GLADYO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GLADYO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


DÜNYAYI ELİTLER Mİ YÖNETİYOR? 

Buraya kadar olan bölümde Türkiye’nin hassas sorunlarının bölgesel ve küresel güce sahip devletler tarafından nasıl kullanıldığını gördük. Tabiiki bu devletler bunu elle tutulur gözle görülür bir şekilde yapmıyorlar. Fakat unutmamak gerekir ki her devlette o devletin politikalarını etkileyen elit bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal olarak çok az olsa da etkileri bununla ters orantılı olarak çok büyük. Bu aynı zamanda onlara karşı neden kolayca 
önlem alınamadığını da gösteriyor. 

Türkiye, bölgesel güç olmaya doğru ilerlerken, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve İsrail’in bazı baronları bundan rahatsızlık duydular. Her ne kadar Obama’nın arkasındaki lobi gücü AK Parti’nin yanında olsa da Cumhuriyetçi Amerika derin devleti ve Londra’nın gücünü Kraliçe’den alan derin yapısı bu partiye karşı. Dolayısıyla da “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir şekilde gitsin de Türkiye’yi durduralım” görüşündeler. Altın, döviz kuru ve borsalar  daki oyunlar bu isteğin delili olarak gösterilebilir. Diğer yandan, şurası bir gerçek ki son bir yılda Avrupa’dan 300 milyar dolar çalan faiz çetesi gözünü ekonomik darbelerin yıkamadığı Türkiyeye çevirdi. Bu anlamda Gezi olayları aslında Türkiye’nin öngörülemeyecek biçimde büyümesinden rahatsız olan devlerin apolitik Y gençleri üzerinden teşebbüs ettiği sosyal bir darbe girişimi. Olayların arkasındaki güç ise küçümsenecek gibi değil. 2001 ekonomik krizini kasten çıkardığı bilinen Bilderberg seviyesindeki yerli mason baronları Gezi olaylarına finansör olarak perde arkasından destek 
verdiler. 

Bu grup Türkiye’nin Ortadoğu’nun yükselen yıldızı olmasını Osmanlı’nın yeniden dönüşü olarak algıladığından Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor. Bu sebeple Gezi olayları yoluyla imaj yıkma operasyonun hedefi sadece Türkiye değil aynı zamanda Başbakan Erdoğandı. Bu imaj zedeleme girişimi bilindiği gibi büyük oranda sosyal medya üzerinden yürümüştü. Peki sosyal medyayı organize edenler kimlerdi? 

Derin Almanya’nın Türkiye medyasının yüzde 60’ını elinde bulundurduğu gerçeğini görmeden sosyal medya devriminin aktörlerini görmek mümkün değil. Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Alman vakıflarının Gezi eylemcilerini desteklemelerini ve Alman medyasının olaylara daha once görülmedik bir biçimde sahip çıkmasını neye bağlamak gerekir? Aslında cevap İstanbul’un son senelerde şahit olunan yükselişinde gizli. Berlin, 
Paris, Londra ve Washington’dan gelen ve İstanbul’un finans merkezi olmasını çıkarlarına aykırı gören baronlar yerli çıkar ortaklarıyla bir yıl boyunca boğazda bir çok plan yaptılar. Tam bağımsız bir Türkiye’nin baronları korkutuyor olması ise planların odak noktası. 

Hatırlanacaktır Gezi’de üç sosyoloğun düşünceleri ön plana çıkmıştı. İtalyan yazar Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ kitabının bu konuda önemli bir kitap olarak ele alınabilecğini düşünüyorum. Tam da onun dediği tarzda hegemonik amaçlar taşıyan güçler ekonomik işgal ve kültür emperyalizmi için hedef seçilen kapitalizmin odak noktası Taksim’de sosyal patlama oyunu kurguladılar. Fakat bu kadarı, yani sol görüşlü olanla olmayanı aynı çatı altında birleştiren söylem Gramsci’nin bile aklına gelmemişti  muhtemelen! Türkiye’de birbiri ile yakınlaşan bir çok farklı görüşü ortak düşman veya dost etrafında birleştiren Gezi olayları sırf bu yüzden bile fenomen olmayı hak ediyor. 

Farklı grupların bir eylem etrafında birleşmesi tabii ki tesadüfi olamazdı. Bu durumun teorik yapısı titizlikle hazırlanmıştı. Böylelikle Gezi’de aktif sivil toplum örgütlerinin organize ettiği hareketlerin teorik alt yapısı, Avusturyalı düşünür Karl Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabındaki düşünce lere dayandırıldı. Uygulanan yöntemler ise dünyaca ünlü siyaset bilimci Gene Sharp’ın yazdığı “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve 
“Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından alındı. Kendisini savaş karşıtı olarak tanımlayan Sharp kitaplarında etkili bir sivil itaatsizlik hareketi için 189 farklı eylem metodu öneriyor. Dolayısıyla Geziciler, duranadam ve soyunan kadın eylemleri ile akıl hocalarını ilan etmiş oldular. 

Gezi olaylarının bu kadar etkili olmasında NATO’ya bağlı gladyoların halen aktif olmasının da büyük rolü bulunuyor. Bilindiği üzere soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü olarak ise Rockfeller ve Rothchild Grubları başı çekiyor. Bu gladyoların en güçlüsü Almanya’dadır. O kadar ki eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa 
Birliği dağılır. Daha ilginç olan bilgi ise uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verilmesiydi. Bu nedenle Türkiye’de en fazla ajana sahip ülke Almanya’dır. Fakat Alman gladyosuna bağlılık Türk galdyosu için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Yıllardır etkisi altında kaldığı CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’unu da bu yola sürükleyerek onları da hedef haline getirmiş oldu. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Türkiye’deki Ergenekon’un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapse girerken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı. 

Alman ve Türk gladyoları arasındaki ilişkinin ortaya çıkması ise Türkiye’de başlatılan Ergenekon operasyonu sırasında su yüzüne çıkmıştı. Ankara’da Ergenekon operasyonu soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel Müdürlüğü Alman istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Her şey işte bu bilgi isteme neticesinde başladı. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon örgütüyle ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Alman İstihbarat Teşkilatı (BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etmesi ortalığı karıştırmıştı. Önce yanıt gelmedi. Ancak Türk emniyeti Almanya’dan Ergenekon’un uyuşturucu ticareti konusunda telefon dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına 
belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ‘in uyuşturucu kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu . 
PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir tercüman Türk makamlarına verilen belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin hem Almanca hem de Türkçe çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22) 

BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde Tavukçuoğlu ile Tekin arasında geçen 14 dakikalık telefon görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer Tekin, kendisine "dikkat et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz 
burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu, Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz, 2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. 

ERGENEKONUN GÖLGESİ ALMANYA’YA DÜŞÜYOR 

İlgnçtir, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-İç İstihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon örgütüne de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve Münih şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı kuruluşlar arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ teşkilatlar yer alıyordu. (23) 

Ergenekon’un izlerine Almanya’da da rastlanması gösteriyordu ki, elbette Ergenekon kolay çökecek bir yapılanma değildi. Türkiye’deki dava sürecine dahil edilenler örgütün çökmesi için yeterli değildi. Ergenekon siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini yürütüyordu. 

Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı. 
Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu. Türkiye'de Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi bankasıydı. İngiltere, İsrail ve ABD'nin adı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Eğer Ergenekon sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacağı kesindi. Bu yüzden de ikide bir Deniz Feneri dosyasını çıkarmaları şantaj içindi. Yaptıklarında şu ana kadar başarılı da oldular, 
Almanya, Ergenekon ilişkisi ve Kürt-Alman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı. 

Ergenekon’un Almanya’da da çıkması tesadüfi değildi. Sistem kurma dehası Almanlar’ın bu oluşumlarla ilgisini tesadüfe bağlamak gerçekçi değildi. Bir çok olayda bu çok açık görülüyordu. Mesela, Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı olan Selim Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa Çürükkaya'yı yurtdışına Veli Küçük’ün yardımıyla Almanlar çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi. 
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın Ortadoğu'da halen ekonomik bir savaşı vardı ve bu savaşı Kürtler gibi etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Fakat sadece etnik gruplar değil Cemalettin Kaplan gibi gruplar, sol gruplar da bu iş için kullanılıyordu. Oyunun genelini yöneten ise Almanlardı. Sadece Türkiye üzerinde değil, İran üzerinde de aynı 
şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri ihale söz konusu olunca Metin Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim etmekten çekinmedi. Vermeden öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın 
intihar etmesini sağlamaya çalıştı. 

CEMALETTİN KAPLAN ASKERİ İHALEYE KURBAN 

Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgiler çarpıcıydı: ‘Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist' kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok 
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında verilen kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan suçlu muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var. 

Bir insan 'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse buna dokunmaz. Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor. 
Metin Kaplan'ın, 12 Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir karar" dı. Kaplan Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın suçlu olduğuna dair mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk çerçevesinden baktığımız zaman Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi mümkün görünmüyor du. Ama ilginç bir şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly, Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly, 
Metin Kaplan'ın iade edilmesi için Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek intihar edip etmediğine baktıklarını söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme süreci devam ederken bile polislerin sürekli 
kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar kimseyle konuşmadım. Ama bu olay yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya başladım. Kaplan'a yapılanlar dan sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin Kaplan davasını üstlendiğim için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor davası oldu. Bu davadan dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli telefon açarak 'Niye Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı dinliyorlardı. Şimdiye 
kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan Kaplan davası oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına cevap vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti. 

Müslümanların aleyhine birçok yasa çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii de namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor’ (26) 

Almanya Alman avukatın anlattığı gibi müslüman olanlara bu türden baskılar uyguluyordu. Diğer yandan Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade önemseyen Almanya, PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca eurosunu görmezden geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon ve Balyoz davalarının çürük olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth Jenkins'e 
destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki liberal Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın, darbeci zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak görüyorlardı herhalde! 

AYDIN DOĞAN’A ALMAN LİYAKAT ÖDÜLÜ 

Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm medya organları aracılığıyla Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a, Temmuz 2009'da Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Alman Axel Springer Grubu arasındaki ilişkiler de ilginç. Mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesiydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık 
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27) 

LEOPAR TANKLARI VE KUNDAKLANAN TÜRK AİLE 

Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya’daki Türk toplumu, zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı olarak kullanıyorlardı. Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki Türk toplumunu zaman zaman hem Almanya’nın hem de Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekilendirmek için kullandı. Ankara ise sadece tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve 
Türkiye çatışmalarında her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar tanklarının güneydoğu da PKK terör örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda diplomatik alanda tartışmalar devam edip giderken, Almanlar tankların satış sözleşmelerine göre kendilerinin istemediği yerlerde bu tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu. 
Türkiye ise parası verilip alınmış tankları ve silahları istediği her yerde kullanabileceğini iddia etmekteydi. 

Diplomatik alanda bu tartışmalar devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya sürmeye karar verdi. Bir ‘yerler’ tarafından organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde Almanya’yı protesto gösterileri yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen şehrinde Türklere ait Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi. Almanya ile 

Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman zaman AB-Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu v.s gibi her konuda çatışan iki devlet hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle bir örnek verecek olursak Bergama’da ki altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine ‘müttefik’ Almanya’nın işiydi. O madenin Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de sonra dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Almanya‘nın, Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar  dolarlık bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28) 

BİR AÇIKLAMAYA BİR KUNDAKLAMA 

Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanyayı kast ederek “Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla (Frederic Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar” dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini faaliyetlerinin kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok zaman 
geçmeden 3 Şubat 2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı ve 9 kişi yakılarak öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında Alman makamları tarafından doğru düzgün bir soruşturma yapılmadı, olay bir iki alkolik sokak serserisinin üzerine yıkıldı ve onlar da zaten kısa bir süre sonra salıverildiler. 2000’li yıllara kadar hep savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve 
özelliklede dışişleri bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı. 

Sınır komşularıyla olan birçok problem ortadan kaldırılırken Türkiye Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde büyük söz sahibi oldu. Bİr başka deyimle yönetilen-yönlendirilen konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarını da derinden etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck, 
Karlsruhe, Friedrichshafen, Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama eylemi ve dokuz masum vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir hükümetin de verdiği özgüvenle olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli makamlarını da katarak daha önceki yıllarda sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk ettiğini ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının arkasında olduğunu o ana kadar konuyla ilgili umursamaz hatta kibirli 
yaklaşan Alman politikacılara göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından AK parti kabinesinden bakanların ve sonrasında da bizatihi başbakanın olay yerine gelerek Alman makamlarına hesap sorar bir şekilde konuşması ve davranması Türkiye’nin bu konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını 
bir anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale soktu. Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. (29) 


Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık olduğunu belirtelim) “Asimilasyon bir insanlık suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona evet ama asimilasyona kesinlikle hayır” şeklinde konuşması, Alman siyasiler ve medya tarafından günlerce tartışıldı. Konuşma hep bir ağızdan “paralel toplum istemiyoruz” 
şeklinde karşılık bulmuştu. Başbakan Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf yine aynı söylemleri tekrarlaması ve Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve bu ülkede siyaset yapıp söz sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk başbakanının Almanya’nın iç işlerine karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi. Başbakanın verdiği mesajlar, sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Erdoğan’ın, 12 Nisan 2011 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine Türklere yönelik yaptığı miting de “Şunu açık açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz, kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir kültür var” demesi Avrupa Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü ülke üzerinden tüm Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir mesaj verilmişti. Senelerce Türkiye’yi ‘hasta adam’ sınıfına koyan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’ korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar. 
(30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranının Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha fazla bir orana erişmiş olması bu korkuyu daha da körüklüyordu. Bazı AB ülkelerinde ki Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir: 

ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon 

 HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin 

 İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin. 

 İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin. 

 AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin. 

 İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 70 bin. 

 Balkan ülkelerinde kalan birkaç milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Türklerin Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk beş milletten birisi olduğunu söylersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne yapmaktadır diye sorduğumuzda ise rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir hiçtir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 2


En Kanlı İki Gladyo 

İtalya’dan başlayan Gladyo temizliği Almanya’da henüz yapılamadı. Ergenekon süreci başladığında ve yeraltından gizli silahlar, çeşitli mekanlara saklanmış cephaneler bulunduğunda, ‘Dünya’da artık Gladyo’nun tarihte kaldığı, NATO’nun bu tip yapılanmalardan vazgeçtiği, bunların komplo olduğu’ savunması yapılmıştı. Ancak devam eden hukuk sürecinde toprak altı cephaneliklerin hiç de öyle eski zamanlardan kalma olmadığı ortaya çıkmıştı. Almanya’da ortaya çıkan durum ise, Gladyo’nun sadece Türkiye’de değil Avrupa’nın kalbinde bile hala var olduğunu ortaya koydu. Örgüt kendisini yok etmiyor, sadece şekil değiştiriyordu. Gladyo üzerine en ciddi çalışmayı yapan Danielle Ganser’in ‘NATO’nun Gizli 
Orduları’ adlı kitabında, ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın 28 Mart 1949’da genel stratejik konseptler isimli belgesinde Almanya’nın hem yeraltı hem de Secret Army Reserves (gizli ordu güçleri) Stay-Behinds Units (Cephe Arkası Güçleri) için mükemmel yetişmiş eleman potansiyeli olduğu belirtilmişti. Aynı kitapta 
Ganser, Türk Gladyosu için ise bütün yapılanmalar içinde en kanlı, tehlikeli ve halen çözülememiş olduğunu belirtiyordu. Alman Gladyosu’nun adı: BJD (Bund Deutscher Jugent- Alman Gençlik Birliği) idi. (14) Bu yapılar tasfiye edilmiş gibi görülse de tıpkı Türkiye’de olduğu gibi farklı biçimlerde kendilerini revize ederek varlıklarını sürdürüyorlardı. Kritik zamanlarda ortaya çıkarak derin yapılar adına cinayet-kundaklama-infial benzeri olayları kolaylıkla gerçekleştiriyorlardı. 

Yunanistan’ın mali krizini üstlenen ve zor günler geçiren Almanya’da oluşan istikrar sarsılması, BJD için oldukça uygun bir ortam olarak değerlendirilmişe benziyordu. Avrupa Parlamentosu 1990’da İtalya’daki gibi Gladyo benzeri  yapılanmaların ulusal meclislerce araştırılmasını ve hukuki sürecin işletilmesini istemişti. Ancak bu neredeyse hiçbir ülkede başarılamadı.Almanya’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde adı değişse de Gladyo olarak anılan bu yapılanmaların temelini Özel Harpçiler/Gayri Nizami Harpçiler oluşturuyordu. Bunlar genel olarak istihbarat ve askeri birimlerin güdümünde oluyor ve sivil güçlerle iç içe oluşturuluyordu. 

Türkiye’de ulusalcı reflekslerin uzun bir emek harcanarak harekete geçirildikten sonra, tam olarak ne yaptığının farkında bile olmayan bir çocuğa Rahip Santoro’nun kurşunlatılması neyse; Almanya’da dönerci cinayeti olarak adlandırılan olaylarda Türklere yapılan oydu. Türkiye’de ulusalcılık denilen refleksle bu yaptırılırken Almanya’da etnik reflekslerle gerçekleştiriliyordu. Fark sadece buydu. İki ülke arasındaki diğer benzerlik de bu yapıların yok edildiğine yönelik yaygın hale getirilen kanaatin tuzağına düşmeydi. Türkiye’de önce Susurluk sonrası şimdi Ergenekon sonrası bu kanaat pompalanıyordu. Ama Gladyo’nun kalbine girilmediği müddetçe, eski yapılar tasfiye edilirken, yerine hemen yenileri gelecekti. Türkiye’de Özel Harbe bağlı yapının toplamda beş bini yönetici yüz otuz bin kişiden oluştuğu belirtiliyordu. Ülkemizde Ergenekon bitirildi havası oluşturulurken, derin yapı Göktürk adlı yeni yapıyı kurmuştu. 

Ergenekon’un yeni adı Göktürk’tü. Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin devlet, yapısı içine artık muhafazakarları ve Kürtleri de alıyordu. Çerkezler yine işbaşındaydı! Dinle, azınlık ve etnik yapıyla barışık yeni sistem, Ergenekon tutuklularının bulunduğu Silivri’de oluşturulan terhis ve 
tahliye konusunda bir süredir hükümetle pazarlık yürütüyordu ve pazarlık gereği özel yetkili savcılar ve mahkemeler kaldırıldı. Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi onaylanan Milli Birlik Komitesi’ydi. 

Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Şu yüzden: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk defa kullanan milli devletimiz di. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen ardından kurulan Hun İmparatorluğu mirası üzerinde şekillenmişti. Çinlilerin Çin setti yapmasına sebep olan Hunlar da Türk töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak Türk töresini uygulamayan Kara Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engelleyemedi. Kara Han, kendi kılıcı ile kendini öldürerek ihanetine son verdi. Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘ Özümüzü Kesen Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır. 

Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve bağımsızlığın da bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim adamı 
Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söylemini de kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet yönetiminde temel öğe olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu belgelemiştir. Daha sonra ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve millet olma özelliği açık olarak biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; millet olma bilincini ana ilke olarak almışlardır. 

Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım”"Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda gökyüzü 
çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir.

 Ey Türk milleti kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a ait Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır. 

Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina (Asena) boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu Türkler, tarihte Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan korunmak için başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi. Bulundukları noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca ünlü Sovyet tarihçisi Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu demirci Açinalar; Asya’nın teknolojik üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok değerli savaş aletleri yapıyorlardı. 

Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçili ği yapmalarının nedenleri vardı. 

Emevilerin Arap milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türkler de Türk milliyetçiliği yapmışlar ve İslam’a geç girmişlerdi. Ömer Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi meşhurdur. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin 
ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları İslam’ın altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde, müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı öğretecek kıvama geldiler. 

Kürşad Ve 39 Yiğidi 

Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk milliyetçilerini kullanmayı hedefliyordu. Kullandıkları her sembol, her örgütlenme biçimi Göktürk devletini model olarak aldıklarını gösteriyordu. Mesela, Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan 
Kürşat ve 39 yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin 40 kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yeğenleri İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan medeniyeti kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip Göktürkler, çoğu Budist, Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken dönem Türk kültürü Şamanist 
nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük şehirlerimizde bugün bile var olan babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir. 

Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay Tanrı temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu ruhlar bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır. Şaman 
toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü etkisini yok etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları kovmak ve iyi ruhları memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim yaratırlar. Sonunda insan ile doğa ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler. 

İlk kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidir. İkinci kırılma, Müslüman Arap ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır. Göktürk, müslüman değildi, Türk derin devleti bu nedenle Göktürk’ü seviyorlardı. 

Diğer yandan Türkler gibi Almanlar da benzer biçimde aşırı milliyetçilik tuzağına düştü. Neo-Nazilerin tamamen bitirildiği düşünülürken, ülkedeki bütün istihbarat ve askeri yapılanma ABD-İngiltere ve NATO tarafından sil baştan kuruldu. Irkçı akım istenildiği an istenildiği biçimde yükseltilebilir ve Almanya’nın üzerine çökmek için kullanılabilirdi. Türkiye, Ergenekon davasıyla konuyu hiç olmazsa “hukuki” çerçeveye çekerek önemli bir adım attı. Almanya, henüz bu noktadan oldukça uzaktaydı. Alman yargısı bu adımı atamadı. Türkiye ise Ergenekon davasının ötesine geçerek, Gladyo benzeri yapılanmaların temelini/yaşam 
alanlarını yok edecek Anayasa sürecini tamamlamalıydı. Aksi takdirde kendisini yeraltında ve örtülü biçimde revize edecek Türk Gladyosu, ilk uygun konjonktürde daha çetrefilli ve mücadele edilmesi zor yöntemlerle geri dönecekti. Almanya'daki 8 Türk'ün öldürülmesi Neo-nazilerin basit bir ırkçılık cinayeti değildi. Soğuk savaş sonrası bitmeyen ve kendini revize ederek hayatta kalan Derin Gladyo'nun işiydi. 

Diğer yandan AK Parti hükümeti, 12 Haziran 2011 seçimindeki zaferin ardından hızla ANAP’laşmaya başlıyordu. Ergenekon ve Balyoz davaları savsaklanıyor ve süratle ‘Yeşil’leşen ve form değiştiren Ergenekon’un uzlaşma girişimlerine kayıtsız kalınamıyordu. Turgut Özal dönemi hastalığı olan kısa zamanda anormal zenginleşmek, hak etmediği halde yüksek görevlere gelmek, ihale takipçiliği, adam kayırmacılık ve Lale devrini anımsatan sefahat yaşamı zirveye çıkı yordu. Bu durum ise halen beş bin operasyonel elemanı sahada olan, beş binde elit yöneticisi masa başında olan Ergenekon’un işine geliyordu. 
Gücünü illegal olandan alan Ergenekon bu siyasi yozlaşmayı bir avantaj olarak görüyor bir yandan iktidar partisiyle uzlaşma ama asıl olarak en küçük bir fırsatta Türkiye’yi tekrar arka plandan yönetme fırsatını arıyordu. 

Ergenekon temizlenmiş veya çökmüş değil. Ergenekon’da temizlenenler, içeriye tıkılanlar sadece derin örgütün, kripto yapının bazı orta boy icracılarıdır; operasyonel elemanlarıdır. Ama bu derin, sinsi yapının beyni hala ayaktadır. Stratejistlerinden, teorisyenlerinden, ‘esas oğlanlarından’ kimse tutuklanıp içeriye tıkılamamıştır. Masanın etrafında olduğundan şüphelenilen bazıları yurt dışına kaçmış ise de, asıl masanın başını tutanlar hala ülkededir; taktik hareketlere devam etmektedirler. Ancak stratejilerinde bir kısım temel 
değişiklikler olmuştur. Bundan sonra daha uzun soluklu planlarla, daha sinsi, örtülü, sureti haktan görünen, daha sofistike taktik ve stratejilerle ilerleyeceklerdir. Bu yapıya hükmeden yönetici ekip, artık Türkiye’de 
pek çok dengenin değiştiğinin, Kemalist formlarla, katı laik yönetim paradigmalarıyla oyun kuramayacaklarının, alan kazanamayacaklarının farkındadırlar. 

Artık derin yapıların temel taktiklerinde, stratejilerinde, jargonlarında büyük değişiklikler olmuştur. Bundan sonra cepheden değil, yandan vurma, dışarıdan değil, içeriden çökertme, uzlaşır gibi görünüp ilk fırsatta kullanılacak mevziler kazanma, dostlarla vuruşturarak enerjisini tüketme, bol nifak üreterek iç 
dengelerle oynama, ahlaki, mali zaafları kullanarak teslim alma gibi yeni taktikler denenecek ve uygulanacaktır. Bütün bunlar gayet muhafazakar, hatta dindar tavırlar içine girilerek yapılacaktır. Ergenekon’un icracıları ve uygulayıcı ları farklı isimlerdir. Ergenekon’un ve derin yapının beyni, özellikle taktikler geliştiren, Ergenekoncu askerlere emirler veren sivil beyinleri neredeyse tam kadro dışarıdalar. Şu anda onlar yeni Türkiye’ye, mevcut şarlara uyum sağlamakla meşguller. Kabuk değiştiriyorlar. Yeni dönemde hangi zarfın ve kabuğun uygun olacağı, hangi renklerin makbul olacağı noktasında fikir 
jimnastikleri yapıyorlar. Yeni stratejilerini daha kurmadılar ve devreye sokmadılar. “Kara Kuvvetler” sanılan birkaç yüz kişiyi Silivri’de toplamak aldatıcı olabilir. Esas oyuncu ise “Beyaz Kuvvetler” denilen başka bir kesim, gerekmedik çe silah kullanmayan, daha çok toplum içinde etkin olan ve toplumu, toplumsal 
kesimleri manipüle eden kesim. Bunlar toplumda meslek sahibi, etkin, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler; yani gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı, avukat… Ergenekon denilen yapının sadece bir kısmı içeriye alındı. Bu tür yapıların 
en tepesinde olan ve Ergenekon’a da hükmeden gayrı milli, kriptolar kontrolündeki derin yapı ise hepten duruyor. 

 Avrupa’da artan ırkçılığın yeniden merkezi olan Almanya derin devleti Kılıç, 2000’li yıllarla birlikte yabancı düşmanlığıyla oynamaya başladı. Çok kültürlülüğe inanmıyor. NATO ülkelerinde kurulmuş Gladyo’ların hemen hepsi dağıtıldığı halde Almanya’nın Ergenekon’u olan Kılıç’a nedense kimse dokunamadı. Son Gladyo olarak kalan Kılıç, Ergenekon’dan daha derindir. İş dünyası, istihbarat, bürokrasi, medya ve yargı ayakları vardır. Türk Ergenekon’u ile ilişkileri, Kılıç’ı ortaya çıkardı. Hatta Türk bir numaranın Alman kökenli olduğu sanılıyor. 

Asıl Soru şu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve GSG9 acaba Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor? Daha doğrusu yer alıyor mu? 

İkinci Temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin bazı amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu? 

Üçüncü Soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı ve tasfiye edildiği halde neden Alman derin devleti Kılıç’a kimse dokunamıyor? 

Dördüncü Soru. Alman derin devleti Kılıç, Gezi parkı olaylarını neden organize etti ve neden ülkemize, halkımıza kılıç çekti? 

Alman Vakıf ve Dernekleri ve derin devleti Kılıç, Gezi Parkı bahanesiyle Türkiye’de gerçekleşen kalkınma hareketlerini sabote etmeye çalıştı. Alman derin devletinin en önemli öğesi Kılıç, Gezi’de Türkiye’ye kılıç çekti ve baronların meydan savaşı başladı. Avrupa’da ekonomik olarak ayakta durabilen 
ve Türkiye’yi kendine rakip olarak gören sadece Almanya kaldı. Amerika ve İngiltere de Almanya ile birlikte. Belki de Amerika’nın sözcülüğünü Almanya yapıyor. Almanya ekolünü biz Bergama’dan da tanıyoruz. Almanya’nın bu kadar sert tepki göstermesinin birkaç sebebi var. Hatta Alman Dernekleri tarafından Gezi Parkı eylemcileri ekonomik olarak da desteklendi. 

Aynı şekilde Bergama’da da bu olayların benzeri görüldü. Altın çıkarma konusunda yine Alman Vakıfları ve Dernekleri gelip çevre örgütü adı altında örgütleniyorlar. İstedikleri şey ise ‘Altını siz çıkarmayın, biz çıkaralım, biz kazanalım. Türkiye kendi ayakları üzerinde durmasın’. 3. Havaalanı ve 3. 
köprünün yapılması, İstanbul Kanal Projesi’nin yapılması ve son olarak kamu da kıyafet serbestliği bu olayların büyümesinde ve uluslararası boyut kazanmasında asıl sebeplerdir. 

Artık tüm yorumlar içerdeki embedded (iliştirilmiş) gazetecilerin, bu darbe girişimini planladığı yönünde yoğunlaşıyor. Bu durum Türkiye koşullarında çok doğal. Çünkü Türkiye’de basının yüzde 65’i Alman sermayesidir. Olayları yönlendirenler de büyük oranda bu sermayedir. 200 yıldır siyasete gerek 
direk gerek dolaylı olarak müdahalede bulunan istenen kişinin atanmasını istenmeyen kişinin azledilmesini sağlayan bir güç söz konusu. Dolayısıyla Gezi olaylarını en başından beri kışkırtarak veren ve olayların büyümesinden en etkin rol oynayan Aydın Doğan ve medyası, bu kez de ismi açıklanmayan ekonomi 
uzmanlarını devreye soktu. Tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi... 2011’den sonra Erdoğan Havuz medyası kurup Ergenekoncuları ve Balyozcuları Silivri’den çıkartıp Alman Gladyo’sunun yeni adı Türk Göktürk’ü ile işbirliği yaptı. Ortadoğu’da büyük bir enerji savaşı yaşanıyordu. 

Avrupa'nın enerji güvenliğini Rusya'dan kurtarmak için içinde İsrail, Katar, Suriye, Britanya, silah ve petrol endüstrisi bir Almanya ve ABD oyunu devreye sokulmuştu. Katar, Gazze, Irak, Suriye ve Kıbrıs'ta bulunan yeni gaz yatakları Kuzey Suriye'den geçecek boru hattı ile AB'ye taşınacaktı. Bütün meseleleri 
budur. Gezi’de talep ettiği tavizleri alan Derin devlet, AKP’yi ele geçirmişti, artık yeni bir Gezi protestosuna ihtiyaçları kalmamıştı. Solcu gruplar Gezi’de kullanıldıklarını ancak 2015’de fark etti. 

27 Eylül'de, Alberta Üniversitesinin düzenlediği "Bitmemiş Arap Baharı Davası" uluslararası konferansında Edmonton'da "IŞİD ve Gençleri Aldatma Taktikleri ve Stratejileri" başlıklı sunumumla ilgili panelde konuşmacı olarak katıldım. 4 yıllık akademik araştırmalarımın sonuçlarını açıkladım. Yyaınlanan iki kitabımda ise, bunları daha geniş biçimde belgeleriyle 300 kaynak kullanarak anlattım. 
Akademisyenlere "IŞİD'in Sosyolojisi- İhanet Çemberi" ve düz okuyucu için "Global Süfyanın Mehdi Ordusu" başlıklı kitaplarımla kamuoyunu bilgilendirme görevimi yapmaya çalıştım... 

Mantıksızlık olurdu ama bu kadar ihanet olmazdı. Erdoğan ve AKP'nin Vehhabi lere satılması enerji projesindendir. Kanada’da Kitchener’da Hollandalı komşuma IŞİD, Nusra ve AŞİH'i Erdoğan'ın neden desteklediğini bir gece uzun uzun anlattım. "Erdoğan rejmi de tıpkı IŞİD gibi kullanılıp bir paçavra gibi atılacak kuklalar" dedim. Zayıf Kürdistan'ı kurup petrol ve gaz işletim hakkı ve boru hattının iletim kontrolnde imtiyazlar alacaklar. Hollandalı komşuma kitaplarımda detaylı incelediğim konunun özetini anlattım. "Hitler'in ayrımcı, kinci ve nefret diline bizler engel olamadık, 50 milyon insan öldü, umarım Türkler bunu başarır, çünkü dünyanın kaderi sizin elinizde" dedi. 

"PKK'nın Oslo'da başkanlık yolu için tek muhatap yapılması planı nasıl çöktüyse, Hitler'e dönen Erdoğan'ı da halkımız çöpe atmayı bilecektir" dedim. Hollandalı komşuma Osmanlı tarihinden Yavuz ve İdrisi Bitlisi'yi de anlattım: Kürtler ve Türkleri kimse ayıramaz, en Büyük Süfyan bile! Eğer TSK devreye girerse, 
Suriye'de 2017'de çıkacak 3. Dünya savaşı öncesi, Kürdistan ve petrol, gaz boru hattı mücadelesi değişebilir. "Enerji eksenli vahim global plana ortak olan Erdoğan'ı 1 Kasım'da siyasi mevta yapacak ve yargılatacak süreç başlarsa, dünya savaşı çıkmaması için bir ihtimal daha var" dedim. 

Hollandalı komşum, "2017'de ABD'de Cumhuriyetçiler iktidara gelene kadar IŞİD temizlenmeyecekse, daha çok insan mağdur olur demek ki!" dedi. Erdoğan'ın halen İslam dünyası lideri olduğunu sananlara şaşıyorum. El Kaida bağlantılı Tahşiyecileri bile savunan bir dengesizlik sergiliyor. IŞİD ile tüm dünyada 
İslamfobiyi yayıp Batı'da Sünni Müslümanlığın yayılmasını engelleme de ayrı bir kuş Global Zındıka Komitesi için. IŞİD ve selefi militanların temizleneceği aşikar. Enerji hattı için halkı temizletip demografiyi değiştirdiler, petrolü hiç IŞİD’e ve Erdoğan’a yar ederler mi? 

Hollandalı komşuma Erdoğan'ın bir Hitlere, AKP'nin bir Nazi partisine neden döndüğünü yolsuzluk ve medya düzeni ile anlatınca şaşakaldı. Global kumpas cılar yerli işbirlikçilerle herşeyi hesap etmişler, ancak Hizmet cemaatının bu kadar direnişli çıkacağını öngörememişler. Erdoğan'ın ulusal güvenlik sorunu 
haline geldiğini anlamak için gazeteci veya akademisyen olmanıza gerek yok, bunu yaşayarak öğrendiniz. 

Erdoğan ve AKP'nin Usame Bin Ladin’i ‘Mehdi’nin Komutanı’, El Kaideyi ‘Mehdi’nin askerleri’ olarak sunan Tahşiyecileri savunması resmen teröristliktir, teröre destek vermektir. Tahşiyeciler’i masum, Fethullah Gülen’i ise kumpasçı "terör örgütü lideri" olarak takdim eden bu saçma sapan iddianame sunulmuş ve kabul edilmişti. Hukukun kalmadığını gösteren gelişmeler 2010’dam beri olağan hale gelmişti. Alman Gladyosu ülkemizden ne istiyordu? 

Global kumpascılar global enerji projesini yapmadan önce ülkemizin kahraman polis, savcı, hakim ve gazetecilerini Erdoğan ile susturuyorlardı. Erdoğan, PKK ve Suriye konusunda Hizmet cemaatının uyarılarını dinlemedi, ayrışma kaçınılmazdı, böyle ihanetlere göz yummak ihanettir. Kürtler ile Türkleri 
keskin biçimde birbirinden ayırmadan Ortadoğu petrol, gaz, su rezervlerine konamayacağını anlamıştı global kumpascılar. "Selefi terör gruplarına destek vererek Kürdistana engel oluyoruz" diye milletimizi uyutan Erdoğan, barış süreciyle 2.5 yıldır PKK'yı güçlendiriyordu. Ülkemizin güvenlik sistemini 
Erdoğan’a sıfırlattılar. Erdoğan'ın boğazına kadar battığı Suriye bataklığında Kürt sorununu büyütmesi, global proje eline teslim etmesi af edilecek bir ihanet değildir. 

Rusya, İran ve Çin, Suriye'de Esad rejmini savunduğu için Erdoğan'ın devirme takıntısı anlamsızdı. Zaten Batılılar da devirmek istemedi. Suriye'de 12 milyon insanın dramı, 37 bin kadına tecavüz, 250 bin ölü, 200 bin yaralıda eline kan bulaşan Erdoğan, birde bunun üstüne silah ve militan ticareti ile Karun kadar servet edindi. Erdoğan'ın selefi terörü için Katar ve Suudilerden aldığı hibeler AKP'nin kapatılması için yeterli gerekçedir. Ergenekon bu zafiyetleri ve girdapta boğulan AKP fırsatını kaçırmadı. Cemaat ve tarikatleri, sivil toplumu, özgür medyayı, temiz Müslümanları yok edecek zındıka planını 28 Şubat sürecinden 10 kat daha ağır biçimde AKP’ye uygulatıyordu. 

Erdoğan ve Fidan, MİT ile selefi terörü ihraç ederek ülkemizin itibarını dünyada beş paralık etti. Silah satışlarından ve selefilere militan toplanmasından ciddi rantlar sağladılar. Bu kara para ile herkesi satın alıp bir diktatörlük kurmaya yeltendiler. Oysa Selefi terör örgütleri militanlarının üçte biri Irak ve Suriye’de 10 hapishaneden toplandı, üçte biri eski Baas ordusu mensubudur, üçte biri 80 ülkeden uluslararası selefi network ile geldi. 20 bin kişi AKP yardımıyla sınırımızdan geçti, bunları tesbit edememek diye bir şey olamaz. 

Erdoğan Suriye'de avcunu yalayacak, başarısızlığa mahkum bir selefi terörünü kurgulayanların oyuncağı oldu, istikbali için herkesi sattı. İsrail, Suriye'deki kaostan en fazla yararlanan devlet. Bölgede tehdit olacak bir ülke kalmadı, bölgenin enerji ve su kaynaklarını da sömürecekler. Suudiler Vehhabi rejimlerine tehdit olan İhvanı Müslim'i çok güvendikleri Erdoğan'a infaz ettirdiler. İsrail ile 
Sisi'yi desteklediler. Ülkemizde ise İslam dinini dünyaya yüz akı ile sunan Hizmet hareketini yok etmeye çalışıyorlar. 

Bu arada 12 milyon Suriyeli mülteciden soruna sebep olan Katar, Suudiler, Kuveyt ve Bahreyn bir kişi bile almadı. Petrol krallıklarını koruyorlar. Suudiler petrol fiyatlarını yüzde 30 indirdi, Rusya'nın zayıflamasını bekliyorlar ve böylece çıkacak bir savaşta Esad'a destek olacak mecali kalmasın istiyorlar. 

Almanya, Yunanistan'ı resmen satın aldı, Kıbrıs'tan Ruslar kaçtı, zira bu boru hattında Almanya AB içinde dağıtım ve finans sorumlusudur. Müslümanı müslümana kırdırma taktiği izleyenlere destek veren Erdoğan, Katar ve Suudilerin iki dünyada da yatacak yeri yoktur. 

Zulüm Büyüktür. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***