Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2019 Cumartesi

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 1

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 1 



EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ: GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER., 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / Dr. Nermin YAZICI** 
* Gazi Üniversitesi / 
** Başkent Üniversitesi 

Özet: 

Ortak bir ana dilden türemiş olan Türk dilleri, bugün Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanus’una, Kuzey Buz Denizi’nden Basra Körfezi’ne kadar uzanan 
geniş bir alanda, birinci dil ve azınlık dili olarak konuşulur. Türk dilleri arasındaki karşılıklı anlaşılırlık değişiklik göstermektedir. Türk dilleri geçen yüzyılda büyük 
değişimler geçirmiştir. Geniş geçerlilik alanına sahip eski yazı dilleri yerlerini küçük, yeni yazı dillerine bırakmıştır. Türk dünyasının tamamında alfabe değişiklikleri yaşanmıştır. Türk dünyasında siyasi gelişmeler sonucunda kopan bağ geçen yüzyılın son on yılında yeniden kurulabilmiştir. Yeni dönem öncesinde Türkiye’de bütün bu dillerin tek bir dil mi yoksa ayrı ayrı diller mi olduğu yönünde sert siyasi tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Latin harfleri temelinde ortak bir alfabe geliştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 

Ancak Türkiye’nin yükselen ekonomisi, uluslararası ilişkilerdeki rolü, Türk dizileri, turizm gibi nedenlerle Türkiye Türkçesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. 
Türk dünyasının önemli bir kısmında ortak iletişim aracına dönüşmektedir. Türkçe konuşur sayısı, konuşulduğu alan, yerine getirdiği işlevler bakımından en 
güçlü dönemini yaşamaktadır. Buna karşılık, bilimsel bir temele dayanmayan dil tartışmalarında Türkçenin kirlendiği, yozlaştığı, bozulduğu, hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görüşleri dile getirilmektedir. Makalede mevcut durum bu hususlara atıfla incelenmektedir. 

Dr. Nurettin DEMİR / Dr. Nermin YAZICI 

Günümüz Türk Dili Dünyası 

Günümüzde Türk dünyası denince akla öncelikle dünyanın Türk dili konuşulan bölgeleri gelir. 

Dil dışında Türk dünyasını birbirine bağlayan ortak bir öge bulmak güçtür (Türk dünyasının birleştiği ve ayrıldığı yönler için bk. Johanson 2001). Türk dili, yirmisi yazılı olmak üzere büyüklü küçüklü, kendi aralarında karşılıklı anlaşılırlığın hiç yoktan ileri dereceye kadar değişebildiği, tamamı aynı ortak kökene götürülebilen bir diller veya varyantlar topluluğundan oluşur. Anadilden ilk ayrılan kollardan biri olduğu düşünülen Çuvaşçanın bir Türk dili olup olmadığı konusunda bir ara tereddütler yaşanmış, ancak yapılan çalışmalar onun da tam anlamıyla bir Türk dili olduğunu göstermiştir. Bir terim olarak Türkçe, 
geniş anlamıyla Türkçe kökenli dil ve varyantların tamamını göstermek için, dar anlamıyla da Türkiye’de konuşulan dilin adı olarak kullanılır. 

Türkçe kaynaklarda Türk dünyası terimi genel olarak bakıldığında daha fazla değerin paylaşıldığı Müslüman Türk soylular için kullanılır. Ama Türk soylular 
sadece İslamiyet’e mensup değildir. İslamiyet’in dışında, Hristiyan, Yahudi, Budist, Lamaist olanlar da vardır. 

Türk dili ailesine mensup dillerin daha eski bir dönemde Moğolca, Mançu-Tunguzca hatta Korece ve Japoncayla birlikte Altayca denilen bir dil ailesine gittiği görüşü vardır; Altaycanın da içinde bulunduğu daha büyük dil aileleri tasarlayanlar da olmuştur. Ancak elimizdeki dil verileri, Altay dilleri sayılanların bile akraba olup olmadığı tartışmalarını kesin olarak sonuçlandırmaktan uzaktır (tartışmaların son durumu için bk. Johanson 2010). Türkçenin Kızılderili dilleri veya başka dillerle ortak yönleri olduğunu ileri süren görüşler de en azından mevcut haliyle bilimsel olarak savunulabilir durumda değildir. 

Türkçe, 

    Altay dillerinin en çok ve en eski yazılı kaynaklara ve bütün olarak bakınca en kalabalık konuşura sahip, en geniş alana yayılmış, ayrıca en iyi araştırılmış 
koludur. Yayıldığı bu geniş alanın büyük bir kısmında Çince, Rusça, Farsça gibi yapı bakımından kendisinden çok farklı dillerin üst dil olarak kullanıldığı bölgelerde konuşulmuştur ve konuşulmaktadır. Türkçenin bütün kolları, yayılmış olduğu geniş coğrafyada karşı karşıya geldiği dillerin değişik seviyede izlerini taşıdığı gibi ilişki dilleri de Türkçenin izini taşır. Bu karşılaşma sonucu sadece kelimeler alınmamış, dillerin yapıları da değişmiştir. Dil ilişkisine bağlı değişmeler son yıllarda Türkolojide en gözde araştırma alanlarından biri durumundadır. Türkoloji çalışmalarının ulaştığı seviye, başka dillerdeki benzer süreçlerin araştırılmasında da kullanılabilecek teorik bir çerçeve de sunmaktadır (bk. Johanson 2007a). 

Türk dil ve lehçelerinin 24’si yazı dilidir: Altayca, Azerbaycan Türkçesi, Başkurtça, Çuvaşça, Dolganca, Gagavuzca, Hakasça, Karaçayca-Balkarca, Karakalpakça, Karayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Tatarcası, Kumukça, Türkiye Türkçe,Türkmence, Nogayca, Tatarca, Özbekçe, Şorca, Tuvaca, Tofaca (Karagasça), Yakutça, Yeni Uygurca. Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi konuşur sayısı çok az olduğu için bunların bazıları, örnek olarak Tofacayı, Karaycayı dilin bütün işlevlerini yerine getiren yazı dilleri saymak gerekir. Bunların çok çeşitli yerel varyantları yanında Çin’in Kansu Eyaletinde konuşulan Sarı Uygurca, Hsün-ha Özerk Bölgesi’nde konuşulan Salarca, Batı Sibirya’da konuşulan Çulım Tatarcası ve Orta İran’daki Halaçça gibi yazı dili olmayan ama Türk dili tarihi açısından büyük öneme sahip, bir yazı dilinin ağzı sayılamayacak Türk dilleri de vardır. 

Türkçenin Konuşulduğu Alan 

Türk dilleri bugün kuzeydoğuda Sahalin Adası’ndan ve güneydoğuda Çin Seddi’nden, batıda Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türk dilli göçmenleri de hesaba katarsak Atlas Okyanusu’na, Kuzey Buz Denizi kıyılarından Basra Körfez’ine kadar uzanan çok geniş bir alanda konuşulmaktadır. Bu geniş coğrafyada batıda TürkiyeTürkçesi ve Azerbaycan Türkçesi, Batı Türkistan’da Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Karakalpakça, Doğu Türkistan’da ise Uygurca kalabalık konuşura sahip Türk dillerini oluşturur. Bunlardan başka Volga bölgesinde Tatarca ve Başkurtça, bunların doğusunda, Altay Dağları’nın kuzeyinde Güney Sibirya Türk dilleri ve Türk dünyasının kuzeydoğu kanadını oluşturan Kuzey Sibirya’da ise Yakutça ve Dolganca konuşulur. Daha batıda Çuvaşça, Nogayca, Kumukça gibi diller konuşulur ve yazılır. Ayrıca Çin, Afganistan, İran, Irak, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Romanya’daki büyüklü küçüklü bölgeler veya dil adaları vardır (daha fazla bilgi için bk. Johanson 2006, 2007a). 

Geniş Türk dünyası Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve en azından Türkiye açısından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 
olmak üzere, yedi bağımsız ülkeyi kapsar. Bunun yanında Rusya, İran ve Çin’de kalabalık Türk dilli gruplara rastlanır. Bunlardan başka Moğolistan, Polonya, Ukrayna, Moldova, Irak, Almanya, Fransa, Belçika gibi daha pek çok ülkede Türk dilli gruplar vardır. Türkçenin farklı kolları alfabetik sırayla verecek olursak Afganistan, Avustralya, Azerbaycan, Batı Avrupa Ülkeleri, Bulgaristan, Çin, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızistan, Litvanya, Makedonya, Moldova, Moğolistan, Polonya, Romanya, Rusya, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan, Yugoslavya, Yunanistan gibi pek çok ülkede anadili olarak konuşulmaktadır. Son yıllarda Türkçeye karşı yabancı dil veya ikinci dil olarak da artan bir ilgi gözlenmekte, Türkiye’de ve Türkiye dışında pek çok kurum ve kuruluş bu ilgiyi karşılamaya çalışmaktadır. Türkçenin azınlık dili olarak konuşulduğu bölgelerde bile, Türk olmayanların Türkçeye ilgilerini gösteren araştırmalar da vardır. Örnek olarak Almancada yaygınlaşan döner, lan, dolmuş gibi Türkçe kökenli bazı kelimelerin yaygınlaşması genel bilgi durumundadır. Bunun yanında Türk olmayanların Türkçelerini araştıran dikkat çekici çalışmalar yapılmıştır 

( Örnek olarak Hamburg’daki Türk olmayanların Türkçeleri hakkında bk. Dirim – Auer 2004). 

Konuşur Sayısı, 

Türkçeyi ana dili olarak konuşanların sayısı hakkında, Türkçenin konuşulduğu bölgelere ait güncel ve güvenilir veriler olmadığı için kesin bir şey söylemek güçtür. 

Kaynaklardaki rakamlar 220 milyona kadar çıkabilmektedir (Akalın 2009: 202). Ancak hesaplamalar spekülatiftir. Türkçenin UNESCO verilerine göre dünyanın 
konuşur sayısı bakımında beşinci büyük dili olduğu şeklinde popüler dilcilikte yaygın iddialar da ileri sürülmektedir. Ancak bu bilginin nasıl ortaya çıktığı konusunda güvenilir bir veriye ulaşılamamıştır. Hesaplama yapılırken başka dilleri bölüp Türk dillerinin tamamını bir bütün olarak alma gibi bir yol izlenerek bu sonuca varıldığı tahmin edilmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 2


2002 yılında Ergon Yayınevi tarafından basılan kitapta Dressler, ciddi araştırmaların Türk vatandaşlarının % 20 sinin Alevi kökenli olduğunu, Alevilerin ise en az üçte ikisinin Türkçe, geri kalanının Kürtçe konuştuğunu ortaya koyduğunu aktarmaktadır (2002: 10). “ Kızılbaş Geleneğinin Oluşumu ”, “ Kızılbaşlıktan Aleviliğe ”, “ Modern Türkiye’nin Dinî-Politik 
Söylemi ve Aleviler ” ile “20. Yüzyılda Kızılbaşlık” şeklinde dört ana başlık halinde yapılmış olan araştırma Kemalizm’in din algısının Alevilere hem Kemalist kimliklerini korumayı, hem de dinî geleneklerini yerine getirmeyi kolaylaştırdığını vurgulamaktadır. 03-05 Aralık 2003 tarihinde Almanya’nın Heidelberg şehrinde gerçekleştirilen “Göç ve Ritüel Aktarımı: İslam 
Dünyası ile Batı Diasporası Arasında Dinî Azınlıklar” adını taşıyan sempozyumun bildirilerini içeren bir diğer kitap ise “Migration und Ritualtransfer: Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier Zwischen Vorderem Orient und Westeuropa” adını taşımaktadır. Kitabın Türkçe adı “Göç ve Ritüel Aktarımı: Yakın Doğu ve Batı Avrupa Arasındaki Aleviler, Yezidiler ve Nusayrilerde Dinî Uygulamalar” şeklindedir. Söz konusu 
sempozyumun ana konusunun “Köy, şehir ve göç bağlamında Aleviler, Yezidiler ve Nusayrilerde ritüel aktarımı” olduğu ifade edilen 341 sayfalık kitap 2005 yılında yayımlanmıştır ve aşağıdaki 14 farklı araştırmadan oluşmaktadır: - Ritualtransfer (Ritüel Aktarımı). Yazarlar: Robert Langer, Dorothea Lüd- deckens, Kerstin Radde, Jan A.M. Snoek 

- Religious Minorities in the Middle East and Transformation of Rituals in the Context of Migration (Ortadoğu’da Dinî Azınlıklar ve Göç Bağlamında Ritüel Aktarımı). 
Yazar: Philip G. Kreyenbroek. - Ritual Transfer and the Reformulation of Belief Amongst the Turkish Alevi Community (Ritüel Aktarımı ve Türk Alevi Topluluğu Arasındaki İnanç Sisteminin Yeniden Formüle Edilmesi). 
Yazarlar: David Shankland, Atila Çetin. - Alevitische Kongregationsrituale: Transfer und Re-Invention im transnati- onalen Kontext (Alevi Cemaat   Ritüelleri: Uluslararası Bağlamda Aktarım ve Yeniden Buluş). 
Yazarlar: Raoul Motika, Robert Langer. - Ayin-i Cem- das alevitische Kongregationsritual: Idealtypische Beschrei- bung des Ibadet ve Öğreti Cemi (Cem Ayini – Alevi Cemaat Ritüeli: İbadet ve Cem Öğretisinin Örnek 
Tanımlaması). 
Yazar: Janina Karolewski. - Das alevitische Dede-Amt (Alevi Dedelik 
Makamı). 
Yazar: Hüseyin Ağu- içenpoğlu. - Alevilik als Lied und Liebesgespräch: Der Dorfweise Melûli Baba (1892- 1989) (Bir Türkü ve Sevgi Konuşması Olarak Alevilik: Köy Piri Melûli Baba (1892- 1989). 
Yazar: Hans-Lukas Kieser. - Transformationsprozesse des alevitischen Cem: Die Öffentlichkeit ritueller Praktiken und Ritualhandbücher (Alevi 
Cem’inin Dönüşüm Süreçleri: Ritüel Uy- gulamaların ve Ritüel El Kitaplarının Açıklığı). 
Yazar: Refika Sarıönder. - Zur Funktionalität des Cem-Rituals als Instrument alevitischer Identitätsstiftung in der Cem Dergisi (Cem Dergisinde Aleviliğin Kimlik Aracı Olarak Cem-Ritüelinin İşlevine Dair). Yazarlar: Ina Paul, Johannes Zimmermann. - Cem in Deutschland: 
Transformationen eines Rituals im Kontext der alevitischen Bewegung (Almanya’da Cem: Alevi Hareketi Bağlamında Bir Ritüelin Dönüşümü). Yazar: Marin Sökefeld. - Erfundene Feste, falsche Rituale? Die Gedenkfeier von Hacıbektaş (Uydurulmuş Şenlikler, Yanlış Ritüeller? Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri). 
Yazar: Beatrice Hendrich. - Friedhöfe als Quellen für Fragen des Kulturwandels: Grabkultur von Yeziden und Aleviten in Deutschland mit 
Seitenblick auf die Türkei (Kültür Değişiminin Sorularına Kaynak Olarak Mezarlıklar: Türkiye’ye Yan Bakışla Almanya’daki Yezidi ve Alevilerin Defin Kültürü). 
Yazar: Rüdiger Benninghaus. - Zwischen Taufe und Beschneidung: Rituale im Yezidentum in der Heimat und im Exil (Vaftiz ve Sünnet Olmak Arasında: Anavatanda ve Sürgünde Yezidilik Ritüelleri). 
Yazar: Se-bastian Maisel. - Die Nusayrier und ihre Rituale. (Nusayriler ve Ritüelleri). 
Yazar: Werner Arnold. Türk Aleviliğinin tarihî sürecini ele alan “Türkische Aleviten: Vom Osma- nischen Reich bis zur Heutigen Türkei“ adlı araştırma Burak Gümüş’ün 2001 yılında Konstanz Üniversitesinde hazırladığı yüksek lisans tezinin kitaplaştırılmış halidir ve 262 sayfadan oluşmaktadır. 

“Osmanlı İmparatorluğundan Günümüz Türkiye’si ne Türk Alevileri” başlığını taşıyan araştırmada, Alevilerin Osmanlı’dan günümüze kadar olan tarihî ele alınmıştır. İlgili araştırma “Osmanlı Döneminde Aleviler”, “Tek Parti Döneminde Aleviler” ve “1946 Yılı Sonrası Aleviler” olmak üzere üç ana başlıkta düzenlenmiştir. Gümüş, ilgili kitapta Osmanlıdan günümüze 700 yıllık süreçte Türk Aleviliğinin doğuşunun, gelişiminin, yaşadığı baskıların, yok edilme uğraşlarının, başkaldırıların vb. yansıtıldığını belirtmektedir. 
Günümüzdeki Aleviliği konu edinen “Türkische Aleviten Heute” başlıklı çalışma ise John Shindeldecker tarafından 2001 yılında kaleme alınmıştır. Türkçe çevirisi “Günümüzdeki Türk Alevileri” olan kitap, on iki bölümden oluşmaktadır. Birçok ansiklopedide Türkiye’nin % 99’unun Sünnilerden oluştuğunun belirtildi- ğine, Alevilerin varlığından ise kamuoyunun 
yeni yeni haberdar olduğundan bahseden yazar, bu kitabın bu boşluğu doldurmak amacıyla kaleme alındığını ifade etmektedir. Yahudi, Hıristiyan, Budist ve Hindularda olduğu gibi Alevilerde de çok geniş bir yelpazeye dayanan inanç şekilleri ve ibadet tarzlarının bulunduğunu ileri süren Shindeldecker, araştırmasında “Aleviler kimlerdir?”, “Alevilerin sayısı ve 
dağılımları”, “Aleviler ve İslam”, “Alevilerin gelenekleri ve bayramları”, Hz. Ali’nin Alevi bakışı”, “Aleviler, Hacı Bektaş ve Bektaşiler”, “Aleviler ve tasavvuf”, “Aleviler ve halk dindarlığı”, “Aleviler, önyargılar ve zulüm”, “Alevi-Bektaşi mizahı”, “Aleviler ve güncel toplumsal konular” ve “Alevilerin günümüzdeki kimlikleri” konularına yer vermektedir. Almanca yayımlanan bir diğer kitap ise “Mythen und Rituale des Aleviten- tums” adını taşıma-
ktadır. “Alevilerin Efsaneleri ve Ritüelleri” anlamındaki 256 sayfa- lık kitap, Haki Gürtaş tarafından 2005 yılında yayımlanmıştır. Aleviliğin günümüze dek teoloji ve din sosyolojisi bağlamında ele alınmadığına ve yakın zamana kadar bilim için yabancı olduğuna değinilen araştırmada, mevcut yayınların ise Aleviliği siyasi, milli ve geleneksel İslami bakış açısıyla ele aldıklarından yakınılmaktadır. Söz konusu eserde ise Aleviliğe bağımsız bir dinî cemaat 
gözüyle bakıldığını belirten Gürtaş, Aleviliğin Zerdüştlükle olan benzerlik ve bağlantılarına değinmektedir. Burak Gümüş’ün “Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in Deutschland” başlıklı araştırmasının 2007 yılında yayımlandığı görülmektedir. Türkçe anlamı “Türkiye’de ve Almanya ’da Aleviliğin Geri Dönüşü” olan kitabın giriş bölümünde (2007: 1), 

Alevilerin kendilerini İslam’ın bir parçası olarak görmelerine rağmen, Sünnilerin onları İslam dinini tutucu olmayan şekilde yorumlama larından ve ayinlerindeki “pagan”lıklardan dolayı kâfir olarak algıladıkları belirtilmek tedir. Türkiye’de Alevilerin resmi olarak halen bir inanç topluluğu olarak sayılmadıklarına ve Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas olaylarında olduğu gibi katliamlara uğradıklarını ifade eden Gümüş, 1990’lı yıllardan bu 
yana Alevi hareketinde bir canlanma olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda Alevilikle ilgili kitap, dergi, türkü, genel ağ sayfaları, radyo ve televizyonların yoğunlaştığını bildirmektedir. Bütün bu canlanmanın ise Alevi kuruluş ve federasyonları vasıtası ile gerçekleştiği tezinden yola çıkan yazar, çalışmasını Alevililiğin Türkiye ve Almanya’da yeniden canlanmasında dernek ve üst çatıların oynadığı rol üzerinde yoğunlaştırmıştır. Aleviliğin Al-
manya’daki durumunu konu edinen bir diğer kaynak ise Martin Sökefeld tarafından 2008 yılında yayımlanan ve içerisinde sekiz farklı araştırma yer alan “Aleviten in Deutschland” adlı kitaptır. “Almanya’daki Aleviler” olarak çevirebileceğimiz kitapta ilk olarak kitabın yayıncısı Martin Sökefeld’in “Aleviten in Deutschland- von Takiye zur Alevitischen Bewegung” (Takiyeden Alevi Hareketine- Almanya’daki Aleviler) adlı araştırması karşımıza çıkmaktadır. Bunun yanı sıra adı geçen kitapta sırasıyla Beatrice Hendrich’in “Alevitische Geschichte Erinnern- in Deutschland” (Almanya’da Alevilik Tarihini Hatırlamak), Robert Langer’in “Ale- vitische Rituale” (Alevi Ritüelleri), Kira Kosnik’in “Mit eigener Stimme? Migrantische Medien und Alevitische Strategien der Repräsentation” (Kendi Sesiyle mi?  Göçmen  Medya ve Alevi Temsil Stratejileri), Hülya Taşçı’nın “Die zweite Genera- tion der Alevitinnen und Aleviten Zwischen Religiösen Auflösungstendenzen und Sprachlichen Differen-zierungsprozessen” (Dinsel Bozulma Meyli ile Dilsel Farklılık Sürecinde İkinci Nesil Aleviler), Halil Can’ın “Außenseiter wider Willen: Das ‚coming-out‘ des Alevitentums in der Diasporischen Enkelgeneration oder Erin- nerungs- und Identitätsarbeit über das Digitale Gedächtnis des Internets“ (İsteği Dışında Marjinal Kalan İnanç; Türkiye’nin Dört Bir Yanına Dağılmış Olan Aleviliğin Üçüncü Kuşakta Yeniden Tezahür Etmesi ve/veya Genel Ağın Dijital Hafızası Vasıtasıyla Kimliklerini Yeniden Hatırlamaları ve Özlerine Dönüşleri), Martin Sökefeld’in “Sind Aleviten Muslime? Die alevitische Debatte über das Verhältnis von 
Alevitentum und Islam in Deutschland” (Aleviler Müslüman mı? Aleviliğin ve İslam’ın Almanya’daki Durumu Üzerine Alevi Tartışması) ve David Shankland ile Atila Çetin’in “Aleviten in Deutschland“ (Almanya’da Aleviler) başlıklı araştırmaları yer almaktadır. 

Bektaşilik ile ilgili en son yapılan araştırmalardan birisi olarak “Bektaschi- tum und Griechisches Orthodoxes Mönchtum” başlıklı çalışma göze çarpmaktadır. 2010 yılında yayımlanan 79 sayfalık kitabın yazarı Andreas Kiriakidis’dir. “Bektaşilik ve Yunan Ortodoks Keşişliği” şeklinde tercüme edilebilecek kitap, din konusunu ele almakta ve iki mistik geleneği karşılaştırmaktadır. Bektaşi tarikatlarının Osmanlı dönemindeki rolüne değinen yazar, fethedilen yerlerde Bektaşilerin halka ciddi olarak etki ettiklerinden söz etmektedir. 

Bugüne kadar çok hesaba katılmasa da Bektaşilerin Yunanistan’ın tarihinin 
aydınlatılmasında da çok önemli katkıları olduğuna değinilen araştırmada XV.-XX. yüzyıl arasında Bektaşilerin Yunan halkıyla geniş ölçüde temas kurmaları ve karşılıklı etkileşimleri konu edilmektedir. Sonuç olarak Alman kaynaklarında Bektaşiliğin ve Aleviliğin ele alındığı bu araştırmada Almanca yazılmış olan 21 kitap incelenmiştir. XX. yüzyılın başlarından itibaren Bektaşilik ve Alevilik konularının Almanya’da çeşitli araştırmaların konusu olduğu görülmektedir. Türklerin Almanya’ya göçünden sonra Alevi kökenli Türk vatandaşların da Almanya’da yaşamaya başlamasıyla birlikte araştırma larda çoğalma olduğu hatta konu ile ilgili sempozyumların düzenlendiği görülmektedir. Kitap ve çevirilerin yanı sıra çeşitli yüksek lisans ve doktora tezlerinin de Bektaşilik-Alevilik konusunu irdeledikleri görülmektedir. 

Araştırmaların geneline şöyle bir göz attığımızda Bektaşilik ve Alevilik  kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiğini, Bektaşi ve Alevilerin inanç sistemlerinin, ritüellerinin, mizahlarının, tarihî geçmişlerinin yanı sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin mimarilerine kadar incelendiğini görmekteyiz. Araştırmaların çoğunda Bektaşilik-Alevilik konusunun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığıyla ve, Alevi ve Bektaşilerin toplum 
ve devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk olarak gösterilmeye çalışıldığıyla karşılaşmaktayız. Öte yandan hoşgörünün sembolü olarak görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak gören, Zerdüştlükle ve Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat çekmektedir. 

Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalarda Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili geniş çaplı bilgiler verildiğini, araştırmaların çoğunda Bektaşi ve Alevilerin şiddet ve baskıya maruz kaldığı şeklinde söylemlerde bulunulduğunu ve Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, bir kültür veya bir cemaat mi olduğu konusunda kafaların karışık olduğunu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili tanımlamalar ın yapıldığını söyleyebiliriz. 

TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2013 / 65 
Muhammet KOÇAK
* Dr., Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü, Ankara/Türkiye, 
muhammetkocak@gazi.edu.tr 


Kaynakça 

AYTAŞ, Gıyasettin. (1999). “‘Bektaşi Kız’ Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”. Hacı Bektaş Velî Dergisi, 11: 53-60. 

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1996). Der rituelle Gottesdienst CEM des anatolischen Alevismus. Wuppertal: Holger Deimling Verlag. 

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1998). Einführung in den Alevismus-Bektaschismus. Düsseldorf: Manfred Johannes Backhausen Verlag. 

BOZKURT, M. Fuat. (1988). Das Gebot. Mystischer Weg mit einem Freund. Hamburg: E.B.- Verlag Rissen. DIERL, A. Josef. (1985). Geschichte und Lehre des anatolischen Alevismus Bektasismus. Frankfurt: Dagyeli Verlag. 

DRESSLER, Markus. (2002). Die Alevitische Religion. Traditionslinien und Neubestimmungen. Würzburg: Ergon Verlag. FAROQHI, Suraiya. (1981). Der Bektaschi-Orden in Anatolien. Wien: Verlag des Instituts für Orientalistik. 

GROSS, Erich. (1927). Das Vilajet-Name des Haggi Bektasch. Ein Türkisches Derwischevangelium. Leibzig: Mayer & Müller. 

GÜLÇİÇEK, A. Duran. (1994). Der Weg Der Aleviten (Bektaschiten). Köln: Ethnographia Anatolica Verlag. GÜLÇİÇEK, A. Duran & BENNINGHAUS, Rüdiger. (1996). 99 Bektaschi Witze/ 99 Bek- taşi Fıkrası. Köln: Ethnographia Anatolica Verlag. 

GÜMÜŞ, Burak. (2001). Türkische Aleviten: Vom Osmanischen Reich bis zur heutigen Türkei. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. 

GÜMÜŞ, Burak. (2007). Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in Deutschland. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. 

GÜRTAŞ, Haki. (2005). Mythen und Rituale des Alevitentums. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. JACOB, Georg. (1908). Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis. Berlin: Mayer & Müller. 

KIRIAKIDIS, Andreas. (2010). Bektaschitum und griechisches orthodoxes Mönchtum. Religionskontakt und Vergleich zweier mystischer Traditionen. Berlin: EB Verlag. 

KÖSTER, Rudolf. (2003). Eigennamen im deutschen Wortschatz. Berlin: Walter de Gruyter. 

LANGER Robert, MOTIKA Raoul & URSINUS Michael. der. (2005). Migration und Ritualtransfer: Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier zwischen Vorderem Orient und Westeuropa. Frankfurt: Peter Lang Verlag. 

PFLUGER-SCHINDLBECK, Ingrid. (1989). Achte die Älteren, liebe die Jüngeren. Frankfurt: Ahtenäum Verlag. 

SHINDELDECKER, John. (2001). Türkische Aleviten Heute. İstanbul: Anadolu Ofset. 

SÖKEFELD, Martin. der. (2008). Aleviten in Deutschland. Identitätsprozesse einer Religionsgemeinschaft in der Diaspora. Bielefeld: Transcript Verlag. 

TSCHUDI, Rudolf. (1914). Das Vilajet-name des Hadschim Sultan. Berlin: Mayer & Müller. 

TÜRK DİL KURUMU. (1988). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi. 

WULZINGER, Karl. (1913). Drei Bektaschi-Klöster Phrygiens. Berlin: Verlag von Ernst Wasmuth A.G. 

YAKUP, Atilla. (1997). Humor im Islam. Frankfurt: Yvonne Landeck Verlag. 



 ***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 1

FARUK ASLAN,

 Şimdi Alman derin devletinin Aleviliği nasıl gördüğüne ve tanımladığına biraz daha yakından göz atalım. Almanya’da yaşayan Alevi ve Sünni Zazaları bölmek için bile 11 site kurduran Derin Gladyo Kılıç, Almanya’daki Türk ve Kürt nüfusunun dörte birini oluşturan Alevileri anlamak için pek çok akademik araştırma yaptırmıştır. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi’nin 65. sayısında 2013’de yayınlanmış bir araştırmada buna değin çok doyurucu bilgiler yer alıyor. Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü’nden Muhammet Koçak, bu makalesinde, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik hakkında yazılmış olan araştırmaları ele alıyor. 

Bu bağlamda, kronolojik olarak 20. yüzyılın başından günümüze dek Almanca yazılmış olan araştırmalar incelenmiş. 

Konu ile ilgili olarak Almanya’nın Berlin ve Hamburg şehirlerindeki kütüphanelerden elde edilen 21 kitap incelenmiş ve bu kitapların Bektaşilik- Alevilik ile ilgili hangi konuları irdeledikleri, neleri araştırdıkları hakkında bilgiler verilmiştir. Betimleme yöntemi kullanılan araştırmanın sonucunda Bektaşîlik ve Alevîlik kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiği, Bektaşilik ve Aleviliğin inanç sistemlerinin, ritüellerinin, mizahının, tarihî geçmişinin yanı sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin mimarilerine kadar ayrıntılarının incelendiği görülmüştür. Aratırmaya konu olan kitapların bir çoğunda ise Bektaşilik-Alevilik konusunun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığı, Alevi ve Bektaşilerin toplum ve devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk olarak  gösterilmeye çalışıldığı ile karşılaşılmıştır. Ayrıca, söz konusu Alman kaynaklarında, hoşgörünün sembolü olarak görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak görüp Zerdüştlükle ve Hristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat çekmiş; Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, kültür veya bir cemaat mi olduğu konusunda kafaların karışık olduğu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili tanımlamaların yapıldığı tespitinde bulunulmuştur. 

Hacı Bektaş Velî’nin düşünceleri etrafında XIII. yüzyılda kurulan Bektaşilik tarikatı ve beraberinde getirdiği Bektaşilik düşüncesi, Türk tarihinde önemli bir rol oynamış ve Türk kültürüne önemli katkılarda bulunmuştur. Bektaşiliğin ne olduğunu tanımlamak için öncelikle kurucusu olan Hacı 

Bektaş Velî’yi kısaca tanımak gerekmektedir. Aytaş (1999: 54), 
Hacı Bektaş Velî’yi, Türk kültür hayatına damga sını vuran, Türklüğün hamurunda mayası bulunan önemli bir şahsiyet olarak tanıt maktadır ve onun Anadolu bozkırında yeşerttiği hoşgörü ve sevgi tohumlarının gün geçtikçe yeşerip büyüyerek batıda Macaristan, doğuda Çin sınırlarında meyvelerini verdiğini ifade etmektedir. Bektaşilik, olgun insan yetiştirmek 
amacıyla hoşgörüyü ve muhabbeti kendisine ilke edinen bir tarikat olarak, Alevilik ise sözlükte “Halife Ali’yi ilk halifeden üstün tutan mezhep ve tarikatların genel adı.” şeklinde tanım lanmaktadır (TDK Türkçe Sözlük, 1988: 49). Bektaşilik ve Alevilik arasında farklar olsa da toplum tarafından aynı olarak görülmektedir. Günümüze dek Bektaşilik ve Alevilik kavramları Türk toplumu içerisinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Bektaşiliğin ve 
Aleviliğin kimi çevrelerce bir kültür, kimilerince bir mezhep hatta kimilerince bir din olarak tanımlanması tartışmaların odağını oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Bektaşi ve Alevilerin toplum tarafından dışlandıkları, ezildikleri, şiddete maruz bırakıldıkları, yok edilmeye çalışıldıkları söylemleri de gündemde sürekli yer tutmaktadır. Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili ulusal ve uluslararası alanda birçok araştırma yapılmıştır. Bu çalışmada ise sadece Alman kaynaklarında Bektaşilik-Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalar üzerinde durulmuştur. Alman araştırmacıların ve Türk araştırmacıların Almanca olarak yayımladıkları kitaplar ve kitaplarda ele alınan konular betimleme yöntemiyle ve kronolojik olarak aktarılmaya çalışılmıştır. 

Bektaşilik kavramı Eigennamen im Deutschen Wortschatz adlı Alman ansiklopedide (Köstler, 2003: 17) “Hacı Bektaş Velî adlı bilginin yolundan giden ve Alevilik ile benzer olan İslami bir mezhep.” olarak yer almakta, burada ayrıca 1925 yılında Türkiye’de Bektaşi tekkelerinin yasaklandığı bilgisi de verilmektedir. Alevilik ise aynı ansiklopedide “Tutucu olmayan, tolerans sahibi bir İslami inanç hareketi.” (Köstler, 2003: 3) olarak tanımlanırken Aleviler namazı, zekâtı ve haccı reddeden kişiler olarak tanıtılmaktadır. Alevilerin Şii oldukları ve Sünni düşüncenin dışında yer aldıklarından dolayı sıklıkla Sünnilerin zulmüne uğradıkları da ilgili tanımda yer almaktadır. Bu yaklaşım, (gerçekle ilgisi olmadığı halde) Şiilerin de namaz kılmayan, hacca gitmeyen, zekât vermeyen insanlar olarak algılanmasına neden olabilecek mahiyettedir. Almanya’nın Berlin ve Hamburg kütüphanelerinde yaptığımız araştırmalar sonucu ulaştığımız Almanca kitaplarda, Alman ve Türk araştırmacıların XX. yüzyılın başından günümüze dek Bektaşîlik ve Alevîlik konusunu inceledikleri görmekteyiz. İncelenen kaynakların ilki Erlangen Üniversitesinden Georg Jacob tarafın dan kaleme alınan “Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis” adını taşımaktadır. Türkçe karşılığı “Bektaşilerin Dervişlik Tarikatı Hakkında Bilimsel Yazılar” olan araştırma Berlin’de yayımlanmıştır. 58 sayfalık çalışmada İslam dininin yazılı kaynaklara dayanan tarafının, Batı’da bugüne kadar birçok araştırmanın konusu olduğu buna karşın dervişliğe dayanan kısmının ihmal edildiği belirtilmektedir. 1908 yılında 
yayımlanan araştırmada Hacı Bektaş Velî hakkındaki güvenilir kaynakların neredeyse yok denecek kadar az olduğu üzerinde durulmaktadır. 

Bektaşilerin yeniçeriler ile ilgilerine değinen yazar, yeniçeriler ile olan bağlantılarının Bektaşilere dünyevi bir önem sağladığını ve Bektaşilerin fetih ordularının vaizleri konumunda olduklarını dile getirmektedir. 

Bektaşilerin daha sonra ortaya çıkan ve imparatorluğu sarsan birçok huzursuzlukta da ara buluculuk rolü oynadıklarına; buna rağmen 1826 yılında II. Mahmut’un yeniçerileri ortadan kaldırması sırasında yeniçerilerin ruhani liderleri konumundaki Bektaşilerin de ferman ve fetva ile sapkın ilan edildiklerine, İstanbul’daki 14 tekkenin yıkılarak sadece mezarlıklara 
dokunulmadığına, mensupların ise Anadolu’ya sürgün edilerek ya da yolda boğularak öldürüldüklerine yer vermiştir. 

Öte yandan Jacob, Bektaşilerin tam olarak açıklanamayan bir biçimde, Hristiyanlıkla bağdaştırıldığına değinerek Anadolu’da 1416 yılındaki ayaklanmaya önderlik eden dervişlerde de bu eğilimlere rastlandığını ifade etmektedir. Konu ile alakalı olarak ayaklanmadan önce bir dervişin ortaya çıkarak Kuran’ın “Biz Peygamberler arasında ayrım yapmayız.” ayetini okuyarak Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan daha üstün olmadığını vaaz 
ettiği rivayetini aktarmaktadır. Bunun yanı sıra evli Bektaşilerin kadınların örtünmesine hassasiyet göstermemeleri, şarap içmeleri, domuz eti yemeleri (1908: 20) gibi özelliklerinin Müslümanların gözünde Hristiyanlığa ait olgular olduğunu ve Bektaşilerin toplandıklarında şarap içip, ekmek ve peynir yemelerinin ise Hz. İsa’nın son akşam yemeğinin devamı gibi 
algılandığını belirtmektedir. Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ile ilgili rastladığımız en eski araştırmada Bektaşiliğin Türkiye ve Balkanlardaki tarihî, Bektaşilerin giyim tarzı vs. yanı sıra çeşitli araştırmacıların görüşleri ne de dayandırılarak Bektaşilerin İslam dinî ile ilgili bir hassasiyetlerinin olmadığına vurgu yapılmış; Bektaşiliğin, Hristiyanlık ile bağdaştırılmaya çalışıldığı göze çarpmıştır. Bektaşilik ve Bektaşi tekkeleri ile ilgili bir başka 
araştırma da 1913 yılında yayımlanmıştır. “Phrygia Bölgesinde Üç Bektaşi Tekkesi” (Drei Bektaschi-Klöster Phrygiens) anlamında olan 85 sayfalık çalışmada Karl Wulzinger, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde yer alan Seyitgazi, Sücaattin ve Üryan Baba Tekkelerini ele almıştır. Seyitgazi’nin tarihî geçmişi ile ilgili bilgiler verildikten sonra adı geçen tekkeler detaylı olarak incelenmiştir. Bu bağlamda adı geçen türbelerin mimari planları ve 
fotoğraflarına da yer verilmiştir. 1914 ve 1927 yıllarında Bektaşi Velâyetnamelerinin Alman diline kazandırılması kapsamında çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Rudolf Tschudi tarafından 1914 yılında HacimSultan Velâyetnamesinin “Das Vilajet-name des Hadschim Sultan” adıyla Alman diline ilk kez çevrildiğini görmekteyiz. Türkçe dinî menkıbelerin orijinalleri  nin çevirileri konusunda birçok eksikliğin bulunduğuna değinen Tschudi, bu yayının bu konudaki boşluğun doldurulmasında az da olsa bir katkı sağlayacağını belirtmektedir. Bir diğer çeviri ise Hacı Bektaş Velî Velâyetnamesidir. Söz konusu Velâyetname Erich Groß tarafından 1927 yılında “Das Vilajet-Name des Haggi Bek- tasch” başlığıyla Alman diline kazandırılmıştır. Anadolu’daki Bektaşi tarikatlarını araştıran Suraiya 
Faroqhi, büyük ölçüde arşiv materyallerine dayandırdığı “Der Bektaschi-Orden in Anatolien” adlı araştırmasını 1981 yılında yayımlamıştır.  “Anadolu’daki Bektaşi Tarikatları” başlıklı çalışmada XV. yüzyılın sonlarından 1826’ya kadar “Bektaşi tekkelerinin coğrafi dağılı mı”, “Ekonomik bir birlik olarak Bektaşi tekkeleri”, “Toplumsal ilişkilerde Bektaşi tekkeleri” ve “Bektaşi tekkelerinin kapatılması” gibi konular yer almaktadır. Anton Josef Dierl’in Bektaşilik ile ilgili 1985 yılında kaleme aldığı “Geschichte und Lehre des anatolischen Alevismus-Bektaşismus” “Anadolu Aleviliğinin-Bektaşiliği nin Tarihî ve Öğretisi“ isimli 144 sayfalık bir araştırması bulunmaktadır. Söz konusu kitapta Dierl, Mustafa Kemal ile birlikte, Türkiye’nin laik ve dine bağlı olmayan bir cumhuriyete dönüştüğünü belirtmekte ve Atatürk’ün; Sünni halifeliği istemeyen, şeriat karşıtı ve laiklik yandaşı olan farklı güçleri ve etnik grupları yanında bulundurduğundan söz etmektedir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in getirdiği değişimi sihir ile yapmış olamayacağını, arkasında Sünnilerin değil, aksine farklı bir etnik grup olan Alevi ve Bektaşilerin olduğunu savunmaktadır. Ayrıca Aleviliğin ve Bektaşiliğin ideolojik olarak Hristiyan Ortodoksluğundan ve bağnaz bir İslam anlayışından şiddetle ayrıldığından söz eden Dierl, Alevilik ve Bektaşiliğin, idealizm ve materyalizmin bir karışımı olduğundan dolayı mensuplarını oldukça modern ve bilimsel bir kişiliğe dönüştüren bir ideoloji olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda ilgili kitapta Alevilik ve Bektaşiliğin tarihinin yanı sıra, öğretilerinin ve ibadetlerinin detaylı olarak ele alındığını ve 

Alevilerin Kur’an’ın bozulması hakkındaki düşüncelerinin de aktarıldığını görmekteyiz. Mehmet Fuat Bozkurt’un “Buyruk” adlı eserinin “Das Gebot” adıyla tercümesi ise bir başka eser olarak karşımıza çıkmaktadır. İnci Orhun Alpay ve Carl Koß tarafından Almancaya çevrilen kitap, 1988 yılında Hamburg’da basılmıştır. Kitabın ilk bölümünde kitap hakkında bilgi verilmektedir. Burada, bu eserin Aleviler arasında en çok okunulan kitaplardan birisi olduğu ileri sürülerek Kuran’ı yorumlayan ve tamamlayan bir eser olarak kabul gördüğü belirtilmektedir. Kitabın Alevilerin dinî hikâye ve törenlerini, gelenek ve göreneklerini içermesinden dolayı Alevi toplumu tarafından büyük bir saygı gördüğü ifade edilmektedir. 

1989 yılında yayımlanan “Achte die Älteren, liebe die Jüngeren” “Büyüklerini Say, Küçüklerini Sev“ başlığını taşıyan araştırma Türk Alevilerinin vatanlarındaki ve göçmenlikteki sosyalleşmelerini konu edinmektedir. Ingrid Pflluger-Schindlbeck tarafından yapılan çalışma, Almanya’daki Türk ailelerinin çocuklarını artık geleneksel kurallara ve 
şekillere göre yetiştirmelerinin mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Bu düşünceden yola çıkan Schindlbeck, Batı Berlin ve Akköy’de yaşayan Alevi ailelerin çocuklarını “saygı”, “şeref” ve “namus” gibi kavramların ışığında nasıl yetiştirdiklerini incelemiştir. Bektaşilik ile ilgili bir diğer araştırma da “Der Weg Der Aleviten (Bektaschi- ten)” adını taşımaktadır. 

Türkçe anlamı “Alevilerin (Bektaşilerin) Yolu” olan kitap Ali Duran Gülçiçek tarafından 1994 yılında yayımlanmıştır. Yunus Emre, Hazreti Ali, Hacı Bektaş Velî, Terentius ve Muhiddin Arabî’den sözlerle başlayan kitap on bölümden oluşmaktadır. Alevilik kültür ve inancına genel bir bakıştan sonra Alevîlik- Bektaşîliğin doğuşu, diğer inanç sistemleriyle ve özellikle 
de Sünnilikle ilişkileri, Alevi ve Bektaşilerin Anadolu’da adlandırılması, Alevilik ve Bektaşilikte kadın-erkek eşitliği, Alevilik ve Bektaşilikte kutsal şahsiyetler, ayinler, Alevilik-Bektaşiliğin günümüzdeki durumu ve tanınmış halk ozanlarının konu edildiği kitabın ekinde Alevi terminolojisi hakkında bir sözlük, Alevi dergi ve gazetelerinin sıralandığı bir liste de yer almaktadır. Yüzyıllardır Aleviliğin baskı altına alındığını ve lekelendiğini, yazılı 
kaynaklarının sürekli yok edildiğini savunan Gülçiçek (1994: 11), günümüzde hoşgörüye ve insan sevgisine ihtiyaç duyulduğunu ve insanları insanlarla ve doğayla barıştırmanın gerekli olduğunu belirtmektedir. İnsanlığın nefret yerine barışa, düşmanlık yerine kardeşliğe, savaş 
yerine barışa ihtiyacı olduğuna değinen yazar, bu düşüncelerden dolayı Anadolu Aleviliğini araştırma ihtiyacı hissettiğini söylemekte ve Anadolu Aleviliğinin insanlığa büyük hizmetlerde bulunduğuna ve bünyesinde aktarılabilecek birçok değer barındırdığına dikkat çekmektedir. Yine Bektaşiliğin en tanınan ritüeli olan “Cem Ayini” ile ilgili bir araştırmanın 
“Der rituelle Gottesdienst CEM des Anatolischen Alevismus” adıyla yayımlandığını görmekteyiz. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl’in Cem ritüelini araştırdıkları kitap 1996 yılında yayımlanmıştır. Cem ritüelinin, Şiiliğin bir kolu olarak tanımladıkları Aleviliğin en önemli ayini olduğuna ve Alman toplumuna tanıtılması gerektiğine değinen yazarlar, kitabın ön sözünde 1993 yılındaki Sivas olaylarından ve 1995 yılında Alevilere karşı katliam gibi eylemlerin gerçekleşmesinden bahsetmekte ve kitabı Türkiye’de dinî çevreler ve devlet tarafından kurban edildiklerini belirttikleri Alevilere ithaf ettiklerini belirtmektedirler. “Cem Ritüeli- Anadolu Aleviliğinin İbadeti” olarak çevrilebilecek kitapta Cem hakkında bilgiler verdikten sonra Almanya ve Avusturya’nın kimi şehirlerinde gerçekleşen Cem ritüelleri 
takip eden yazarlar, söz konusu ritüellerin tanıtımının yanı sıra orada hissettiklerini de aktarmışlardır. Bektaşiliğin mizahi yönünün ele alındığı “99 Bektaschi Witze/ 99 Bektaşi Fıkrası” adlı kitap Türkçe ve Almanca olarak karşımıza çıkmaktadır. Ali Duran Gülçiçek ve Rüdiger Benninghaus tarafından derlenen Bektaşi fıkralarının yer aldığı kitap, Hacı Bektaş 

Velî’nin “Okunacak en büyük kitap insandır.” sözüyle başlamaktadır. 1996 yılında okuyucuyla buluşan kitap; “Namaz”, “Oruç”, “Dünya Görüşü”, “Softa”, “İçki”, “Cami”, “Tanrı ve Evliya İlişkileri”, “Diğer Tarikatlarla İlişkileri”, “Yöneticiler” ve “Hazırcevaplık ve Özeleştiri” adlarını taşıyan on bölümden oluşmaktadır. Kitapta Alevi-Bektaşi edebiyatında şiirin yanı sıra fıkraların da önemli bir yer tuttuğu, baskı nedeniyle açıkça ifade edilemeyen sorunların saz ve fıkra ile dile getirildiği (1996: 20) belirtilmektedir. 
Bunun yanı sıra, giriş bölümünde Bektaşi fıkralarının ana temasının ne olduğuna, Bektaşilerin nasıl insanlar olduğuna, kitabın niçin Türkçe ve Almanca olarak iki dilde yazıldığına, Bektaşi fıkralarının tarihî gelişimine değinildikten sonra taranan 550‘ye yakın fıkra arasından seçilen ve konu başlıklarına göre tasniflenen 99 fıkra her iki dilde yazılarak okuyucuya sunulmuştur. Mizah ile ilgili bir diğer kitap da “Humor in Islam” adını taşımaktadır. “İslam’da Mizah” anlamındaki kitap 1997 yılında Atilla Yakup tarafından yayımlanmıştır. İslam dininin Batı Avrupalı ülkeler tarafından az anlaşılmasından dolayı kitabın başlığıyla karşılaşan okuyucuların kendilerine “Acaba İslam’da mizah var mı?” sorusunu sorabileceklerine değinen yazar, bunun önüne geçebilmek için söz konusu kitabı yazdığını belirtmektedir. 
İslam kültürünün bütün İslam ülkelerinde aynı olmadığı, ortak kabul gören unsurların sadece ayet ve hadisler olduğuna değinilen kitapta (1997: 13), Nasrettin Hoca ve Bektaşi dervişlerinin, mizah anlayışlarıyla dünyanın birçok yerinde tanındıkları aktarılmaktadır. 
Bektaşi tarikatının tarihî geçmişi ile ilgili kısa bir bilgi veren Yakup, cumhuriyetin kuruluşu ve laik bir sistemin benimsenmesi ile birlikte Bektaşi tekkelerinin kapatılmasına rağmen Bektaşi fıkralarının halk tarafından korunduğuna ve günümüzde bile kullanıldığına değinmektedir. Özetle ilgili kitap, İslam’da mizah unsurunun varlığına dikkat çekmek amacıyla Nasrettin Hoca ve Bektaşi fıkraları gibi mizah unsuru içeren metinlerin 
Almancalarına yer vermektedir. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl tarafından “Einführung in den Alevismus-Bektaschismus” adıyla kaleme alınan bir başka kitap ise 1998 yılında basılmıştır. “Aleviliğe-Bektaşiliğe Giriş” başlığı taşıyan kitabın yayımlanma amacının, Almanya’da yaşayan Alevi gençlerin Alevilikle ilgili Almanca küçük ve anlaşılır bir kitap yazılması hususundaki dileklerini gerçekleştirmek olduğu belirtilmektedir (1998: 4). 
Almanya’da yaşayan Türklerin en az dörtte birinin Alevi olduğunu Alman kamuoyunda neredeyse kimsenin bilmediğine değinen yazarlar, Aleviliğin birçok tanımının yapıldığını ifade etmektedirler. Bu bağlamda Aleviliğin Şamanizm olduğu, İslam dinî olduğu, din olmadığı, aksine bir düşünce sistemi olduğu gibi ana tezlerin yanı sıra Aleviliğin ne Türklerle ne de Kürtlerle ilgisinin olduğu, aksine Zazalara ait olduğu ya da sadece Türklere 
veya sadece Kürtlere ait olduğu gibi yan tezlerin de mevcut olduğu (1998: 118) belirtilmektedir. On beş farklı konu başlığının yer aldığı kitapta Aleviliğin-Bektaşiliğin tarihî, Türk Şiiliği, Aleviliğin Sünnileştirilmekten kurtarılması gerektiği, Alevilik-Bektaşilik inancının şematik bir şekilde gösterilmesi, Bektaşilerde lirik, Semah, On İki İmam, yoğun olarak kullanılan semboller, Alevilik ile ilgili kurumlar ve Alevi bayramları gibi konular yer almaktadır. “Die Alevitische Religion” başlığıyla Alman literatüründe yer alan bir başka araştırma da Markus Dressler tarafından yazılmış olan doktora tez çalışmasının kitaplaştırılmış halidir ve Türkçe çevirisi “Alevilik Dinî” şeklinde karşılık bulmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2


  Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2



 “…Miladın 1870 senesinde Almanya ve Fransa arasında çıkan büyük savaşa bir bakın. Bu savaşta Almanlar galip gelmiş ve muzaffer olarak Paris’i fethetmişti… 
Almanya’nın gözleri kamaştıran o muhteşem galibiyetine, “öğretmenlerin zaferi” ismi verilmişti… Fransızların sürekli devam eden hakaretlerine karşı koymak ve 
intikam almak isteyen sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı Alman öğretmenleri, Bonapart belası ortadan kalkar kalkmaz kurulan okullarda, Alman gençlerinin 
beyinlerine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler…” (Mehmet Arif, 2006: 19). 

Daha önceden belirtildiği üzere burada bahsedilen milli birlik ve vatan mevhumları “Osmanlılık” bilinci üzerinden tesis edilmiştir. Ancak tarih dersine yüklenen bu işlev, Cumhuriyet devrinde atılacak olan adımlar açısından temel oluşturmuştur denilebilir. 

Bu dönemde tarih eğitimi alanındaki önemli anlayış değişikliklerinden birisi de pedagojik alanda meydana gelen gelişimlerdir. Tarih eğitiminde görsel materyallerin kullanımı, müze eğitimi, değerler eğitimi vb. uygulamaların ilk örnekleri bu dönemde okutulan tarih derslerinde görülebilir (Dönmez ve Oruç, 2006). 

Tercüme dalgasının Tanzimat devrinden itibaren başlayıp bu dönemde de devam etmesi “milli” nitelikli eserlerin neşrini mümkün kılmamıştır. Zira tercümeyle birlikte “batıcılık” akımının etkisi kitaplara ve ders programlarına yansımış olup, müelliflerin gerçekleştirdikleri tercümelere milli nokta-i nazardan yorumlar getirememeleri bu durumun etkisini kuvvetlendirmiştir. Diğer yandan 
önceki dönemlerden beri süregelen İslam tarihi ve Osmanlı devlet tarihi anlayışı bu dönemde de devam etmiş olup, Türk tarihi hakkında gerçekleştirilen az sayıdaki çalışma da ders programlarına yansımamıştır. Bu tercüme dalgası yaklaşık olarak 1920’li yılların sonuna kadar, Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreçte de devam edecektir. Bu sebeple bu süreçte “milli tarih”i ön plana çıkaran eser ve öğretim programlarının vücuda getirilmesi çok güç olmuş ve az sayıdaki örnekle sınırlı kalmıştır. İhsan Sungu’nun 1922 tarihli raporu bu durumu güzel bir şekilde özetlemektedir: 

 “Mekteplerimizde okutulmak üzere tercüme edilen bir tarih kitabı İslamiyet’te zekatın onda bir olarak hesap edildiğini ve Asurlar hakkında tetkikatta bulunmak için en seri vasıtanın Louvre müzesini ziyaret etmekten ibaret bulunduğunu kaydeden kıraat kitaplarımıza bakılsa bu milletin ruhuna, bu milletin harsına tercüman olmaktan ziyade hepsinden bir tercüme kokusu, bize büsbütün yabancı bir havayı manevisi hissedilir…” (Safran, 2002: 826’den akt. Şengül, 2007: 80). 

3. Cumhuriyet Döneminde Tarih Anlayışı 

II. Meşrutiyet dönemi, Türk milletinin yaşadığı isyanlar, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gibi felaketler sebebiyle tarih alanındaki hareketliliğin nihai netice doğuramadığı bir dönem olmuştur. O dönemde Türk tarihi hususunda yapılan çalışmaların eğitime ve dolayısıyla da tabana yansımadığı daha önce örnekleriyle belirtilmişti. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalar ve doğurduğu anlayış değişikliği Cumhuriyet döneminde yapılacak olan çalışmalara büyük ölçüde zemin hazırlamıştır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Türk yurdunun İtilaf devletlerinin saldırısına maruz kalması, Anadolu merkezli bir direniş hareketinin hasıl olmasına sebep olmuş; yaklaşık üç yıl süren zorlu bir mücadelenin ardından Anadolu Türklüğü mukadderatını eline alma başarımını göstermiştir. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu milli kurtuluş hareketini izleyen dönemde ise; Anadolu Türklüğünü tüm müesseseleri ile çağdaşlaştırmayı gaye edinen bir inkılap hareketi başlamıştır. 1923’te cumhuriyetin ilanının ardından hızlanan bu yenileşme hareketi, öncelikli olarak toplumun zaruri ihtiyaçlarını gidermeye yönelmiş; yoğun mesai sebebiyle tarih alanındaki çalışmalar hızlı bir şekilde başlayamamıştır. Ancak yaşanan büyük felaketler, buhranlar ve büyük inkılaplar, tarih ilminin ilerlemesi ve tarih görüşünün değişmesine de zemin yaratmaktadır (Kodaman, 1982’den akt. Turan ve diğ. 2014). Bu yönüyle düşünüldüğünde Milli Mücadele dönemi ve sonrasında yaşananların da benzer etkileri yaratması kaçınılmaz olmuştur. 

Avrupa’da milli devletlerin teşekkülü esnasında tarihin rolüne daha önceden değinilmişti. Milli devletler; ortak kültürün tesis edilmesi, milli kültürün köklerinin ortaya çıkarılması ve inşa edilmek istenen millet formuna bir meşruiyet payandası bulabilmek için tarihe eğilmek zorunda kalırlar (Köken, 2014: 76). Yeni Türk devleti de, yeni millet yapısını Türk tarihinin ve yüksek Türk kültürünün kazandırdığı değerler üzerine inşa etme yolunu seçmiştir. Dönmez (2008) cumhuriyetin ilk yıllarının Türkiye’de milli bir kimlik oluşturma süreci olduğunu belirtmektedir. Şimşek ve Satan (2011) da, kurumlar ve çalışmalar açısından romantik tarihçiliğin asıl Cumhuriyet döneminde kendisini gösterdiğini belirtmiştir (s.21). 

Cumhuriyet döneminde, milli kimliğin inşasında büyük bir rol yüklenen bu tarih anlayışının geçireceği evrimi daha iyi anlayabilmek adına; onun karakteristiğini belirleyen temel faktörleri hatırlamakta fayda olduğu düşünülmektedir. 20. Yüzyılın başlarında Türkiye’de yeniden şekillenmekte olan tarih anlayışı üzerinde yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığından devralınan miras, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve giderek güçlenen Türk milliyetçiliği düşüncesi ve 19. Yüzyıl Osmanlı aydınını derinden etkileyen pozitivist düşüncenin etkisi vardır (Sönmez, 2010: 98-99). Devralınan bu düşünsel miras göz önünde bulundurulduğunda Cumhuriyet aydınlarının da ilk yıllarda benzer nitelikleri sergiliyor olması gayet doğal karşılanmalıdır. 

Cumhuriyet döneminde milli kimliğin yaratılması hususunda tarih ve tarih eğitimine biçilen yeni rol, hiç de kolay olmayan bir kampanyaya işaret ediyordu. Hatta bu husus diğer inkılapların da düğümlendiği bir noktada merkez unsuru teşkil ediyordu. Zira Atatürk’ün bütün inkılaplarında temel güçlük, Türkiye ile Türklüğün, Osmanlı kimliğini benimsememiş fakat Türk olduğunun da 
bilincine varmamış Türklere bu hususun nasıl kabul ettirileceği noktasında kilitleniyordu. Bu husus devletin adı için dahi geçerliydi. Milli nüfusun %75’ini oluşturan köylülerin büyük çoğunluğu Türkçe anlıyor, konuşuyor ama henüz Türk oduğunun bilincinde görünmüyordu (Güvenç, 1996: 227-236). Bu sebeple tarih çalışmalarının “milli kimlik” kazandırıcı işlevi, Türkiye deneyinde büyük önem taşıyordu. 

Atatürk bizzat tarih ile yakından ilgili bir liderdi. Bu husus onun tarih çalışmalarına doğrudan alakadar olması konusunda etkili olmuştur. Atatürk’ün tarih çalışmaları konusundaki beklentilerinin temel direnek noktasını “ulusal bağımsızlığın” bilim alanında da tamamlanması, Avrupa’nın Türklere karşı yönelttiği “tarih tezi” silahına, aynı cinsten bir silah ile karşılık verilmesi anlayışı oluşturuyordu (Aydoğan, 2006: 27; Karal, 1946: 3). Ancak bu çalışmalar Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen sürede kesintisiz şekilde aynı anlayış ve hızla devam etmemiştir. Aslan (2012), Atatürk dönemindeki tarih çalışmalarını “Türk Tarih Tezi”nin öncesi ve sonrasını esas alarak sınıflandırma yoluna gitmiştir. Zira “Türk Tarih Tezi”nin oluşturulmaya başlanması ve Türk Tarih Kurumu ile bu tez ile ilgili çalışmaların sistematize edilmesi; bulgularının eğitim programlarına, ders kitaplarına yansıtılması aynı zamanda büyük bir paradigma değişikliğine işaret etmektedir. 
Geçmişten devralınan üç ayaklı mirastan özellikle “Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığının” tarih anlayışı üzerindeki etkisinin kırıldığı; pozitivist düşüncenin etkisinin arttırıldığı; milliyetçi düşüncenin ise Anadolu menşeili olacak şekilde revize edilerek etkisinin arttırıldığı ve tüm bu paradigma değişikliklerinin daha önceki dönemlerin başaramadığı şekilde eğitim sistemine kanalize edildiği bir sürece işaret etmektedir. 1923-1931 yılları arasındaki ilk dönemin başlarında ise etkili bir tarih görüşü ortaya koymak mümkün olmamıştır. Zira bu dönemdeki faaliyetlerin geneli, devlet ve toplumun yapısal düzenini yeni baştan kurma meşguliyetinden ibaretti. 

Yusuf Akçura (2010), yeni Türk devletinin kurulmasının hemen akabinde yeni ders kitaplarının hazırlanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Değiştirilen tarih öğretim programlarına rağmen, o programlara göre ders kitapları hemen neşrolunamamıştır. Ancak seneler geçtikçe eski kitapların milliyet ve halkçılık esaslarına göre bir dereceye kadar ıslah edilmeye çalışıldığı veya bu 
esaslara göre yeni kitaplar yazılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak Akçura (2010) “bu kitapları yazanlar da itiraf etseler gerektir ki, yapılan tadiller ve ıslahlar asıldan ziyade şekle, ruhtan ziyade maddeye aittir” (s.596) demektedir. Ziya Gökalp’in de daha önceden aynı noktaya dikkat çekmesi ve özellikle tercüme kitaplar sebebiyle tarihi olaylara Fransız nokta-i nazarından baktığımızı belirtmesi bu konuda ciddi sorunların varlığına işaret etmektedir (Ziya Gökalp, 2011: 50). Bu konuda Avrupalıların sömürgecilik doğrultusundaki istilalarına “fetih” adının verilmesi (Akçura, 2010: 602), tarih kitaplarımızda bir “Şark Meselesi”nden bahsolunması (Ziya Gökalp, 2011: 50), Halife Memun’u mukayese amacıyla Türk toplumuna ondan daha yabancı olan XIV. Louis’in örnek verilmesi (Akçura, 2010: 600), İbranilere övgüler dizilmesi (Akçura, 2010: 599) gibi hususlar misal olarak gösterilebilir. 

Akçura (2010), Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Türk liseleri için hazırlanan tarih kitabını örnek vererek mevcut durumu açıklama yoluna girmiştir. Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Maarif Vekaleti tarafından Devlet Matbaası’nda bastırılan bu eserinde kutsal kitaplara atıf bulunmamakta, menkıbelere yer verilmemektedir. Akçura (2010) bu açıdan eserin, Mizancı Murad’dan o tarihe kadar gerçekleşen 
büyük bir dönüşüme işaret ettiğini belirtmekte ve bunun küçümsenmemesi gerektiğini eklemektedir. Ancak eserin “milliliği” hususunda önemli eleştiriler getirmektedir. Zira kitap büyük ölçüde Avrupa’nın umumi tarihlerinden gerçekleştirilen tercümelerle vücut bulmuştur. Bu sebeple de Türk tarihine ayrılan kısımlar oldukça sınırlıdır: 

 “Türklere sıra, ancak kitabın birinci sülüsü sonlarında gelir. Müelif Türk kavminin tarih sahnesine çıktığı zamana ait takribi bir tarih dahi göstermemekle 
beraber, yazılan şeyler, Milattan birkaç asır sonra gibi anlaşılmaktadır. Yanılmıyorsam “İskitler” hiç mevzubahis olmamıştır. Ali Reşat Bey, Türk kısmını 
Leon Kahun’dan almış ve müspet vakıalardan ziyade efsaneler ve hikayelerle meşgul olmuştur. Türklerin medeniyeti hakkında hemen hiçbir şey yazılmamıştır. 

Orhon abideleri üzerinde lüzumu kadar durulmamıştır. 336 sayfalık bir kitapta İslamdan evvel Türklere tahsis olunan kısım 24 sayfadan ibarettir. Ve umumiyetle denilebilir ki bu faslı okuyan talebe Türklüğe muhabbet bağlayamaz…” (Akçura, 2010: 600). 

Cumhuriyet döneminin ilk programı olan “1924 İlk Mektepler Müfredat Programı”ndan “Saltanat, Osmanlı Hanedanı ve Hilafet ile ilgili konular çıkarılmış ve yerlerine Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluşu, Sevr ve Lozan anlaşmaları, Hilafet’in kaldırılması gibi konular eklenmiştir (Aslan, 2012: 336). Bu değişikliğin genç kuşakları duyuşsal olarak Osmanlı’dan kopararak yeni düzene entegre etmeyi amaçladığı söylenebilir. Benzer bir müfredat değişikliği ortaöğretimde de gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikte de Cumhuriyet’in eğitim ve kültür politikalarıyla çelişen konuların ayıklandığı söylenebilir. Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ olarak bölümlere ayrılan tarih dersi konuları, daha çok Avrupa tarihi ve kısmen Osmanlı Devleti tarihi ağırlıklı olarak sıralanmıştır. 
Derste özgürlükçü fikirlere de yer verilmesi önemli bir nokta olarak görülebilir (Şengül, 2007). Ancak tarih öğretimi Avrupa merkezli olacak şekilde kurgulanmıştı. Türk tarihinden ziyade, genel tarih ve Avrupa tarihine öncelik verilmekteydi. Çapa (2002) bu programın öncekilerden en önemli farkının, İslam Tarih ve Medeniyeti’ne yer verilmemesi oduğunu belirtmektedir. Ancak bu Türk-İslam devletlerinden bahsedilmediği anlamına gelmemektedir. Şengül (2007) öğretim programlarını siyasi düşünce akımları açısından incelediği çalışmasında, 1924 programındaki en etkili fikir akımının “Batıcılık” olduğunu belirlemiştir. Buna göre Türkçülük akımı ülke politikasına yön veren bir akım olmasına rağmen tarih öğretim programına yansımamıştır. Bu husus Meşrutiyet dönemindeki 
programların durumu ile benzerlik göstermektedir. Türkçülük akımının ilk kez eğitim programlarına yansıması ise 1927 yılına ait tarih öğretim programı ile olmuştur. Bu programla birlikte Türk kültür ve medeniyeti de önemli bir nokta olarak derslerdeki yerini almıştır. Ziya Gökalp tarafından kaleme alınan “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eser de liselerde okutulmaya başlanmıştır (Şengül, 2007). Bu programın hedefi şu şekilde tayin edilmiştir: “Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında malumat verip onlarda milli şuur uyandırmak; bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin mahsulü olduğunu anlatmak; büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir edilerek çocuklara imtisale şayan numuneler göstermek” (Çapa, 2002). Bu programda Türk tarihinin başlangıçtan Cumhuriyet’e kadar bir bütün halinde ele alınıyor oluşu önemlidir. Bu daha önceki öğretim program larında görülmemiş bir durumun gerçekleştiğini göstermektedir. 1927 programının bir diğer önemli yanı tarih öğretim yöntemi konusunda getirdiği yeniliklerdir. Tarih dersini sıkıcı olmaktan kurtarmak amacıyla, yakın çevrede bulunan müzelere ve tarihsel mekanlara araştırma ve inceleme gezilerinin düzenlenmesinin istenmesi ve önemli tarihsel kişiliklerle sözlü tarih çalışmalarının özendirilmesi bu yeniliklerden bazılarıdır (Aslan, 2012: 345). Bu yeniliklerin II. Meşrutiyet döneminde Satı Bey, İhsan Sungu ve İhsan 
Şerif gibi eğitimcilerin gerçekleştirdiği tarih derslerinde de görüldüğünü hatırlamakta fayda vardır. 


Cumhuriyet döneminde 1928 yılına kadar tarih çalışmalarında büyük bir atılımın gerçekleşmediği görülmektedir. Ancak Afet İnan’ın bu tarihte Atatürk’e Türk ırkının sarı ırka mensup olduğunu ve Avrupa zihniyetine göre “secondaire” (ikinci) nevi insan tipi olduğunu yazan bir Fransız tarih kitabını göstererek bunun böyle olup olmadığını sorması (Karal, 1946: 4), bundan sonra gerçekleşecek olan tarih çalışmalarını adeta tetiklemiştir. Zira Avrupa’nın tarih sahasındaki bu saldırılarına yine aynı cinsten bir silahla yanıt verme zaruriyeti doğmuş ve bu alandaki çalışmaların gayesini bu husus domine etmiştir. 

Türk tarihi ile ilgili çalışmaların bu tarihten itibaren yoğunlaştırılmasında şu hususların etkili olduğu söylenebilir: 

. Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, 
. Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum olduğu iddiası, 
. Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialar (Karal, 1946: 2-3). 


Özellikle sonuncu maddede belirtilen husus, Milli Mücadele yıllarında fiili sahada tesir yaratması bakımından önemlidir. Zira Yunanlıların Batı Anadolu, İtalyan ların Güney Anadolu, Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak taleplerini bu tipten tarih tezleri ile destekleme girişimleri mevzunun ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Tüm bu hususlar Türk tarihi konusunda gerçekleştirilecek 
olan çalışmalara motivasyon kaynağı oluşturmuştur. 

Karal (1946) Atatürk’ün bu konuda aydınlatılmasını istediği meseleleri şu şekilde belirtmiştir: Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir? Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir? Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir? Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kurulması için getirilecek izahat ne şekilde olmalıdır? İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslam tarihinde rolü ne olmuştur? (s.4) 

Belirlenen gayelere ulaşılabilmesi için öncelikle en yeni tarih yayınlarından bir kitaplık kurulmuş ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle birlikte bu yayınlar incelenmeye başlanmıştır. Kitaplar tercüme edilerek özetleri çıkarılmakta ve raporlar hazırlanmakta idi. Ancak çalışmaların sistemleştirilmesi 23 Nisan 1930’da toplanmış olan Türk Ocakları 6. Kurultayı’nda Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir encümenin kurulması ile ancak mümkün oldu. Bu esnada bir yandan devam eden çalışmalar ilk meyvesini 1930 yılında yayımlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap ile verdi. İstenen düzey tam olarak yakalanamamıştı; Atatürk her ne kadar kitabı tam olarak beğenmese de; bu çalışma Türk Tarih Tezi ile ilgili ilk ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir. Ancak Türk Tarih Tezi’nin ve tarih çalışmalarının bilimsel bir sistematiğe bağlanması ancak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Tarih Kurumu) kurulması ile mümkün oldu. 

3.1. Türk Tarih Kurumu ve Tarih Anlayışı Üzerindeki Etkisi 

Türk Ocakları 15 Nisan 1931’de kapatılınca, ona bağlı olarak faaliyet gösteren Türk Tarihi Tetkik Heyeti de doğal olarak ortadan kalkmış oluyordu. Ancak Türk tarihinin araştırılması çalışmalarına ara verilmemesi için aynı tarihte Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur (Turan ve diğ., 2014: 207). Atatürk’ün bu cemiyetten istediği “ülkenin eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak”, “bugünkü Türkiye halkıyla Türk kavimlerinin birbirleriyle ilişkisini çözmek” ve “genel Türk tarihinin, bilimsel tutarlılık içinde yazılmasını” sağlamaktı (Aydoğan, 2006: 26). 

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin kuruluş nizamnamesi şu maddelerden meydana gelmiştir: 

1. Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) adlı ilmi bir cemiyet kurulmuştur. 
2. Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekili bu cemiyetin fahri reisidir. 
3. Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir. 
4. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır: 

a) Toplanıp ilmi müzakerelerde bulunmak; 
b) Türk Tarihi membalarını araştırıp bastırmak; 
c)Türk Tarihini aydınlatmaya yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere taharri, hafir ve keşif heyetleri göndermek; 
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak. 

5. Cemiyetin maksadına hizmet edebilecek zatlar ve manevi şahıslar, hangi milliyetten olursa olsun, Cemiyetin asli, fahri veya muhabir azalığına kabul olunabilirler. 
6. Cemiyete girmek isteyenler, azadan iki zatın teklifi ve Riyaset Heyetinin tasvip ve kararıyla kabul olunurlar. 
7. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 6 azadan mürekkep bir Riyaset Heyeti vardır. Bunlar aralarından bir reis, iki reis vekili, bir umumi katip, bir de veznedar seçerler. Riyaset Heyeti Cemiyetin teessüsünde bu vazifeye intihap olunmuş zatlardır. İnhilal vukuunda Cemiyet azası arasından birinin Riyaset Heyetine intihabı aynı heyete aittir. 
8. Riyaset Heyetinin karar ve davetiyle Cemiyet azasının hepsi veya bir kısmı toplanır ve Riyaset Heyetinin hazırladığı ruzname üzerinde ilmi müzakerelerde bulunur. 
9. Cemiyet mesaisinin neticelerini her üç ayda bir defa tespit ederek Yüksek Hamisine arzeder. 
10. İdari meseleler, Riyaset Heyetinde müzakere olunarak bir karara bağlanır. 
11. Cemiyetin varidatı, teberrulardan, taahhütlerden, neşriyat satışlarından, konferanslar duhuliyesinden toplanır. 
12. Cemiyetin mali idaresi Riyaset Heyetinin elindedir. Senetlerde, mukavelelerde biri veznedar olmak üzere Riyaset Heyetinden üç kişinin imzasının bulunması şarttır. 
13. Umumi Katip, Cemiyetin Hükümet nezdinde ve mahkemelerde mes’ul murahhasıdır (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Nizamnamesi, 1932: 3-7’den akt. Dönmez, 2013: 382-383). 


Kuruluş nizamnamesinden de görüldüğü üzere; cemiyetin temel amacı Türk tarihi konusunda araştırma yaparak elde edilen neticelerle ilgili yayınlar hazırlamaktır. Bu cemiyet ile Türk tarihi araştırmaları artık kurumsallaşmanın getirdiği bir sisteme oturmuş ve bu çalışmalarla oluşturulan tezler, büyük ölçüde gayelerine ulaşmıştır. Hiç şüphe yok ki; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin en 
önemli çalışması Türk Tarih Tezi’nin sistemleştirilmesi ve gerçekleştirilen bilimsel toplantılarla, hazırlanan yayınlarla Avrupa’da Türk milleti ile ilgili oluşturulan olumsuz iddiaların ortadan kaldırılması olmuştur. Ancak Türk Tarih Tezi sadece dışarıya yönelik hazırlanmamış; içeriye dönük olarak da önemli misyonların gerçekleştirilmesine hizmet etmiştir. 

Çalışmanın bu kısmında özellikle Türk Tarih Tezi’nin oluşturulması, muhteviyatı, bu konudaki çalışmalar ve neticeleri üzerinde durulacaktır. 

Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da pozitivist bilim anlayışının da etkisiyle Antropoloji çalışmaları hız kazanmış ve “ırklar” hakkında hala tartışılan bazı tezler ileri sürülmüştür. Örneğin Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri” Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra 
Avrupa’ya ve diğer yerlere gitmişlerdi. Sonradan Almanların “Yeni Cermen Nazariyesi” ortaya atılmış ve “Homo-Europoeus”un (Avrupa adamı) Almanya’da ortaya çıkıp buradan dünyaya yayıldığı belirtilmiştir. Daha sonra bu ırk nazariyeleri ile medeniyet arasında bir ilişki kurulmuş ve ilk medeniyeti kuranların brekisefal kafalı ve beyaz insanlar oldukları iddia edilmiştir. Böylece “Avrupa ırk itibariyle üstün olduğu için medeniyette de üstündür” görüşü benimsenmiştir (Köken, 2014: 99). Esasında Avrupa merkezci bu bakış açısı, Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin de meşruiyetini ortaya koyma çabasından ibaretti (Satan, 2013). Ancak Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin, siyasi-askeri alanda Anadolu’daki milli mücadele neticesinde bölgesel olarak sekteye uğraması, tarih ve ırk tezlerinin de sorgulanmasına yol açtı. Bu konudaki ilk ve en önemli örneklerden birisini “Türk Tarih Tezi” oluşturmaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1918’de Paris Konferansı’nda; Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar tarihi, coğrafi ve medeniyet hususunda “deliller” ileri sürerek Türklerin Anadolu’nun yerli halkı olmadığını, Türklerin Anadolu’yu zorla istila eden barbar güçler olduğunu ve Anadolu’nun esasen kendilerinin hakkı olduğunu iddia etmişlerdir (Köken, 2014: 103). Yunanlıların Bizans’a, İtalyanların Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunarak tezlerini destekleme çabaları dikkat çekicidir. 

Avrupa’daki ırk ve medeniyet teorileri ile Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki bu iddilar, Türk Tarih Tezi’nin muhteviyatını ve gayesini büyük ölçüde şekillendirmiştir. Zira Türk Tarih Tezi, büyük ölçüde Anadolu’nun eski bir Türk vatanı olduğu üzerinde durmuş ve İlk Çağ uygarlıkları ile Türk tarihi arasında bağlantılar tesis edilmeye çalışılmıştır. Türk Tarih Tezi’nin bir savaşımın ürünü 
olduğu, bu tezin sistemleştirilmesinde büyük etkisi olan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde konuşan Reşit Galip’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır: 

 “Darülfünunumuzun, muallim mekteplerimizin, liselerimizin, ortamekteplerimizin muhterem, güzide okutucuları; hakikat sizce ve bizce sabittir. 
Her asil manada cevheri tükenmez Türklük kanı taşıyanlar, bundan şüphe edemezler. Davamız bizim hakikatimizi bütün beşeriyetin itikatları sırasına 
koymaktır. Sizlerin ve elinizden yetişecek beynelmilel Türk tarih otoritelerinin bilgi ve irşat şimşekleri Türk tarihine asırlardır katran yağdıran yerli ve yabancı 
taassup bulutlarını paralaya paralaya dağıtacak, Türk tarihi Ergenekon’dan çıkacaktır. Bu yalnız tarihimizin değili ezeli ve ebedi hakikatin zaferi olacaktır” 
(Türk Tarih Kurumu, 2010: 161). 

“Türk Tarihinin Anahatları” kitabının başlangıç kısmında kitabın yazılma amacında da aynı “yabancılar”ın iddialarına atıflar bulunmakta; yabancı tarih kitapları sebebiyle Türklerin ataları hakkında yanlış bilgiler edindikleri, bu sebeple kendi benliklerini tanıma ve geliştirme konusunda büyük zarara uğradıkları belirtilmektedir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 25). 

Cumhuriyetin, yeni kurulan devlet içerisinde milli kimliğin tesisine dayalı olarak, ortak kültür potasında buluşturmayı düşündüğü “Türk milleti”, Türk Tarih Tezi’nin içerideki motivasyon kaynağını oluştururken; yukarıda sayılan sebepler ise dış motivasyon kaynağını oluşturmaktadır. Köken (2014) bu amaçları; “iç” cephenin güçlendirilmesi ve “dış” cephenin zayıflatılması şeklinde 
ifade etmiştir. 

Tarihi iddilardan dolayı, dış cepheye karşı verilecek en güçlü mesajın Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun ispatı olduğu görülmektedir. Diğer bir husus ise Türklerin “medeniyetsiz-barbar” bir kavim olmadığı, tarihin ilk devirlerinden itibaren ilk medeniyeti Türklerin meydana getirdiği ve sonrasında Dünya’ya yaydıkları iddiasının gündeme getirilmesidir. Türk Tarih Tezi’nin bazı iddiaları 
abartılı olarak bulunsa da; kendisine yöneltilen silaha aynı şekilde karşılık verdiği gerçeğini göz önünden ayırmamak gerekir. 

Türk antropologlar ve arkeologlar Anadolu’nun tarih öncesi dönemlerden beri Türklerin mensup oldukları beyaz ırkın Alpin koluyla meskun olduğunu ve buradaki halkların Orta Asya’daki Türk anayurdundan gelmiş olduklarını göstermeye çalışmışlardır (Durgun, 2015). Ortaya atılan bu yeni görüşlere göre Türk metaforu tekrardan şekillenmiştir. Buna göre Anadolu ahalisi, Hitit ve benzeri isimlerle adlandırılmış olan Türklerdir. Bunlar tarihten evvel Orta Asya yaylasından batıya gerçekleşen göçlerle buraya gelmişlerdir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 192). Kısacası Avrupalıların Anadolu’dan söküp atmak istedikleri Türklerin, aslında bu toprakların gerçek sahibi oldukları mesajı verilmeye çalışılmıştır. Bu konuda Afet İnan’ın Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu “Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde” başlıklı bildirisi önemli katkılar yapmıştır (İnan, 2010). Afet İnan (2010)’ın bildirisi büyük ölçüde Eugene Pittard’ın görüşlerine dayanıyordu. Pittard ise uzun yıllar boyunca Anadolu’da yaptığı araştırmalarda Anadolu’da neolitik kültürün oluştuğunu, bunun Orta Asya kavimler göçüyle bağlantılı olduğunu belirtmişti. Ancak göç edenlere Türk adını vermekte acele 
etmemişti. Afet İnan’ın bildirisi Pittard’ın bu söylemlerini Türklere atfetmesi açısından bir mihenk taşı olmuştur. Pittard da 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmada Türk Tarih Tezi ile örtüşen bir konuşma yaparak Türklerin geçmişte Eti adını taşıdıklarını, birkaç bin yıl sonra da Selçuk, Osmanlı ve Türk ismiyle anıldıklarını söylemiştir (Toprak, 2012: 164). 

Türkün ana yurdu olarak Orta Asya yaylası gösterilmiş olup; bu yurdun bel kemiği olarak da “Altaylar-Pamir” mıntıkası verilmiştir. Türkler bu mıntıkada, milattan en az 9000 yıl önce kültür sahibi bir ırk olarak ele alınmıştır (İnan, 2010: 30). Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri”nin Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra Avrupa’ya ve diğer yerlere gittikleri yönündeki tezleri göz önünde bulundurulduğunda; Afet İnan’a bu konuda yol gösteren görüşlerin büyük ölçüde Avrupa menşeili olduğu söylenebilir. Avrupalı’nın itibar ettiği unsurların, Türkleştirilmeye çalışıldığı söylense yanlış olmayacaktır. 

Kodaman (1982) Türk Tarih Tezi’nin ana hatlarını şu şekilde sunmaktadır: 

1. Medeniyetin ilk çıkış yeri Orta Asya’dır. 
2. Brekisefal ve beyaz ırkın ilk yurdu Orta Asya’dır. 
3. Türkler brekisefal ve beyaz ırktan olup, ana yurtları Orta Asya’dır. 
4. İlk medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur. 
5. Tarih öncesi devirde Orta Asya’da meydana gelen büyük ve uzun süren kuraklık yüzünden bu medeniyet dağılmış ve sahibi olan Türkler de Hind’e, Çin’e, Mezopotamya’ya, 

Anadolu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara ve Dünya’nın diğer yerlerine göç etmişlerdir. Bu göç esnasında gittikleri yerlere medeniyetlerini götürmüşler ve oralardaki toplumlara öğretmişlerdir. Böylece medeniyet dünyaya Türkler tarafından yayılmıştır. 
6. Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olup bizim atalarımızdır (akt. Dönmez, 2013: 384). 


Tarih Tezi’nin iddialarından da görüldüğü üzere Avrupalıların geliştirdikleri nazariyelere, onların cinsinden bir yanıt üretilmiştir. Oluşturulan bu yanıt üzerinde ise pozitivist düşüncenin yoğunluğu (ırk ve antropolojik veriler) hissedilmektedir. Avrupalıların yaptığı gibi ırk ve medeniyet arasında bir bağlantı kurularak beyaz ırktan, brekisefal kafa yapısına sahip Türklerin ilk medeniyetin kurucuları olarak gösterildiği görülmektedir. Romantik tarihçiliğin en bariz örneklerinden birisini teşkil edecek nitelikte güçlü Türklük vurgusu ve büyük düşünceler hissedilmektedir. 

Alman kültür ve ülkü birliğinin tesis edilmesi yolunda önemli faaliyetler yürüten “Eski Alman Tarihsel Bilgi Cemiyeti” Almanya’nın tarihsel anıtlarını, Roma İmparatorluğu’nun öncesine sarkacak şekilde Vizigotlar, Burgonlar, Vandallar ve Lombardlara zamanına kadar uzatmış; ve Alman kimliğinin temel erdemini coğrafyanın ve dilin sürekliliği üzerine tesis etmişti (Geary, 2012). Türk 
Tarih Tezi üzerinde de benzer temayüllerin olduğu hissedilmektedir. Anadolu’nun İlk Çağ ve tarih öncesi dönemleri ile Türklük arasında bağlantı kurma çabası Almanya’daki deneyi andırmaktadır. 

Lakin Türk tarihinin geniş bir coğrafya içerisinde zuhur etmesi ve göç olgusunu barındırıyor oluşu, binlerce yıllık geçmişini aynı coğrafya üzerinde geriye götürebilen Alman deneyi ile uyuşmamaktadır. 

Bu husus Türk tarihi anlayışı konusunda bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Anadolu’nun Türklüğü’nü tarihi, coğrafi, kültürel ve antropolojik temellere dayandırarak kanıtlama gayreti, Türk Tarih Tezi’nin Anadolu üzerine odaklanması sonucunu doğurmuştur. Bunun sebeplerinden birisi de devletin ideolojisi açısından tehlikeli bulunan “panislamist” ve “pantürkist” fikirlere karşı koymak olabilir (Köken, 2014: 92). Bu durum Türk tarihi anlayışı içerisine “Anadoluculuk” adı verilen bir bakış açısının girmesine sebep olmuştur. “Anadoluculuk” nazariyesi, Türk tarihini Anadolu Türklerinin tarihinden ibaret olarak ele almakta; “Türk”ü de Anadolu Türkü olarak görmektedir. Bu durum Osmanlı’nın son dönemlerinde Rusya’dan göç ederek gelen bazı aydınların ve özellikle de Zeki Velidi Togan’ın tepkisini çekmiştir. Togan Türk Tarih Tezi’ne; Türk milliyetçiliğinin kapsamını Anadolu ile sınırladığı için karşı çıkmıştır. Rusya’daki mücadelesinin verdiği perspektifle tarihi karakterinin büyük ölçüde bunu gerekli kıldığı söylenebilir (Özbek, 1997-a). Zira Togan’ın, Türkiye’de oluşturulan bu Tarih Tezi ile uyuşamamasının altında, onun milliyetçilik ve Türkçülük anlayışının, Türkiyeli Türkçülerden tamamen farklı bir tarihsel çerçeve tarafından şekillendirilmiş olması yatmaktadır (Özbek, 1997-b: 15). Togan’a göre Türk milliyetçiliği için en büyük tehlikeyi, Türkistan’da ve Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçiliğin mahalli tezahürü sıfatıyla “Anadoluculuk” güdenler oluşturmaktadır. Ona göre Türk; “Türk dilinde konuşan, hatta bazen dilini unuttuğu halde milli şuurunu muhafaza eden insandır” (Özbek, 1997-a: 22). Bu açıdan “umumi Türklük” fikrine sahip olduğu söylenebilir. Ancak diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ideolojisi olarak benimseyeceği Türkçülüğün en azından başlangıçta ve görünüşte Anadolu ile sınırlı olması gerçekçi politikaların bir ürünü olarak nitelendirilebilir. Yoksa Türk Tarih Tezi’nin 
oluşmasında büyük emeği geçen Atatürk’ün Türk dünyası hakkındaki görüşleri gayet açıktır. 

Atsız (2011) da, 1930’larda şekillenen tarih anlayışını güçlü şekilde eleştirenler arasında yer almaktadır. Birinci eleştirisi Türk tarihinin, hanedan tarihleri olarak ele alınması üzerinedir. Türk tarihini hanedanların isimleriyle Selçuklu-Osmanlı vb. şekillerde isimlendirerek tarihte çok sayıda kurulmuş-yıkılmış Türk devletinden bahsedilmesinin onu bütüncül olarak algılamayı güçleştirdiğini; 
oysa tek bir Türk milletinin var olduğunu ve tarihin de onun tarihi olduğunu belirtmektedir. Bu eleştirisini yöneltirken de Avrupa tarihlerinde hanedanlara yaklaşımlardan örneklerle desteklemektedir. Diğer bir eleştirisi ise “dil, antropoloji, kanun ve örf bakımından Türklerle hiçbir ilişiği” olmadığını söylediği Hititlerin Türkiye Türklerinin atası olarak gösterilmesi ile alakalıdır. 
Hititlerin yazılarının okunduğunu ve Turanlı olmadıklarının anlaşıldığını belirtmektedir. Ayrıca tarihteki pek çok milletin Türk olarak gösterilmesinin, çocukların kitaplara olan güvenini sarstığını ve herkesin Türk olmasından sonra Türklüğün bir imtiyaz olmaktan çıktığını, bunun da milliyet duygusunun zayıflamasına yol açtığını iddia etmektedir (Atsız, 2011). Yinanç (2011)’ında bu konuda benzer eleştirileri bulunmaktadır. 

Türk Tarih Tezi, Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan çalışmalarla geliştirildikten sonra, hatta büyük ölçüde aynı süreçte, eğitim programlarına da yansımaları görülmüştür. Tarihi süreç içerisinde incelediğimiz tarih anlayışımız içerisinde, Türkçülük akımının en güçlü şekilde tarih eğitimine yansıması ancak Türk Tarih Tezi ile mümkün olmuştur. “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap her ne kadar okullarda okutulmasa da daha sonraki çalışmalara kılavuz olmuş ve liseler için hazırlanan Tarih 1, Tarih 2, Tarih 3 ve Tarih 4 kitaplarının temelini oluşturmuştur (Şengül, 2007). Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarının eğitime yansıtılmasıyla birlikte “milli tarih öğretimi” insanlık tarihi içerisindeki konumuyla ele alınmış ve diğer milletlere düşmanlık besleyen bir vasıta haline getirilme den milli bilinci kuvvetlendirecek bir formda sunulmuştur. Hatta tarih yazımının ve eğitiminin bu yönü kurumun katıldığı uluslar arası kongrelerde bir övünç kaynağı olarak sunulmuştur (Çapa, 2002). Diğer yandan oluşturulan ve bilimsel faaliyetlerle desteklenen tez sayesinde Avrupa’da Türklerle ilgili önyargıların kırılmasını sağlamış; “sarı ırk” söylemi büyük ölçüde zayıflatılmıştır. 

Oluşturulan Türk Tarih Tezi, uluslar arası alandan da kısmen destek almıştır. Bu hususta özellikle Macarların ilgi ve desteği dikkat çekmektedir. Macar dili ve tarihinin Türk dili ve tarihi ile bağlantılarının geçmişi, Macaristan’daki Türkoloji çalışmaları; ardından da Türkiye’de Hungaroloji Enstitüsü’nün kurulması bu ilişkilerin gelişmesi üzerinde etkili olmuştur (Çolak, 2010). 

Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları ve Türk Tarih Tezi’nin tesisi, Asya kökenli “aydınlanmacı” anlayışın ortaya koyulmasını mümkün kılarak; Avrupa merkezci tarih ve aydınlanma anlayışının yediği ilk büyük darbelerden birisini oluşturmuştur. Böylelikle İstiklal Harbi ile Avrupa sömürgeciliğinin askeri-siyasi kanadına gösterilen direniş; Türk Tarih Tezi’nin ortaya konulması 
suretiyle de Avrupa sömürgeciliğinin meşruiyet kanalı olan “aydınlanmacılık” anlayışı önüne bir set çekilmesiyle tamamlanmıştır. Önceki dönemlerde Avrupa’dan yapılan tarih nakillerinin etkisiyle Türk milleti üzerinde oluşan “eziklik” duygusu, bu yeni bilimsel gelişmelerin eğitim kanalıyla tabana sirayet etmesi neticesinde yerini “kendine güven” duygusuna bırakmıştır. Tanzimat döneminden beri süregelen milliyetçilik ve pozitivizm düşüncelerinin, bu dönemde devlet ideolojisini yönlendiren aygıtlara sirayet etmesi en mükemmel seviyede gerçekleşmiş ve tarih anlayışında uzun müddet devam eden milli tarihin pozitivist yorumunun evrimi büyük ölçüde nihayete ermiştir. 

Türk Tarih Kurumu’nun, Türkiye’deki tarih anlayışı üzerindeki en büyük etkilerinden birisi de onu bilimsel esaslara oturtmuş olmasıdır. Tarih araştırmalarında kanıt ve belge kullanımı, arkeolojik kazılar, geziler, bilimsel toplantılar, yayınlar vb. hususlar tarih anlayışındaki bilimselliğin artışında rol oynamıştır. Ayrıca kurum, uluslar arası bilimsel toplantılara da katılarak yurt dışındaki tarih çalışmalarını da büyük ölçüde takip etmiştir. 

 Tartışma ve Sonuç 

Türk tarihinin çok uzun bir zaman içerisinde, geniş bir coğrafyaya yayılarak şekillenmesi, bizzat o tarihi yaşayan, yapan, yazan, araştıran ve algılayan özneleri için bazı güçlüklere sebep olmuştur. 

Osmanlı İmparatorluğu zamanında hakim olan tarih anlayışı, bahsedilen güçlüklerin mahiyeti hakkında fikir verebilir. Türkistan’dan gerçekleşen “Büyük Oğuz Göçü” neticesinde Anadolu’nun yurt tutulmasının akabinde bölgede beyliklerin kurulması, Selçuklu hakimiyeti ve ardından da Osmanlı hakimiyetinin tesisi neticesinde Anadolu büyük ölçüde Türkleşmişti. Ancak Osmanlı’daki 
tarih anlayışına göre; yalnızca İslam tarihi ve devletin son yüzyıllarına doğru da hanedan çevresinde şekillenen bir Osmanlı tarihi vardı. Tarih anlayışının ve eğitiminin, kimlik üzerindeki etkisi Osmanlı deneyinde de kendisini büyük ölçüde göstermişti. Zira ne Osmanlı millet sistemi tam olarak oturmuştu, ne de Türklük bilinci vardı. Tebaanın kimliği büyük ölçüde “müslümanlık” üzerinden 
şekillenmişti. Ancak Fransız İhtilali ve Aydınlanma Çağı’nın ardından Avrupa’da gelişen ve sonrasında dünyaya yayılan milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, bilimsel alanda pozitivizm vb. düşünceler 19. Yüzyılda Osmanlı coğrafyasına da yavaş yavaş girmeye başladı. Ne var ki bu yüzyılın son çeyreğinde ve 20. Yüzyılın başlarında Sultan II. Abdülhamit’in, devletin içerisinde bulunduğu zor 
durumla baş etmek adına, Avrupa’dan ithal edilen bu yeni düşüncelerin etkisini azaltmak için tarih çalışmaları ve tarih eğitimini sekteye uğratması, düşüncenin içtimai hayatta fiiliyata ermesini geciktirdi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük (Akçura, 2012) düşünce akımlarının varlık mücadelesi verdiği bu dönemde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşünce akımlarının, Balkan Savaşları, 
Trablusgarp Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yediği darbelerle geri plana düşmesi, Türkçülük ve Batıcılık akımlarının ön plana çıkmasıyla sonuçlandı. Atatürk’ün milli kimliğin farkına varılması hususunda “…Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmak lığımızmış” (Keskin, 1999: 102) şeklinde ifade bulan sözü bu konuyu gayet açık bir şekilde özetlemektedir. 

Türkçülük ve Batıcılığın tarih alanına yansıması ise; aslında 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da başta Almanya, Fransa ve İngiltere’de görülen “milli tarihin pozitivist yorumu”nu Türkiye’ye getirecek olan düşünsel gücün harekete geçmesi anlamına geliyordu. Türkçülük akımı, “milli” düşüncenin tekamülünü hızlandırdığı gibi, Batıcılık akımı ise “pozitivist” ve “seküler” bilim anlayışının Türkiye’de yerleşmesi için ortamı uygun hale getirecekti. 

II. Meşrutiyet dönemi her ne kadar özgür düşünce ortamının, eskiye nazaran arttığı bir dönem olsa da; yurt içi ve dışındaki önemli siyasi meseleler bu dönemde “tarih” alanında bir atılım gerçekleşmesinin önüne geçmiştir. Esasında tarih alanındaki kurumsallaşma çalışmaları; Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocakları, Türk Bilgi Derneği vb. kuruluşların teşekkülü ile büyük ölçüde 
hızlanmıştı. Ancak bu kurumların güç şartlar altında gerçekleştirdikleri çalışmalar tabana sirayet edecek nitelikte bir “tarih anlayışı” değişimine sebep olmamıştı. Zira Türkçülük akımı, İttihat ve Terakki ile iktidara gelmiş olmasına rağmen; okullarda özendirilen milliyetçilik hala “Osmanlı millet sistemi” ve milletler mozaiği “Osmanlı Vatanı” üzerine şekillenmişti. Satı Bey, İhsan Sungu, İhsan 
Şerif ve Abdüllatif Bey’in tarih ders planlarının bu durumu net bir şekilde yansıttığına daha önceden değinilmişti. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da büyük ölçüde devam etti. İktidardaki güç, büyük ölçüde Türkçülük akımına göre hareket ediyordu. Ancak tarih anlayışı ve tarih eğitimi, iktidarın yoğun ajandasından dolayı ilk yıllarda gündeme alınamamıştı. II. Meşrutiyet döneminde Avrupa’dan tercüme edilen tarih kitapları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da hala kullanımda idi. Ali Reşat Bey’in 1929’da basılan ve liselerde kullanılan “Umumi Tarih” kitabı bu anlayışın devam ettiğini büyük ölçüde göstermektedir. 

Tarih anlayışındaki en büyük değişim, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1931’de kurulmasının ardından meydana gelmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, birkaç yıl öncesinde başlatılan Türk Tarih Tezi oluşturma çabalarına, 1932 yılında düzenlediği “Birinci Türk Tarih Kongresi” ile bilimsel bir nitelik kazandırmıştır. Bu hareket aynı zamanda çalışmaların tüm dünyaya duyurulması ve 
sistemleştirilmesinin de önünü açmıştır. Zira bu tarihten sonra tüm yurtta bir tarih seferberliği başlatılmış ve Avrupa’nın Anadolu üzerindeki emellerini yansıtan Tarih Tezlerine ve ırk mitosuna karşı adeta bilimsel-kültürel bir savaş başlatılmıştır. Türk Tarih Kurumu bünyesinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılar ve Cumhuriyet tarihinin en büyük antrolopoji çalışmaları, tezi somut veriler ve 
kanıtlarla destekleyerek Avrupa’nın itibar göstereceği bir forma sokmuştur. Nitekim 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi ile Türk Tarih Tezi yabancı bilim adamlarının da desteği ile büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu çalışmalar gerçekten de Avrupa’daki iddiaların ve Türklerin “sarı ırk”tan olduklarını iddia eden ırk mitosunun geri plana düşmesine, bir müddet sonra da unutulmasına sebep olmuştur. Türk Tarih Tezi’nin Anadolu’nun ilk sahipleri olarak Türkleri göstermesi, ilk medeniyet kurucusu olarak Türkleri göstermesi ve Avrupa medeniyetinin kökenine dahi Türk izlerini serpiştirmesi; Avrupa’nın Türklere yönelttiği silaha etkili bir cevap vermişti. Bu çalışmalar dış cephedeki konumu sağlamlaştırırken; aynı zamanda son yüzyıllarda gururu kırılmış ve güçlüklere 
göğüs germek zorunda kalmış olan Türk milletinin de “milli bilinç” kazanması hususunda önemli katkılar sağlamıştır. Zira bu dönemde ilk kez “milli tarih” eğitim programlarına girmiş ve genç kuşaklar bu programlar doğrultusunda yetiştirilmiştir. Türk Tarih Kurumu, 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da “milli tarih” yazan “Monumenta Germaniae Historica”, “French Ecole des Chartes” ve 
“The English Public Records Office”in (Köken, 2014: 78) işlevini, 1931’den sonra Türkiye’de çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirmiştir. 

Anadolu’da yaşayan Türk milletine “milli bilinç” yeni tarih anlayışı ile aşılanmıştır. Ancak Avrupa’nın Anadolu üzerindeki iddialarını çürütmek amacıyla; Anadolu’yu sahiplenme dürtüsü, yeni tarih anlayışına da büyük ölçüde şekil vermiştir. Türkistan ve Rusya’dan gelen Türkçü aydınların bazıları bu hususa tepki göstermiş ve inşa edilen milli tarihin “mahalli milliyetçiliğin” ürünü olduğunu savunarak bu hususun Türk dünyasına zarar vereceğini iddia etmişlerdir. Bu konuda en dikkat çekici eleştirileri Başkurdistan’da Sovyetlere karşı milli mücadele vermiş olan Zeki Velidi Togan gerçekleştirmiştir. Ancak bu tarz eleştiriler Türk Tarih Tezi üzerinde önemli bir etki yapmamıştır. Anadolu menşeili Türk tarihi anlayışı, Türkiye’de büyük ölçüde yerleşmiş olup halen devam etmektedir. 

Türk Tarih Kurumu, 1930’lu yıllarda Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde önemli bir paradigma değişikliğini gerçekleştirdikten sonra çalışmalarına devam etmiştir. Türkiye’de tarih ve tarihçiliğin gelişmesinde kuşkusuz en büyük rol bu kuruma aittir. Günümüzde de bu işlevini büyük ölçüde yerine getirmektedir. 

Kurum, 7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. Türk Tarih Kurumu bu dönemden itibaren de ilk kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarına devam etmiş ve etmektedir (Türk Tarih Kurumu, 2016). 

Türk Tarih Kurumu tarafından 1937 yılından beri yayımlanan Belleten dergisi, sonraki yıllarda Türkiye’de bilimsel tarihçiliğin gelişmesi hususunda önemli bir rol üstlenmiştir. Bugün de uluslar arası standartları yakalamış önemli yayınlar arasındadır. 


Kaynakça 

Akagündüz, Ü. (2015). II. Meşrutiyet Yılları Düşünce Dünyamızda Tarih ve Tarih Yazımı Üstüne Bir Değerlendirme. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi (21), 3-31. 
Akçura, Y. (2010). Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair. Birinci Türk Tarihi Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Akçura, Y. (2012). Üç Tarz-ı Siyaset. Ankara: Kilit Yayınları. 
Akman, Ş. T. (2011). Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmi Tarih Yazımının İdeolojik ve Politik Karakteri. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi , 1 (1), 80-109. 
Aslan, E. (2012). Atatürk Döneminde Tarih Eğitimi-I: "Türk Tarih Tezi" Öncesi Dönem (1923-1931). Eğitim ve Bilim , 37 (164), 331-346. 
Atsız, H. N. (2011). Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 197-208). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Avcı Akçalı, A. ve Çam, İ. D. (2015). II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet Dönemleri Eğitim Anlayışları 
Bağlamında Mizancı Murad ve Ahmet Refik'in (Altınay) Umumi Tarih Ders Kitapları. Milli Eğitim (207), 119-144. Aydoğan, M. (2006). Türk Uygarlığı. İstanbul: Umay Yayınları. 
Çalen, M. K. (2013). Celal Nuri'ye Göre Muhit, Irk, Zaman Teorisi Bağlamında Eski Türkler ile Osmanlı Türkleri Arasındaki Münasebetler. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 15 (1), 279-296. 
Çapa, M. (2002). Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk You Dergisi (29-30), 39-55. 
Çolak, M. (2010). Atatürk, Macarlar ve Türk Tarih Tezi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi (27), 371-402. 
Demircioğlu, İ. H. (2012). Osmanlı Devletİ'nde Tarih Yazımının Tarih Öğretimi Üzerine Etkileri. Milli Eğitim (193), 115-125. 
Dönmez, C. (2008). Tarihi Gerekçeleriyle Harf İnkılabı ve Kazanımları. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Dönmez, C. ve Oruç, Ş. (2006). II. Meşrutiyet Dönemi Tarih Öğretimi. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Durgun, Ş. (2015). Ulus İnşa Sürecinde Irkçı Tesirler. Türk Yurdu (333), 39-44. 
Geary, P. J. (2012). Uluslar Miti ve Avrupa'nın Kökenleri. (Ç. Sümer, Çev.) Ankara: Tan Kitabevi. 
Güvenç, B. (1996). Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları. İstanbul: Remzi Kitabevi. Türk Tarih Heyeti (1996). Türk Tarihinin Ana Hatları. İstanbul: Kaynak Yayınları. 
İnan, A. (2010). Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde. Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Karal, E. Z. (1946). Atatürk'ün Türk Tarihi Tezi. Ankara. 
Keskin, M. (1999). Atatürk'ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köken, N. (2014). Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi (1923-1960). Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köprülü, F. (2011). Bizde Tarih ve Müverrihler Hakkında. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 31-46). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Türk Tarih Kurumu (2010). Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Türk Tarih Kurumu (2016). Türk Tarih Kurumu'nun Tarihçesi. 06 09, 2016 tarihinde Türk Tarih Kurumu: 
http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=1 adresinden alındı 
Mehmed Arif (2006). Başımıza Gelenler. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. 
Türk Ocakları (2016). Türk Ocakları Derneği Tüzüğü. 06 10, 2016 tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi: 
http://turkocaklari.org.tr/sayfa/3510/tuzuk.html adresinden alındı 
Oral, M. (2006). Türkiye'de Romantik Tarihçilik (1910-1940). Ankara: Asli Yayın Dağıtım. 
Özbek, N. (1997-b). Zeki Velidi Togan ve Milliyetler Sorunu: Küçük Başkurdistan’dan Büyük 
Türkistan’a. Toplumsal Tarih , 8 (44), 15-23. 
Özbek, N. (1997-a). Zeki Velidi Togan ve Türk Tarih Tezi. Toplumsal Tarih , 8 (45), 20-27. 
Saray, M. (1995). Atatürk ve Türk Dünyası. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Satan, A. (2013). Avrupamerkezcilik ve Türk Tarih Tezi. İnsan ve Toplum Dergisi , 3 (6), 333-342. 
Sönmez, E. (2010). Annales Okulu ve Türkiye'de Tarih Yazımı, Annales Okulu'nun Türkiye'deki Tarih Yazımına Etkisi: Başlangıçtan 1980'e. Ankara: Tan Yayınevi. 
Şengül, T. (2007). Siyasi Düşünce Akımları ve Tarih Ders Programlarındaki Düşünsel Değişim (1908-1930). Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi , 40 (1), 63-97. 
Şimşek, A. ve Satan, A. (2011). Milli Tarihin İnşası - Makaleler. İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Toprak, Z. (2012). Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 
Turan, M. (2015). Türk Milli Devleti'nin İnşasında Tarihi Süreç ve Gerekçeler. Türk Yurdu (333), 30-33. 
Turan, R., Safran, M., Hayta, N., Çakmak, M. A., Dönmez, C. ve Şahin, M. (2014). Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi. Ankara: Yargı Yayınevi. 
Ülken, H. Z. (2011). Tarih Şuuru ve Vatan. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 209-228). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Yinanç, M. H. (2011). Tanzimat'tan Meşrutiyet'e Kadar Bizde Tarihçilik. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 59-96). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Ziya Gökalp (2011). Tarih İlim mi? Yoksa Sanat mı? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 47-48). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 


***