği anlaşılmalıdır. Nitekim UAD Kuzey Denizi davaları kararında ‘coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz’; yukarıda anılan İngiltere-Fransa davasında ‘eşit uzaklık veya herhangi başka bir 

sınırlandırma metodunun uygunluğunu coğrafi şartlar belirler’ ve Libya-Malta sınırlandırma anlaşmasında ‘tarafların kıyıları başlama çizgisini oluşturur’ 
hkümlerine vararak coğrafi prensibi vurgulamıştır.53 

İkinci olarak, coğrafi prensibin yetersiz kaldığı yerlerde hakça bir sınırlandırma anlaşmasının yapılması için bahse konu olan alandaki diğer coğrafi unsurlara 

bakılır. Adalar, kıyı uzunluğu ve şekilleri başvurulan ilk diğer ilgili coğrafi unsurlardır. Türkiye’nin GKRY ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında 
kıyı uzunluğu, Yunanistan ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında ise adalar ön plana çıkmaktadır. GKRY ve Türkiye’nin ilgili kıyıları karşılaştırıldığında 
Türkiye’nin kıyı uzunluğunun yaklaşık on kat daha fazla olduğu görülecektir. Dolayısıyla Türkiye ve Rum Yönetimi arasında yapılacak sınırlandırma 
anlaşmasında sınır çizgisi kıyı uzunluklarıyla orantılı bir hat üzerinde belirlenmelidir. 

 2004’te 24 mil genişliğinde bitişik bölge ve 200 mil genişliğinde MEB ilan eden GKRY, hem uluslararası hukukun öngördüğü karşılıklı sahili bulunan devletlerle anlaşılarak hakça bir sınırlandırma yapılması ilkesini, hem de KKTC ile Türkiye’nin hak ve görüşlerini dikkate almamıştır. 


Türkiye’nin Yunanistan ile yapacağı sınırlandırma anlaşmasında ise öne çıkan diğer ilgili coğrafi unsur adalardır. Adalara ne etki verileceğini adanın konumu, 

nüfusu, büyüklüğü ve coğrafi dengesi gibi özellikler belirler. Her ne kadar adaların kıta sahanlığı olsa da, bu durum adaların anakaralarla aynı statüde 
bulundukları anlamına gelmez.54 Sorunun çözümünde uluslararası hukukun aradığı asıl ilke hakça paylaşım ilkesidir. Bu ise; coğrafyanın yeniden biçimlendirilmemesi ya da doğadan gelen eşitsizlikleri telafi etmeme ilkesi, ilgili devletlerden birinin diğer devletin doğal uzantısını kapatmama ilkesi, ilgili bütün koşullara saygı ilkesi ve bütün devletler hukuk önünde eşit olsa ve eşit muameleye tabi tutulsalar da, hakkaniyetin mutlak eşitlik anlamına gelmediği ilkesi gibi bir dizi ilkeyi birlikte kapsar.55 

Doğu Akdeniz ve Ege’de hakça bir sınırlandırmanın olması için bu ilkelerin bir arada değerlendirilip sınırlandırma çizgisinin öyle belirlenmesi gerekir. 

Rodos gibi meskûnu bulunan adaların sınırlandırma çizgisinin belirlenmesine kısmi etkisi olsa da, bu etkinin ilgili devletlerden birinin doğal uzantısının 
kapatılmaması ilkesi gereğince Türkiye’nin güneye doğru uzanacak deniz yetki alanını kapatmamalıdır. Buna karşılık çok küçük olan Meis Adası’nın 
sınırlandırma çizgisinin belirlenmesinde ihmal edilmesi gerekir.56 UAD uyuşmazlık davalarında karar verirken benzer durumda bulunan adaları dikkate 
almamıştır. UAD’ın en son 2009 yılında Ukrayna ile Romanya arasında sorun oluşturan Serpent/Yılan Adası ile ilgili verdiği karar bu yöndeki uygulamalara 
bir örnek olabilir. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 


Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ile ilgili en önemli sorun GKRY ile yaşanmaktadır. Rum Yönetimi, 5 Nisan 2004’te resmi gazetede 

yayınlanan bir yasa ile 24 mil genişliğinde bitişik bölge ve 200 mil genişliğinde MEB ilan etmiştir. Rum Yönetimi, bunu yaparken KKTC ve Türkiye 
ile anlaşma yoluna başvurmamış ve tek taraflı hareket etmiştir. Bu nedenle Yönetim, hem uluslararası hukukun öngördüğü karşılıklı sahili bulunan devletlerle anlaşılarak hakça bir sınırlandırma yapılması ilkesini, hem de KKTC ile Türkiye’nin hak ve görüşlerini dikkate almamıştır. 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki GKRY, Kıbrıs Rum Yönetimi ifadesini reddetmekte ve Kıbrıs’ta tek bir devlet olduğunu bu devletin de 

''Kıbrıs Cumhuriyeti’' olduğunu iddia etmektedir. 

Türkiye hariç uluslararası toplumun ve hukukun da Kıbrıs Adası’ndaki statüyü bu şekilde kabul ettiğini vurgulamaktadır. 


Buradan hareketle, Rum Yönetimi Kıbrıs’ın 1964’te kabul edilen bir yasa ile 12 millik karasuları ilan ettiğini, 1993’te BM’e karasuları genişliğinin 

ölçülerini gösterir koordinatları resmen ilettiğini ve bu koordinatların BM tarafından 1996 yılında onaylandığını söylemektedir. Ayrıca Kıbrıs’ın 
1988’de BMDHS’ni imzaladığını ve 2004’te Sözleşme’nin hükümlerine ve Uluslararası Hidrografi Örgütü’nün kabul ettiği metotlara uygun bir şekilde 
MEB alanı ilan ettiğini dile getirmektedir.57 Rumlar ancak bu gelişmelerden sonra, 26 Ocak 2007’de Adanın güneyinde on üç adet hidrokarbon arama ruhsat sahası ilan ettiklerini belirtmektedir. 

Rum Yönetimi Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölge için önerdiği, ilgili devletler arasında hakkaniyet prensibine uygun bir anlaşmayla 

MEB ve kıta sahanlığı sınırlandırması yapılması yöntemini uluslararası hukuka göre temelsiz bulmaktadır. GKRY söz konusu prensip gereğince 
akdedilecek bir anlaşmanın Kıbrıs’ı deniz alanlarından yoksun bırakacağını, bu durumun ise BMDHS’ne ve UAD’ın kararlarına aykırılık teşkil edeceğini 
ileri sürmektedir. GKRY, BMDHS’nin 74 ve 83. maddelerinin, Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesine aykırı olmayacak şekilde kıyıları 
karşılıklı veya bitişik devletler arasında hakkaniyete uygun bir kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırması yapılabileceğini öngördüğünü belirtmektedir. Rumlar 
söz konusu maddelere uygun şekilde Mısır ile 2003’te, Lübnan ile 2007’de (Lübnan Meclisi anlaşmayı hala onaylamamıştır) ve İsrail ile 2010’da ortay 
hat prensibini temel alarak anlaşmalar yaptıklarını vurgulamaktadır. Rum idareciler, Türkiye’nin Sözleşme’nin bahse konu maddelerine önyargı ile 
yaklaştığını ve bu tutumuyla ‘sınırlandırmanın Uluslararası Hukuka uygun olarak anlaşmalarla gerçekleştirilmesi yükümlülüğünü kasten ortadan’ 
kaldırdığını ileri sürmektedir.58 

GKRY, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyetini resmen tanımadığını ancak uluslararası deniz hukukunun genel prensiplerinden biri olan Akdeniz 

gibi kapalı veya yarı kapalı denizlerde sahili bulunan devletler, haklarını kullanır ve sorumluluklarını yerine getirirken bir birleriyle işbirliği yapmak 
mecburiyetindedirler ilkesini kabul ettiğini; bu kabulün Rum Yönetimi’nce Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası kamu hukukunun yerleşik 
kurallarına göre zımnen bir devlet olarak tanıdığı şeklinde yorumlandığını ifade etmektedir. Bu nedenle Rum yönetimine göre Türkiye, Kıbrıs’taki 
meşru hükümetle kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırma anlaşması imzalamak için yapıcı bir tutumla görüşmelere başlamalıdır.59 

 Kıbrıs Rum Yönetimi, söz konusu maddelere uygun şekilde Mısır ile 2003’te, Lübnan ile 2007’de ve İsrail ile 2010’da ortay hat prensibini temel alarak anlaşmalar yapmıştır. 


Son olarak GKRY’nin Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda uluslararası hukuku ihlal ederek tek taraflı davranmakla suçladığı kaydedilmelidir. Rumlar bu çerçevede Türkiye’nin 1958 Cenevre sözleşmelerini ve 1982 BMDHS’ni imzalamadığını; Akdeniz’de 

MEB ilan etmediğini, Doğu Akdeniz bölgesindeki hiçbir devletle kıta sahanlığı anlaşması yapmadığını ve Kıbrıs Cumhuriyeti (GKRY) ile deniz yetki alanlarını 
sınırlandırmak üzere bir anlaşma yapmaya katiyen yanaşmadığını uluslararası toplantılarda sürekli gündeme getirmektedir. Rum Yönetimi temsilcileri 
Türkiye’nin Bakanlar Kurulu Kararlarıyla Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) verdiği hidrokarbon yatağı arama ruhsatları ile Kıbrıs’ın MEB ve kıta 
sahanlığını açıkça ihlal ettiğini, kendi potansiyel MEB ve kıta sahanlığı alanlarının dışına çıkarak bölgede keyfi ve yanlı hareket ettiğini her fırsatta dile getirmektedir. 


Türkiye 



Türkiye, Doğu Akdeniz’de 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile New York’ta imzaladığı kıta sahanlığı anlaşması hariç herhangi bir kıta sahanlığı veya MEB 

anlaşması imzalamamıştır. Çünkü Türkiye Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı ve MEB alanının dış sınırını uluslararası hukuka uygun, ilgili tüm devletler 
ve ilgili tüm özel koşullar dikkate alınarak yapılacak hakça bir anlaşma ile belirlemek istemektedir. 2004 Turkuno DT/4739 (Mart 2004), 2005 Turkuno 
DT/16390 (Ekim 2005) ve UN. Doc. A/61/1011/-S/2007/456 (Temmuz 2007) sayılı notalarda açıkça ifade edildiği gibi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz 
yetki alanlarının paylaşımı ile ilgili tutumu buradaki sınırlandırmanın ilgili tüm devletler arasında yapılacak anlaşmalar yoluyla belirlenmesi gerektiği 
şeklindedir. Türkiye Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka uygun olduğuna inandığı bu temel çerçevede hem kendi kıta sahanlığı ve MEB haklarını, hem 
de KKTC’nin haklarını koruyacak şekilde hareket etmektedir. 

Türkiye Kıbrıs Adası’nın batısında kalan bölgede yapılacak bir sınırlandırmanın uluslararası hukukun başlangıçtan beri (ab initio) ve fiilen (ipso facto) 

ilkeleri ile kendisine bölgede tanıdığı mevcut hukuki egemen haklarını doğrudan ilgilendirdiği görüşündedir. Türkiye’nin tezine göre bu bölgedeki 
sınırlandırmalar ilgili tüm tarafların katılımıyla, uluslararası hukukun hakkaniyet prensibine uygun anlaşmalarla belirlenmelidir. Bu nedenle Türkiye 


    Türkiye Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı ve MEB alanının dış sınırını uluslararası hukuka uygun, ilgili tüm devletler ve ilgili tüm özel koşullar 

dikkate alınarak yapılacak hakça bir anlaşma ile belirlemek istemektedir. 


GKRY ve Mısır arasında imzalanan sınırlandırma anlaşmasını tanımamaktadır. Ayrıca Türkiye bu anlaşmanın imzalanması üzerine 2 Mart 2004’te 

verdiği bir notayla 32° 16’ 18’’D boylamının batısında kalan sınırlandırma sahası ile ilgili uluslararası hukuktan doğan bütün haklarını saklı tuttuğunu 
bildirmiştir. 4 Ekim 2005 tarihinde yine BM’ye ilettiği bir nota ile GKRY’nin yukarıda ifade edilen görüşlerini reddederken söz konusu bölgedeki haklarını 
saklı tuttuğunu vurgulamıştır. Buna göre Türkiye; Kıbrıs Adası’nın batısında kalan sınırlandırma alanındaki deniz yatağında, deniz yatağı altındaki toprak 
kitlesinde ve üzerindeki sularda tüm hukuki haklarını saklı tutmakta ve saklı tuttuğu bu hakları koruyacağını da ilan etmektedir. 

Diğer yandan, Türkiye Rum Yönetimi’nin bölgedeki diğer devletler ile yaptığı deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmalarının Kıbrıs sorunu çerçevesinde ele 

alınması gerektiği görüşündedir. GKRY’nin diğer bölge devletleri ile imzaladığı sınırlandırma anlaşmalarındaki alanlar ile ilgili Türkiye’nin herhangi bir hak 
talebi bulunmamaktadır. Ancak bu anlaşmalar Kıbrıs Adası’nda devam eden sorunun tarafı olarak Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarını yok saymakta ve 
adadaki müzakere sürecini olumsuz etkilemektedir. 2 Mart 2004’te BM’ye sunulan notada da açıkça ifade edildiği gibi Türkiye, Kıbrıs Adası’nda Kıbrıs 
Türk ve Yunan Toplumlarını birlikte bir bütün olarak temsil eden hukuki veya fiili tek bir otoritenin olmadığı düşüncesindedir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın 
30 Ocak 2007 tarihinde konu ile ilgili yaptığı bir basın açıklamasında açıkça dile getirildiği gibi GKRY Kıbrıs’ın tümünü temsil etmemektedir. O nedenle 
Rum Yönetimi’nin Doğu Akdeniz’de imzaladığı anlaşmaların ve konu ile ilgili yaptığı yasal düzenlemelerin geçerliliği yoktur. Kıbrıs Türk Toplumu’nun 
Adanın deniz yetki alanlarında hem hakkı hem de yetkileri vardır. 

Türkiye’nin üzerinde durduğu konulardan birisi de Rum Yönetimi’nin tek taraflı attığı bu adımların Kıbrıs Türk ve Yunan Toplumları arasında devam 

eden müzakere sürecini olumsuz etkilediği hususudur. Türkiye’ye göre Rum Yönetimi’nin yaptığı bu anlaşmalar müzakere sürecinin en önemli konularından 
birini teşkil eden egemenlik sorunu ile doğrudan bağlantılıdır. İki toplum arasında devam eden müzakerelerde varılan ilke mutabakatlarına göre ise egemenlik sorunu yeni kurulacak ortaklık hükümetine hasredilmiştir. Bu somut duruma rağmen, Rum Toplumunun Türk Toplumunu yok farz ederek imzalamaya yöneldiği anlaşmalar, Rumların çözüm süreci ile ilgili samimiyetlerinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Kıbrıs’ta deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmaları ve hidrokarbon aranması gibi faaliyetler ancak Kıbrıs sorununun karşılıklı mutabakat zemininde çözümü ile mümkün olmalıdır. Adadaki sorun çözülmeden Rum tarafının yanlı hareket ederek ilan ettiği deniz yetki sahalarında çalışma yapmak isteyen ülke ve şirketler, Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarına riayet etmeli ve adadaki sorunu daha da çetrefilleştirecek adımlar atmamalıdır. 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 4


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 4


Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) 

Münhasır Ekonomik Bölge, sahildar devletin esas hatlardan başlamak suretiyle 200 deniz mili mesafeye kadar ilan ederek tesis edebileceği bir deniz yetki sahasıdır. 


Önceleri devletlerarasında bir teamül olarak uygulanan MEB, 1982 BMDHS ile yazılı olarak düzenlenmiş ve uluslararası deniz hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Buna göre belirtilen bölge 200 mil içinde kıta sahanlığının sahildar devlete tanıdığı tüm hakları aynıyla sahildar devlete verir. İlave olarak MEB 200 mil içinde kalan su kitlesindeki hakları da sahildar devlete bırakır.36 


Yani sahildar devlet MEB hükümlerince 200 millik mesafede deniz 

yatağında ve bu yatağın altındaki topraklarda canlı ve cansız bütün doğal kaynakları araştırabileceği, işletebileceği ve muhafazasını temin edebileceği gibi 
söz konusu alandaki suyun bizzat kendisini, akıntılardan ve rüzgârdan enerji üretilmesi de dâhil olmak üzere ekonomik amaçlarla kullanabilir.37 Bu yönüyle 
MEB’in sahildar devlete tanıdığı haklar aynen kıta sahanlığında olduğu gibi egemen haklardır. MEB ile ilgili düzenlemeler 1982 BMDHS’nin beşinci 
kısım ve 55-85’ci maddeleri arasında yer almış ve kıta sahanlığının yetersiz kaldığı bazı deniz yetki alanı hususlarını açıklığa kavuşturmuştur. 

Düzenlenen deniz hukuku konferanslarında kıta sahanlığı ve MEB’in sınırlandırılmasına ilişkin konular da ele alınmıştır. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı 

Sözleşmesi’nin 6. maddesi, 1982 BMDHS’nin 74 ve 83. maddeleri doğrudan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusu ile ilgilidir. Bahsi geçen sözleşme 
ve maddelerde ve teamüllerde öne çıkan en önemli hususlardan birisi, sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletlerarasındaki MEB hakkaniyet 
prensibine uygun olarak, Milletlerarası Adalet Divanı Statüsü’nün öngördüğü şekilde karşılıklı anlaşma yoluyla çözüme kavuşturulması gerektiğidir. 
Nitekim Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 1977 İngiltere-Fransa, 1992 Kanada-Fransa St. Pierre ve Miquelon Adaları, 2009 Romanya-Ukrayna Yılan 
Adası gibi davalarda hakça paylaşım ilkesinin uygulanması gerektiğini defalarca hükme bağlayarak teyit etmiştir. 

BMDHS’nin 59. Maddesi de sahildar devlet ile diğer devlet veya devletlerin menfaatleri arasında bir uyuşmazlık olduğunda konunun hakkaniyet prensibine 

dayanarak ve “diğer bütün ilgili şartlar ışığında söz konusu menfaatlerin taraflar için ve uluslararası toplum için olan önemi göz önünde bulundurularak” 
çözülmesi gerektiğini dile getirmektedir.38 Ancak MEB’in tek taraflı olarak ilan edilemeyeceğini karara bağlayan herhangi bir düzenleme de bulunmamaktadır.39 

Bugün Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Rum Yönetimi arasında yaşanan hukuki sorunların temel nedeni budur. BMDHS’ne göre MEB’in belirlenmesi 

iki türlü mümkündür: devletler ilan ve anlaşma şeklinde iki ayrı ya da bütünler yöntem yoluyla Münhasır Ekonomik Bölge alanı ilan edebilirler.40 
GKRY, 2 Nisan 2004’te ilan yoluna başvurmak suretiyle 21 Mart 2003 tarihinden itibaren geçerli olmak kaydıyla tek taraflı MEB ilanında bulunmuştur.41 
Bu itibarla Rum Yönetimi, bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasındaki MEB ilanında öncelikli olarak aranması gereken hakkaniyet prensibi 
çerçevesinde anlaşılarak ilan edilmesi kuralını ihlal etmiştir. 

Konunun hukuki boyutları ile ilgili tartışmaları derinleştirmek elbette mümkündür. Ancak çalışmanın kapsamı buna müsaade etmemektedir. O nedenle burada sadece son dönemde Doğu Akdeniz’de gelişen olayların seyrini etkileyecek hususlar dikkate alınmaktadır. Yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz’de 

MEB sınırlandırmalarının hakkaniyet prensibi çerçevesinde karşılıklı anlaşılarak yapılması gerekmektedir.42 Ancak mevcut durum, tarafların Doğu 
Akdeniz’de böyle bir anlaşmaya gitmekten uzak olduklarına işaret etmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi GKRY bu konudaki niyetini Nisan 2004’te 
attığı adımla bilfiil göstermiştir. 

Doğu Akdeniz’e Kıyısı Bulunan Devletlerin Deniz Yetki Alanı Sınırlandırmaları ile İlgili Tutumları İncelenen coğrafyada Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren üç alanda 

kıta sahanlığı ve/veya MEB sınırlandırma anlaşması söz konusu olabilir. Batı’dan Doğu’ya doğru sıralandığında Türkiye’yi ilgilendiren ilk alan Yunanistan, KKTC, 
GKRY ve Mısır’ın sahildar olduğu alandır. İkincisi Türkiye ve KKTC’nin yer aldığı sahadır. Üçüncüsü ise Türkiye, Suriye ve KKTC kıyılarının bulunduğu bölgedir. 

Bu konuda daha sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için tarafların tutumlarının bilinmesi önemlidir. Yukarıda da görüldüğü gibi İsrail ve 

Lübnan’ın Türkiye ile doğrudan bir kıta sahanlığı ve/veya MEB sınırlandırma anlaşmasına gitmesi söz konusu değildir. Ancak GKRY her iki devlet ile de 
KKTC’yi dışarıda bırakarak MEB sınırlandırma anlaşması yapma yoluna gitmiştir. Bu nedenle İsrail ve Lübnan’ın tutumlarının da not edilmesi faydalı olacaktır. 

İsrail 


İsrail, 2010 yılında Tamar ve Leviathan sahalarında tespit ettiği doğal gaz yataklarından sonra 12 Temmuz 2011’de MEB koordinatlarını gösterir bir listeyi 

Birleşmiş Milletler’e (BM) sunarak MEB ilanında bulunmuştur. İsrail devleti bunu yaparken GKRY hariç Doğu Akdeniz’e sahildar hiç bir devletle MEB 
sınırlandırma anlaşması imzalamamıştır. Rum Yönetimi ve İsrail 17 Aralık 2010 tarihinde imzaladıkları MEB sınırlandırma anlaşmasında ortay hat kuralını 
dikkate almışlardır.43 İsrail Tamar ve Leviathan bölgelerinde tespit ettiği hidrokarbon sahalarında üretim yapacak aşamaya gelmiş durumdadır. GKRY 
ile buradan elde edilecek doğal gazın tüketici pazarlara ulaştırılması için ortak projeler geliştirmeye çalışmaktadır. 


Lübnan 



Lübnan’ın da Doğu Akdeniz’de hidrokarbon yatakları arama ve MEB ilan etme girişimleri vardır. Bu amaçla 17 Ağustos 2010 tarihinde Lübnan Meclisi 

denizlerde petrol ve doğal gaz aranmasını düzenleyen bir kanun kabul etmiştir.44 Kanunun kabulüyle Lübnan Akdeniz’de iki ve üç boyutlu sismik 
araştırmalarda bulunmuştur. Lübnan Türkiye’nin itirazlarına rağmen 17 Ocak 2007’de GKRY ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır.45 Ancak Lübnan 
Meclisi, muhtemelen Türkiye’nin itirazları nedeniyle söz konusu anlaşmayı henüz onaylamamıştır. 2010 yılında GKRY-Lübnan MEB sınırlandırma 
anlaşmasının durumunu etkileyecek önemli bir gelişme yaşanmıştır. Lübnan, 

 <  İncelenen coğrafyada Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren üç alanda kıta sahanlığı ve/veya MEB sınırlandırma anlaşması söz konusu olabilir. Batı’dan Doğu’ya doğru sıralandığında Türkiye’yi ilgilendiren ilk alan Yunanistan, KKTC, GKRY ve Mısır’ın sahildar olduğu alandır. 

İkincisiTürkiye ve KKTC’nin yer aldığı sahadır. Üçüncüsü ise Türkiye, Suriye ve KKTC kıyılarının bulunduğu bölgedir. > 


19 Ekim 2010 tarihinde deniz yetki alanlarını belirleyen bir haritayı BM’e sunmuştur. Bildiri ile ilan edilen MEB sınırları Lübnan’ın Rum Yönetimi ile 

imzaladığı sınırlandırma anlaşmasının koordinatlarını da kapsamaktadır. Bu nedenle Lübnan’ın GKRY ile imzaladığı anlaşmayı onaylayıp onaylamamasının 
somut bir hükmü kalmamıştır denilebilir. Ayrıca Lübnan’ın ilan ettiği MEB ile İsrail’in ilan ettiği MEB alanlarının 9 km2’lik bir bölümde çakıştığı ve bu çakışmanın son dönemde iki ülke arasında gerginlik oluşturduğunu da not etmek gerekir. 



Harita-2: Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin karasuları Suriye Suriye, deniz kullanım alanlarını 19 Kasım 2003 tarihinde kabul ettiği ‘Suriye 


Karasularında Ulusal Egemenliğin Belirlenmesi’ yasasıyla düzenlemiştir.46  Kabul edilen yasayla Suriye, BM’e karasularının esas hatlardan başlamak 

suretiyle 12 mil, bitişik bölgesinin 24 mil ve 200 mili aşmayacak şekilde MEB’sinin bulunduğunu bildirmiştir. Suriye bildiri ile birlikte Akdeniz’de 
sismik araştırmaların yapılmasına izin vermiştir. Bu çerçevede son olarak Suriye Doğal Kaynaklar ve Petrol Bakanlığı belirlenen üç ayrı bölgede altı ay 
süreyle (Mart-Ekim 2011) petrol arama ve çıkarma maksadıyla ihaleye gidileceğini duyurmuştur. Ancak ülkede baş gösteren kriz dolayısıyla konu ile ilgili henüz herhangi bir gelişme yaşanmamıştır. Suriye’nin ilan ettiği petrol arama alanlarının kuzey bölümlerinin Türkiye’nin yetki alanları ile çakıştığını da belirtmek gerekir.47 Ayrıca 2001 yılında GKRY Turizm Bakanı ile Suriye Doğal Kaynaklar ve Petrol Bakanı arasında MEB ve kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşması imzalanması hususlarının da değerlendirildiği görüşmeler yapılmıştır. Görüşme sonrasında bakanlar iki ülke arasında MEB ve kıta sahanlığı anlaşmasının imzalanabileceğinden umutlu olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak henüz bu doğrultuda atılmış somut bir adım yoktur. 


Mısır 


Mısır 1958’deki ilk deniz hukuku Konferansı’ndan bu yana 12 mil genişliğinde karasuları uygulamaktadır. BMDHS’ni 1983’te onaylamış ve sözleşmeden 

doğan MEB haklarını kullanacağını ve sorumluluklarını yerine getireceğini bildirmiştir. Mısır söz konusu hak ve sorumluluklarını yerine getirirken diğer 
devletlerin hak ve sorumluluklarına saygı göstereceğini ve sözleşme hükümlerine uyacağını da taahhüt etmiştir.48 Ancak Mısır, GKRY’nin talebini kabul ederek bu ülke ile 17 Şubat 2003 tarihinde MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır.49 Türkiye Kahire nezdinde, GKRY’nin bütün adayı temsil etmediği 
gerekçesiyle anlaşmayı imzalamaması için girişimde bulunmuş ama bir sonuç alamamıştır. Arap Baharı ile ülkede meydana gelen yönetim değişikliğinden 
sonra iktidara gelen Mursi döneminde, Mısır-GKRY MEB sınırlandırma anlaşmasının askıya alınabileceği gündeme gelmiştir. Fakat Temmuz 2013 
tarihinde yönetimin tekrar el değiştirmesiyle bu hususta henüz herhangi bir gelişme kaydedilememiştir. 



Harita-3: 1982 BMDHS’ne göre Mısır’ın MEB alanı 


Yunanistan


Son dönemdeki enerji keşifleri ile birlikte Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi konusunda öteden beri yaşanan deniz yetki alanı paylaşımı sorunları 
Doğu Akdeniz’e de taşınmıştır. Yunanistan Doğu Akdeniz coğrafyasında Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adaları hattını ilgili kıyı kabul ederek ortay 
hat prensibine uygun bir MEB sınırlandırma anlaşması yapmak istemektedir. Bu amaç doğrultusunda Mısır ve Libya ile temasa geçmiştir. Mısır nezdinde 
yaptığı girişimde Yunanistan Meis Adası ile Mısır arasında kıta sahanlığı sınırlandırması yapmak suretiyle Meis Adasına kıta sahanlığı hakkı tanımak 
isteyince, Mısır Türkiye’yi incitmek istemediğini ifade etmiş ve böylece iki ülke arasındaki görüşmeler sonuçsuz kalmıştır.50 Yunanistan’ın GKRY ile de 
bir deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması yapmak istediği basına yansımış ancak iki ülke bu konuda henüz somut bir adım atmamıştır. 
Yunanistan ve GKRY’nin uluslararası topluma Doğu Akdeniz’de kabul ettirmeye çalıştığı deniz yetki alanları sınırlandırma çerçevesi, Türkiye’nin 
yaklaşık 104.000 km2’lik bir deniz alanını kaybetmesine neden olacağı için dikkatle incelenmelidir. Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye Mısır ile GKRY 
arasında imzalanan MEB sınırlandırma anlaşmasını bir nota ile protesto etmiştir. Yunanistan, Türkiye’nin 2 Mart 2004 tarihli bu notasına atfen verdiği 
bir nota ile bölge devletlerinden biri olarak, kıyıları birbirine karşı olan devletlerin MEB ve kıta sahanlığı sınırlandırmalarını uluslararası deniz hukukunun 
öngördüğü şekilde ortay hat prensibine uygun olarak yapılması gerektiğine inandığını vurgulamıştır. Aynı şekilde Yunanistan, adalara da hiç bir şarta bağlı 
olmaksızın kıta sahanlığı verilmesi gerektiğini ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki kıta sahanlığının Meis Adası da dâhil olmak üzere “en yakın Yunan 
adaları ile Anadolu arasından geçen ortay hatta dayandırılması” gerektiğini savunmaktadır.51 

İleride de görüleceği gibi GKRY MEB ve bitişik bölge sınırlarını Yunanistan’ın bu görüşlerini dikkate alarak ilan etmiştir. Eğer Yunanistan ve GKRY’nin 

dikte ettirmeye çalıştığı sınırlar kabul edilirse, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan devlet olarak Türkiye’ye Antalya Körfezi açıklarında toplam alanı 
41.000 km2 olan bir deniz yetki sahası bırakılmış olacaktır. Bu sahanın güneyinde yer alan ve Mısır ve Libya yetki alanlarına kadar uzanan bütün bölge ise Yunanistan ve GKRY’nin kullanımına kalacaktır. 

Yunanistan ve GKRY’nin ileri sürüp, gerçekleşmesinde ısrarcı davrandığı bahse konu görüşlerin kabul edilmesi Türkiye açısından birkaç noktada mümkün değildir. İlk olarak, adı geçen adalar Anadolu kıyıları ile Yunanistan anakarası arasında çizilecek bir ortay hatta ters tarafta kalan adalar statüsüne 

haiz olacaklarından hem sınırlandırma konusunda kıyı oluşturamaz, hem dearasuları dışında kıta sahanlığına sahip olamazlar. UAD başta 1977 İngiltere-
Fransa Kanal kıta sahanlığı uyuşmazlığı olmak üzere emsal teşkil edebilecek birçok davada bu hususu açıkça teyit etmiştir.52 Bu durumda Yunanistan 
ile Türkiye arasındaki sınırlandırma sorunu uluslararası hukukun öngördüğü hakkaniyet prensibine uygun bir başka yöntemle çözülmelidir. 

 < Yunanistan ve GKRY’nin uluslararası topluma Doğu Akdeniz’de kabul ettirmeye çalıştığı deniz yetki alanları sınırlandırma çerçevesi, Türkiye’nin yaklaşık 104.000 km2’lik bir deniz alanını kaybetmesine neden olacağı için dikkatle incelenmelidir. >



5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 3


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 3


Doğu Akdeniz’in son yıllardaki en çalkantılı ülkesi Suriye’de açık denizlerde enerji arama çalışmaları yapmayı planlamıştır. Bu hedef doğrultusunda Suriye, 
2007 yılında ilk lisans çalışmalarına başlamıştır. Ancak 2007 yılındaki ilk tur lisanslandırma girişimine İngiliz Dove Enerji şirketi dışında teklif veren 
firma olmayınca Şam yönetimi lisans anlaşması yapmaktan vazgeçmiştir.26 2010-11 döneminde kıyılarındaki dört temel blokta hidrokarbon yatakları arama 
faaliyetlerinde bulunmak üzere yeni bir girişim başlatan Suriye ülkede patlak veren kriz nedeniyle bugüne dek herhangi bir sonuca ulaşamamıştır. 
Doğu Akdeniz’de yürütülen enerji arama çalışmalarının Türkiye açısından en önemli bölümü, GKRY’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde yürüttüğü ruhsatlandırma 
ve sondaj çalışmalarıdır. GKRY’nin bölgede tek taraflı yürüttüğü sondaj ve ruhsatlandırma çalışmaları hukuk, ekonomi, siyasi ve güvenlik bakımlarından 
Türkiye’yi hem doğrudan, hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) üzerinden ilgilendirmektedir. Arap Baharı nedeniyle zaten sıkıntılı 
bir süreçten geçen bölgede, barış ve istikrarın sürdürülmesi için tek taraflı tutumlardan ziyade işbirliğinin tercih edilmesi önem arz etmektedir. Ancak 
GKRY’nin bugüne kadar potansiyel enerji yataklarının paylaşımı noktasında sergilediği tutumun uzlaşmadan yana olduğunu söylemek biraz zor olacaktır. 
Rum Yönetimi’nin tutumu ve konunun hukuki boyutu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır. Şimdilik sadece Rum Yönetimi’nin Adanın 
güneyinde sürdürdüğü sondaj çalışmalarında bulduğunu açıkladığı enerji yataklarına değinilecektir. 

GKRY, 2006 yılında Kıbrıs Adası’nın güneyinde yer alan ve 2 Nisan 2004’te tek yanlı ilan ettiği MEB sınırları içerisinde kalan 51,000 km2’lik bir sahada 

enerji keşif çalışmaları yapmaya başlamıştır. Rum Yönetimi, çalışmalar neticesinde elde ettiği sismik verilere dayanarak doğal gaz ve petrol arama 
ruhsatı vermek üzere 2007’de uluslararası ihaleye çıkmıştır. İhale şartlarında keşif sahasındaki 11 parsel üzerinde üç yıl boyunca hidrokarbon araştırması 
yapılması öngörülmüştür. Rum Yönetimi’nin düzenlediği bu ilk tur ihaleye sadece üç şirket cevap vermiştir. Rum Yönetimi cevap veren şirketler arasından 
Amerikan Noble Enerji şirketini seçerek ihale kapsamında bulunan on ikinci parsel üzerinde araştırma yapmak üzere ruhsatlandırmıştır.27 Bu gelişmeler 
üzerine Noble Enerji, 19 Eylül 2011 tarihinde on ikinci parsel üzerindeki sondaj çalışmalarına başlamıştır. Şirket yaklaşık üç ay sonra Aralık 2011’de 
on ikinci parselin güneydoğusunda yer alan ve Afrodit olarak adlandırılan sahada, ortalama rezervi 198 milyar metreküp olan doğal gaz yatağı bulduğunu 
açıklamıştır.28 

Aslında bu doğal gaz yatağı Kıbrıs Adası etrafında şu ana kadar keşfedilen tek enerji yatağıdır. Ultra-derin olarak adlandırılan bir alanda bulunduğu için 

çıkarma maliyetlerine kıyasla ekonomik değeri tartışılmaktadır. Ancak burada bulunan doğal gaz, Rum Yönetimi’nin MEB dâhilinde olduğunu iddia 
ettiği ve henüz ruhsatlandırılmamış diğer parsellere olan ilgiyi büyük ölçüde artırmıştır. Nitekim Rum Yönetimi, 11 Şubat 2012’de ruhsatlandırılmamış 
parseller için ihaleye çıktığında aralarında TOTAL, ENI, PETRONAS ve GAZPROMBANK gibi dev enerji şirketlerinin de bulunduğu beş özel şirket 
ve on konsorsiyumdan toplam on beş teklif almayı başarmıştır.29 

Rum Yönetimi’nin ikinci ihalesinde Doğu Akdeniz’deki enerji sorunları açısından önem arz edecek iki konu dikkat çekmektedir. İlk olarak Türkiye’nin 

doğrudan kendi MEB’i ile çakıştığını ilan ettiği parseller (1 ve 4. Parseller) için ya teklif veren olmamıştır ya da teklif verildiği halde ruhsat verilmemiştir 
(5, 6 ve 7. parseller). İkinci konu ise ruhsat verilen şirketlerin büyük ve güçlü ordulara sahip ülkeler arasından seçilmiş olmasıdır. Rum Yönetimi bir yandan 
Türkiye’nin uyarılarına karşı ihtiyatlı davranırken, diğer yandan da herhangi bir sorun karşısında caydırıcı askeri güce sahip olan ülke şirketlerini devreye 
sokarak kendini koruyabilecek paratoner yapının oluşması için özen göstermektedir.30 

<  GKRY, 2006 yılında Kıbrıs Adası’nın güneyinde yer alan ve 2 Nisan 2004’te tek yanlı ilan ettiği MEB sınırları içerisinde kalan 51,000 km2’likbir sahada enerji keşif çalışmaları yapmaya başlamış ve 2007 yılında uluslararası ihaleye çıkmıştır. >


Ne Kıbrıs Adası’nın etrafındaki, ne de Doğu Akdeniz havzasının genelindeki enerji rezervi ve bu rezervin ekonomik değeri henüz tam olarak hesaplanabilmiştir. 

Bölgedeki enerji potansiyeli ile ilgili tartışmalar devam etmektedir. En iyimser tahminlere göre Doğu Akdeniz havzasında parasal değeri 3 trilyon 
dolara ulaşan 15 trilyon metreküpe eşdeğer hidrokarbon yatağı bulunmaktadır. Bu rakamlar bile İran’ın ispatlanmış rezervlerinin sadece yarısı kadardır. 
Ancak büyüklüğü ne olursa olsun Akdeniz’in derinliklerinde var olduğuna inanılan enerjinin paylaşımı ile ilgili konular daha şimdiden bölge ülkeleri 
arasında sorun teşkil etmeye başlamıştır. En büyük sorunlardan birisi deniz yetki alanları paylaşımı konusunda yaşanmaktadır. O nedenle konuya kısaca 
uluslararası deniz hukuku çerçevesinden bakmakta fayda vardır. 

Doğu Akdeniz’deki Deniz Yetki Alanı Sınırlandırma Sorunları 


Zamanla gelişen teknolojik imkânlar, devletlerin açık denizlerdeki doğal kaynaklardan yararlanmasını mümkün hale getirmiştir. Bu durum ise açık denizlerin kullanımı ile ilgili bazı düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılmıştır. 1958 yılında Cenevre’de toplanan ilk deniz hukuku konferansının deniz yetki 

alanlarının paylaşımı ile ilgili böylesi bir zorunluluktan doğduğu söylenebilir. Nitekim bu konferansta daha ziyade örf ve adet hukuku üzerinden yürüyen 
denize ilişkin kurallar tedvin edilmiş; yeni kavram ve kurallar kazandırılmak suretiyle deniz hukukunun gelişimine katkıda bulunulmuştur. 1960 ve 1973- 
1982 yılları arasında toplanan ikinci ve üçüncü deniz hukuku konferanslarıyla devletler hem deniz hukukunun gelişimine katkıda bulunmaya devam etmiş, 
hem de denizler üzerinde sahip oldukları kullanım haklarını büyük ölçüde genişletmiştir.31 

1958 konferansı sırasında imzalanan Kıta Sahanlığı Sözleşmesi ile Kıta Sahanlığı ilk kez bir hukuki kavram olarak tanımlanarak devletlere bu alan içerisinde 

kalan deniz ve deniz altındaki topraklarda münhasır kullanım hakları verilmiştir. Üçüncü deniz hukuku konferansları sonunda imzalanan Birleşmiş 
Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde (BMDHS) devletlere kıta sahanlığı ile verilen haklar daha da geliştirilerek teamülen uygulanan Münhasır Ekonomik 
Bölge kavramı pozitif bir hak olarak düzenlenmiştir. Çalışmamız açısından önemli olduğu için bu iki kavramın kısaca bilinmesinde fayda vardır. 

 <  En iyimser tahminlere göre Doğu Akdeniz havzasında parasal değeri 3 trilyon dolara ulaşan 15 trilyon metreküpe eşdeğer hidrokarbon yatağı bulunmaktadır. >



Kıta Sahanlığı 


En kısa tanımıyla kıta sahanlığı kıyı devletinin deniz altındaki jeolojik doğal uzantısıdır. Kıta sahanlığı hukuki bir terim olarak ilk defa ABD başkanı 

Truman’ın 28 Eylül 1945’te yayınladığı bir bildiride gündeme gelmiştir. Kıta sahanlığının yer altı ve deniz yatağı tabii kaynaklarının kullanımına ilişkin 
bu bildiri ile ABD kendi pozisyonu açısından kavramın kapsadığı dış hatları ve bu hatlar içinde kalan alanda talep ettiği kullanım haklarını belirtmiştir. 
Zamanla Truman bildirisinde dile getirilen hususlar başka devletler tarafından da olumlu karşılanmış ve kıta sahanlığı kavramı devletlerarası hukukun bir 
parçası haline gelmiştir.32 Kavram ilk defa 1958 yılında toplanan birinci deniz hukuku konferansı sırasında tanımlanarak uluslararası deniz hukukunda bir 
norm olarak kabul edilmiştir. 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nde kıta sahanlığı; 

“a) Sahillere bitişik fakat karasuları dışındaki ve 200 metre derinliğe kadar veya bu sınırın ötesinde bulunup da üzerindeki sular derinliğinin oradaki 

doğal kaynakların işletilmesine olanak verdiği noktaya kadar uzanan, su altı alanlarının deniz yatağını ve toprak altını; 

b) Adalar sahiline bitişik bu çeşit denizaltı bölgelerinin deniz yatağı ve toprak altını ifade etmek için kullanılır” şeklinde tanımlanmıştır.33 


Gelişen teknolojik imkânlar göz önünde bulundurularak kıta sahanlığı kavramı üçüncü deniz hukuku konferansları sırasında yeniden ele alınmış ve 1982’de 

imzalanan BMDHS’nde kıta sahanlığının dış sınırı, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ile de uyumluluk arz etmesi için derinlik değil mesafe ölçütüne 
bağlanmıştır.34 Buna göre 1982 BMDHS’nde kıta sahanlığı; “ kıyı devletinin karasularının Ötesinde, bu devletin karasuları genişliginin Ölcülmesinde kullanılan esas hatlardan itibaren 200 mile kadar uzanan ve kara ulkesinin dogal uzantısı olan deniz yatakları ile bunların toprak altıdır” şeklinde tanımlanmıştır.35 

  Kıta sahanlığı kıyı devletinin deniz altındaki jeolojik doğal uzantısıdır.1982’de imzalanan BMDHS’nde kıta sahanlığının dış sınırı, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ile de uyumluluk arz etmesi için 200 mile kadar uzanan ve kara ülkesinindoğal uzantısı olan deniz yatakları ile bunların toprak altıdır şeklinde tanımlanmıştır. 



4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



***


DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



  Uzak Doğu ile Avrupa arasında gelişen ticarete paralel olarak Doğu Akdeniz’in ticari önemi günümüzde de artarak devam etmektedir. Akdeniz’de yılda ortalama 220.000 gemi seyir halinde bulunmaktadır. Bu rakam dünya toplam deniz trafiğinin 1/3’üne eşittir. 


Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Hazar havzaları gibi enerji merkezlerine olan yakınlığı ile hem bu bölgeleri, hem de bu bölgelerden tüketici pazarlara uzanan 

boru hatlarını kontrol edebilen stratejik bir pozisyondadır. 13 Temmuz 2006’da BTC boru hattının devreye girmesi, bölgedeki enerji trafiğini daha da 
hareketlendirmiş ve İskenderun Körfezi’ni bu hareketliliğin önemli merkezlerinden biri haline getirmiştir. Son dönemde keşfedilen enerji yataklarının büyüklüğü ve bu yatakların bölgeye kazandıracağı ticari hareketlilik de göz önünde bulundurulursa, Doğu Akdeniz’in enerji, ekonomi ve güvenlik bakımından ihtiva ettiği önem daha açık bir şekilde kavranacaktır. 

Bu çalışmanın da konusu olan Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji yatakları ve bu yatakların neden olduğu sorunları detaylı bir şekilde incelemeye geçmeden 

önce bölgenin güvenlik açısından teşkil ettiği önemi vurgulamakta fayda vardır. Arap Baharı münasebetiyle Doğu Akdeniz’e kıyısı olan devletlerde yaşanan 
gelişmelerin bölgedeki barış, istikrar ve huzuru ne denli olumsuz etkilediği açıktır. Keşfedilen enerji yataklarının daha büyük sorunlar doğurmaması 
için gerekli adımların ivedilikle atılması gerekmektedir. Doğu Akdeniz’de hem bölge güvenliğinin sağlanmasındaki en stratejik nokta hem de en önemli 
sorun Kıbrıs Adası’dır. Ada bütün Doğu Akdeniz havzasıyla Orta Doğu’yu kontrol edebilecek konumdadır. Birçok uzmanın üzerinde ittifak ettiği üzere 
Kıbrıs’ın stratejik değerini artıran en önemli unsur Adanın başlıca deniz ve hava ticaret yolları üzerinde bulunmasıdır. Kıbrıs coğrafi konumu itibarıyla; 
Türkiye, İsrail, Mısır, Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün ve Irak gibi havzanın önemli ülkelerini ve Süveyş Kanalı’nı doğrudan kontrol altında bulundurabilecek 
bir mesafededir.9 Bu nedenle bölgede ticari faaliyeti bulunan veya Orta Doğu’daki enerji merkezleri üzerinde etkin olmak isteyen devletler için Kıbrıs 
adeta bir anahtar hükmündedir. 

Nitekim İngiltere, 1960’ta Kıbrıs Adası’ndaki egemenlik haklarını Kıbrıs Türk ve Yunan halklarına bırakırken buradaki mevcudiyetini bütünüyle terk 

etmemiş ve Adada bulunan iki üssünü muhafaza etmiştir. Bilindiği gibi İngiltere 1991 yılındaki Körfez Savaşı Krizi sırasında bu üsleri kullanacaktır. 
Rusya, Suriye krizi nedeniyle yararlanamadığı Suriye’deki Tartus limanı yerine GKRY’nden Andreas Papandreu Hava Üssünü kullanmak için izin istemiştir.10 
Fransa Mart 2007’de GKRY ile bir askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır. Söz konusu, anlaşma Güney Kıbrıs Baf’ta bulunan Andreas Papandreu hava üssünün 
kullanımını da kapsamaktadır. 

<  Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjinin yaklaşık yüzde 70’i Akdeniz üzerinden taşınmaktadır. Cebelitarık ve Türk Boğazları ile Süveyş Kanalı enerjinin son tüketim pazarlarına ulaştırılmasında kilit rol oynamaktadır. >


İsrail Almanya’dan tedarik ettiği Dolphin tarzı denizaltılarla Akdeniz’deki operasyon kabiliyetini artırarak askeri gücünü tahkim etmektedir. ABD’nin Girit, Türkiye ve İtalya’da üsleri olduğu halde 1982’den beri Doğu Akdeniz’de uçak ve savaş gemilerini sürekli olarak bulundurmaktadır. NATO bilhassa kitle imha silahları ve büyük yıkımlara neden olabilecek benzeri silah ve mühimmatın yayılmasını önlemek maksadıyla bölgede ‘Etkin Çaba Harekâtı’nı (Operation Active Endeavor- OAE) sürdürmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri de Nisan 2006 yılından bu yana Doğu Akdeniz’de enerji nakil hatlarının güvenliğinin temin edilmesine katkıda bulunmak üzere ‘Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmektedir.11 Türkiye, bu harekât kapsamında elde ettiği bilgileri NATO makamları, NATO’nun bölgede organize ettiği ‘Etkin Çaba Harekâtı’ ve Birleşmiş Milletler Lübnan Barış Gücü (UNIFIL) yetkilileri ile paylaşarak bölge güvenliğini sağlamaya yönelik uluslararası çabalara da gerekli yardımı sunmaktadır. 12 

Ekonomi ve güvenlik açısından son derece stratejik noktada bulunan Doğu Akdeniz’in en önemli ülkelerinden biri Türkiye’dir. İtalya dışarıda bırakılacak 

olursa Türkiye, uzak arayla bölgenin en büyük ekonomisidir ve Türk Boğazları ile Akdeniz’deki ticari ve askeri trafiği doğrudan etkileyebilecek jeostratejik 
bir özelliğe sahiptir. Doğu Akdeniz’deki en uzun kıyı şeridi Türkiye’ye aittir ve hepsinden önemlisi Türkiye garantör devlet sıfatıyla Kıbrıs Adası üzerinde 
söz sahibidir. Hızla artan ihracat sektörüne paralel olarak Türkiye’nin liman kapasitesi ve deniz trafiği de her geçen gün artmaktadır. Bu trafiğin yüzde 
30’dan fazlası Doğu Akdeniz’deki limanlar üzerinden gerçekleştirilmektedir. Günümüzde dünya toplam ticaretinin yüzde 90’ından fazlasının deniz yolu ile 
yapıldığı göz önünde bulundurulursa Doğu Akdeniz havzasından geçen deniz ticaret yolları ve bu yolların güvenliğinin Türkiye ile bölge ülkeleri için ifade 
ettiği önem daha iyi anlaşılacaktır.13 

Doğu Akdeniz’deki Enerji Keşifleri 


Son yıllarda keşfedilen enerji yatakları Doğu Akdeniz’i enerji naklinde stratejik bir kavşak olmaktan öteye taşımıştır. Varlığı tahmin edilen enerji 

kaynaklarının büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda yakın zamanda bölgenin bir enerji merkezi haline gelmesi beklenmektedir. 

Nitekim ilgili devletlerin yetkili kuruluşları ve sondaj çalışmalarına katılan petrol ve doğal gaz şirketlerinin tahminleri birlikte değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz’de toplam değeri trilyon dolarlara ulaşan bir enerji varlığından söz etmek mümkün görünmektedir. 


Bu konuda güvenilecek en temel kaynaklardan birisi olarak kabul edilen ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin 2010 yılında yayımladığı raporlar dikkate 

alındığında; Kıbrıs Adası ile İsrail arasında kalan ve Leviathan olarak adlandırılan bölge,14 Mısır ile Kıbrıs Adası arasında kalan ve Nil olarak adlandırılan 
bölge,15 Girit Adası’nın Güneydoğusunda kalan ve Heredot olarak adlandırılan bölge ile Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi (petrol, doğal gaz ve 
sıvı doğal gaz) yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap 
edilmektedir. Ancak varlığı tahmin edilen ile ispatlanan değerler arasında ciddi bir farkın bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Doğu Akdeniz’de birçok 
farklı noktada sondaj çalışmaları devam etmektedir. Gelişen teknolojik imkânlara bağlı olarak Doğu Akdeniz’deki toplam enerji rezerv oranlarında 
değişikliklerin yaşanması muhtemeldir. 

Aslında bölgede enerji arama çalışmaları çok erken bir dönemde başlamıştır. İsrail 1960 yılından bu yana Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına 

devam etmektedir.16 İtalyan enerji şirketi ENI 1961 yılında Mısır açıklarındaki Belayim sahasında petrol bulduğunu açıklamıştır. Aynı şirket 
1967’de yine Mısır’a ait olan Abu Madi sahasında doğal gaz yatakları olduğunu duyurmuştur. Mısır 1960’lı yıllardan beri Doğu Akdeniz açıklarında yoğun 
enerji çalışmaları yapan ülkelerden biridir. Başta doğal gaz olmak üzere enerji ihraç eden ülkelerden biri olan Mısır, 2013 yılı itibarıyla günlük enerji 
üretiminin yüzde 80’e yakın bir kısmını Akdeniz’deki enerji yataklarından elde etmektedir.17 




 < Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir. >


Zamanla devlet teşebbüsleri yanında özel müteşebbislerin de açık denizlerde enerji arama çalışmalarına başlaması ve bu alana yatırım yapması, teknolojik 

imkânların gelişimini hızlandırmıştır. Günümüzde gelişen teknolojik imkânlar sayesinde derin ve ultra-derin sahalarda sondaj çalışması yapmak 
mümkün hale gelmiştir. İsrail gelişen bu teknolojik imkânları kullanarak 1999 yılında kıyılarına yakın Noa sahasında ve 2000 yılında Mari-B olarak adlandırılan 
alanda küçük miktarlarda hidrokarbon yatağı keşfetmiştir.18 

Ancak Doğu Akdeniz’de geniş miktarda enerji yatakları olabileceğine dair asıl işaret yine Mısır’dan gelmiştir. Mısır açıklarındaki Nil deltasında sondaj çalışmaları yürüten Shell şirketi, 2004 yılı Şubat ayında Nil deltasının Kuzeydoğusundaki NEMED (North East Mediterranean) sahasında geniş miktarda hidrokarbon yatakları tespit ettiğini açıklamıştır.19 Bugün NEMED sahasında toplam 42 milyar metreküp doğal gaz olduğu tahmin edilmektedir. 


Mısır’daki bu keşiften sonra Doğu Akdeniz bölgesinde enerji araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. İsrail açıklarında sondaj çalışmalarını sürdüren Amerikan 

Noble Enerji ve İsrail’in Anver, Isramco, Delek Drilling ve Dor şirketleri 2009 yılının hemen başında Tamar-1 olarak adlandırılan sahada önemli miktarda doğal gaz yatakları bulduklarını açıklamıştır. Bundan kısa bir süre sonra Mart 2009’da İsrail, Dalit-1 sahasında doğal gaz bulduğunu açıklamıştır. 

Delek Drilling şirketinin tahminlerine göre Tamar-1 ve Dalit-1 sahalarında bulunan toplam doğal gaz miktarı 255 milyar metreküptür. Delek yetkililerine 

göre bu iki sahadaki doğal gaz miktarı İsrail’in 20 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek büyüklüktedir.20 

Mısır ve İsrail açıklarındaki arama sahalarında arka arkaya tespit edilen enerji yatakları büyük petrol şirketleri ve küresel güçlerin dikkatini çekmiştir. Doğu 

Akdeniz’de sismik araştırmalar yoğunlaşmış ve bölgenin potansiyel enerji rezervi tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede 2010 yılında Amerikan Jeolojik 
Araştırmalar Merkezi, Doğu Akdeniz’de enerji açısından en mümbit alanlar olarak kabul edilen Kıbrıs ve İsrail arasında kalan Leviathan Havzası ve Kıbrıs ile Mısır arasında uzanan Nil Deltası’ndaki potansiyel enerji miktarı konusunda iki rapor yayımlamıştır. Bu raporlara göre; Nil Deltası’nda 1.763 milyar varil elde edilebilir petrol, 223.242 trilyon ayak küp doğal gaz ve 5.974 milyar varil sıvı gaz olduğu ifade edilmiştir.21 

Leviathan bölgesinde ise potansiyel olarak 1.689 milyar varil petrol ve 122.378 trilyon ayak küp doğal gaz bulunduğu belirtilmiştir.22 


< Leviathan, Nil, Heredotve Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. 

Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir. >

Nitekim Tamar-1 ve Dalit-1 sahalarındaki keşiflerden sonra sondaj çalışmalarını daha geniş alanlarda sürdüren İsrail, Ekim 2010’da Leviathan bölgesinde 

toplam kapasitesi 17 trilyon ayak küp olan yeni bir doğal gaz sahasının varlığını tespit etmiştir. Tanin, Shimshon ve Dolphin gibi sahalarda bulunan daha küçük miktarlardaki hidrokarbon yatakları da ilave edilince yakın gelecekte İsrail’in en azından kendi enerjisini üretebilen bir ülke haline geleceği söylenebilir. Ancak Doğu Akdeniz’de potansiyel olarak varlığı tespit edilen enerji rezervi ile varlığı ispatlanan enerji rezervi arasında ciddi bir uçurum mevcuttur. Örneğin yukarıda aktarılan keşiflere rağmen İsrail Enerji Bakanlığı’nın verilerine göre İsrail’in kanıtlanmış doğal gaz rezervi sadece 300 milyar metreküptür.23 Bu rakamın ne kadar mütevazı bir rakam olduğu Rusya (44.9 trilyon metreküp), İran (29.6 trilyon metreküp) ve Katar (25.4 trilyon metreküp) gibi ülkelerin kanıtlanmış doğal gaz rezervi ile karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir. 



Harita-1 : Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz yatakları. 


Lübnan da 1970-75 döneminde karada petrol arama girişiminde bulunmuştur. Ancak yapılan çalışmalar sonucunda petrol çıkarma maliyetinin petrolden 

elde edilecek gelirden fazla olması nedeniyle aramalara son vermiştir. 

Daha sonra ülkede yıllarca süren iç savaş ve karmaşık iç dengeler yüzünden Lübnan enerji arama çalışmalarına yatırım yapacak fırsat bulamamıştır.24 Doğu Akdeniz havzasında, özellikle Mısır ve İsrail tarafından tespit edilen enerji kaynakları bölgenin diğer ülkelerini olduğu gibi Lübnan’ı da teşvik etmiştir. Bunun üzerine Lübnan, kendi Münhasır Ekonomik Bölge’sinde (MEB) iki ve üç boyutlu sismik araştırmalar yapmıştır. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü’nce 

(PRIO) hazırlanan bir raporda ifade edildiği üzere Lübnan’a ait MEB’de yaklaşık 708 milyar metreküp doğal gaz bulunduğu tahmin edilmektedir.25 
Lübnan potansiyel olarak varlığı saptanan gazın çıkarılıp işlenebilmesi için Ocak 2012’de bir petrol yasası hazırlamıştır. Ayrıca, Lübnan konuyu yakından 
takip etmek üzere bir petrol idaresi kurmayı da hedeflemektedir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***