Halil Nebiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halil Nebiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11


İBDA-C

Son dönemde birahanelere molotoflu saldırılarla, bombalama, adam dövme gibi eylemleri ve radikal ama düzeysiz, küfürlü söylemiyle dikkat çeken, şeriatçı gruplar arasında "mahalle kabadayıları", sol gruplar tarafından kenar mahalle aristokratları diye adlandırılan İBDA-C hakkında İstanbul polisinin tuttuğu kayıtlar ilgi çekici. Polis kayıtlarındaki bilgi şöyle:
"1973 yılında, Şair Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu fikriyatını ortaya atması ile MHP'den ayrılan grup temelde İslam esasına dayanan ve Kürt sorununa da ağırlık veren doğu ile batının birleşmesi ile meydana gelebilecek federe devletlerden oluşan Büyük İslam Birliği Devleti'ni meydana getirmek için çalışmalarına başlamış, bu çalışmalar 1980 yılı Bayrak harekatına kadar devam etmiş, Bayrak harekatı ile çalışmalarına ara vermişlerdir.
O dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in yanında yetişen ve Necip Fazıl'ın ölümü ile Büyük Doğu fikriyatının temsilcisi olduğunu iddia eden Salih Mirzabeyoğlu sahte isimli Salih İzzet Erdiş'in liderliğinde Büyük Doğu Fikriyatı'nı da içine alan İBDA-C adlı örgüt kurulmuş; örgüt 1985 yılından bu yana İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Konya, Denizli, Adapazarı, Şanlıurfa, Muş ve Diyarbakır gibi illerde faahiyet göstermektedir."
İstanbul emniyetinin elindeki önemli bir bilgiye göre, Taraf adlı aylık derginin, örgütün yayın organı olduğu ileri sürülüyor ve örgütün dergi aracılığıyla Irak yönetimiyle ilişki halinde olduğu belirtiliyor.
Polis kayıtlarına göre İBDA-C, İstanbul dışında 19 merkezde çalışma yapıyor. Bu iller Ankara, Amasya, Adıyaman, Burdur, Bursa, Düzce, Erzurum, İzmir, Kahramanmaraş, Elazığ, Kayseri, Malatya, Muş, Konya, Gaziantep, Sakarya, Tokat, Trabzon ve Urfa. Örgütün Gaziantep ekipleri eylem veya bildirilerinde İBDA-C Ultraforce (Üstün vurucu güç) imzasını kullanırken, Urfa birimleri İBDA- C Şark, İBDA-C Kürdistan ve İBDA-C Birecik imzalarını "Ehli Sünnet Militanları" genel başlığıyla kullanıyorlar. Örgüt, Avrupa'da Almanya'nın Berlin, İsveç'in ise, Göteborg kentlerinde örgütlenmiş durumda.
Polis kayıtları, İBDA-C'nin örgütlenme şemasını şöyle çiziyor:
Genel Başkan: Salih Erdiş (Mirzabeyoğlu)
Mali Sorumlu: Kazım Albayrak
Eylem Sorumlusu: Ali Osman Zor.
Bu yapıya göre eylem sorumlusu Ali Osman Zor, dört ayrı birimi yönetiyor. Bunlardan silah sorumlusu olarak görev yapan M.Tahir Başarıcı'nın kadrosunda Şahin Zor ve Mehmet Zor yer alıyor. Ali Osman Zor'a bağlı ikinci birim 'İslami Kısas Kıtaları' (İKK) adını taşıyor ve bu birimde Kemal Şişman, Mehmet Zengin, Ender Toz, Serdar Ataş, Süleyman Dal ve İbrahim Tatlı görev yapıyorlar.
Eylem sorumlusuna bağlı üçüncü birim, 'İslami Kısas Timi' (İKT) adını taşıyor ve polisin dokümanlarına göre Metin Aslantürkiyeli, Alaattin Baki Aytemiz, Mehmet Fırat, Gürsel Avcı, Şükrü Sak, Malik Aslantürkiyeli ve Ahmet Aslan'dan oluşuyor.
Polise göre, örgütün İstanbul'daki eylem bölge sorumlulukları, "Çarşamba- Karagümrük Mahalle Sorumlusu: Mehmet Taşkesen", "Sanayi Mahallesi Sorumlusu: Murat Erbaşlı", "Çeliktepe Mahallesi Sorumlusu: Ümmet Meğer", "Seyrantepe Mahallesi Sorumlusu: Şaban Çavdar" olarak belirlenmiş.
Ali Osman Zor'un emrinde olduğu ileri sürülen son birimin adı 'İslam Gerilla Ordusu' (İGO) da ise Unsal Zor, Mevlüt Dal, Abdullah Talu, Abdullah Kargılı, Hüseyin Avcı ve Mehmet Tatlı bulunuyorlar.
Polis kayıtlarındaki İBDA-C örgütlenmesinde, doğrudan Salih Mirzabeyoğlu'na bağlı olarak görev yapan bir Eğitim Kadrosu birimi bulunuyor. Bu birimin Ak Zuhur ve Taraf dergileriyle 'Kıvam Hukuk Bürosu'ndan oluştuğu, polisin bir başka iddiasını oluşturuyor.


...VE TURAN DURSUN VE BAHRİYE ÜÇOK VE...

-4 Eylül 1990: Gazeteci, din araştırmacısı ve eski müftü Turan Dursun, Koşuyolu'ndaki evinden çıkışta, ucuna susturucu takılmış bir silahla kurşunlanarak öldürüldü.
Tahran Radyosu, cinayeti ilk haber olarak verirken şöyle diyordu: "Türkiye'nin Salman Rushdi'si, sol eğilimli Yüzyıl Dergisi yazarlarından Turan Dursun, bugün tanınmayan kişilerce kurşunlanarak öldürüldü. Dursun'u öldüren failler olaydan sonra kaçtılar. Hatırlatmak gerekir ki, Turan Dursun yazılarında yüce İslam dini ve Hz. Muhammed'e defalarca ihanet ve edepsizlikte bulunmuştu."
-6 Ekim 1990: Cağaloğlu'ndaki Sosyal Yayınlar binası molotof kokteyli atılarak kundaklandı. Çok sayıda kitap yandı.
-6 Ekim 1990: SHP Parti Meclisi Üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok, İstanbul'dan gönderilen bir paketin içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu parçalanarak yaşamını yitirdi. Laik yayınları ve siyasal yaşamıyla tanınan İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyesi Doç. Üçok, şeriatçıların öfkesini 1988 yılında yayınlanan bir tesettür açıkoturumunda çekmiş, sürekli tehdit edilir olmuştu. Bahriye Üçok'a Expres Kargo'dan gelen paketin, 3 Ekim 1990'da İstanbul, Perşembepazarı, Hırdavatçılar çarşısı, No: 104, Karaköy-İstanbul adresinden gönderildiği ortaya çıktı. Ne var ki, paketin üzerinde gönderenin kimliği, 'İlmi Araştırmalar Vakfı' olarak belirtilmişti ve vakfın adresle ilişkisi yoktu.
Üçok cinayeti hala karanlıkta...
-14 Ekim 1990: MİT Müsteşarı Teoman Koman, Cumhuriyet'e İslamcı Terör tehlikesine ilişkin açıklamalar yaptı. Koman şunları söylüyordu:
"İslami terör örgütlerinin yurt içinde ve dışında kampları var. Buralarda askeri eğitim yapıldığı yolunda elimizde bilgiler mevcut. Türkiye nüfusunun yüzde 99'u Müslümandır. Gidin bir köye, din adına şapka açın, ceplerinde ne varsa verirler. Bu sayede okullar, ticarethaneler açılıyor. Dindar kitlenin temiz duygularını istismar edip teröre bulaştıranlar da var. Para sıkıntıları yok. Büyük tehlike oluşturuyorlar. Şimdi, 'İslami terör yoktur' diyemeyiz. Üstelik önemli ölçüde, çevre ülkelerden destek sağlanmaktadır. Bunun nereden olacağını da çok iyi biliyorsunuz."
-28 Ekim 1990: 1960'ların irtica simgesi, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı Said-i Nursî için, Nurcuların gazetesi Yeni Asya Ankara Kocatepe Camii'nde mevlid düzenledi. Mevlidin gerekçesi, ölümünün 30. yılında Nursî'yi anmaktı. Oysa Nursî 28 Ekim'de değil, 23 Mart 1960'ta ölmüştü. Bu açıkça, bir gün sonra 67. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan Cumhuriyete karşı bir gövde gösterisiydi.
Mevlide DYP milletvekillerinden Mardin Süleyman Çelebi, İsparta Ertekin Durutürk, Kütahya Cavit Erdemir, Elazığ İsmail Köse, Elazığ Ali Rıza Septioğlu, Erzurum Tahir Şaşmaz ve ANAP milletvekillerinden Balıkesir İsmail Dayı, Siirt Kudbettin Hamidi, Kayseri Mehmet Kaşıkçı katılmışlardı. DYP Genel Başkanı Süleyman Demirci, geceye şu telgraf mesajıyla katıldı:
"Büyük alim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said-i Nursi için okunacak mevlidi Allah kabul etsi.ı. Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi olan Bediüzzaman Said-i Nursî'ye Allah rahmet eylesin. Saygılar."
-4 Kasım 1990: Cumhuriyet gazetesi, İslamcı yayın organlarının bir çağrısını haber olarak yayınladı. Barolar Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kadın Haklarını Koruma Derneği, Türk Kadınlar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve TÜSİAD gibi kuruluşları siyonistlikle suçlayan ve hedef gösteren ortak bildiride şunlar söyleniyordu:
"Laiklik, demokrasi, çağdaşlık ve benzeri ne anlama geldiği belli olmayan, herkese göre değişebilen süslü kavramların artfasına gizlenerek sürdürülen bu şer kampanyası, yüce kitabımızın hak ve batılın birbirinden ayrı olduğunu ve birarada bulunamayacağını belirten ayetlerine uygun olarak, Allah'a dost olanlarla düşman olanları apaçık bir biçimde ayırıcı yönde gelişmektedir. Halkımızı hiçbir şekilde temsil etmeyen, şımarık bir mutlu azınlığın çıkar ve özlemlerini temsil eden bu laik cephe, ülkemizin tarihi boyunca laiklik ve Atatürkçülük paravanası altında Müslümanlara saldırarak neyi hedeflemektedir?..."
"...1920'lerden beri, İslamı temsil eden ne varsa yok etme politikası uygulanmıştır. Müslümanların okulları kapatılmış; dilleri, kılık kıyafetleri, takvimleri ortadan kaldırılmış; buna karşı çıkan binlerce Müslüman, İstiklal Malıkemeleri'nde sorgusuz sualsiz idam edilmiştir. Tek parti diktatörlüğü ezanı yasaklamış,
Kur'an'ı Kerim'leri meydanlarda açıkça yakmış, camilerimizi kiliselere benzetmeye çalışmış ve yine karşı çıkan binlerce müslüman ya hapsedilmiş ya da sürgün edilerek zulme uğramıştır. Laik düzen, Müslüman kızlara okul kapılarını kapatarak, başörtü yasağı gibi iğrenç bir yasakla zulmünü değişik bir yönden sürdürmektedir.
...Ama rabbimizin vaadi gereği, zulmün ve zalimlerin telaşı boşunadır. Çünkü İslamın zaferi yaklaşmaktadır.
Laik şer cephesi, Müslümanlara saldırmayı bırakıp, Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği sayısız zulmün ve ülkemizi kafir güçlere satmanın hesabını vermeye hazırlanmaktadır." İşte bu ortak bildirinin altında;
Akademi Yayınları, Birim Basım-Yayın, Dava Dergisi, Dünya Yayınları, Girişim Dergisi. İmza Dergisi, İşaret Yayınları, Kamuoyu, Kardelen Dergisi, Kimlik Gazetesi, Med-Zehra, Mektup Dergisi, Objektif Dergisi, Sena Organizasyon, Şafak Dağıtım, Şura Yayınları, Teklif Dergisi, Tevhid Dergisi, Tohum Neşriyat, Yeryüzü Dergisi, Yıldız Kervan ve Yönetim Yayınları'nın imzası vardı. Ortak bildiri, "İnananlar Allah yolunda, küfredenler tağut uğruna savaşır, öyleyse siz şeytanın dostlarıyla savaşın" sözleriyle son buluyordu. Toplantılarında, "Bekleyin laikler, geliyoruz" diye marşlar söyleyen İslamcılar, gelişlerinin artık uzun vadeye değil orta vadeye, hatta kısa vadeye bağlandığını ilan ediyorlar ve şeytanın dostları dedikleri laiklere açık savaş ilan ediyorlardı.
-4 Kasım 1990: Diyanet İşleri Başkanı Said Yazıcıoğlu, cami sayıları ve cami yaptırma konusuna ilişkin ilginç bir demeç verdi. Yazıcıoğlu, "Türkiye'de bugün 65 bin cami var. Bu camilerde 80 bin dolayında kadrolu personel bulunuyor. 7 bin dolayında personel açığı var. Her köye bir cami yeterliyken, neredeyse 100 metre arayla yapılıyor. Ne kadar az cami yaparsak, vatandaş arasındaki bölünmeyi önlemiş oluruz", diyerek adını başı cami yapılmasına karşı çıkıyordu.
-20 Kasım 1990: Yıldız Üniversitesi'nde kendilerine "Müslüman Gençlik" adını veren 300 kişilik bir grup gösteri yaptı. Üniversite yemekhanesinde bulunan Atatürk rölyefinin üzerinde yer alan "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözleri, grup tarafından "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır", biçiminde değiştirildi.
-2 Şubat 1991: Körfez Savaşı'nda Türkiye'nin müttefik kuvvetlere destek vermesi; İstanbul, Diyarbakır, Batman, Nusaybin ve Tatvan'da cuma namazından çıkan İslamcıların gösterileriyle protesto edildi. Atılan sloganlar arasında "Saddam Bahane, Dökülen İslam Kanı" ve "Kahrolsun İsrail" dikkati çekti.
-2 Şubat 1991: Refah Partisi Genel Başkam Necmettin Erbakan'ın Suudi Arabistan Kralı Fahd'a gönderdiği telgraf, Suudi televizyonunda okundu. Telgrafın tam metni şöyle:
"Harameyn-i Şerifeyn Hamidi Kral Fahd bin Abdulaziz Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu Kuveyt'in kurtarılması ve Saddam fitnesinin ortadan kaldırılması uğrundaki savaşların başladığı haberini büyük bir mutluluk ve sevinç ile karşıladık. Bu arada, Saddam'ın, Suudi Arabistan'ın emniyet ve selametini ihlal ederek, roketleriyle Suudi kentlerini bombalamasını, selamet içinde yaşayan halka korkulu anlar yaşatmış olmasını da, biz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman büyük bir endişeyle karşıladık. Saddam Hüseyin, bir zamanlar mübarek toprakların ve bu emniyet ve selamet ülkesinin kutsallığının korunmasına büyük ihtimam gösterdiği hakkındaki kulakları sağır eden iddialarını da çiğnemiştir. Bu hoş bir sürpriz olmamıştır. Saddam Hüseyin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yoketmeye çabalayan zalim bir diktatördür. Zira o, tanındığı andan itibaren sapıklık yolunda büyümüş, şüpheli eller tarafından yetiştirilmiş, hayatlarını İslam düşmanlığına, İslam din ve adamlarının ortadan kaldırılmasına adamış, sapık cereyan ve karanlık adamlarının gölgesinde gelişmiş ve böylece ortaya, fasit bir bitki ve salih olmayan bir amel çıkmıştır.
İttifak kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt'in kurtarılmasına ve bu fitnenin ortadan kaldırılmasına kıyamınız, Allah'a yaklaşmanın en büyük derecesidir.
Genel olarak Türk Müslümanları, özel olarak RP adına, biz, bu icraatlarınızı destekliyoruz. Hatta, mübarek Tevhid sancağı olan 'Lailahe İllallah Muhammedün Resulullah' bayrağınız altında bu cihadınıza nusrette görevimizi yerine getirmeye ve mübarek topraklar uğrunda canlarımızı sizinle birlikte her zaman fedaya hazırız.
Cenab-ı Hak, sizi, nusreti ve muvaffakiye teyid buyursun." (TEMPO Dergisi, 17 Şubat 1991)
Her zaman, antiemperyalist olduğunu söyleyen ve ABD karşıtlığıyla övünen İslamcıların partisinin lideri, bu mesajla ne demek istiyordu? Mesaj, şu anlama geliyordu: Ortadoğudaki varlığını ABD çıkarlarıyla özdeşleştiren, varlığını emperyalistlerin çıkarlarına armağan eden Suudi Arabistan'dan yana tavır almak, antiemperyalist bir partinin takınacağı bir tutum değildir.
Dolayısıyla Refah Partisi antiemperyalist değildir. İkincisi; Suudi Arabistan, İrak'taki Müslüman halka bombalar yağdıran batılı müttefik güçleriyle birlikte hareket etmektedir. Onlarla birlikte hareket eden Suudi Arabistan'a, bu olayda bu denli angaje olan bir partinin, İslamcıların partisi olduğundan da kuşku duyulmalıdır. Sonuç: Refah Partisi sahte islamcı, dışa bağımlı bir partidir.
-12 Nisan 1991: 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini yürürlükten kaldırdı.


ŞERİATÇILIK VE 163. MADDE

"Yazılarımızda zaman zaman kendimizi yineleyerek laiklikten, şeriatçılıktan, Türkiye'nin bağımsızlığından söz ediyorsak, bunun nedeni, tutucu iktidarların ve kimi politikacıların tutumlarıdır. Ülkemizde, ne yazık ki, hukuka bağlı devlet, anayasal aksaklıklar, kişisel iktidar eylemleri, insan hakları, enflasyon, ülke ormanlarının yok edilmesi gibi çok önemli ve yaşamsal sorunlar temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze geliyor, getiriliyor. İşte Türk Ceza Yasası'nın 141., 142 ve 163. maddeleri de böyle süreğen (müzmin) sorunlardan biridir. Ne yapalım, susalım mı? Elbet düşüncelerimizi açıklamak zorundayız. 141 ve 142. maddeleri geçen hafta ele almıştık; bugün 163. maddenin bağlantılı olduğu konu ve sorunları bu madde ile birlikte irdelemek istiyoruz.
Şeriatçılık ile 163. madde arasında ilişki olsa da, bunlarla son zamanlarda Avrupa basınında sık sık yer alan Sevr Antlaşması arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Avrupa basınının sık sık sözünü etmeye başladığı Sevr Antlaşması, artık ortadan kalkmış olan Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabul ettiği, daha doğrusu karşılıklı bir anlaşma değil, Batılılarca Osmanlı Devleti'ne dikte edilmiş bir belgedir. Bu politik belge ile 163. madde arasındaki bağlantı şöyle belirlenebilir: Bu madde, Atatürk devriminin temel öğelerinden biri olan laiklik ilkesini koruyup şeriatçı akımların önlenmesi amacıyla konulmuştur. Sevr Antlaşması'nı Türk ulusu değil, Osmanlı Parlamentosu da değil, şeriatçılığı korumakla görevli Padişah Vahdettin'in çağrısı üzerine, onun başkanlığı altında toplanan Saltanat Şurası kabul etti.
Bu şura üyelerinin büyük çoğunluğu, emekli Osmanlı paşalarından ve eski devlet adamlarından oluşmuştu. Padişah, aynı zamanda Halife olduğu için Osmanlı devleti, elbette şeriatçı nitelik taşıyordu. Son Osmanlı Parlamentosu olan İstanbul Mebusan Meclisi, 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngilizler ve savaş ortaklarınca eylemli olarak işgal edilmesinden sonra kapatılmış; milliyetçi üyeler, İngilizler tarafından Malta Adası'na sürülmüş; Anadolu'ya kaçabilenler ise Ankara'ya varıp ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katılmışlardı. Ancak, son Mebusan Meclisi'nin gördüğü çok önemli bir iş vardı ki, o da Ulusal Ant'ı (Misak-ı Milli'yi) kabul etmiş olmasıydı. Bu ant, Türkiye'nin değişmez sınırını Türk halkına ve bütün dünyaya ilan eden belgedir. Sevr Antlaşması ise Osmanlı Devleti'ni birkaç ilden oluşan küçük bir emirlik, bir hanlık durumuna getiriyordu; İstanbul'da İngilizlerle işbirliği yapan şeriatçılar ise bunu benimsemişlerdi. Sevr Antlaşması'm reddedip Yunanlıları Anadolu'dan çıkarmak için Türk ulusunun önünde çarpışan Mustafa Kemal Paşa hakkında idam fermanı verenler, şeriatçılardı. Yunanlılar karşısındaki Türk direnişini kırmak için, Anadolu'daki bazı haym ve gafilleri kandırıp yer yer isyan çıkararak Türk ordusunu arkadan vurup çökertmek isteyenler de başta Padişah Vahdettin olmak üzere, yine şeriatçılardı.
Günümüzde, Atatürk'ün çağdaş Türkiye için koymuş olduğu sağlam ilkelerle başa çıkamayıp onun kişiliğini karalamaya çabalayanlar, yine şeriatçılar değil midir?
Güncel bir örnek daha vereyim: Nevşehir belediye seçimleri sırasında "Kanımız aksa da zafer İslamındır" diye tekbir getirerek kentin sokaklarında avaz avaz bağıranlar kimlerdir? Elbette şeriatçılar. Çünkü onlar için Türk yok, İslam vardır; ulus yok, ümmet vardır.
Şu halde, 163. maddenin hem, şeriatçılık hem de yeni kurulan Cumhuriyet'in yırttığı (ki, bu yırtılış, Lozan Barış Antlaşması ile belgelenmiştir) Sevr Antlaşması ile çok yakın ilgisi var. 163. maddenin kaldırılmasına, ben, işte bu nedenle karşıyım. Şeriatçı partilerin açık, gizli hilafet propagandalarının yeniden yaygınlaşması bu ülkeyi felakete götürür de, ondan. Bu konudaki düşüncelerimi daha Önce de bu sütunlarda birkaç kez açıkladığımı yinelemeyeceğim.
Şimdi de 163. maddenin metnini okuyalım:
"Madde 163- (Değişik 2787-21.1.1983)
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya siyasi veya hukuki teme! düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan onbeş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne surettte olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri, belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi teşekküller, sendikalar, iş;i teşekkülleri, okullar, yüksek öğretim müesseseleri içinde veya bunların memur, müstahdem veya mensupları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nispetinde arttırılır.
Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller, yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde arttırılır."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Stalin'in Türkiye'den toprak ve üs istemesi sonrasında, 1947'de, T.C. hükümetinin ABD ile ikili anlaşmaları gündeme geldi. Daha sonra, ABD'nin gittikçe artan yoğunlukta ve öteki batı devletlerinin katılmasıyla bizi yeniden yarı sömürge durumuna getirecek tutumu karşısında "Tam Bağımsızlık İstiyoruz" diye haykıran üniversite gençlerine ne yapıldı? Kıyım, dayak, işkence, hapis... Öyle zamanlar oldu ki, ABD'nin herhangi politik bir eylemini eleştirenler bile hapislere atıldı. Buna karşılık şeriatçıların sırtları hep sıvazlandı. Bugünkü tehlikeli ortama, böyle sürüklendik.
1980 askeri darbesinden sonra devlet başkanı olan Kenan Evren, doğudaki meydan konuşmalarından birinde, "Tam bağımsızlık diye bir şey tutturmuşlar" diyerek yazarları ve gençleri suçlamadı mı? Kafalar ne kadar şartlanmıştı ki, solcuların vatansever olduğu bir türlü kabul edilemiyordu; korkunç bir ayrımcılıktı bu. Günümüzde "komünizm ihraç eden ülkeler" kalmadı, ama yöremiz şeriat ihraç eden ülkelerle sarılıdır.
Burada beklenen bir soruya (sual-i mukaddere) yanıt vereyim: Denebilir ki, geçen pazar yazınızda 141 ve 142. maddelerin düşünce özgürlüğünü kısıtlaması nedeniyle kaldırılmasından yana idiniz. 163. maddenin düşünce özgürlüğünü kısıtladığını düşünmüyor musunuz?
163. madde din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamıyor, düşünce özgürlüğünü de kısıtlamıyor. Hilafetçiliğe kadar gidebilecek propagandalar yapma olasılığı bulunan siyasal partilerin kurulmasını engelliyor. Başka bir soru da yöneltilebilir: Parlamentodaki partiler yelpazesinde sol uç kanadın boşluğunu doldurmak için komünist partilerin kurulmasından yana olduğunuzu geçen hafta açıkladınız; peki sağ uç kanattaki şeriatçı partilere niçin karşı çıkıyorsunuz?
Çünkü; komünizmin karşıtı şeriatçılık değil, kapitalizmdir; partiler yelpazesinde sağ kanat, kapitalizm ideolojisi ile yeterince doldurulmuştur, o uçta boşluk yoktur. Şeriatçılık ülkemiz bakımından büsbütün ayrı bir nitelik taşır. Geçmişimizde komünist gelenek yok ama şeriatçı gelenek vardır ve her an hortlayabilir. Şeriata dayanan İslamcı devletlerde ise düşünce özgürlüğünün ne kertede kısıtlı olduğunu gazete okuyan herkes bilir.
Okurlarımın 163. maddeyi dikkatle okuyup bu sorunları, parça parça değindiğim noktaların ışığı altında değerlendirmesini, Atatürkçü aydınlarımızın da, halkı bu yönde aydınlatmaya çalışmasını dilemekteyim.
Bir tutsaklık ve utanç belgesi olan Sevr Antlaşması"nı tam bağımsızlık belgesi olan Lozan Antlaşması'na üstün tutan düşünce eğer şimdi de ülkemizde varsa, bu tür düşünce taşıyanlar, mütareke döneminin haym mirasçılarıdır." (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet: Cumhuriyet, 14 Nisan 1991, Sf.2)


LAİK CUMHURİYETE ÖLÜM YEMİNİ VE
UĞUR MUMCU

-31 Ekim 1991: Yenilevent İstanbul'daki Harp Akademileri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral İzzettin İyigün imzalı 31.10.1991 tarih ve 3500-23-91/İsth. ve İKK Şb. 557 sayılı yazının kısa metninde şöyle bir sunuş var:
"Alınan bir duyum üzerine tespit edilen Kur'an Kursu Andı metninin fotokopisi ekte gönderilmiştir. Bilgi edinilmesini arz ederim."
Tümgeneral'in ekte gönderdiği Kur'an Kursu Andı metni ise şöyle:
"Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkartılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan Şeriat Devleti'nin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma dinim, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kassem ederim."
-20 Eylül 1991: Yaklaşan Genel Seçimlerle ilgili çalışmalar sürerken, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ve Islahatçı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali, bir seçim protokolü imzaladılar.
Hedefleri, adaylarını RP çatısı altında seçimlere sokmak ve artık "Kutsal İttifak" olarak anılmaya başlayan ittifakı iktidara taşımaktı. Bunu umuyorlardı da. Umutları, imzalanan protokol metninden anlaşılabiliyordu:
"Milli İttifak'ın kurucusu üç liderin ortak yetki ve sorumluluğu ile ittifakın kanatlarının bir partide veya yeni kurulacak bir partide kemaliyle temsil edilmesi, kurumlaşması, genişletilmesi, milli ve manevi değerlere bağlı hüsnüniyet sahibi bütün grup ve vatandaşlarımızın ittifak oluşumunda yerlerini almalarını sağlayacak, Türkiye'nin milli, manevi ve bilimsel potansiyelini harekete geçirebilecek, Model, Usul, Zamanlama, Program, Strateji, Temsil, Yetki, Sorumluluk konularında yeni bir mutabakata, bir protokole ihtiyaç duyulmaktadır. Açıkladığımız amaçları gerçekleştirmek üzere, yeni bir protokol hazırlanmasına ve gereğinin yapılmasına karar verdik. 20.11.1991.
Prof.Dr.Necmettin Erbakan. Alparslan Türkeş. Aykut Edibali." Ancak umulan olmadı. Necmettin Erbakan'ın, son bin yılın olayı dediği ittifak, yüzde 16.7 oyla 62 milletvekili çıkararak DYP, ANAP ve SHP'nin ardından dördüncü parti oldu. İttifakın 62 milletvekilinden 19'u MHP'nin, 3'ü IDP'nin, 40'ı RP'nindi. Nitekim Türkeş, kendi arkadaşlarıyla 15 Kasım 1991'de; Edibali ise iki arkadaşıyla, 25 Ocak 1992'de ittifaktan ayrıldılar.
-24 Ocak 1992: Fatih Cami-i'nde yaklaşık 150 kişilik bir grup tarafından "Cezayir Katliamını Tel'in Mitingi" düzenlendi. Toplantıya güvenlik güçlerinin müdahale etmek istemesi sonucu çıkan çatışmalar sırasında, gösterici grubun "Satılmış Polis" diye slogan attığı görüldü.
-l Mart 1992: Cizreli Şeyh Zeki Atak'ın Hizbullahi müridleri, Galata'daki Neve Şalom Sinagog'unu bombaladı. Eylemin, İsrail'in Filistin halkına zulmetmesini protesto amacıyla yapıldığı açıklandı.
-20 Ekim 1992: Refah Partisi Kocaeli Milletvekili, eski Adalet Bakanlarından Şevket Kazan ve 11 arkadaşı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na bir suç duyurusunda bulundular. Suç duyurusu dilekçesindeki görüşler, RP'lilerin cinselliğe, ahlak normlarına, topluma bakış açılarına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Bu nedenle; Şevket Kazan, Kemalettin Göktaş, Ömer Faruk Ekinci, Abdüllatif Şener, Musa Demirci, Hüsamettin Korkutata, Mehmet Elkatmış, Kemalettin Göktan, A.Remzi Hatip, Bahattin Elçi, İbrahim Halil Çelik, Zeki Ünal ve Kazım Ataoğlu imzalı suç duyurusunun kimi bölümlerini aktarıyorum:
"1. 17 Ekim 1992 tarihli Hürriyet gazetesinin Ankara ekinin 2. sahifesinde yer alan ve daha önceleri de pekçok kez muhtelif basın-yayın organlarında emsalleri neşredilmiş bulunan 'seks aletleri'ni havi ilanda; Ankara Sens baş bayii olarak ör j inal muhtelif seks aletlerinin (büyütücüler, üç ayrı başlıklı masaj aletleri, uyarıcılar, pilli-motorlu suni vaginalar, lezbiyenler ve değişiklik isteyenlere çok özel ilişkiler için protez organlı külotlar, pilli- motorlu orgazm makinaları vb.) isteyen her kişiye posta ile gönderileceği veya motorlu kurye ile teslim edilebileceği belirtilmekte; ayrıca 200 çeşit cinsel mamulün verilen adreste teşhir edildiği, isteyenlerin görüp, arzu ettiği seks mamulünü alabileceği ifade olunmaktadır..."
"...Müstehcenlik, toplumlarda tarih boyunca tartışılmış ve genelde yadırganmış ve de tasvib görmemiştir. Müstehcenliğin bütün çeşitleri arasında ortak bir özellik bulunmakla, o da cinsi arzuları tahrik, galeyana getirmek ve bunu istismar etmektir. Bu da insanlarda diğer bazı duyguları özellikle fazilet hislerini köreltmekte, cinsi arzulan galeyana getirmekte, dolayısıyla kişinin ve kişiliğin dengesi bozulmakta, toplumlarda, ailelerde, bilhassa çocuk ve gençlik çağındakilerde bunalımlara ve huzursuzluklara ve suç işleme temayülüne yol açmaktadır. Türk toplumu müstehcenlik karşısında, tarihin derinliklerine kök salan asil ve ciddi bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış, günümüzde de ana çizgileri ile devam etmektedir. Türk milletinin bu anlayışı, müstehcenlik konusundaki spekülasyonlara zıt; fakat ahlaki, psikolojik, sosyolojik, pedagojik ilmi gerçek ve tesbitlere uygundur. Bugün batı aleminde, aile müessesesinin dumura uğramasında, fuhuşun yaygınlaşıp AİDS ve benzeri hastalıkların süratle çoğalmasında; buna bağlı olarak uyuşturucu madde alışkanlığının toplumları sarsacak çapta tırmanmasında; müstehcen alet ve yayınların, kısaca pornografinin küçümsenmeyecek bir rolü vardır. Bugün Türkiye'deki müstehcenlik (halkın ar ve haya duygularını incitme veya cinsel arzuları tahrik ve istismar etme), suç duyurusunu yaptığımız Sex-Shop'ların açılmaya başlanması ve büyük tirajlı gazetelerde ilanlarla duyurularak aleniyet kazandırılmasıyla sınırsız ve kontrolsüz bir sürece girmiş bulunmaktadır..."

"...Toplumumuzun müstehcenlik konusundaki asil anlayışının bundan sonra da sürmesi konusunda, müstehcenlik sınırını dahi aşıp müstekreh (iğrenç, tiksinti verici) hale gelen pornografiye karşı insanımızı korumak için hukuki tedbir ve teşebbüslerde bulunmak bir Anayasa icabıdır. Bu konuda gerekli tedbir alınmadığı takdirde, her türlü müstehcenlik ve pornografinin serbest ve aleni olduğu ve ticaret metaı yapıldığı, anılan sex-shop ve bürolar zaman içerisinde Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar yayılacak, kolaylıkla bir dükkan gibi umumi mahallerde, bulvarlarda açılıp burada her türlü pornografik yayın, alet ve gereçler halka teşhir edilip satılabilecek; işte o zaman, iş işten geçmiş olacak ve belki geriye de dönüş mümkün olmayacaktır..."

..

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 10






TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 10



SİVAS'A DOĞRU BUGÜN TÜRBAN, YARIN FES

-18 Nisan 1988: 2000'e Doğru dergisinde, Şah'a karşı sol muhalefetin önderlerinden Bahman Nirumand'la yapılan bir röportaj yer alıyor. 1987'de "İran Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardında" adlı kitabı Türkçe'de basılan Nirumand"la yapılan röportajın son bölümü, Türkiye ve İranlaşma üzerine yazarın öngörülerine ayrılmış. Şöyle deniyor:
- Soru: Bahman, İran'daki devrim Türkiye'ye sıçrayabilir mi? Türkçe propaganda yayınları, mollaların bu yollu niyetleri olduğunu gösteriyor. Türkiye'deki genel görüş, İran usulü bir İslam devriminin Türkiye'de olamayacağı yönünde. Çeşitli nedenler sayılıyor: 1. Türkiye'de çoğunluk Sünni, Ehli Beyt ve hilafet yüzünden Sünnilerle Şiiler arasında, geleneksel anlaşmazlıklar var. Türkiye'deki geleneksel İslamcılar, İran'ı kendilerine model olarak görmüyor. 2. Türkiye'de ne Humeyni gibi halkı peşinde sürükleyebilecek bir önder, ne de Şah gibi bir ortak düşman var. Çok partili düzen, iktidar yolunu İslamcılara da açık tutuyor. 3. Türkiye'de din adamları devlet tarafından eğitilip devlet memuru olarak çalışıyorlar. İran'daki gibi zekat toplayıp özerk medrese açamıyorlar. 4. Türkiye'de İran'daki mücahitler gibi İslamcı ve toplumcu görüşlerin sentezini yapan örgütler yok. 5. Atatürk'ün reformlarının ve laiklik ilkesinin Türk toplumunda köklü bir yeri vardır. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
- Yanıt: "İslam gelenekçiliği, çoktan beri İran'a ve Şiilere özgü bir sorun olmaktan çıkmıştır. Diğer İslam ülkelerine bir göz atalım. Fas, Sudan, Mısır, Pakistan ve hatta Filipinler'de bile -ki bunların hiçbirinde Şiiler çoğunlukta değil- İslamcılar nüfuz kazanmaktadırlar. Bu, Humeyni'nin marifeti değil, tarihsel bir olgu. Bu gelişmeleri, tarihsel konumu kapsamında görmezsek önemini küçümsemiş oluruz. Az gelişmiş veya az geliştirilmiş ülkeler için şimdiye dek iki ana model vardı: Batının önerdiği monetarist model ve Doğunun önerdiği sosyalist model. Benim kanımca her iki yol da bu ülkeleri çıkmaza sokmuştur. Her iki model de yalnızca iktisadi sorunları çözmeye kalkıp çok önemli bir etkeni, halkın kültürel benliğini önemsememiştir. İran'daki devrim bir sınıf kavgası değildi. İlk baş kaldıranlar lümpenler, yalınayaklar değildi; orta sınıftı. Orta sınıfın durumu iktisadi yönden çok iyiydi ve iktisadi durumu iyi olduğu için kendine bir kimlik aradı; siyasal haklar istedi. Yirmibeş yıllık bir baskıdan sonra bir patlama oldu; bir, kişilik arama kaygısı çıktı ortaya. Bir kültür devrimine dönüştü İran'daki devrim; İslam, kimlik sorusuna bir yanıttı.
Bana kalırsa yanlış bir yanıt, ama bir yanıt, Batılılaşma süreci, Batıdan doğru-yanhş her şeyin alınması, uyduruk bir kültürün doğması, toplumu bir kimlik buhranına sokmuştu. Çok eski bir geleneği olan, halkın geniş kesimlerinde, özellikle de alt tabakalarda kök salmış olan İslam, yepyeni bir kişilik vaadediyordu kitlelere. Bana kalırsa aynı kimlik buhranı Türkiye'de de var. Görünüşe aldanmamak gerekir. On yıl önce bana, İran'da İslam Devrimi olur mu, diye sorsaydınız, basardım kahkahayı. Türkiye'de çoğunluğun Sünni olmasının hiç önemi yok. İslam gelenekçiliği Sünniler arasında da yaygın. Laiklik ilkesine gelince, kitleler ideoloji uğruna gözünü bile kırpmadan bu ilkeden vazgeçerler. Şu anda Humeyni gibi bir önder olmaması da hiç sorun değil. Zamanı gelince, kitleler hazır olunca bir gecede bulunur böyle biri. İran'da olaylar patlak verdiğinde, kimse Humeyni'nin adını bile bilmiyordu. 15 yıldır sürgündeydi, adını anan yoktu. Birdenbire ortaya çıkıverdi. Solcularla İslamcılar arasında, daha önce İran'da da işbirliği yoktu. Akla gelecek şey değildi, böyle bir işbirliği. Mücahitlerin batı toplumcu yanları vardı; ama aslında İslamcı görüştendiler, solcu değildiler. Bana kalırsa Türkiye'de bu sorunlarla yakından ilgilenmek, halkı aydınlatmak gerekir."
-10 Mayıs 1988: Başbakan Turgut Özal'ın 82 yaşındaki annesi Hafize Özal, 17 gündür tedavi gördüğü Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde öldü. Cenaze töreni 12 Mayıs günü yapıldı. Hafize Özal, Süleymaniye Camii'ne getirildi. Tabutunun üstüne, milletvekili Leyla Yeniay Köseoğlu'nun eşi, Mustafa Köseoğlu'na Suudi Arabistanlı bir şeyh tarafından hediye edilen Kabe'nin el örgüsü örtüldü.
İstanbul Valisi Cahit Bayar ve dönemin 1. Ordu Komutanı Doğan Güreş, törene gelenleri cami kapısında karşıladılar. Cenaze namazının kılınmasının ardından tabut, eller üzerinde Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'nin yanındaki Osmanlı hanedanının mezarlığının bulunduğu avluya götürüldü. Hafize Özal burada, daha önce gömülen Nakşibendi Tarikatı İskenderpaşa Cemaati Lideri Şeyh Mehmet Zait Kotku'nun mezarının yanma gömüldü. Tören sırasında tabutun yanında bir başka ünlü Nakşibendi Şeyhi, Gönenli Mehmet Efendi ile DGM'de laikliğe aykırı propaganda yapmak suçundan defalarca yargılanan Mahmut Hoca (Mahmut Ustaosmanoğlu) bulundular.
-13 Kasım 1988: İzmir'deki Ocak gazetesinin sahibi Acar Tuncer, 2000'e Doğru dergisine yaptığı açıklamada, İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura'nın Işıkçı tarikatından olduğunu ve makam arabasıyla, Balçova'daki Erzurumlu Sabahattin Hoca'yı ziyarete gittiğini söyledi.
-26 Aralık 1988: Turgut Özal'ın yol göstericiliği sonunda, 60 ANAP'h milletvekilinin önergesiyle yasalaşan 3511 sayılı Yüksek Öğretim Yasası'nda değişiklikler yapan yasa yürürlüğe girdi. Önerge tartışılırken SHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, tepkisini, "Bugün türban, yarın fes ve çarşaf. Atatürk ilkeleri elden gidiyor", sözleriyle dile getiriyordu. Yasa değişikliğiyle "Yüksek öğretim kurumlarında dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle, boyun ve saçların örtülü veya türbanla kapatılması serbesttir" hükmü getiriliyordu.
"Yani, üç tane kız, beş tane kız başını şöyle sardı, böyle sardı diye Türkiye'ye irtica mı gelir?" diye demeçler veren Özal ve partisine de ancak, böyle "hem çağdaş hem tesettürlü!" görüntüler yaratan yasalar yakışırdı.
-26 Şubat 1989: Yayıncı İsmail Nacar, Hürriyet gazetesi yazarı Emin Çölaşan'la yaptığı pazar sohbetinde Turgut Özal ve Eymen Topbaş'ın Nakşibendi tarikatıyla ilişkilerini açıkladı. Nacar, "Özal'lar Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zaid Kotku'nun müridleridir. ANAP İstanbul İl Başkanı Eymen Topbaş, Nakşibendi Şeyhidir", dedi.


NAKŞİBENDİ AYİNİ NASIL YAPILIR?

"Müritler, bir halka teşkil edecek şekilde yanyana oturuyorlar. Ayini idare edecek olan şeyh veya hoca efendi, okunacak surenin adını söylüyor. 'Hatm-ı Hace' denilen ayin sırasında, müritler bu surenin kaç kere okunacağını biliyorlar ve karanlıkta, sessizce okuyarak zikirlerini yapıyorlar.
Zikirden önce müritlerle ayini yönetecek kimse arasında dini sohbet yapılıyor. Halkanın tamam olmasına kadar süren bu sohbette, çeşitli dini meseleler ortaya atılıyor; sorular soruluyor. Ayine gelenler, o güne kadar toplantılara gelmemiş herhangi bir yabancıyı da beraberlerinde getirebiliyorlar. Kimse, yeni gelenin kimliğini, dini konulardaki tutumunu merak etmiyor, sormuyor.
Ayin bittikten sonra (sağdan sola doğru) ayine katılanlar birbirlerinin ellerini sıkarak 'musafaha' yapıyorlar. El sıkma, Şeyh Efendi'de sona eriyor.
Daha sonra hep birlikte yemek yeniliyor, yine sohbet yapılıyor ve çay içiliyor. Nakşibendi toplantı ve ayinlerinin önemli unsurlardan biri çay..." (GÜVEN, Ahmet: Tarikatlar. Sf. 59. 1984, İstanbul)

- 14 Şubat 1989: Ve dönüm noktalarından, kilometre taşlarından biri daha. Hint asıllı Müslüman İngiliz yazar Salman Rushdi'nin 'Satanic Verses' adlı kitabında İslamiyetin peygamberi Muhammed'e hakaret edildiği gerekçesiyle İran İslam Devrimi'nin dini lideri Ayetullah Humeyni "ölüm fetvası" veriyor. "Şeytan Ayetleri", fetvadan sonra dünyanın en önemli nesnesi haline gelirken; Salman Rushdi fetva anından Kasım ayı başına kadar geçen 9 ay süresince, 56 kez ev değiştirerek Guinnes Rekorlar Kitabı'na geçebilecek bir rekor kırnak zorunda kalıyor. Rushdi'nin sorunu, 12 Şubat 1989 günü Hindistan'ın karmaşık iç politik ortamında Müslümanların kitabı bir iç politika malzemesi yaparak gösteri konusu etmeleriyle başladı.
Hemen ertesi gün, Bangladeş'te ve Türkiye'de yapılan gösteriler, Rushdi'nin ölüm emrinin Humeyni tarafından verilmesi ve ölüm korkusu dönemine yol açtı. Humeyni'nin fetvasında şu sözler yer alıyordu:
"Tüm dünya Müslümanlarından bu kişileri (yazar ve yayıncıları) dünyanın neresinde bulurlarsa derhal idam etmelerini istiyorum, ki bir daha dünyada hiç kimse Müslümanların mukaddesatına iftirada bulunma cesaretini göstermesin. Bu fetvanın yerine getirilmesi yolunda ölen herkes inşallah şehit olacaktır."
Bu kadarla kalmadı.
Humeyni'nin fetvasından bir gün sonra, Molla'mn temsilcisi Hüccetülislam Hasan Senaye, Rushdi'yi öldürecek İranlının 200 milyon Riyal (2.6 milyon dolar)'lık bir ödülü "bu satılmış küstahın cezalandırılması karşılığı olarak alacağını", söyledi. Rushdi'yi öldüren İranlı değilse, ödül bir milyon dolar olacaktı. Tahran'ın bu kararının hemen ardından, 16 Şubat günü İngiltere, İran'la ilişkilerini dondurdu. 17 Şubat'ta İran Devlet Başkanı Ali Hamaney, Rushdi'nin özür dilemesi halinde, affedileceğini açıkladı. Rushdi, bu çağrıya uyarak 19 Şubat'ta özür diledi; ama Humeyni, yazarın hiçbir koşulda affedilmeyeceğini bildirdi.
-8 Mart 1989: Dünya Kadınlar Günü. Anayasa Mahkemesi, 27 Aralık 1988 tarih ve 3511 sayılı tesettürü serbest bırakan yasayı iptal etti. Karar, bire karşı 10 oyla alındı. Karşı oy, 1950-1980 yıllarında çıkan, İslamcı dergi Hisar'ın kurucusu Mehmet Çınarlı'ya aitti.
-9 Mart 1989: Anayasa Mahkemesi'nin kararı, İstanbul Üniversitesi'nin önüne, üstünde "İnancımız her şeyimizdir, inanç hürriyetimiz çiğnenmiştir, nefretle kınıyoruz" yazılı siyah çelenk bırakan bir grup tarafından kınandı.
-10 Mart 1989: Anayasa Mahkemesi kararı aleyhindeki şeriatçı eylemler; Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana gibi kentlerde Cuma namazından sonra yinelendi. Kadınlı-erkekli gruplar, "Evren-Rushdi el ele", "Başörtüsüne uzanan eller kırılsın", "Evren İstifa" sloganları atıyorlar; polis gözaltına aldığı kişileri kısa bir süre sonra bırakıyordu. Herhangi bir sol gösteride kafa-göz yaran polisin şeriatçılara karşı takındığı bu müşfik tutum herkesin dikkatini çekmişti.
-Mart 1989: Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdi hakkında Humeyni'nin çıkardığı ölüm fetvasına özenen Cemalettin Kaplan, "Şeriat ve Kadın" kitabının yazan Prof. İlhan Arsel için ölüm fetvası verdi.
Ölüm fetvası vermek ne demek? Hukuk dilinde bunun adına, "Adam öldürmeye azmettirmek" deniyor. Yani, bir veya birkaç kişinin öldürülmesi için bir veya birden fazla kişiyi özendirmek, zorlamak. Dünyanın her ülkesinde, bu suçun yasal cezalan bulunuyor. Cemalettin Kaplan'ın yaşadığı Almanya'nın yasalarında da adam öldürmeye azmettirmek suçunun cezası var. Ancak Kaplan'a karşı uygulanmayan bir yasa maddesi bu.
-27 Mart 1989: Ölüm fetvası veren verene. Bir de verilen fetvaları destekleyenler var. Bunlardan biri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Hayrettin Karaman. Bakın şimdi, laik cumhuriyetin üniversitesinde bölüm başkanlığı yapan Doçent'in Milli Gazete'ye Rushdi fetvası hakkında verdiği demece:
"Şimdi efendim, İran kaynaklı diyebileceğimiz bu fetvaya karşı reaksiyonlar, bilenler (yani bu işin uzmanları) değil de halk nezdinde -en azından- böyle bir fetvanın veya hükmün sadece Şii mezhebine ve Şia ulemasına ait olabileceği zannından kaynaklanıyor olabilir... Halbuki ben tabii fiilen uygulama olarak bugün herhangi bir milletin devletin tebası olan bir şahsı gidip orada öldürmenin evvela maslahata uygun olup olmadığı ve buradan hareketle de siyaset-i şeriyyeye uygun olup olmadığı dolayısıyla bugün İslam alimlerinin böyle bir fetva vermelerinin doğru olup olmadığı münakaşasına girmiyorum. Yani bence bu ayrı bir konudur.
Fakat bana akademik ve nazari yani mücerred olarak sorarsanız ki Hazreti Peygamber'e (SA) hakaret etmenin cezası nedir? O zaman ben size cevaben derim ki Hz.Peygamber'e (SA) hakaret etmenin cezası sadece Şiilere göre değil Şia mezhebine göre değil, bizim fıkıh mezheplerine göre bu suçu işleyen kişinin cezası son derece ağırdır.
Hanefi mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, Resulullah'a (AS) hakaret eden bir kişi Müslüman da olsa, kafir de olsa ölüm ile cezalandırılır. Hanefilere göre Müslüman ise bunu söylemekle irtidad etmiş sayılır ve kendisine tövbe teklif edilir. Tövbe etmediği takdirde ölüm cezasına mahkum edilir."
Biraz önce, Alman yasalarındaki adam öldürmeye azmettirmek suçunun karşılığı olan yasa maddesinin Cemalettin Kaplan için uygulanmadığını söylemiştik. Türk Ceza Yasası'ndaki madde de Doç.Dr. Hayrettin Karaman'a uygulanmadı. Bu sözleri söyleyen kişiye soruşturma falan açılmadığına göre, demek ki, Alman polis ve savcılarına haksızlık etmişiz!
-14 Mart 1989: Kocamustafapaşa Seyitömer Camii imamı Kazım Üstün, sabah ezanını okuduktan sonra pusuya düşürülerek öldürüldü. Kazım üstün, laiklik yanlısı vaazlarına son vermesi için sık sık uyarılıyor ve tehdit ediliyordu.
-7 Nisan 1989: Libya lideri Albay Muammer Kaddafi'nin "Şeriat devrimi ihracı" amacıyla kurdurduğu Uluslararası İslama Çağrı Cemiyeti temsilcisi Fikret Nusret Ali, elindeki cemiyete ait 0339848-00002177194 numaralı çeki imzaladı. Çekteki adres, Necmettin Erbakan'ın bürosu Güven Sokak, 28/2, Ankara idi. Çekin değeri ise 500 bin Amerikan Doları. Libya'nın dışında Suudilerin Rabıta; Mısır'ın İhvan-ı Müslimin; Ürdün'ün aynı adlı örgütü, İslami Cihad; Cezayir'in ünlü İslami Selamet Cephesi(FIS); İngiliz İslam Partisi; İsviçre İslam Merkezi; İslam Kültür Vakfı; Moskova İslam Merkezi; Filistin'deki şeriatçı Hamas hareketi; Afganistan'ın Cemaati İslam Partisi ve Malezya İslam Partisi de Refah Partisi'ne benzer çekler kesiyorlar, kuryelerle paralar gönderiyorlardı. Sonra da seçim dönemlerinde, RP'nin afişleri ve flamaları her yanı işgal ediyor; ellerinde note-book, power-book bilgisayarlı sakallı adamlar seçmene "yardımcı" oluyor ve RP seçim kazanıyor.
-22 Mayıs 1989: TDN'in haberi: "1979 yılında 200'ün altında olan dini amaçlı vakıflar 1983 yılında 350'ye, 1985 yılında 850'ye, 1987 yılında 1.258'e yükseldi."
-4 Haziran 1989: 1979 yılında, 2500 yıllık Şah saltanatını devirerek İran İslam Cumhuriyeti'ni kurmuş olan, İran'ın dini lideri Ayetullah Humeyni öldü. 1980-1992 yıllan arasında, İslam devriminin ihracı için 14 milyar dolar harcayan, rejimin kurucusu için Türkiye'de bayraklar yarıya indi.
-6 Haziran 1989: Ali Gül adlı yurttaş, İslami kurallara uygun yaşamadığı gerekçesiyle Vatan caddesinde öldürüldü.
-11 Haziran 1989: "İstanbul Ticaret Odası'nın kayıtlarına göre, İstanbul'da faaliyet gösteren tam 115 İran İslam Cumhuriyeti şirketi bulunuyor. Bu 115 şirketin sahiplerinin tümü de İran vatandaşı. Bunlar, bu şirketleri nedeniyle para transferleri yapabiliyorlar, diledikleri gibi Türkiye'ye girip çıkabiliyorlar, Türkiye'de istedikleri yerlere gidebiliyorlar. Biz, Ticaret Odası'ndaki adreslerine göre bu şirketleri araştırdığımızda, bunların çoğunun ya, tabela şirketleri olup elle tutulur bir iş yapmadıklarını ya da, bu adreslerde bulunmadıklarını, adres değişikliklerinin Ticaret Odası'na bildirilmediğini gördük... Belki artık birileri merak edip de bu kadar İran İslam Cumhuriyeti şirketi Türkiye'de ne arıyor diye araştırıverir. (YETKİN, Çetin-ÇORLU, Murat: Türkiye'deki İran. Milliyet)

BİR NESİL YETİŞİYOR GAYESİ ALLAH, ÖLSEK DE DÖNMEYİZ DİYORLAR YALLAH"

- 13 Temmuz 1989: Kurban Bayramı... Mardin Kızıltepe'de Sim Mobilya imzasıyla gönderilen bir bayram tebriği... Kartın üstünde yeşil bayrak açan bir siluet, başlığında Arap harfleriyle "Mazlumun hakkını zalimden alanın ismiyle" yazısı bulunuyor. Tebrik kartında şunlar yazılı:
"Mübarek kurban bayramınızı içtenlikle tebrik eder, dünya müslümanlarının Tevhid Sancağı altında el ele verip, kan küfür ırmağına set çekmelerini Allah'tan(CC) niyaz ederim.
Allah'ın hidayeti üzerinize olsun.
Yusuf Kaplan
Bir nesil yetişiyor gayesi Allah,
Ölsek de dönmeyiz diyorlar vallah."
-18 Temmuz 1989: TRT'nin birinci kanalında yayına giren, ünlü Fransız yönetmen Rene Clement'in "Yasak Oyunlar" adlı filmi yarıda kesildi. TV Daire Başkan Yardımcısı Önder Ulay, filmin "seyircilerden gelen yoğun tepki ve filmde Hıristiyanlık propagandası yapılması" nedeniyle kendi talimatı üzerine yarıda kesildiğini ve yayından kaldırıldığını açıkladı. Ulay, tepkileri daha fazla büyütmemek için, filmi yayından kaldırma talimatı verdiğini söylüyor ve "Filmi kaldırdıktan sonra, o kadar teşekkür aldık ki, telefonlardan sabaha kadar uyuyamadık", diyordu.
-25 Temmuz 1989: Şanlıurfa'nın Refah Partili Belediye Başkanı İbrahim Halil Çelik hakkında, laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle, Ankara DGM tarafından 5-12 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Ankara DGM'nin hazırladığı iddianamede, Çelik'in, eski Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan'ın İslam Cemiyetleri ve Cemaatleri Birliği (ICCB) ile Osman Yumakoğulları'nın Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (AMGT) örgütlerinin üyesi ve Türkiye'deki tebliğ görevlisi olduğu, seçim masraflarının AMGT tarafından karşılandığının duyulduğu da belirtildi. Çelik, laikliği kemirme çabalarının ilk militanlarından biri olarak tanınıyor.
-29 Eylül 1989: Bakanlar Kurulu, Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdi'nin Şeytan Ayetleri adlı romanının Türkiye'ye sokulmasını ve Türkiye'de dağıtımını yasakladı.
- l Ekim 1989: Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde Suudi Arabistan'ın Rabıta örgütü tarafından finanse edilen mescitin açılışı yapıldı.
1989/1990 öğretim yılında 365 imam hatip lisesinde 92.678 öğrenci eğitim görüyor. Aynı yıl lise ve dengi, Milli Eğitim okullarında eğitim gören toplam öğrenci sayısı 750 bin kadardır.
-31 Ocak 1990: Atatürkçülüğün ödün vermez savunucusu Prof. Muammer Aksoy, Ankara Bahçelievler'deki evinin girişinde susturucu takılmış silahla ateş eden kişi veya kişiler tarafından öldürüldü. Cinayeti, "İslami Hareket Örgütü" ve "İslami İntikam Örgütü" ayrı ayrı üstlendiler.
-l Şubat 1990: İstanbul polisinin yaptığı bir operasyonda, merkezi Almanya'nın Köln kentinde bulunan İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği (ICCB) tarafından basılan ve dağıtılmak üzere Türkiye'ye gönderilen 3 bin 12 adet, "Mustafa KemaPin Babası Kim?" başlıklı kitapçık ele geçirdi. Kitapçıkta, Selanik mahkemelerinden çıktığı belirtilen sahte bir kararla, Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'a (genelevde çalıştığı öne sürülerek) ağır bir dille hakaret ediliyor. Daha sonra Refah Partisi Milletvekili Hasan Mezarcı tarafından yeniden gündeme getirilecek olan ve kamuoyuna bildiri olarak sunulan "Ümmet" dergisinin sekizinci sayısında yayımlanan sahte kararda şunlar yer alıyordu:
"Abduş'un ölümünden sonra Zübeyde Abduş'un karısı olduğunu ve oğlu da Abduş'un oğlu olduğunu iddiası ile açmış olduğu miras davasında Abduş'un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddianamede, Zübeyde'nin Abduş'un karısı olmadığını ve umumhaneden odalık aldığını ve oğlu Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş'un bilavelet öldüğünü iddiaları ile keyfiyetin umumhaneden sorulmasını talepleri üzerine umumhaneye yazılan tezkerenin cevabından Zübeyde'nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297'de umumhanemize duhul edip Yeni Şehirli Abus isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298'de umumhanemizden huruç etmiştir. Bu yazıya istinaden Zübeyde'nin davasının reddine karar verilmiştir."
Polis tarafından ele geçirilen Ümmet'in özel sayısında bununla da yetinilmiyor ve Cemalettin Kaplan tarafından kaleme alınan başyazıda Rıza Nur'un anılarından yapılan alıntılarla Mustafa Kemal'e atılan çirkin suçlamalara destek aranıyor. Rıza Nur'dan yapılan alıntılardan kısa bir pasaj:
"Selanik'te Rıza efendi adında gümrük kolcusu birinin üvey oğlu Mustafa Kemal, Harbiye Mektebi'ne geliyor. Mustafa Kemal'in babası hakkında çok rivayet var. Kimi bir Sırp, kimisi Bulgar'dır diyor. Güya anası bunların metresi imiş. Yeni çıkan "20. Asır Larousse" Pomak'tır diyor. İhtiyar Teselyalıların rivayeti şudur: Mustafa Kemal'in anası, Selanik'te kerhanede imiş. Yenişehir Tırnovası'ndan ve oranın ileri gelen kabadayılarından Abdos Ağa Selanik'e gelir, bu kadını görür, alır götürür. Orada piç olarak, Mustafa Kemal doğar. Mustafa beş yaşlarında iken Abdos ölmüş, anası oğlu ile Selanik'e gelmiş. 12 yaşında iken Mustafa, Tırnova'ya gidip miras istemiş ise de piçliğini söylemişler, geri göndermişler. Mustafa, mektebe girmiş. Anası gümrük kolcusu Ali Rıza ile evlenmiş. Çok tuhaftır, Mustafa Kemal anasından bahseder fakat babasından bir defa bile bahsetmemiştir. Hasılı rivayetler çok. Hangisi doğru? Bir şey ki rivayet çoktur, o şey belli değildir."
Kaplan'ın gündeme getirdiği belgenin sahteliği, Mezarcı olayı sırasında Osmanlı Tarihi araştırmacısı gazeteci Murat Bardakçı tarafından kanıtlandı.
Asıl önemli olan, din düşüncesi ile hareket ettiklerini söyleyen şeriatçıların her zaman belden aşağı çamur atmaya ne kadar yakın olduklarının bu iftiralarla ortaya çıkmasıdır.

MOSSAD AİDS İHRAÇ EDİYOR (MUŞ)

-27 Şubat 1990: SHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar, TBMM'de, Başbakan Yıldırım Akbulut'a yönelttiği yazılı soru önergesinde Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü Melih Gökçek'in "Mücadele Birliği" adlı şeriatçı bir örgütün kurucusu olup olmadığını sordu. Muhtemelen MiT'in şeriatçı örgütlerle ilgili bir brifing dosyasında yer alan belgelerde, Mücadele Birliği adlı örgütle ilgili olarak şu bilgilere yer veriliyor:
"Liderleri Necmettin Erişen, Aykut Edibali, Mevlüt Baltacı, Melih Gökçek ve Yılmaz Karaoğlu'dur. Gayesi, merkezi otoriteye bağlı İslami esaslardan kuvvet alan devlet nizamını kurmaktır. Antikomünist olmak, antisosyalist olmak, antikapitalist olmak, milli değerlere saygılı olmak, İslam'a tam bağımlı olmak ve islami esaslara göre yaşamak bu kuruluşun ana hedefidir."
Belgelerde, örgütün İstanbul, Konya ve Afyon'da Atatürk düşmanlığı da yaptığı belirtiliyor. Örgüt, 18 Kasım 1967'de Konya'da kuruldu.
-2 Nisan 1990: 'Vahdet' adlı İslamcı gazeteden dikkat çekici bir haber başlığı: 'Siyonistlerin AİDS İhracatı...' Haberi okuyalım:
"Yapılan açıklamalara göre, MOSSAD tarafından görevlendirilen AIDS'liler, özellikle sahipsiz kimsesiz çocukları toplayarak bunları besliyor ve bir yandan da homoseksüelliğe alıştırıyorlar. Kendilerindeki AİDS virüsünün onlara da geçmesini sağladıktan sonra, bunları iyice homoseksüelliğe alıştırdıkları için, etraflarındaki başka çocuklarla ve gençlerle ilişki kurmaya da yöneltiyorlar. Bu yolla, genç nesil arasında kesin öldürücü hastalık olarak bilinen AiDS'in tedrici bir şekilde yayılmasını sağlıyorlar. Bazı kaynaklarda MOSSAD ajanlarının bugüne kadar 150-200 kadar Mısırlı çocuğu tuzaklarına düşürdükleri ifade edildi. Bu çocuklar, homoseksüelliğe iyice alıştırdıklarından dolayı, adeta uyuşturucu müptelaları gibi, kendi çevrelerindeki arkadaşları ile cinsel ilişkide bulunmadan duramıyorlar. Diğer yandan da bu çocuklar sahipsiz ve muhtaç durumda oldukları için maddi karşılık elde etmek amacıyla, zaman zaman kan bağışında bulunuyorlar. Böylece hem kan bağışlamak suretiyle hem de cinsel ilişki ile AİDS mikrobunu yayabiliyorlar. Kısacası MOSSAD, AİDS ihracatı projesini çok sistemli bir şekilde yürütüyor." Güler misin, ağlar mısın?
-2 Nisan 1990: Denizli'de "Müslümanların Mazlumiyeti ve Başörtüsü Sorunu" toplantısı yapıldı. Duvarlarında "Allah'ın oluncaya kadar savaş" pankartlarının bulunduğu sinema salonunun duvarları, 'Tevhid' dergisi yazarlanndan Nurettin Şirin'in sesiyle çınlıyordu:
"Ecdadımıza söz veriyoruz ki, bu topraklar İslam toprakları olacak ve Allah'ın emirlerine, Kur'an'ın hükümlerine uymayanlar cezalandırılacaktır."
Buraya iki küçük not düşelim. Bir: Cihat çağrıları artık açık tehdide dönüşmüş ve toplum, "inananlar ve inanmayanlar" diye mücahitler tarafından ikiye bölünmüştür.
İki: Şeriat, Allah'ın emirlerine ve Kur'an'ın hükümlerine uymaktan çok, uymayanları uymaya zorlamaktır. Şirin'in sözleri bunun en açık ifadesidir.
-7 Mart 1990: Hürriyet gazetesinin yönetim kurulu üyesi ve köşe yazarı, 35 yıllık gazeteci Çetin Emeç, Suadiye Suyolu Sokak'taki evinden işine gitmek üzere çıkarken, silahlı dört kişi tarafından şoförü Aydın Sinan Ercan ile birlikte öldürüldü. Cinayet planı, 6 Mart 1990 gecesi, Güneş gazetesi Hukuk Danışmanı Erdoğan Tuncer'in 34 FFE 21 plakalı otosunun silahlı kişiler tarafından gaspedilmesiyle yürürlüğe sokuldu. Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı'nın polis telsizinden, bizzat emir vermesine karşın otomobil bir türlü bulunamadı. Otomobil ertesi sabah, 09.15 sıralarında Emeç'in evinin bulunduğu sokağın başında belirdi. Otomobilden inen, kar maskeli iki kişi, Emeç'in otomobile binmesinin ardından silahlarını çıkartarak ateş etmeye başladılar. Olayın şokuyla koşarak kaçmaya çalışan şoför Aydın Sinan Ercan, arkasından koşarak ateş eden saldırganlar tarafından 15-20 metre ötede öldürüldü.
Olaydan altı saat sonra, Sabah gazetesini arayan Karadeniz şiveli biri, 'İslam düşmanı olduğu için Çetin Emeç'i öldürdük" diyerek olayı "Türk-İslam Komandoları Birliği" örgütü adına üstlendi. Bundan sonra, çeşitli teoriler ortaya atıldı. Suriye uyruklu Celal Dehabi'nin altın ve döviz kaçakçılığı konusundaki yayınlardan rahatsız olarak, Emeç'in öldürülmesini istediği savlan ileri sürüldü.
-23 Mart 1990: İstanbul Kadıköy Emniyet Müdürlüğü tarafından bir otomobil hırsızlığı olayının izlenmesi sırasında tesadüfen ortaya çıkarılan "İslami Hareket Örgütü" üyelerinin sorgulanması sırasında, örgüt militanı Mehmet Ali Şeker, Çetin Emeç cinayetini Mesut, Kemal ve Arif kod adlı arkadaşlarıyla birlikte işlediklerini itiraf etti. Örgüt üyelerinin İran'ın Kum kenti yakınlarında eğitim gördüğü, İran'ın silah ve mühimmat için para verdiği gibi polis ifadeleri DGM'ye teslim edildi. Henüz, kesin bir sonuç alınamadı.
-13 Mayıs 1990: RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Sivas Sıcakçermik'te düzenlenen 'RP Eğitim Semineri'nde konuşuyor:
"Köylere dağılıp temsilci ve müşahitleri tespit etmek ve çalıştırmayı cihat biliniz. Bunlar çalışırsa, cihat ettiklerinden dolayı İslam hakim olur. Cihat delisi olmadan mümin olunmaz. Cihatı takatinizin sonuna kadar yapacaksınız.
Oyunuzu RP'ye verin diye üç köye gitmiş birisine ahirette, biz sana beş köye gidecek kadar takat verdik, diğerlerine niye gitmedin diye yanacaksın, denilecek. Cihad farzı, ilk önce eda edilecek farzdır. Bir emir seçip, ona biat edip orduyu oluşturmak, ilk farzdır.
Her ilçede üç-beş-on tane insan köylerle ilgilenecek, benim dükkanım var demeyecek. Yeteri kadar çalıştıktan sonra dükkanına ancak gidebilir. Bu*kişi dükkanına cihat etmeden giderse olmaz. Aptestsiz namaz kılmak gibi olur. Hepimiz bir günü ve bir geceyi cihata ayıracağız. Bu gece toplantı var, oraya gideceğiz, şu gün köylere gideceğiz. Hutbe, haftalık cihat talimatıdır, bugün hutbeler böyle değil. Biz nasıl cumamızın telafisi olsun diye Zuhr-i Ahir kılıyorsak, her sandık bölgesinde haftalık sohbet yapacağız, bu sohbet de hutbe-i ahirdir. Onları da şuurlu Müslüman, yani Refahçı yapacağız. Yapamazsak en büyük suçu işlemiş oluruz.
Refah, İslami Cihat ordusudur. Hepimiz bu orduya asker olacağız. Cihat eden, Müslüman alimden de şeyhten de daha üstündür. Ahirette alimden de şeyhten de cihat eden daha üstün cennetlere gider. Ameller niyetlere göredir. Zara'ya müşahitler de tespit etmeye, Refah iktidar olsun diye gitmeye niyet ettiğin zaman, altı milyar insanın cehennemden kurtulmasına vesile olmuş gibi sevap alırsın. Şu toplantıya gelmek ne demek, bir bilsen şuraya sürünerek gelirsin.
Bir cihat ne kadar oruca denk? Sizin her gün oruç tutmaya her gün namaz kılmaya gücünüz yeter mi? Sen, RP'ye hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul olmaz ve diğer partileri destekleyen ve batağa düşen insanların sorumlusu sensin; çünkü başka türlü Müslümanlık olmaz, başka türlü kurtuluş yok.
Bütün ehli sünnet vel'cemaat olarak, Refah'ın emrine itaat edeceğiz, bu orduya dahil olacağız. Olmayanlar patates dinindendir. Dahil olmak kalben niyet etmektir. Refah: Bu bir ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyümesi için çalışacaksın. Çalışmaz isen patates dinindensin. Cihat emrine uymak farzdır. Refah cihat ordusu, ona katılmak zorundayız, sen gözünle emirin günah işlediğini görsen bile emrine itaat edeceksin. Mesela içki içtiğini gördün, sonra da ayıkken geldi sana emir verdi, itaat edeceksin. Herkes bölgesindeki RP'nin başkanına itaat edecek.
Şeyh tarikatın öncüsüdür. Ders tarifini anlatır. Şeyhler de cihat enirine itaat etmek zorundadır. Cihatta asker vardır. Kumandan vardır. Şeyh de bir askerdir. Cihat etmek için mutlaka karargaha bağlı olacağız. Aksi takdirde tefrika olur, bu haramdır. Bu cahillerin yapacağı iştir. İslami bir hizmet yapmak için karargaha gelip, nasıl yapacağımızı soracağız, itaat edeceğiz. Uygun görülürse emredilip yapılır. Uygun görülmezse yapılmaz.
Cihada para verilmeden Müslüman olunmaz. Kişinin Müslümanlığı cihata verdiği parayla ölçülür. Bir Müslüman zekatını götürüp fakire veremez. Zekatını beyt ül mala, cihat ordusunun karargahına verecektir. Sen kendi kendine zekat veremezsin. Beytül mal dağıtır. Parti çalışmaları için zekat parasından harcama yapılır. Zara'ya ilçe müşahitleri seçmeye gideceksin. Atladın arabaya, arabanın benzini yok. İşte bu zekat parasıyla arabanın benzinini alabilirsin. Zekatı Refah'a vereceğiz, o uygun yerlere dağıtacak. Bunu böyle yapmakla zekatın kimin tarafından verildiği belli olmayacak, daha çok sevap alınacak, alanın kalbi Refah'a ısınacak. Böylece insanları Refah'a, yani İslam'a çeviriyoruz.
Biz Müslümanız, biz Kur'an'ı hakim kılmak isteyene gideceğiz. Hepimiz Refahçı olmaya mecburuz, çünkü cihat ediyoruz. Bize ayrı çalışalım, bunlar çalışmıyor diyemezsin. Boynun kılıçla vurulur. Refah'çı olmadan Müslüman olman mümkün değildir. 'Niye Refahçı olmak zorundayız?' diye sorarlarsa, 'Bu namazı niçin kılıyorsam onun için Refahçı olmak zorundayım'diyeceksin. Cihat farzı bu orduya katılmadan ve biat etmeden olmaz. Altı milyar insan, Refahçı olmak zorunda. Madem ki Müslümansın, 'Refahçıyım' demelisin. Refahçı olmakla oturduğun yerden sevap alıyorsun, be akılsız adam. Şuurla Refah'a çalışan cennete gidiyor. Neden? Çünkü Refah demek Kur'an'ın nizamını hakim kılmak demektir. Sen, herkese faydalı olmaya mecbursun. En faydalı olan, cihat edendir."
Erbakan'ın "Sen gözünle emirin günah işlediğini gördün, itaat edeceksin. Herkes bölgesindeki RP başkanına itaat edecek" sözleri, politik değerlendirmede faşizmin güce ve lidere tapınma ilkesine birebir uyan bir örnek oluşturuyor. Faşist düşüncenin kuramcılarından Ernst R. Huber, Führer'in otoritesinin denge ve denetimlerle, özerk kuruluşlarla, kişi haklan ile sınırlanamayacağını, her şeyi kapsadığını ve sınırsız olduğunu yazar.
(COHEN, Carl: Communism Fascism and Democracy. 1967, New York)

Faşist lider; yasadır, anayasadır, mahkemedir, parlamentodur, her-şeydir. Tartışılmaz. Kayıtsız koşulsuz itaat edilir.
Yasalarla ve kurumlarla denetlenemediği için, eleştirilerden uzak kaldığından, başka bir güçle dengelenemediğinden, sonunda zalimleşir. Erbakan'ın konuşmasında da, bu zulüm ortaya çıkıyor zaten. Erbakan, "Cihat için yeterince çalışmadan kendin için çalışamazsın" diyor. Cihada para verilmeden Müslüman olunamayacağını savunuyor ve bunları yapmayan kişinin dini inançlarıyla, "Sen patates dinindensin" diyerek alay ediyor. Bir adım daha öteye gidiyor ve bir yerde orucunun kabul edilmeyeceğini söyleyerek, bir başka yerde ise "Boynun kılıçla vurulur" sözlerini kullanarak tehdit ediyor.
Ancak asıl önemli nokta, Erbakan'ın "şeyhler de cihat emrine itaat etmek zorundadır. Cihatta asker vardır, kumandan vardır, şeyhler de bir askerdir'' sözlerinde ortaya çıkıyor. İslamiyettc her türlü iktidar Tanrı'nındır. Bunun için şeriatçılar, "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır", derler. Kur'an'da bu iktidar, birçok noktada işlenmiş ve saptanmıştır.
Allah soyuttur. Onun iktidarını yeryüzünde önce "Allah'ın Resulü" yani peygamber kullanır. Sonraki dönemde ise "Halife-i Resulullah", iktidarı Tanrı adına kullanırlar. Ancak, "Halife-i Resulullah"(Peygamberin halifesi) deyimi daha sonra "Halifetullah" (Allah'ın Halifesi) haline gelir.
İslamiyet, yaşamın her alanını düzenleme çabasında ve iddiasındadır. Yani evrenin sahibi Allah'tır ve her şey onun iktidanndadır. Siyaset de böyle... Yasama yetkisi yani Kur'an'la getirilen kurallar tanrınındır. Yürütme Halifetullah'in, yargı yani temel kaynaklardan hüküm çıkarmak ulemanındır. Ancak ulema yine halifenin, yani tanrısal iktidarın yönetimine tabidir. İslam tarihi boyunca, devletin siyasal yapısı bu biçimin dışına pek çıkmadı.
Hıristiyanlıkta amaçlanan, İslamlıkta gerçekleştirilmişti. İ.S. 4. yüzyılda Saint Augustin iktidarları dinsel ve dünyevi iktidarlar olarak ikiye ayırıyor, dünyevi iktidarları ancak dinsel iktidara hizmet ettiği ölçüde meşru sayıyordu. Oysa İslamlık, çıkış noktasında tanrısal iktidarı öngörüyor ve gerçekleştiriyordu. Artık geriye kalan, Arap toplumunun dışındaki topluluklarda da dinsel iktidarı sağlamak ve Tevhid-i İslam, yani İslam Birliği sonunda, tek dünya din devleti oluşturmaktır. Hıristiyanlıkla İslamlığın tek farkı, kilisenin ilk başta bir ruhani örgüt olarak ortaya çıkmasıdır. Bu örgüt, Tanrı iktidarını dünyevi iktidara taşıyacaktır. Nitekim 10. yüzyıl dolaylarında, Tanrı'nın yeryüzü krallığı neredeyse gerçekleşmek üzereydi. Çünkü din dışı siyaset alanları oldukça daraltılmıştı.
Bu fark, İslamlıkta tersine gelişti. Tanrı'nın yeryüzündeki iktidarı olarak işe başlayan İslamlık, iktidarını Abbasiler ve onları takibeden dönemden sonra sultanla paylaşma noktasına geliyordu. Yani yeryüzü iktidarı, tanrısal iktidarın alanlarını daraltmaya çalışıyordu. Kılıç sahibi yeryüzü krallarının iktidarları, din bilginlerinin yorumlarıyla İslamlık adına meşrulaştırılmaya başlandı. Hükümdar iktidarı kılıç gücüyle aldığında, eğer şeriata uygun davranıyorsa bu, onun Tanrı tarafından halife sultan olarak seçilmiş olduğunun kanıtı sayılıyordu. Bu durumu en iyi, İslamlığın yönetiminde etkin olan İranlılar ,11. yüzyılda şu formülasyonla dilegetirdiler:
"Bilin ki, Cenab-ı Hak, peygambere ayrı, hükümdarlara ayrı güç ihsan etmiştir. Dünya halkı da bu iki güce boyun eğmeli ve Allah'ın gösterdiği doğru yoldan sapmamahdır."
Teorik olarak bu ikili yapı temelde İslamlığa aykırıdır. Çünkü iktidar Tanrı'nındır. Ancak pratikte hiçbir zaman "şeriat dışı" bir iktidar olamaz, çünkü yeryüzü iktidarı ancak kendisine şeriat içinde yer bulabiliyor. Bir süre sonra da sultanlar halife oluyor ve sorun çözülüyor. İkili iktidar ortadan kalkıyor ve kılıç sahipleri, kendi iktidarlarını tanrısal iktidarla birleştirmenin kendi yararlarına olduğunu anlayıp uyguluyorlar.
Buradan net bir sonuç çıkıyor. Tektanrılı dinler, bu arada İslamlık tanrı ile kişi arasındaki ilişkileri düzenleyen inançlar bütünü değildir. İktidarı isteyen bir ideolojidir. Dinin devletle birliği, yani dinin siyasete alet edilmesi peygamberden sonra ortaya çıkan bir durum, yani dinde bozulma değildir. Dinin bizzat kendisi, iktidarı isteyen, kullanan bir ideolojidir.
Burada, Erbakan'ın söylediklerini anımsadığımızda şunları söyleyebiliriz: Erbakan şeriatçı değil, bir sultan gibi davranıyor. Erbakan'ın konuşmasında Emir-ül Müminin tavrı değil, bir Selçuklu sultanı tavrı vardır. Öne çıkan, tanrısal iktidar değil yeryüzü iktidarıdır. Erbakan, tanrısal iktidarı savunan şeyhlerin yeryüzü iktidarını temsil eden partiye asker olmalarını ister. Böylece, Batı çizgisine gelmiş oluyoruz: Kral ve kilisenin savaşı sonunda, "Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a", çizgisinin bile ötesidir bu. Erbakan'ın özel ve RP'nin tüzel kişiliğinde temsil edilen yeryüzü iktidarı, şeyhlerde kendini bulan Tannsal iktidarı emri altına almaktadır.
Bu tartışmanın arka planında ise, Erbakan'ın içinden geldiği Nakşibendi tarikatının şeyhi Esad Coşan ile kavgası yatmaktadır. Coşan, tarikatın partiyi ve Erbakan'ı yıllarca desteklemesine karşın, Erbakan'ın tarikatı dışladığını, karar alırken Nakşibendi hocalarıyla istişarede bulunmadığını ileri sürerek Erbakan'a tavır almıştır. Erbakan ise Sivas Sıcakçermik konuşmasıyla hem, parti örgütünün tabanına faşizan tavrıyla itaat emretmiş, hem de, tarikat şeyhine haddini bildirmiştir.
-29 Mayıs 1990: Bugün gazetesinin manşetinden verdiği "Peygamberimize dil uzatan öldürülür", başlıklı habere göre, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkartılan Diyanet Dergisi'nin "Peygamberimiz" özel sayısında, Müslüman ülkelerde Peygamberimiz'e karşı saygısızlık eğilimlerinin arttığı belirtildi ve "Bunun cezası ölümdür" dendi. Gazetenin haberi aynen şöyle:
"Diyanet İşleri Başkanlığınca çıkarılan Diyanet Dergisi'nin Peygamberimiz (SAS) Özel Sayısında 'Müslüman ülkelerde Peygambere karşı saygısızlık temayülleri başgöstermeye başlamıştır. Özellikle son yıllarda yayın organlarında gittikçe dozajını artıran saygısızlık cüretleri görülmektedir. Peygambere dil uzatan öldürülür' ifadesi yer alıyor. Türk Diyanet Vakfı yazarlarından Prof. Bekir Topaloğlu tarafından hazırlanan makalede, 'Peygambere söven, onu ayıplayan, iftira eden, alay eden, siyah, cüce, kör, topal diyenlerin cezası ölümdür. Bu suçu işleyen kişiye zındık muamelesi yapılır. Ölüm cezası infaz edilir ve cenaze namazı kılınmaz', deniliyor. Bu suçu işleyenlerin tövbe etmeleri halinde İslam'a dönmüş olacağı, ancak cezalarının yine de uygulanacağı bildirilen makalede, 'Peygambere sövme suçunda kul hakkı karışmıştır. Kul hakkı tövbe ile ödenmiş sayılmaz. Binaenaleyh suçlu öldürülür, fakat Müslüman olduğu için cenaze namazı kılınır, diğer hukuki işlemleri de ona göre yapılır', deniliyor. Profesör Topaloğlu'na ait makalede, Peygambere 'saygısızlık' olarak değerlendirilen tutum ve davranışlar şöyle sıralandı:
'1. Sövmek (Seb ve Şetm): Dil uzatmak, şahsiyet zedeleyici ithamda bulunmak.
2. Ayıplamak (Ta'yip): Akıl, din ve örf açısından doğru ve güzel bulunmayan hususları nispet etmek. Bu hususlar peygamberin bedeni, huyu veya hayatıyla ilgili olabilir.
3. İftira (Kazif): Zina ettiğini iddia etmek veya veledi zina olduğunu söylemek.
4. Fizyonomisini değişik olarak anlatmak: Siyah, cüce, kör, topal... diye vasıflandırmak.
5. Alay etmek, hafife almak.
6. Dolaylı veya üstü kapalı bir şekilde yukarıdaki hususları ifade etmek (Ta'riz)
Prof. Topaloğlu, bu suçların cezasını da şöyle anlatıyor:
'Bilmemek veya icbar altında bırakılmak gibi bir mazereti olmadığı halde, açıkça peygambere dil uzatan kimsenin cezasının ölüm olduğu, İslam hukukçuları arasında ittifak edilen bir nokta olmakla beraber, bunun tatbik edilişi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır."
Ölüm fetvası verme yetkisini kendisinde görebilen, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Topaloğlu'nün kimliği hakkında, 23 Aralık 1990 tarihli ANKA Ajansı'nın bir haberi yardımcı oluyor. Ajansın haberine göre, adının açıklanmasını istemeyen bir kişi, Topaloğlu'nün İlahiyat Fakültesi öncesi yıllarda Türkiye'de şeriat devleti kurmayı amaçlayan Yeminciler adlı gizli örgüte üye olduğunu öne sürüyor. Kendisi de eski bir ilahiyat profesörü olan kaynak, "Topaloğlu, Yüksek İslam Enstitüsü'nde okurken, aralarında eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın da bulunduğu beş kişiyle biraraya geldi. Kur'an üzerine 'Türkiye'de şeriat hükümlerini hakim kılma yolunda tüm hayatımız boyunca çaba göstereceğiz' diye yemin etti. Bundan dolayı, bunlara Yeminciler denir" şeklinde açıklamalarda bulunuyor.
Topaloğlu ile ilgili başka bilgiler de var. Örneğin, Hürriyet gazetesinin 18 Aralık 1990 tarihli haberinde, Topaloğlu'nun "İslam'da Kadın" adlı kitabı konu edilerek şöyle deniliyor:
"Ankara (ANKA): Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bekir Topaloğlu'nun yardımcı kitap olarak da önerilen 'İslamda Kadın' adlı kitabında, kadın sesi dinlemenin 'Kulak zinası', kadınla el sıkışmanın ise 'El zinası' olduğu bildirildi. 17. baskısını yaparak 'İslami bestseller' olmayı hak eden kitapta, kadının cinse), kişisel ve toplumsal haklarına İslamın bakışı, şeriat klasikleri hükümleri gözönüne alınarak anlatılıyor. Topaloğlu, erkekle kadının cinsel ilişkisi sırasında meninin rahim dışına boşaltılmasının, İslamın yayılma siyasetine aykırı olduğunu belirtiyor. Bekir Topaloğlu, İslam dininin kadın ve erkek arasında şehveti kamçılayan açıklığı, birbirine bakmayı, dokunmayı ve bir arada bulunmayı yasakladığını belirtiyor. 'Cinsi duyguları tahrik eden şeylerden biri de sestir. Kulağın zinası, şehveti tahrik edici olan sesi dinlemektir' diyor..."
Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunları söyleyen kişi, üniversiter kimliği olması gereken bir bilim adamıdır. Tekrar vurgulayalım: Bilim adamı!
-14 Haziran 1990: Hac krizinin yaşandığı günlerde, Diyanet Vakfı Yaymevi'nin Ankara'daki binası bombalandı. 8 kişi yaralandı. Önemli ölçüde maddi hasar meydana geldi. Olay, hacdan gelen parayı paylaşmak isteyen İslamcı örgüt ve kuruluşlar arasındaki sorunun şiddet yoluyla çözümüne yönelikti.
1990 yılı için, Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye 55 bin kişilik kontenjan tanımasına karşın, Diyanet İşleri Başkanlığı 160 bin hacı adayı kaydı yaptı ve bunlardan 250 milyar lira dolayında para topladı. Özel turizm şirketleri de Diyanet'ten aldığı vizelerle 27 bin kişinin hac düzenlemesini üstlenmişti.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın girişimleriyle Suudi Arabistan, Türkiye'ye ek 15 bin kontenjan daha verdi ama sorun yine çözülemedi. Yaklaşık 110 bin kişinin hac rezervasyonu iptal edildi. İptallerden sonra, Diyanet İşleri Vakli 21 milyar lira faiz karı aldı. Benzer çatışmalar, hemen her yıl yaşanıyor.
-17 Haziran 1990: İran'da mollalar rejiminin halka reva gördüğü ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımın bir yönü, Üstün Akmen'in Cumhuriyet'te yayınlanan "Siga Yoluyla Fuhuş" adlı yazısına yansıdı. Akmen'in yazısı şöyle:
"Savaşta kocasını yitiren ve geçim sıkıntısı çeken kadınlara iş sahası hazır. Siga'lık kurumu günbegün gelişiyor. Kendini altta donmuş, yalnız yüzeyde kıpırdaşan suya benzeten binlerce kadın, para karşılığı 'geçici evlilik' yapmakta. Yönetici, fuhuşu yasallaştırmış yani. Molla'ya gidiyorsun, pazarlığı yapıp, 'avrat'ı alıyorsun. Artık istediğin süre tepe tepe kullan. Eskiden cariyelerin pazarlandığı 'karı pazarı' gibi. Mal alırcasına. Meta örneği.

Oturuyorsun mollanın karşısına. Molla başlıyor Tanrı adının sıkça geçtiği duaları okumaya. Oysa dinsel inançla ne ilgisi var yasallaştırılmış fuhuşun! Demek ki var. 'İş' bitince, üç gün, beş ay, beş yıl sonra gene oturuluyor molla efendinin karşısına. Bu kez duaları tersten okuyor ve insancıklar ruh ve vücut tutkularından kurtulup kutsanmış (!) 'geçici evlilik'lerine son veriyorlar."

..

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 9





TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 9



İSTANBUL'DAKİ HİZB-ÜT TAHRİR

İstanbul Emniyet Müdürlüğü arşivlerindeki bilgilerle hazırlanan bir brifing dosyasında, Hizb-üt Tahririn İstanbul'daki örgütlenmesi, örgüte yönelik operasyonlar ve örgütle bağlantılı olduğu kanısıyla yakalanan kişilere ilişkin şu bilgiler veriliyor:
"Kökü yurt dışında bulunan bu örgütün kurucusu Takuyiddin Nebhani'dir. Takuyiddin Nebhani 1953 yılında Ürdün'de yasal olarak bu partiyi kurmuştur. 1957 yılında, Ürdün hükümeti tarafından partinin kapatılması ile parti illegaliteye düşmüş, Lübnan şubesi başta olmak üzere Ürdün, Suriye, Irak, Mısır, Tunus ve Sudan'da faaliyet göstermeye başlamıştır. 1957 yılında, Takuyiddin Nebhani'nin ölümü üzerine Abdülkadim Zellum geçmiş ve halen başkan olarak, partiyi bu şahıs yönetmektedir. 1967 yılından sonra yurdumuzda da faaliyet gösteren bu örgütün amacı, merkezi Türkiye olmak üzere bütün Müslüman devletlerin dahil olduğu şer'i bir İslam devleti kurmaktır. İstanbul'un yapısı itibariyle, Türkiye'deki örgütlenme bu şehirde başlamıştır. Örgütün silahlı eylemleri bulunmaktadır. Örgüt eylemlerini hükümet ve devlete karşı kışkırtmayı hedef alan bildiriler dağıtmak suretiyle halka şeklinde faaliyet göstermektedir. 1967 yılından beri,zaman zaman örgüt hakkında takibata girişilmiş, en son olarak da 1985 yılında örgütün tüm elemanları ve arşivleri ele geçirilerek örgüt çökertilmiştir.
Halen ilimizde bu örgütün herhangi bir faaliyeti bulunmamaktadır. 1967 senesinde yapılan operasyonda ilimizde bu örgüte adı karışan şahıslar şunlardır:
1- Ali Nihat Eskioğlu, 2- Turhan Özyılmaz, 3- Bekir Yıldız, 4- Ali Yıldız, 5- Mehmet Şevket Eygi, 6- Erdoğan Tınaztepe, 7- Mehmet
Sıralar.
24.9.1980 yılında yakalanarak haklarında düzenlenen tahkikat evrakı ile 1.10.1980 tarihinde l. Ordu ve Sk.Ynt. Komutanlığınca gözaltına alınan şahıslar:
1- Muhammed Gasem Hüseyin, 2- Bedreddin Hüseyin, 3- Haşim Ebubekir, 4- Muhammed Ebuergup, 5- Muhammed El Kürdi.
12 Eylül 1980 tarihinden sonra Hizb-üt Tahrir örgütü muhtelif yerlerde Türkiye Vilayeti' başlıklı bildiriler dağıtmak suretiyle varlığını ortaya koymuştur. İlimizde 17 Eylül 1985 gününden itibaren devlet düzenimize yönelik yıkıcı ve bölücü mahiyetteki bildirilerin atılması olayından sonra yapılan sıkı bir çalışma neticesinde, 20-21 Eylül 1985 gecesi devam eden seri operasyonlarla örgüt üyesi 17 şahıs, örgütün arşivi, örgüte ait teksir makinesi, üç adet daktilo ve 4341 dolarla birlikte yakalanmışlardır."

-
22 Eylül 1985: Hizb-üt Tahrir üyesi 10 kişiyi de Ankara Emniyet Müdürlüğü ekipleri yakaladılar.
-27 Eylül 1985: Nakşibendi tarikatının etkin kişilerinden Şeyh İsmet'in Siirt'le yapılan cenaze törenine 20 bin kişi katıldı.
-26 Ekim 1985: Denizli'nin Çivril ilçesinde Belediye Başkanı, belediye hoparlöründen dini yayın yaptırdı. Konuyla ilgili olarak, DGM Savcılığı'na ifade veren Belediye Başkanı Servet Özel, duanın sekiz aydır, her perşembe günü yayınlandığını söyledi. Açılan dava beraatle sonuçlandı.
-28 Kasım 1985: Ankara Keçiören Belediyesi, genel tuvaletlerin kapısına astığı talimatnamede, tuvaletlere girerken ve çıkarken okunacak duaları ve dini kurallara göre uyulması gereken diğer kuralları belirtti.
-18 Mayıs 1986: Devlet Bakanı Kazım Oskay, "Amaçlarının her üniversiteye bir ibadet yeri açmak" olduğunu söyledi.
-6 Eylül 1986: İstanbul Kuledibi'ndeki Neve Şalom Sinagog'una silahlı dört kişi tarafından yapılan saldırıda, ayinde bulunan Musevi vatandaşlardan 23'ü öldü. Sabah 09.15 sıralarında sinagoga giren saldırganlar, önce kapıdaki görevliyi, sonra da iç kapıdaki bir başka kişiyi öldürdüler; ardından kapıları kapatıp katliama başladılar.
Kanlı saldırıdan sonra Beyrut, Lefkoşe Rum Kesimi ve İstanbul'daki haber ajanslarını arayan kimliği belirsiz kişiler, saldırıyı İslami Direniş, Filistin İntikam Örgütü ve Kuzey Arap Birliği Teşkilatı adlı örgütler adına üstlendiklerini söylediler. İçişleri Bakanı ve hükümet yetkilileri ile İstanbul polisi, saldırganların iki kişi olduğunu ve gerçekleştirdikleri intihar eylemi sırasında parçalanarak öldüklerini belirtirken; görgü tanıkları teröristlerin dört kişi olduğunu ve ikisinin eylemden sonra kaçtığını öne sürdüler. İstanbul, Ortadoğu kökenli örgütlerin şiddete dayalı siyaset ve katliam alanı olmuştu.
-Kasım 1986: Kasım ayında aylık ve haftalık İslamcı yayınların tiraj toplamı 500 bini aştı. Nurcuların 'Zafer'i 10 bin. yine Nurcuların 'Köprü' 5 bin, Nurcuların 'Sur'u 20 bin, Nakşibendilerin kadın dergisi 'Mektup' 30 bin, Nakşibendilerin 'Altınoluk'u 25 bin, yine Nakşibendilerin 'İslam'ı 100 bin, Nakşibendilerin kadın dergisi 'Aile ve Kadın' 60 bin, Nakşibendilerin 'İlim ve İnsan'ı 5 bin, Kadirilerin Trabzon'da yayınladığı 'Öğüt' dergisi 30 bin, yine Kadiriler tarafından çıkartılan 'İcmal' 70 bin, Konya'da yayınlanan 'Ribad' 20 bin, Nakşibendilerin radikallerinin çıkardığı 'Mektep' 5 bin, belli ölçüde radikal ve bağımsız 'Girişim' 7 bin, MHP'nin islamcı kanadının yayınladığı 'Yazı' dergisi 2 bin, 'Kitap' 10 bin, 'İktibas' 7 bin, İran yanlısı 'İstiklal' 3 bin tiraja ulaştılar.
- l Aralık 1986: Cumhurbaşkanı Kenan Evren, tarikat yurtlarının Milli Eğitim'e devredilmesini istedi. Evren, Denizli'de yaptığı konuşmada şunları söyledi:
"Türk milletini geri kalmışlık seviyesine tekrar götürmek, kalkınmamızı geciktirmek için bazı güçler seferberlik ilan ettiler. Eğer çağdaş ülkeler seviyesine gelmek istiyorsak, kendimizi geçmişin hurafelerinden kurtarmak gerekiyor. Yeter ki çocuklarımızın beyinlerini yıkamayalım. Onları kötü ellere teslim etmeyelim. Bugün Türkiye'de birçok hayırsever yurt, okul, hastane yapıyor. Ama Türkiye çapında görüyorum ki bazı dernekler hayır yapıyoruz diye gençlerin beyinlerini yıkıyorlar. Şimdi, buradan anne babalara seslenmek istiyorum. Belki geniş imkanlar var, bedavaya yatak, bedavaya yemek veriyorlar diye çocuklarınızı bu tür yurtlara verebilirsiniz. Ama bu yurtlarda neler aşılandığını bilmezseniz, çocuklarınıza kötülük etmiş olursunuz.
Ben derim ki, eğer okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıysa, memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu varsa, yurtların yani burada okuyan çocuklarımızın kalacağı yurtların idaresi Milli Eğitim Bakanlığı'na ait olmalıdır. Eğer lalettayin kişilere veya birtakım derneklere çocuklarımızı teslim etmeye kalkarsak, işte o zaman kötü bir örnek teşkil eder ve çeşit çeşit dernekler oluşur. Bu dernekler vasıtasıyla çocuklarımızın arasına sağ-sol ve anarşi tohumlan ekilebilir. Eğer o yurtları yaptıran dernekler, bunu bir hayır maksadıyla yaptırıyorsa, kendi okulunu kendin yap kampanyası gibi yurdu yapanlar bunu Milli Eğitim'e teslim ederler, siz bunu yönetin derler. Bunun bir yolunu bulmak lazım. Eğer bunun için bir kanun lazımsa kanun çıkarmak gerekir. Eğer çocuklarımızı yanlış yollara sürüklemek istemiyorsak, yurtların idaresini devletin yönetimine vermek gerekir.
Çocuklar yaş ağaçtır; nasıl eğilirlerse o biçimi alırlar. Bunu bildikleri için onlara el atmaktadırlar. Çünkü bazı konular vardır, kısa vadeli, bazıları uzun vadelidir. Uzun vadeli çalışanlar ileriyi görerek bazı tedbirleralırlar. O halde bunları bilerek, o tehlikeleri sezerek gerekli tedbirleri tümden almak gerekir."
Evet. Evren'in söyledikleri doğru. Yurt dediği Kuran kurslarını yaptıranların amacı, hayrat değil şeriat. Bu da tamam. Bu çalışma şeriatçıların uzun vadeli bir planıdır. Evet. Tevhid-i Tedrisat Yasası varsa Kur'an kurslarının olmaması, buraları Milli Eğitim'in yönetmesi esastır. Evet Bunların hepsi, doğru saptamalar. Tamam da. Eski general, yeni Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 12 Eylül 1980'de, bu ülkede darbe yaptı. Darbeden sonra yaklaşık dört yıl, ülkenin mutlak hakimiydi. İstediği her şeyi yapabiliyordu. Elli küsur kişiyi beslemeyip asma kararı kendilerinden çıkıyordu. O zaman, Kur'an kurslarının durumundan, Tevhid-i Tedrisat Yasası'ndan, uzun vadeli planlardan, diğer bir dolu şeriatçı çalışmadan haberi yok muydu? Eski bir MSP adayını kendisi yönetimin en önüne getirmedi mi? Halkın her karşısına çıktığında nasihatlerini ayetlerle, surelerle inandırıcı kılmaya çalışmadı mı? Tüm siyasileri Zincirbozan'a, cezaevlerine tıkarken, Adıyaman'ın Menzil köyündeki Şeyh Raşit Erol'a gücü yetmeyen kendisi değil miydi? Türk imamların maaşlarının şeriatçı Suudi örgütü Rabıta tarafından ödenmesine ilişkin kararnameyi imzalayan kimdi? Doğanın ve toplumun boşluğu affetmediğini ve bir yolla doldurduğunu, sosyalist, sosyal demokrat, demokrat, devrimci, laik, çağdaş, ilerici kim var kim yoksa ülkenin mutlak hakimi olduğu dönemde nasıl ezdiğini, şeriatçıların da bu boşluğu doldurarak hızla geliştiğini anlayamadı mı?
Neyse. Biz şeriatçıları da, Evren'i de tanırız.
-8 Aralık 1986: Resmi Gazete'de 'Bereket Vakfı'nın kuruluşu ilan ediliyor. Kurucuları: Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Al Baraka Özel Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, Mehmet Demirtaş, Adnan Büyükdeniz, Yalçın Öner, Mehmet Cahit Sürmeli, Kemal Unakıtan, Abdullah Tıvmıklı, Abdullah Sert, Muammer Dolmacı, İlhan Kımık'tan oluşan vakfın amacı; dinsel eğitim bursları vermek, konferanslar düzenlemek, dinsel amaçlı yayınlara mali destek sağlamak. Vakfın kurucularından Topbaş'lar, Nakşibendi tarikatının iki büyük kolundan biri olan Erenköy dergahının şeyhleridir. Erenköy Nakşibendilerinin büyüklerinden Eymen Topbaş ise Anavatan Partisi'nin İstanbul İl Başkanlığı'nı da yapan önemli bir kurucusudur. Vakfın, Topbaşlar dışındaki diğer kurucularından Kemal Unakıtan, Eymen Topbaş ve Korkut Özal'ın Suudilerle birlikte kurduğu Hak Yatırım ve Ticaret A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Üyesi, Yalçın Öner aynı şirketin Genel Müdürü.
-8 Ocak 1987: Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Hüseyin Varol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'yı türban yasağı nedeniyle sert bir dille eleştirdi ve "Doğramacı kafirdir, adamın esas dini nedir, bilinmiyor", dedi.
-26 Aralık 1986: Kara Kuvvetleri Komutanlığı Okullar ve Eğitim Merk. Daire Başkanlığı'nın 3950-38-86/ Ortaöğrt. Ş.2687 sayılı yazısı:
"Son günlerde kamuoyunda güncelliğini koruyan irticai faaliyetler ile ilgili haberler arasında, askeri liselerdeki Nurculuk faaliyetlerine de geniş yer verilmiş ve askeri liselerdeki uygulamalara ait doğruya yakın bilgilerin basında yer aldığı görülmüştür.
Özellikle Nokta dergisininin 51. sayısında askeri liselerle ilgili açıklamaların, içimizden birisi tarafından sızdırıldığı intibaını vermektedir.
Okul komutanlıklarınca bu veya buna benzer her türlü konuda, basınla, sivil veya askeri dernekler ile muhatap olunmayacak ve bu tür müracaatların Genelkurmay Başkanlığı'na yapılması gerektiği münasip bir dille belirtilecektir.
Öğrencilerin irticai ve diğer yıkıcı-bölücü akımlara katılmamaları için Atatürkçülük ve T.C. İnkilap Tarihi dersinde; Atatürk ilkeleri ve milli değerlerimizin öğretilmesine ağırlık verilecektir.
Ayrıca, okul komutanlıklarınca tespit edilecek öğretmenler tarafından, özellikle sosyal derslerde, ders başlangıcında veya bitiminde 5-10'ar dakikalık faaliyet içerisinde, işlenen konu ile bağlantılı olarak ve özellikle milli günlerimiz vesile edilerek Atatürk'ün görüş ve düşünceleri ile milli değerler konularında konuşmalar yapılacaktır."
-16 Ocak 1987: Cuma namazı kıldıktan sonra yürüyüşe geçen 4 bin kişilik bir kalabalık, Eminönü'nden Cağaloğlu'ndaki vilayete kadar yürüyüşe geçti. "Müslüman Türkiye" diye slogan atan grup, başörtüsü yasağını protesto etti.
-17 Ocak 1987: İslamcı Kurtuluş Örgütü, Ankara Bahçelievler'deki bir parfümeri mağazasına saldırdı. Mağazaya molotofkokteyli atan saldırganlar, olay yerine "Bacılarımız örtünemeyecekse, metresleriniz de süslenemeyecek" yazılı bir pankart bıraktılar.
-l Şubat 1987: İslami anlayışa aykırı hareket ettiği ileri sürülen taksi şoförü Zafer Toplu, ciğerleri sökülerek öldürüldü. Toplu'nun cesedi Yalova'dan denize atıldı.
-9 Şubat 1987: 'Muzır Müzikal' adlı oyunun sahneye konulduğu Şan Tiyatrosu kundaklandı. Sanatçı Ferhan Şensoy, oyun boyunca tehdit edilmiş hatta olaydan kısa bir süre önce şeriatçı gençler oyun sırasında tiyatroyu basmışlardı.
-26 Mart 1987: Cumhuriyet gazetesindeki küçük bir haber, "İstanbul Üniversitesi'nin de desteklediği kitaptan: Atatürk, İslama en zarar veren saldırıların öncüsü" başlığını taşıyor. Habere göre, Mevlana Seyid Ebul Ala Mevdudi'nin anısına biraraya getirilen 22 makaleden oluşan kitap, 1979 ve 1980 yıllarında iki kez basıldı. Basımı İngiltere'deki İslam Vakfı ve Cidde'deki Suudi Yayınevi tarafından ortaklaşa üstlenildi. Kitabın girişinde "Hamiler Komitesi"nin listesi yayınlandı. Listeye göre, kitap dönemin Suudi Arabistan Yüksek Eğitim Bakanı Şeyh Hasan İbn Abdullah El Şeyh, Endonezya eski Başbakanı Muhammed Nasır, Pakistan Adalet Bakanı A.K.Brohi ve İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü Direktör Yardımcısı Salih Tuğ'un himayelerinde, Hurşid Ahmet ile Zafer İshak Ensari tarafından yayına hazırlandı. İslam Perspektifleri adını taşıyan kitabın 313. sayfasında, Hamid Algar tarafından kaleme alınan "Said Nursi ve Risale-i Nur: Günümüz Türkiye'sinde İslama Bakış" adlı makaleye yer verildi. Algar, 22 sayfalık makalesinin girişinde şu görüşleri dile getiriyor: "Mustafa Kemal Paşa'nın modern dünyada İslama en erken ve zarar verici saldırıların öncüsü olduğu çok iyi bilinir. Halifeliğin kaldırılması, aşırı bir milliyetçiliğin desteklenmesi, şeriat hükümleri yerine ithal Avrupa yasalarının getirilmesi, medrese sisteminin kaldırılması, tarikatların yasaklanması sonucunda Türkiye'de geleneksel İslam yaşamı darmadağın edildi. Türkiye'de İslamdan uzaklaşma, diğer Müslüman ülkelerden çok daha hızlı gerçekleşti."
Bu satırların hamisi olan komitedeki İ.Ü.İslam Araştırmaları Enstitüsü'nün Rabıtat-ül Alem-ül İslam (Rabıta) ile işbirliği yaptığı Uğur Mumcu tarafından kanıtlanmıştı.

KARA SES'İN MEDRESESİNDE TECAVÜZ EDİLEN KIZIN ÖYKÜSÜ

-28 Mart-5 Nisan 1987: Çankaya Müftüsü Nuri Yılmaz, Çorum Alaca Müftüsü İsmail Dere, Van Müftüsü Mehmet Erpolat ve Kula Müftüsü Ahmet Erdoğan'dan oluşan irşat ekibi; Van ilindeki askeri birliklerde, 100. Yıl Üniversitesi'nde, Erciş ve Atatürk liselerinde ve camilerde vaaz verdi.
-Mayıs 1987: TC HV.K.K. 2.Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı tarafından "İrticai Faaliyetler" konulu, İSTH:3590-87İKK.Ş. numaralı yazılı emirde şöyle deniyor:
"1.İlgili emir ile lojmanlar bölgesinde bazı personel ve ailelerinin, sosyal seviyemize uygun olmayan, belirli tarikatların simgesi haline gelmiş kıyafetler ile dolaştığı, Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı tutum ve davranışlar içerisinde olduğu belirtilmiştir.
2. Durum yakından takip edilmektedir. Tutum ve davranışlarını değiştirmemekte ısrar eden personel, her kademedeki amir ve komutanlar tarafından ikaz edilecektir. İkaza rağmen düzelme olmadığı takdirde, o personel hakkında yasal işlem yapılacaktır.
3. Dış ve İç Nizamiye'de çarşaflı, sıkma başlı, tarikat kıyafeti şeklinde uzun ve kapalı giyimli kişiler ismen tespit edilecek, varsa lojman giriş kartları alınacak ve lojman bölgesine sokulmayacaklardır.
4. Bu emir, tüm personele tebliğ edilecek ve toplu olarak okunacaktır. Rica ederim. Siyanıi Taştan, Hava Korgeneral. Komutan."
- 3 Mayıs 1987: Şirin Tekin 17 yaşındaydı. Öğrencilerin demokratik haklarını savunuyordu. Oruç tutmuyordu. O, ramazan günü Van 100. Yıl Üniversitesi'nin karşısındaki kahvede oturuyordu. Elli kadar bıçaklı, sopalı şeriatçı geldiler. Kendilerine "İslamın Bekçileri" diyorlardı. Kendilerine mukalete (öldürüşme) emrolunduğuna inanıyorlardı. Şirin Tekin, oruç tutmadığı için öldürülmüştü.
- 17 Haziran 1987: Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapan İran Başbakanı Mir Hüseyin Müsavi, programında Anıt-Kabir ziyareti varken, ani bir değişiklikle Konya'ya giderek Anıt-Kabir yerine Mevlana türbesini ziyaret etti. Ana muhalefet konumundaki SHP'nin Genel Başkanı Erdal İnönü, "Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucusuna saygı göstermelidirler. Biliniyorlarsa öğretmek gerekirdi. Saygı göstermeyenlere bu saygıyı öğretiriz. Göstermeyenleri buraya almayız. Türkiye tarihinde böyle bir olay olmadı", diyerek, Başbakanlık binasına siyah çelenk bıraktı. Başbakan Turgut Özal ise Müsavi'ye tepki göstereceğine, İnönü'ye bu hareketi yakıştıramayacağını söylüyordu. Mir Hüseyin Müsavi, bu tavrın nedenini soran bir gazeteciye, "Türkiye'nin kurucusu Atatürk ile temeldeki görüşlerimiz tamamen farklı, biz ondan çok ayrı düşünüyoruz. Bu görüş ayrılıkları varken, Anıt Kabir'i ziyarete gitseydik, münafık olurduk. İki yüzlü davranmış olurduk", yanıtını veriyordu.

6 EYLÜL REFERANDUMU- ESKİLER DÖNÜYOR

- 6 Eylül 1987: 12 Eylül darbecilerinin eski politikacılara koyduğu 10 yıllık siyaset yasağının kaldırılması tartışmaları, öyle boyutlara ulaştı ki, Başbakan Turgut Özal, konunun bir referandumla çözülmesini önerdi. Öneri kabul edildi.
Referandum, 6 Eylül 1987 günü yapıldı. Seçmenlerin yüzde 50.25'i, yani 11 milyon 654 bin 696 seçmen yasakların kalkmasını, yüzde 49.77'si, yani 11 milyon 548 bin 016 seçmen ise yasakların devam etmesini istiyordu. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan ve yasak kapsamına giren diğer eski politikacılara, politikaya dönüş yolu açılmıştı.
-25 Eylül 1987: Siyaset yasağı kaldırılan Necmettin Erbakan ve 17 eski MSP'li, düzenlenen bir törenle Refah Partisi'ne üye oldular.
-11 Ekim 1987: Refah Partisi 2. Olağan Genel Kurulu yapıldı. Genel Başkanlığa tek aday olan Necmettin Erbakan getirildi.
-22 Ekim 1987: Tercüman gazetesinde Tahir Hacıkadiroğlu imzasıyla çıkan "Kaplan, İran'ın hizmetine girdi" başlıklı habere göre, Kaplan grubu 1987 yılında Ahmet Polat grubunun ayrılmasıyla çatladı. Ahmet Polat, Selahattin Yazıcı, İbrahim Kaba, İzzet Özdemir, Mustafa Özçelik, Mahmut Çolak ve Alaattin Özdemir bir bildiri yayınlayarak; Cemaleddin Kaplan'in Sünnilikten ayrılıp Şii olduğunu ve yolsuzluk yaptığını belirttiler. Ahmet Polat ve arkadaşlarının bildirisinde, Kaplan'ın, 60 bin Mark ile ortak oldukları Kar-Bir şirketinin iflas fetvasını nedensiz verdiğini ileri sürüyorlar; Köln Ulu Cami-i'de 44 bin Mark yolsuzluk yapan bir kişiyi sadece taraftarı olduğu için koruduğunu belirtiyorlardı. Polat ve arkadaşlarının bildirisinde Kaplan'ın, toplanan paralarla oğluna son model bir otomobil aldığı öne sürülürken, Kaplan'ın yönetimindeki bir medresede bir kızın tecavüze uğradığı da açıklanıyordu.
İslamcı siyaset akımı incelendiğinde, şeriatçı kadroların en büyük özelliklerinden biri olarak "hedonizm" kavramıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Demirel'in "kendim için bir şey istiyorsam nağmerdim" sözünü, şeriatçılarda "her şeyi Allah adına istiyorum" biçiminde görebiliyoruz. Her şeyi Tanrı adına istiyor görünmenin cilası kazındığında ise, karşımıza, "her şeyin şeriatçı kişi veya örgütlenmenin kendi adına" istenmesi gerçeği çıkıyor. Her şeyi kendi adına veya şeriatçı örgütlenme adına isteme keyfiyeti, "bu dünyada" daha iyi ekonomik ve siyasal egemenlik ilişkileriyken, "öbür dünyada" ise sınırsız zevk ortamı sunan cennetin elde edilmesi oluyor.
Bu verileri "hedonizm" olarak yargılayabilir miyiz? Evet yargılayabiliriz ve formülasyonu, "Aslında her şeyi kendim için istiyorum" halinde görebiliriz. Yıllardır, kamuoyunda "Kara Ses" olarak bilinen Cemalettin Kaplan (Daha sonra beğenmeyerek Hocaoğlu yaptı) ile ilgili bu olayı da hedonizmin bir yansıması olarak değerlendirebiliriz.
Ne yapmış Kaplan?
Kaplan'ın ne yaptığını kamuoyu ilk olarak 1987 yılında Kaplan grubundan ayrılan ekibin 1987 Ekim'inde yazıp yayınladıkları mektuptan öğreniyoruz. Yıllarca Milli Görüş adlı şeriatçı örgütte, daha sonra da ayrılarak kurdukları İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği'nde Kaplan'ın en yakın çalışma arkadaşları olan İbrahim Kaba, İzzet Özdemir, Ahmet Polat, Selahattin Yazıcı, Mustafa Özçelik, Mahmut Çolak, Alaattin Özdemir adlı hocalar tarafından Cemalettin Kaplan'a hitaben yazılan mektubun 15. maddesinde şöyle deniliyor:
"Cemaatın parasından 60 bin DM'Iık bir meblağ ayırarak ortak olduğunuz Kar-Bir'in iflasını hangi fetvaya göre verdiniz? Bu firmaya alın terini silerek kazancından 65 bin DM koyan Ahmet Çiftçi'nin bu alın terini haşa İslamda olmadığı halde neye göre hatırdınız?
Yine Kar-Bir firmasını çalıştırmak için gerek birtakım şahıslardan alınan paraları ve gerekse bankadan faizle alınan parayı neye göre aldınız ve nasıl hallettiniz? Köln Ulu Cami'deki 44 bin DM, takriben 25 milyon TL. yapıyor; (1987 hesabına göre 25 milyon, 1994 kuruna göre 880 milyon lira eder. HN) yolsuzluğu yapan kişiyi sadece taraftarınız olduğu için İslami hangi kaideye göre himaye ettiniz? Sekiz nüfustuk bir aile, ki şu anda iki dairede oturmaktadır, bütün masraflarıyla ayda 6 bin 500 DM'Iık (1994/ Ağustos kuaına göre 130 milyon TL) bir harcama yapıldığı halde kendinizi halka 'sahabe hayatı yaşıyorum' demek suretiyle acındırmaya çalıştınız. Bizim hiç birimizin altında değil son model, eski bir araba bulunmadığı halde oğlunuza son model Renault taksiyi, nereden ve kimin parasıyla aldınız?
Stuttgart'ın Ebersbach kentinde bulunan Yağmur Yağmur isimli bir müslümanın cemiyete verdiği para ki, bu cemiyet kendi idarendedir, parasını alması hususunda yazdığı mektuplar cevapsız kalınca bizatihi size 'Hocam, sen İslam devleti kursan böyle mi idare edeceksin? İslam dininde başkalarının hakkını yemek var mıdır? Yoksa İslam devletinde, güçlü olan zayıf hakkını vermeyecek midir?' diyerek sizi sıkıştırdığı anda 'Ben emir veririm, paranı ödesinler, fazla uzatma' dediğin halde şu ana kadar bu adamın parasını neden ödettirmediniz?"
Mektuptaki, Cemalettin Kaplan'a yönelik suçlamalar yenilir yutulur gibi değil. Bir defa, açıktan açığa Kaplan'in 109 bin Alman Markını çevresindekilerle birlikte amiyane tabirle "iç ettiği" iddiası hangi ideolojiye, hangi örgütlenme modeline, hangi liderlik anlayışına sığar; anlamak mümkün değil. Satır aralarına dikkat edildiğinde İslamcı ekonominin temel yasaklarından biri olan faizin, Kaplan tarafından alındığı ve zimmete geçirildiği iddiası da cabası. Vaazlarında, nutuklarında, konferanslarında "faiz haramdır" diyen bir örgüt liderinin faiz alması nasıl açıklanabilir?
İslamcı örgüt için şeriat mücadelesi yolunda kullanılmak üzere toplanan paralarla Hocaefendi Hazretlerinin oğluna otomobil aldığı, ayrıca geçimini ayda 130 milyon civarında bir paraya el koyarak sağladığı iddiaları da müthiş. Bu açıdan bakıldığında şeriatçılık, iyi bir "meslek" olarak görünmüyor mu?
Kaplan'in radikalizminin sebebi hikmetinin altında mesleğini sürdürebilme çabasını arama hakkımız doğuyor mu, doğmuyor mu? Bu bildiri/mektup üzerine, gazeteci Tahir Hacıkadiroğlu Kaplan'la bir görüşme yapıyor. Yolsuzluklar konusu sorulduğunda Kaplan sadece ve sadece dört tümcelik bir yanıt veriyor:
"Bu iftiralar yalan üzerine bina edilmiş. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bizden ayrılanlar yalanla, iftirayla benim işimi bitirecekleri düşüncesindeydi. Yüzümüz açık, kimseden çekindiğimiz yok."
Yanıt bu kadar. 100 bin Alman Markının ne olduğuna ilişkin hiç bir açıklama yok. Hepsi de yuvarlak laflara dayanan dört tümceyle bu kadar hesap veriliyor.
Öyle ya, o hesabını öbür dünyada, 'Mahkeme-i Kübra'da vermeyi düşünüyor. Mahkeme-i Kübra dedik de... Orada verilecek bir hesap daha var galiba. Tahir Hacıkadiroğlu imzasıyla yayınlanan habere dönersek, medresede okuyan bir kızın imam nikahı ile, zorla evlendirilmesi olayı var. Bu konuyu biraz açmakta yarar var. Olayın aslı faslı şu: Cemalettin Kaplan'ın, Köln'de, "savaşçı kadrolarımızı yetiştiriyoruz" dediği bir "medresesi"; yani yatılı şeriat okulu var. Burada, 16-22 yaş grubundan 90 kadar Türk kızı ve 100'den fazla erkek bulunuyor. Yurtta öğrenim gören kızlardan 18 yaşındaki Hatice Kıroğlu, Emir-ül Umum Cemalettin Kaplan'ın Baş Polis (Emniyet Genel Müdürü) ilan ettiği Hasan Basri Kökbulut ile zorla ve imam nikahıyla evlendiriliyor. Hatice, bu evliliği evlilik olarak kabul etmiyor. Namusuna bir saldırı olarak değerlendiriyor ve intihara kalkışıyor. Genç kız olayı şöyle anlatıyor:
"Nikah 24.7.1987 Cuma günü kıyıldı. Vaize gidiyoruz diye medreseden çıktık. Sabah dokuz sıraları idi. Metin Kaplan'ın evine vardık. Aşağı kattan şahit getirdiler, ya nikahı kıydırırsın, ya elimizden kurtulamazsın dediler. Aslında nikaha asla razı olmadım. Bana ilk teklif ettiklerinde, 'hayır' söyledim.
Sonradan nasıl oldu ise kendimden haberim yoktu, sanki uyuşturucu madde almış gibi iki dünya arasında yaşıyordum. Bizi ilk görüştürdükleri vakit 'Cemalettin Hoca'nın her şeyden haberi var' dediler. Hocan, senin için hiç kötü düşünür mü, dediler."
Tehdit var. Nitekim uygulanıyor da. Hatice'nin babası bu ara izinli olarak Türkiye'ye gideceğinden henüz nikah kıyılmadan kızını da götürmek istiyor. Kaplan, kızın derslerini bahane ederek Hatice'yi alıkoyuyor. Hatice anlatıyor:
"Babamlar Türkiye'ye izine gitmişlerdi. Sonradan Türkiye'ye gittim uçakla...
Babamlara hiçbir şey söyleyemedim. Bunalım içinde yaşıyordum, intiharı bile gözönüne aldım."
Ailenin tepkisi üzerine Cemalettin Kaplan, Hatice'nin babası Dursun Kıroğlu'na bir mektup yazıyor:
"Mektubu size yazmaktaki kastım: Bu işten son derece üzgün olduğumu ve bu işte, benim asla haberim olmadığını ve benim böyle bir işe evet dememe, ne şahsımın ne de bulunduğum mevkiin müsaade etmediğini ve böyle işlerin medreseye zarar vereceğini bildiğimi size bildirmektir...
...Hatta akdin yapıldığını da bugünlerde duydum. Böyle bir noktaya gelindiğini henüz tahkik de etmiş değilim ve Metin ve çocuklarının o tarafa gelip hanımının Tübingen'de ileri geri konuştuğunu bu akşam duydum. Canım iyice sıkıldı. Ve şu andaki kanaatim odur ki, bu işte suçlu Metin'in karısı ile Hatice'dir. Kur'an da öyle demiyor mu: Kadınların hilesi büyüktür."
Hocaefendi olayı çözüyor!.. Hem de nasıl... Kızcağızın isteği dışında imam nikahı ile evlendirildiğini inkar etmiyor. Şimdi bırakalım bu kavramları ve olayın adını koyalım. Cemalettin Kaplan, oğlu Metin Kaplan'ın evinde, kendi Emniyet Genel Müdürü Hasan Basri Kökbulut'un genç kıza tecavüz ettiğini kabul ediyor ve buna canının çok sıkıldığını söylüyor. Sonra da suçluyu buluyor: Metin'in karısı ile genç kız...
Bunu da Kur'an'a dayandırıyor:Kadınların hilesi büyüktür...
Nasıl mantık ama? Hem tecavüze uğruyorsunuz, hem suçlu çıkıyorsunuz. Başta söylediğimizi tekrarlayabiliriz. Bütün bunlar İslamcılık giysisi giydirilmiş bir kandırmacanın apaçık göstergeleridir.
-10 Kasım 1987: Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Atatürk'ün ölüm yıldönümünde Gaziantep'te şunları söyledi:
"İktidara gelmemiz halinde başörtüsünü milli kıyafet yapacağız. Her ilçeye bir İmam Hatip Okulu açacağız. Kuran kurslarının sayısını arttıracağız. Lise ve dengi okullarda din derslerinin yanısıra tefsir ve hadis derslerini de okutarak manevi kalkınmayı sağlayacağız."
-29 Kasım 1987: Erken genel seçimlerin arefesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Adıyaman'ın Menzil (Durak) köyünde Şeyh Raşit Erol'u ziyaret etti. Aynı günlerde, ANAP'lı Hasan Celal Güzel de Şeyda Hazretleri'nin ziyaretindeydi.
-10 Ocak 1988: "Ordu, birliklerini uyardı", "Fetullahçılara Dikkat" başlığıyla 2000'e Doğru dergisinde yayınlanan haberin ekinde, 3. Kolordu Komutanlığı'nın 25 Kasım 1987 tarihli raporuna yer veriliyor. Fetullahçıların çalışma yöntemlerini anlatan rapor şöyle:
"Fetullah Gülen yanlısı Nurcu kesimin tasarı ve metodları.
1. Yaygın ve yapılmaya bağlı olarak geniş bir taraftar kitlesine sahip oldukları yurt içinde ve yurt dışında toplam 4 milyon civarında mensupları bulunduğu bizzat Gülen'ci çevreler tarafından ifade edilmektedir.
2. Nihai amaçları, diğer irticai unsurlarda da olduğu gibi Türkiye'de şeriat düzenini hakim kılmaktır. Ancak bu amaç oluşturmaya yönelik çalışmalarda "İslamiyetin Yaşanması" olarak belirtilmektedir.
3. Fetullah Gülen yanlısı grubun başlıca özelliği; propaganda, eğitim ve kadrolaşma sürecini takip eden dönemde İslami bir devrim ile amaca ulaşmaktır.
4. Muhtemel devrim için iki temel unsurun gerçekleşmesine bağlı olduğu kanaatindedirler.
a. Yurt içinde oluşturulacak zemin.
b. Yurt dışından temin edilecek imkanlar.
5. Yurt içinde propaganda ile Türk halkının bilinçlendirilmesi, bu kitlenin kayıtsız şartsız desteğinin sağlanması için eğitim ve finansman teminine yönelik faaliyetlere hız verilmiştir.
6. Yurt dışından temini planlanan imkanlar ise Suudi Arabistan ve Mısır gibi bazı ülkelerin desteklerinin sağlanmasıdır.
7. Devrime hazırlık süresince:
a. Siyasi ve idari kadrolarda görev alan Nurcu kişilerin, hükümetleri şeriat ilkeleri paralelinde yönlendirmeye çalışacakları
b. Nur şakirtlerinden (öğrenciler) 3000 kişilik intihar komandosu grubu yetiştirilerek devrime hazır hale getirileceği.
c. Orduya sızılarak subay, astsubay ve askeri öğrenciler arasında taraftar kazanılacağı.
d. Diğer irticai unsurlarla işbirliği imkanının aranacağı ve ülkücü kesimle Türk-İslam sentezinde diyalog kurulduğuna dair haberler intikal etmiştir.
8. Bilinçlendirilen gençliğin, davaya sağlayacağı faydalar nedeniyle kadrolaşma çalışmalarında faaliyet alanı olarak; a. Askeri okullar b. Polis kolejleri c. Öğretmen okulları ve bazı fakülteler hedef olarak seçilmiştir.
9. Öğretim kurumlarının sıralamasında askeri okulların ilk sırayı alması, anılan kesimin orduya sızma konusundaki kararlılığını göstermektedir.
10. irticai faaliyetleri nedeniyle ilişkileri kesilen askeri öğrencilere rağmen, hala askeri öğrencilerin mevcut olduğu, hatta pek çok sayıda Nurcu subayın orduda faaliyet gösterdiği anılan kesim yanlılarınca ifade edilmektedir.
11. Nurcu kesime ait olduğu belirlenen bazı okullardaki öğrencilerin askeri okullara girebilmelerini temin maksadıyla devlet okullarına kaydırılmaları ve buradan mezun olmalarının sağlanmasına çalışılmaktadır.
Aslı Gibidir. İbrahim Çuhadar. Top.AIb. İKK ve Emn.Sb. Aslının Aynısıdır.Türkyaşar Yanık. Top.Kur.Öyzb.İsth. ve İKK Ş.Md.V.
Aslı Gibidir.A.Nazmi Solmaz. Top.Kur.Kd.Alb.İsth. ve İKK Ş.Md."



..