Jeopolitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jeopolitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2020 Pazar

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 3

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 3




2. Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye Açısından Ortaya Çıkan Fırsat ve Tehditler 


Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde esaslı bir değişiklik getiren hidrokarbon rezervlerinin keşfi, hem bölgeye, kıyıdaş ülkeler hem de bölge dışı aktörler adına şüphesiz bir dizi ekonomik ve siyasal fırsatlar sunmaktadır. Doğal gaz rezervleri nin varlığı bilhassa enerji hususunda dışa bağımlı olan ve son zamanlarda ekonomik sıkıntı yaşayan bölge ülkelerinin iktisadi kalkınmalarında önemli bir fırsat olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki keşfi gerçekleşen rezervlerinin işletilmesi sadece kıyıdaş ülkelerin iç taleplerinin karşılanması ve dolayısıyla enerji konusunda dışa bağımlılıklarının ortadan kaldırılması anlamına gelmeyip enerji ihracatçısı konumuna yükselmesi muhtemel ülkelere uzun vadede geniş çaplı refah ve ekonomik kalkınma getirmesi beklenmektedir. Hâlihazırda birçok sahada arama çalışmalarının da devam etiği ve yeni sahaların keşfi ile toplam rezerv miktarının daha da artacağı düşünüldüğünde kıyıdaş ülkeler adına Doğu Akdeniz havzasının barındırdığı ekonomik fırsatlar her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. 

Dolayısıyla hidrokarbon rezervlerinin keşfine yönelik Doğu Akdeniz’de son dönemde yaşanan bu gelişmeler, bölgede en uzun kıyı şeridine sahip olan ülke olarak Türkiye açısından da bir dizi fırsat ve tehdidi beraberinde getirmiştir. Her şeyden önce Doğu Akdeniz’de hem Türkiye’nin, hem de Kıbrıs Türklerinin menfaatlerini korumak ve bölgede oluşan enerji denkleminde etkin şekilde rol almak Türkiye’nin enerji politikası ve uzun dönemli ekonomik çıkarları açısından elzem durumdadır. Nitekim enerji konusunda % 72 oranında dışa bağımlı bir 
ülke olan Türkiye için bilhassa petrol ve doğal gaz tedarikinde kaynak çeşitliliğini sağlamak ve enerji bağımlılığını mümkün olduğunca en aza indirmek öncelikli politika tercihidir.58 Özellikle Türkiye’nin büyüyen ekonomik yapısı ve artan gelir düzeyi göz önünde bulundurulduğunda enerji arz güvenliğinin temin edilmesi ve kendi Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) yeni enerji kaynaklarının keşfi gerekli bir hal almıştır. Her ne kadar Doğu Akdeniz’de kanıtlanmış doğal gaz 
rezervlerinin miktarı 3-4 trilyon metreküp arasında olsa da bu miktar bile Türkiye’nin yaklaşık 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyededir.59 Dolayısıyla Doğu Akdeniz’de süregiden yeni keşifler ve bölgenin sahip olduğu yüksek enerji potansiyeli göz önünde alındığında bölgede etkin varlık göstermesi Türkiye için uzun vadede önemli ekonomik fırsatlar doğuracaktır. 60 

Bunun yanı sıra, Doğu Akdeniz’de var olan doğal gaz kaynaklarının Avrupa pazarına nakli husussu da Türkiye’ye önemli rol üstlenebilecek konumdadır. Coğrafi konumu itibariyle Türkiye ispatlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin dörtte üçüne ev sahipliği yapan üretici bölgeler ile Avrupa’daki enerji ithalatçısı ülkeler arasında bulunmaktadır.61 TANAP, Türk Akımı, Enerji Borsası, FSRU (Floating Storage Regasification Unit) ve doğal gaz depolama tesisleri ile Türkiye kendisine biçilen enerji koridoru rolünden sıyrılarak enerji ticaret merkezi olmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla coğrafi konumunun sağladığı avantajları ve sahip olduğu potansiyeli kullanması durumunda Türkiye, Doğu Akdeniz gazının transferi konusunda da söz sahibi ülkelerden biri haline gelebilir. Bölgede yürüteceği başarılı enerji diplomasisi ile Türkiye mevcut konumundan istifade edip ve Avrupa’nın enerji arz güvenliğine katkı sağlayabilir. TANAP, TAP ve 

Türk Akımı projeleriyle doğu ve kuzeyden gelen doğal gazı Avrupa’ya transfer etmeye hazırlanan Türkiye buna bir de Doğu Akdeniz gazını ekleyerek bölgesinde önemli bir enerji ticaret merkezi olabilir.62 

Son olarak KKTC’nin çıkarları ve Türkiye’nin güvenliği bağlamında Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulabilmesi artık hidrokarbon kaynaklarının yönetimi ve enerji nakil güzergâhları nın belirlenmesi meselesinden bağımsız düşünülemeyecek bir hal almıştır. 

Bir anlamda hidrokarbon rezervlerinin keşfi, Kıbrıs meselesinin karmaşık ve çok boyutlu bir mahiyet kazanmasına sebep olmuştur. Bugün gelinen noktada, adadaki Türk varlığının korunması ve keşfi gerçekleştirilen doğal gaz rezervlerinin ortak kullanımının temin edilmesi hem KKTC, hem de Türkiye açısından stratejik değerde fırsatlar sunmaktadır. Her şeyden önce, Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından Kıbrıs adası hayati öneme haizdir. Jeostrateji açısından değerlendirildiğinde, İskenderun Körfezi’ne doğru uzanan bir uçak 
gemisine benzetilen Kıbrıs adası Türkiye’nin güney sahillerinin güvenliğinin teminatı olmanın yanı sıra Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de meydana gelebilecek olası krizlere müdahale etme imkânı sunmaktadır. 

Bu açıdan değerlendirildiğinde, ada çevresinde tespit edilen hidrokarbon 
kaynaklarının araştırılması ve işletilmesine yönelik ortak bir çözüme gidilmesi; hem Kıbrıs’ta kalıcı bir siyasal çözümün kapısını aralayacak, hem de Kıbrıs Türklerinin ve dolayısıyla da Türkiye’nin çıkarlarını güvence altına alacaktır. 

Enerji güvenliğinin temini ve refah düzeyinin artması hususunda bir dizi fırsatlar sunan ve Kıbrıs sorunu bağlamında önemli bir uzlaşma zemini oluşturabilecek olan hidrokarbon rezervlerinin keşfi, tam aksi yönde bölgedeki sorunların derinleşmesi ve bilhassa da Türkiye adına yeni tehdit ve mücadele alanlarının doğmasıyla sonuçlanmıştır. Özellikle son 10 yılda bölgede tedrici olarak şekillenen Türkiye karşıtı koalisyon, Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini Doğu Akdeniz enerji denkleminin dışında bırakıp yalnızlaştırmayı hedeflemektedir. 

Bugün gelinen noktada Türkiye, Doğu Akdeniz’de adeta bir cenderenin içine sıkıştırılmak istenmektedir. Türkiye açısından değerlendirildiğinde, bölgede özellikle son yıllarda öne çıkan risk ve tehditlerin temelinde, Yunanistan ve GKRY ile olan deniz yetki alanları uyuşmazlığı ve Kıbrıs Sorunu yatmaktadır. Yunanistan’ın Ege’de ve Rum yönetiminin de Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuka aykırı şekilde deniz alanlarını belirlemeye çalışılması Türkiye ve KKTC’nin meşru haklarının gasp edilmesi neticesini doğurmaktadır. Nitekim Akdeniz ve Ege’de Lozan dengesini bozucu adımlar atan Yunanistan, Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adalarının sınırlarından oluşturulan ortay hat ile deniz yetki 
alanlarını belirlemeyi amaçlayarak Türkiye’yi Ege ve Akdeniz’den dışlamak istemektedir.63 Kıbrıs Rum Yönetimi ile birlikte hareket eden Yunanistan; hakkaniyet, orantısallık ve coğrafyanın üstünlüğü ilkelerine aykırı olarak belirlediği ortay hat ile Türkiye’yi adeta Antalya Körfezi’ne sıkıştırmak, orada hapsetmek istemektedir (Bkz, Şekil 4). 




Şekil 4: Türkiye’nin Muhtemel MEB’i ve Yunanistan-GKRY İkilisinin Türkiye İçin Öngördüğü MEB64 

Hâlbuki deniz yetki alanlarının belirlenmesine ilişkin Yunanistan’ın dikkate aldığı Meis Adası’nın hukuki statüsü tartışmalı olmakla beraber, ortay hattın belirlenmesinde esas alınan adalar Türkiye ve Yunanistan anakaraları arasındaki ortay hattın “ters tarafında” yer alması sebebiyle uluslararası hukuk açısından kıyı oluşturamaz ve kıta sahanlığına sahip olamaz.65 

Ayrıca ister eşit uzaklık, ister başka bir sınırlandırma metodunu seçilsin MEB ve kıta sahanlığının belirlenmesinde coğrafyanın üstünlüğü prensibinin de dikkate alınması gerekmektedir. Coğrafyanın üstünlüğü prensibi gereği iki ülke arasında sınırlandırmaya konu olan deniz alanındaki anakara coğrafyasının esas alınması gerekir ve bu noktada en önemli coğrafi unsur ana kara kıyılarının uzunluğu dur.66   
Yine benzer şekilde dikkate alınması gereken bir başka husus da “kapatmama” prensibidir. Bilhassa kıta sahanlığının belirlenmesinde sınırlandırma çizgilerinin her ülkenin kıyılarına yakın alanları bırakması ve kıyıların önünü kapatmaması gerekmektedir.67 

Ancak, yukarıda zikredilen deniz hukuku normlarına aykırı hareket eden Yunanistan ve GKRY, uluslararası aktörleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirerek Türkiye’nin asgari 104.000 kilometrekare olması tahmin edilen deniz yetki alanını 41.000 kilometrekare ile sınırlandırmak istemektedir (Bkz, Şekil 4). 

Konu Kıbrıs bağlamında değerlendirildiğinde, bölgede hidrokarbon kaynaklarının keşfi maalesef gerilimin daha da tırmanmasına ve adadaki çözümsüzlük sürecine yeni bir boyut eklenmesine neden olmuştur. 

Adanın yönetiminde, tek taraflı olarak karar alma ve anlaşma yapma yetkisi olmamasına rağmen Rum yönetimi, Kıbrıs Türkleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ve hukukunu yok sayarak sözde MEB’ini ilan etmiş ve Mısır, Lübnan ve İsrail ile sınırlandırma anlaşmaları imzalamıştır. İlan ettiği sözde münhasır ekonomik bölgelerin varlığını uluslararası kamuoyunda kabullendirmek isteyen Rum Yönetimi, Amerikan, Fransız ve İtalyan menşeli uluslararası şirketlere gaz arama ihaleleri vererek, Türkiye’yi uluslararası kamuoyu ile karşı karşıya getirecek bir 
oyun kurgulamıştır. GKRY’nin bu tutumu apaçık Türkiye ile Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp etmeye matuftur. Her şeyden önce GKRY adanın tamamını temsil eden bir devlet olmadığı için adayı çevreleyen deniz alanlarında MEB tespit etme ve ihale etme hakkına sahip değildir. 

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunda iki toplumun da iştirak ettiği göz önünde tutulursa hem Kıbrıs Adası’nın sahip olduğu zenginlikler, hem de deniz alanlarındaki canlı ve cansız kaynaklar üzerinde Kıbrıs Türklerinin Rum kesimi ile eşit haklara sahip olduğunu ifade etmek gerekir.68 Nitekim Kıbrıs Adası çevresindeki kaynakların iş birliği ve uzlaşı ortamı içerisinde çözümlenebilmesi için çaba gösteren Türkiye, Kıbrıs Türklerinin en az Rumlar kadar eşit haklara sahip olduğunu ve adayı çevreleyen deniz alanlarındaki zenginliklerden müşterek bir şekilde yararlanılması gerektiğini ifade etmiştir.69 

   Ancak, Ankara ve Lefkoşa’dan yapılan tüm çağrılara rağmen mevcut tutumunu değiştirmeyen GKRY, her ne kadar Türk tarafına hak edilen payın 
verileceğini ifade etse de temsilde adaletin olmadığı bir siyasal yapıda, hakça bir paylaşımın tahakkuk etmesi zor görünmektedir.70 

Ayrıca GKRY, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kara parçalarına uygulanan hükümlerini dikkate almaksızın oluşturduğu MEB ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını gasp etmektedir. Yarı kapalı bir coğrafya olan Doğu Akdeniz dikkate alındığında karşılıklı kıyıların uzunluğu 400 deniz milinden azdır ve MEB belirlenirken prensip gereği sahildar devletler arasında ilk önce 
karşılıklı mutabakat sağlanması gerekmektedir. Ayrıca Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesince bir ada devleti olan Kıbrıs’ın kıta sahanlığı yoktur ve sadece uzlaşma ile münhasır ekonomik bölge ilan edebilir.71 Ancak uluslararası hukuktan doğan mevcut gerçeklere rağmen GKRY yaptığı ikili anlaşmalar ile Türkiye’nin ve KKTC’nin bölgedeki haklarını yok sayarak fiili durum yaratmaya çalışmaktadır. GKRY’nin bu tutumu karşısında ise Türkiye kendi kıta sahanlığının ve KKTC’nin hak ve menfaatlerinin ihlal edildiği gerekçesiyle yapılan anlaşmalara ve verilen doğal gaz arama ihalelerine karşı çıkmaktadır.72 

Bu kapsamda Türkiye uzun süre Doğu Akdeniz’de MEB ilanı yoluna gitmemiştir. Lakin 2019 yılı Kasım ayında Türkiye ile Libya arasında imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkil Mutabakat Muhtırası ile Türkiye Doğu Akdeniz enerji denkleminde önemli bir kazanım elde etmiştir. Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin deniz yetki alanlarının batıdaki sınırlarının bir bölümünün belirlenleyen bu antlaşma bir anlamda bölgede Türkiye ve KKTC’nin çıkarlarını destekler mahiyette olmuştur. Zira GKRY’nin bölgede sondaj çalışmalarına 
başlamasının ardından Türkiye, 21 Eylül 2011 tarihinde KKTC ile “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması” imzalamıştır. Deniz yetki alanlarının belirlenmesine ilişkin Libya ile yapılan mutabakat, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile imzaladığı anlaşmadan sonra bu konuda yaptığı ikinci önemli hamle olmuştur. Başta BM olmak üzere ilgili uluslararası kuruluşlar ve devletler nezdinde girişimlerde bulunan Türkiye, 32 derece 16’18” D boylamı ile 33 derece 40’K enlemi arasında kalan alanın kendine ait olduğunu müteaddit kere ifade etmiş ve hem kendi karasularında, hem de KKTC’ye ait deniz alanlarında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) arama ruhsatları 
verilmiştir.73 Dolayısıyla Şekil 5’te de görülebileceği üzere GKRY’nin 13 parsele bölüp ve uluslararası şirketlere lisans verdiği alanlar, hem Türkiye’nin kıta sahanlığı (1, 4, 5, 6 ve 7) hem de KKTC’nin TPAO’ya verdiği ruhsat alanlarıyla (1, 2, 3, 8, 9 ve 13) çakışmaktadır. 




Şekil 5: Kıbrıs’ta Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Sorunları74 

Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını savunmak hususunda kararlı olan Türkiye, deniz yetki alanlarına ilişkin uyuşmazlığın diplomatik yol ve yöntemlerle, hak ve hakkaniyet çerçevesince çözümlenmesini müteaddit kere dile getirse de Rum kesimi attığı gayri meşru adımlar ile Kıbrıs Türkleri’nin ve Türkiye’nin bölgedeki haklarını gasp etmeye devam etmektedir. Ne yazık ki, Türkiye’nin, kendi kıta sahanlığını ve KKTC’nin hak ve menfaatlerini koruma adına şu ana dek yapmış olduğu diplomatik girişimlerden fiili anlamda sonuç elde edilebildiğini söyleyebilmek zor görünmektedir. 

Nitekim Kıbrıs çevresindeki hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı ve kullanımı meselesini bir oldu-bittiye getirmek isteyen Yunanistan ve GKRY tüm itirazlara rağmen tek yanlı parselleştirme girişimlerine devam etmekte ve bu alanları yabancı şirketlere ihale ederek yapmış oldukları hukuksuzluklara meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Yunanistan ve GKRY’nin takınmış olduğu bu tutum hem Akdeniz’e kıyıdaş diğer ülkeler, hem de ABD ve AB gibi bölge dışı güçlerce destek görmektedir. Bugün gelinen noktada, Türkiye ve Kıbrıs 
Türkleri’nin bölgede yalnızlaştırıldığı ve kasıtlı olarak Doğu Akdeniz enerji denkleminin dışında bırakıldıkları gözlemlenmektedir. Bilhassa Türkiye’nin, İsrail ve Mısır ile bozulan ilişkilerini fırsat bilen Yunanistan-GKRY ikilisi, bölgedeki dengeleri kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadır. Bu noktada özellikle 2010 yılından itibaren GKRY, Yunanistan ve İsrail, enerji ve güvenlik konularında ortak strateji yürütmeye başlamıştır.75 Yine 2013 yılında Mısır’da Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi’nin askerî darbeyle görevden uzaklaştırılmasının 
ardından bozulan Türkiye-Mısır ilişkileri sonrası, GKRY-Mısır-İsrail arasında önemli bir yakınlaşmanın yaşandığı gözlemlenmektedir.76 

Nitekim Yunanistan-GKRY-Mısır-İsrail ekseninde şekillenen bu yakınlaşma 2019 yılı başında Türkiye karşıtı bir bölgesel iş birliği mekanizması olarak Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 

Doğu Akdeniz’de enerji alanında iş birliği sağlamak ve bölgesel doğal gaz piyasası oluşturmak amacıyla kurulan Gaz Forumunun temel motivasyonunun esasında bölgedeki en önemli aktörlerden biri olan Türkiye’yi ve dolayısıyla Kıbrıs Türk toplumunu oluşan enerji denkleminin dışında bırakmak olduğu söylenebilir.77 Nitekim 2019 yılının temmuz ayında ikinci kez Kahire’de toplanan forumda, kıyıdaş ülkeler olarak İsrail, İtalya, Yunanistan, Mısır, GKRY, Filistin yönetiminin yanı sıra, ABD Enerji Bakanı Rick Perry, AB Komisyonu Enerji Genel Müdürü Dominique Ristori, Fransa ve Dünya Bankası’ndan temsilciler yer alırken Türkiye ve KKTC’den herhangi bir yetkilinin davet edilmemesi bunun en büyük emaresidir. İleri vadede uluslararası bir örgütlenme seviyesine yükseltilmesi düşünülen ve birden fazla paydaşın ve uluslararası aktörün yer aldığı Akdeniz Gaz Forumu esasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareket alanını kısıtlamaya yönelik önemli bir girişim olmuştur. 

Bu süreçte kendisini dışlamaya yönelik tüm çabalara rağmen Türkiye, Doğu Akdeniz’de haklarını korumak adına hem kendi kıta sahanlığında, hem de KKTC’nin Türkiye Petrolleri’ne verdiği ruhsat alanlarında arama ve sondaj faaliyetlerine devam etmektedir. Diplomatik teşebbüslerin başarısız olması sebebiyle tavrını artık eylem sahasında koymak zorunda olan Türkiye, Barbaros Hayrettin ve Oruç Reis sismik araştırma gemileri ile Yavuz ve Fatih sondaj gemileri ile bölgede arama çalışmaları yürütmektedir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, 2019 yılının başından bu yana hızlandırdığı sondaj çalışmaları, yalnız Yunanistan ve GKRY ile olan ilişkileri değil, Avrupa Birliği ve ABD ile olan ilişkilerin de gerilmesine sebep olmuş ve Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından mahrum etmeye yönelik bir dizi karşı hamleyle sonuçlanmıştır. GKRY lehine açık tavır sergileyen Avrupa Birliği, Türkiye’nin bölgedeki doğal gaz arama faaliyetlerini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını ihlal ettiği iddiasıyla “yasa dışı” olarak nitelendirmiştir.78 

   Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyesi olduğunu vurgulayan AB yetkilileri, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz sondaj çalışmaları sebebiyle Türkiye’ye karşı 
bir dizi yaptırım kararı almıştır. AB Dışişleri Bakanları düzeyinde alınan bu kararlar Türkiye ile üst düzey temaslara bir süreliğine ara verilmesi, Hava Taşımacılık Anlaşması müzakerelerinin askıya alınması, AB’nin Türkiye’ye sağladığı katılım öncesi fonlarında kesintiye gidilmesi ve Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’deki kredi faaliyetlerinin gözden geçirilmesi gibi bir dizi cezai önlemi içermektedir.79 Almış olduğu yaptırım kararlarıyla Ankara üzerinde baskı oluşturmak isteyen AB, Doğu Akdeniz’de yaşanan uyuşmazlıkları uluslararası arenaya taşıyarak Türkiye’nin bölgede yürütmekte olduğu arama ve sondaj faaliyetlerine son vermeyi amaçlamaktadır. Avrupa Birliği’ne nazaran daha itidalli bir dil kullanan ABD dışişleri yetkilileri, her ne kadar enerji kaynaklarına ilişkin paylaşımın iki toplum ve komşu ülkeler arasında gerçekleşecek bir 
diyalog süreciyle yürütülmesi gerektiğini ifade etse de, Doğu Akdeniz’de İsrail Yunanistan-Kıbrıs ittifakını destekler mahiyette adımlar atmaktadır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğunu defaten ifade eden ABD, senatosundan geçen Doğu Akdeniz Güvenlik ve Enerji Ortaklığı yasa tasarısıyla Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail’in bölgede kuracağı enerji ve savunma ortaklığına açıktan destek vermektedir. ABD Senatosu Dışişleri Komitesi tarafından kabul edilen yasa tasarısıyla Doğu Akdeniz’de Enerji Merkezi kurulması, GKRY’ne yönelik silah satışı ile ilgili kısıtlamaların kaldırılması, Yunanistan’a üç milyon dolar tutarında doğrudan askerî yardım yapılması ve 2020-2022 yılları arasındaki mali dönemde, Yunanistan ve Kıbrıs’a yönelik Uluslararası Askerî Eğitim yardımı yapılması kararı verilmiştir.80 

Dolayısıyla AB ve ABD’nin GKRY-Yunanistan-İsrail ittifakı lehine almış oldukları bu açık tutum, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yalnızlaşması ve bölgede oluşan yeni enerji denkleminin dışında kalması tehlikesini beraberinde getirmiştir. Türkiye’yi bölgede çevrelemeye yönelik atılan mevcut adımlar, enerji kaynakları nın paylaşımı ve kullanımının ötesinde kaynakların transferi hususunda da Türkiye’yi oyunun dışında bırakmaya matuftur. Nitekim kaynakların uluslararası piyasalara nakli konusunda, bölge ülkeleri ve uzmanların ortaya koyduğu birden fazla senaryo81 olmasına rağmen AB ve ABD’nin özellikle Doğu Akdeniz Boru Hattı projesini hayata geçirmek hususunda göstermiş olduğu ısrarlı tutum düşündürücüdür. Halihazırda hem maliyet, hem de güvenlik açısından en optimal seçeneğin İsrail-Kıbrıs-Türkiye rotası üzerinden gazın Avrupa’ya nakil edilmesi uzmanların üzerinde mutabık kaldığı genel bir görüştür. 

Buna rağmen daha çok siyasi motivasyonlarla hareket eden Yunanistan-GKRY-İsrail üçlüsü, AB ve ABD’nin desteğini de alarak Doğu Akdeniz Boru Hattı  projesinin gerçekleştirilmesi noktasında kararlı görünmekte dir. EastMed olarak adlandırılan ve 2025 yılında tamamlanması öngörülen proje ile Doğu Akdeniz gazının İsrail, GKRY, Yunanistan ve İtalya arasında kurulacak iki bin kilometrelik bir boru hattı ile Avrupa pazarına ulaştırılması hedeflenmekte dir.82 

Maliyet bakımından 15 milyar doları bulması düşünülen projenin bölge ülkeleri tarafından üstlenilmesi her ne kadar zor görünse de proje, AB Komisyonu’nun Müşterek Menfaat Projeleri (Projects of Common Interest, PCI) kapsamında destek görmektedir.83 Ayrıca Ağustos 2019 tarihinde Atina’da gerçekleştirilen enerji bakanları zirvesinde enerji kaynakların dan sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Francis Fannon, Yunanistan-GKRY-İsrail üçlüsünün güçlü ortağı olarak East-Med projesine destek verdiklerini açıkça ifade etmiştir. Dolayısıyla bölgesel barışı ve ekonomik maliyetleri göz ardı ederek oluşturulan East-Med projesinin kabul görmesi bölgede Türkiye’nin devre dışı bırakıldığı bir enerji ticaret rotasının da ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır. 

Bölgede yaşanan tüm bu gelişmeler değerlendirildiğinde Türkiye ve KKTC’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru haklarının bir oldu-bittiyle gasp edilmek istendiği gayet açıktır. Bugün gelinen noktada Türkiye ve KKTC sadece enerji kaynaklarının paylaşımı hususunda değil kaynakların uluslararası piyasalara sevkiyatı konusunda da oyunun dışında bırakılmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. 
Tüm bu gelişmelerin farkında olarak Türkiye’nin enerji kaynaklarının paylaşımı ve yönetimi hususunda bölgesel barış ve iş birliği temelinde yapmış olduğu girişimlerin şuan için tam anlamıyla olumlu neticeler doğurduğunu söyleyebilmek zor görünmektedir. Nitekim bölgede GKRY-Yunanistan-İsrail ekseninde oluşan bir geniş koalisyonun Türkiye’nin ve KKTC Türklerinin meşru hak ve çıkarlarına rağmen hareket ettiği ve Türkiye’nin deniz yetki alanlarına ilişkin ortaya koyduğu kararlılığı görmezden geldiği aşikârdır. Bu noktada Türkiye’nin bilhassa 
son yıllarda bölgede gerçekleştirdiği arama ve sondaj faaliyetleri ve çıkarlarını korumak adına diplomatik, siyasi ve askeri alanlarda yapmış olduğu karşı manevralar bu konudaki kararlılığını ortaya koymak adına şüphesiz önemlidir. 

Bilhassa Türkiye’nin Libya ile deniz yetki alanlarını belirlemek adına 27 Kasım 2019 tarihinde imzalamış olduğu mutabakat bölgedeki dengeleri değiştirmeye yönelik kritik bir hamle olmuştur. Türkiye ve Libya arasında yapılan bu mutabakat ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanlarının Yunanistan dışında kalan batı sınırı bir ölçüde belirlenmiştir. Libya’nın Derne-Tobruk ve Bardiyah kıyı hattından Türkiye'nin Marmaris-Fethiye-Kaş kıyı hattına uzanan deniz alanları bu iki ülkenin kıta sahanğılı olarak tespit edilmiştir. 

Yapılan anlaşmayla deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin Türkiye’nin önceden beri ifade ettiği ve uluslararası hukukun ilgili prensipleriyle de 
örtüşen hukuki yaklaşımı somut bir içerik kazanmıştır. Türkiye ve Libya arasındaki deniz sınırını yaklaşık eşit uzaklık cizgisine tekabül edecek biçimde belirleyen bu anlaşma ayrıca Kıbrıs adasının batısına yönelik yapılacak yetki alanı sınırlamasında Türkiye’nin tutumunu destekler mahiyette olmuştur. Öte yandan Doğu Akdeniz’de ortay hattın ters tarafında kalan Yunan adalarına uluslararası hukukun ilgili kuralları gereği kara suları dışında deniz yetki alanı verilemeyeceğine ilişkin Türkiye’nin ortaya koyduğu tutum bu mutabakat ile devam ettirilmiş ve Libya tarafından da kabul görmüştür. Böylece Türkiye, deniz yetki alanlarına ilişkin maksimalist bir tutum sergileyen Yunanistan ve GKRY’nin oldubittiye dayanan tek taraflı adımlarına müsaade etmiyeceğini göstermekle kalmamış söz konusu bölgede yapacağı doğal kaynak arama ve işletme faaliyetlerine meşru bir zemin kazadırmıştır. Ayrıca Libya ile yapılan mutabakatın devreye girmesi Türkiye’yi bir anlamda “bypass” eden East Med projesini de perdelemeye yönelik önemli bir adım olmuştur. Nitekim Doğu Akdeniz'den 
çıkarılacak doğal gazın Avrupa ülkelerine taşınmasını öngören EastMed boru hattının geçeceği güzargahıın, Türkiye’nin Libya ile belirlediği deniz yetki alanı ile çakışması projenin işlerliğine gölge düşürmüştür.84 

Bu yönüyle Libya mutabakatı Doğu Akdeniz’deki tarafları müzakere yapmaya zorlamış ve hakkaniyete dayalı ortak bir çözüm süreci başlatılmasına kapı aralamıştır. Sonuç itibariyle son dönemde Libya ile yapılan mutabakatın Türkiye açısından ilerleyen süreçlerde olumlu yansımaları olacağını tespit etmekle beraber Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de çıkar ve güvenliğini teminat altına alması ve bölgede oluşan denklemi tam anlamıyla lehine çevirebilmesi adına kısaca şu stratejik öneriler ortaya konulabilir: 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 2




Bugün Doğu Akdeniz’de yetki alanlarının ve enerji kaynaklarının kullanımına ilişkin ihtilaflara sebep olan ilk adım GKRY’nin Avrupa Birliği’nin desteğini alması ve Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bölgedeki haklarını görmezden gelerek 21 Mart 2003 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere tek taraflı münhasır ekonomik bölge ilan etmesi olmuştur. Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik dar boğazdan müttefik ülke olarak yakinen etkilenen GKRY, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde yürüttüğü iş birlikleri ve çalışmalarla ekonomik kazanım elde etmenin yollarını aramaktadır. Bu amaç doğrultusunda, Kıbrıs Rum kesimi ilan ettiği sözde münhasır ekonomik bölgeyi tek taraflı olarak 13 parsele bölerek İtalyan, Fransız ve Amerikan enerji devleri Eni, Total ve Exxon Mobil / Noble’e keşif ve sondaj ruhsatı vermiştir.20 Adanın tek temsilcisi olarak kendisini konumlandıran GKRY 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan  21 ve 17 Aralık 2010 tarihinde İsrail ile MEB sınırlandırma antlaşmaları imzalamıştır.22 Yine buna paralel olarak, GKRY Yunanistan ile birlikte hem bölgedeki, hem de uluslararası alandaki aktörlerle eş güdümlü olarak enerji temelli bölgesel iş birlikleri oluşturmaya çalışmaktadır. 

Bu doğrultuda Yunanistan ve GKRY bölgede başta İsrail olmak üzere Mısır ve Ürdün’le ayrı ayrı üçlü iş birlikleri oluşturmuş ve bu bağlamda hem AB’nin, hem de ABD’nin desteğini almıştır. Ayrıca GKRY, Yunanistan, İsrail, İtalya Filistin ve Mısır, bölgede açık deniz alanlarındaki yeni enerji kaynaklarının keşfi ve mevcut kaynakların en uygun kullanımı hususunda koordinasyonu sağlamak adına Ocak 2019 tarihi itibariyle Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu kurmuş bulunmaktadır. 

GKRY hâlihazırda 13 parsele böldüğü sözde MEB’de, uluslararası enerji şirketlerine sekiz farklı araştırma ruhsatı vermiş durumdadır (Bkz. Şekil 1). Bu ruhsatlardan ilki 2008 yılında Afrodit olarak da adlandırılan 12. parsel için Amerikan enerji şirketi Noble Enegy’e verilmiş ve firma 2013 yılında 3,6 ile 6 trilyon kübik kadem doğal gaz rezervi tespit etmiştir.23 Bugün itibariyle 12. parselde Noble Energy ile birlikte Holanda-İngiltere ortaklı Shell ve İsrail menşeli Delek ve Avner şirketleri faaliyet göstermektedir. Yine 2013 yılında İtalyan ENI ile Güney Koreli KOGAS şirketlerinin oluşturduğu konsorsiyuma 2., 3. ve 9. parseller için arama izni verilmiştir. Son olarak da 2017 yılı itibariyle yapılan ruhsatlandırmada 8. parsel ENI’ye, 6. ve 11. parseller ENI ile Fransız Total ortaklığına, 10. parsel ExxonMobil ve Katar Petroleum’a ve 13. parsel ise Noble Energy’e verilmiştir. Şubat 2018 tarihinde ENI & Total konsorsiyumu 6. parselde yaptığı aramalarda 4,8 ile 8,1 trilyon kübik kadem doğal gaz rezervi tespit etmiştir.24 En son olarak ise ExxonMobil ve Katar Petroleum ortaklığı 2019 yılının Şubat ayında 10. parseldeki Glaucus-1 bölgesinde 5 ile 8 trilyon kübik kadem (142-127 milyar metreküp) değerinde doğal gaz rezervi olduğunu 
bildirmiştir.25 




Şekil 1: 2018 Yılı itibariyle GKRY’nin Araştırma Ruhsatı Verdiği Parseller26 


Doğu Akdeniz’de GKRY ile eşgüdümlü hareket eden Yunanistan ise deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusunda Girit, Kaşot, Çoban, Rodos ve Meis adalarının sınırlarını baz alan ortay hat ile bölgedeki yetki alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla Yunanistan, hâlihazırda Mısır ve Libya ile diplomatik görüşmeler başlatmıştır; ancak bu teşebbüsü, Türkiye’nin itirazları sebebiyle şu an için sonuçlanmamıştır.27 Bu noktada Yunanistan’ın bölgedeki asli amacı Anadolu’dan başlayarak Rodos ve Meis adaları arasından bir ortay hat çizerek bu adaların güneyinde kalan MEB alanlarını Mısır ve GKRY ile yapacağı antlaşmalar la sınırlandırmaktır. Böylece Yunanistan ve GKRY’nin eşgüdümlü politikası bir anlamda Türkiye’yi bölgeden dışlamaya ve sadece Antalya Körfezi ile sınırlandırılmış bir kıta sahanlığı ve MEB alanı içerisinde hapsetmeye matuftur. Bir diğer yandan, Yunanistan ile Türkiye arasında yıllardır Ege’de karasuları ve 
kıta sahanlığına ilişkin süren ihtilaf da göz önünde tutulduğunda Türkiye’nin Ege ve Doğu Akdeniz’deki varlığı adeta yok hükmüne indirilmeye çalışılmaktadır.28 

Doğu Akdeniz enerji denkleminin diğer bir önemli aktörü ise şüphesiz İsrail’dir. İsrail’in deniz yetki alanında yapılan ilk keşif Ocak 2009 tarihinde ABD menşeli Noble Energy ve İsrailli ortakları Delek Drilling ve Avner Oil’in Hayfa Kenti’nin 50 mil açığında Tamar isimli gaz sahasının keşfiyle olmuştur. Noble Energy’nın Tamar sahasında yaptığı keşif sonucunda 283 milyar metre küp gaz rezervi tespit edilmiş ve mevcut kaynağın İsrail’in 20 yıllık gaz ihtiyacını karşılayacağı öngörülmüştür.29 Bunu takip eden ikinci önemli keşif Tamar gaz sahasının batısında Leviathan isimli bir başka bölgede 623 milyar metreküp miktarında doğal gaz rezervinin bulunmasıyla gerçekleşmiştir. 

Bugüne kadar Noble Energy ve yerli ortakları İsrail’in denizel alanında, başta Tamar (2009) ve Leviathan (2010) olmak üzere Dalit (2009),    Dolphin (2011), Noa 2 (2011), Tanin (2012), Pinnacles (2012) ve Karish (2013) gibi birçok doğal gaz sahası keşfedilmiştir (Bkz. Şekil 2). 

    Bugün toplam 1 trilyon metreküpü bulan ispatlanmış doğal gaz rezervi ile İsrail, Fosil yakıt ithalatçısı konumundan uzun vadede ihracat potansiyeline sahip bir doğal gaz üreticisi ülke pozisyonuna gelmiştir.30 İsrail hâlihazırda Tamar sahasından doğal gaz çıkarmakta ve boru hattı ile kıyı yakınındaki tesisine taşımaktadır. Sadece Tamar sahasından elde edilen yıllık gaz üretimi 2016 tarihi itibariyle 9,4 milyar metreküpe ulaşmış durumdadır ve İsrail elektrik üretiminin % 49,9’u doğal gazdan gelmektedir.31 Bunun yanı sıra İsrail Leviathan, Tanin ve Karish sahalarındaki doğal gazın boru hattı ile kıyıya taşınması ve bu noktada ihracat imkânlarının oluşturulması için ayrıca çalışmalar yürütmektedir.32 




Şekil 2: İsrail’de keşfedilen Doğal Gaz Sahaları ve Deniz Yetki Alanları33 
Açıklama: C:\Users\User\Desktop\makale gavur\Adsız.pngbbbxxl.png


Deniz yetki alanları üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmek ve sahip olduğu enerji kaynaklarından ekonomik gelir elde etmek adına İsrail bilhassa Tamar ve Leviathan sahalarının keşfedilmesinin akabinde MEB koordinatlarını gösteren bir listeyi 12 Temmuz 2011 tarihinde Birleşmiş Milletler’e (BM) iletmiştir. Her ne kadar İsrail, 17 Aralık 2010 tarihinde GKRY ile münhasır ekonomik bölge antlaşması imzalamış ise de bölgede diğer kıyıdaş devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamış değildir. Bu bağlamda İsrail’in bilhassa Lübnan ve Filistin ile deniz alanlarının sınırlanması konusunda anlaşmazlıkları mevcuttur. Uzun yıllardır resmî olarak savaşan ülke konumunda olan İsrail ile Lübnan arasında diplomatik ilişki bulunmamakla beraber bu iki ülke arasında deniz alanlarını sınırlamaya ilişkin bir anlaşma da mevcut değildir. 

Lakin önceden de zikredildiği gibi Lübnan hükûmeti 2007 yılında GKRY ile karşılıklı olarak MEB sınırlandırma anlaşması imzalamıştır. 

Her ne kadar bu anlaşma Lübnan parlamentosunda onaylanmasa da Lübnan hükûmeti 2010 yılında çıkardığı bir kanunla kendi deniz alanları dâhilinde petrol ve doğal gaz kaynaklarının araştırılmasını uygun görmüş ve deniz yetki alanlarını belirleyen haritayı BM’ye sunmuştur. Lübnan’ın BM’ye sunduğu harita ortay hat sınırlarını esas alarak GKRY ile yapılan MEB anlaşmasıyla benzer hatlara sahip olsa da güney sınırının 17 kilometre genişletilmesi sebebiyle İsrail’in deniz yetki alanıyla çakışan ihtilaflı bir bölge yaratmıştır (Bkz. Şekil 2). 

Yine., 
İsrail Levant Havzası’nda doğal gaz rezervlerine ilişkin bir başka uyuşmazlığı Filistin Yönetiminin egemenlik alanında olan Gazze Şeridi’nin deniz alanında yaşamaktadır. Filistin yönetimi 1999 yılında İsrail ile Mısır arasında sıkışmış olan Gazze Şeridi’nin kıyı ötesinde petrol ve doğal gaz araması yapılması için British Gas’a ruhsat vermiştir. 2000 yılında British Gas Gazze’nin 20 deniz mili açığında 
Gaza Marine sahasında iki farklı kuyuda, mali değeri 4 milyar doları bulan 28 milyar metreküplük gaz rezervi keşfettiğini duyurmuştur.34 

Bölgedeki gaz rezervlerinin varlığını bağımsız bir Filistin devleti için fırsat kabul eden Yaser Arafat idaresindeki Filistin yönetimi, 2002 yılında rezervlerin işletilmesi için Filistin Yatırım Fonu (% 30), Lübnan Consolidated Contarctors (% 10) ve British Gas (% 60) iş birliğinde bir ortak yatırım fonu oluşturmuştur.35 

Ancak rezervlerin kendi kontrolü dışında çıkarılmasına ve dolayısıyla Filistin yönetimine maddi kazanç sağlanmasına karşı çıkan İsrail müteaddit kez yapmış olduğu girişimlerle British Gas ile yapılan antlaşmayı geçersiz kılmak ve hem 
Hamas hükümetini, hem de Filistin yönetimini devre dışı bırakmak amacında dır.36  Bu çerçevede Gazze sularındaki askerî varlığını artıran ve 2000’li yılların başından bu yana Gazze deniz sahasındaki yasa dışı ablukasını ağırlaştıran İsrail, Filistin Yönetiminin kendi rezervlerini kullanmasına ve bölgede yeni rezervlerin keşfedilmesine engel olmaktadır.37 

Son olarak bölgede kilit konumunda olan bir diğer aktör ise Doğu Akdeniz’de en uzun sahil şeridine sahip ikinci ülke olan Mısır’dır. 

Özellikle Ağustos 2015 tarihinde, İtalyan enerji devi ENI’nin Port Said kentinin 190 kilometre açığında, Zohr adı verilen bir alanda Doğu Akdeniz’in en büyük gaz rezervini bulduğunu açıklamasıyla Mısır’ın Doğu Akdeniz enerji denkleminde ki yeri köklü bir şekilde değişmiştir (Bkz. Şekil 3).38 

Daha yakın zamana kadar ulusal ölçekli elektrik sıkıntıları ve güç kesintileri yaşayan Mısır, denizsel alanında gerçekleşen bir dizi yeni keşifle şimdilerde bölgesel enerji merkezi (energy hub) olmaya aday konumdadır. Zohr ismi verilen ve 100 kilometrekarelik alanı kapsayan süper dev doğal gaz sahasında yapılan keşiflere göre toplam 5,5 milyar varil petrol eş değeri ya da 850 milyar metreküp değerinde doğal gaz rezervi bulunmaktadır.39 2017 yılının Aralık ayında ilk gazın elde edildiği Zohr sahasında bugün günlük 2,9 milyar kübik 
kadem değerinde doğal gaz üretilmektedir.40 

Yine yakın zamanda Mısır’ın denizsel alanında doğal gaz rezervlerine ilişkin bir dizi yeni keşifin gerçekleşmesiyle Mısır, ithalatçı ülke konumundan ihracatçı ülke konumuna gelmiştir. Bilhassa 2019 yılında yapılan son keşifte Sina Yarımadası ’na 50 kilometre uzaklıkta Mısır’ın Akdeniz açıklarındaki Nour sahasında (Şekil 3) yüklü miktarda gaz rezervinin bulunduğu ve ilerleyen dönemlerde Mısır’ın gaz üretimi hususunda bölgede lider konuma yükseleceği ifade edilmektedir.41 


Şekil 3: Mısır’ın Deniz Yetki Alanında Keşfedilen Doğal Gaz Rezervleri42 
Açıklama: D:\dogu akdenız4\egypt-offshore-eni-blocks-sep18.jpg


Zohr sahasında üretime geçilmesi ve bölgede yeni rezervlerin keşfedilmesiyle beraber enerji merkezli yoğun bir diplomasi trafiği de kendini göstermeye başlamıştır. Mısır ilk MEB anlaşmasını GKRY ile 2003 yılında gerçekleştirmiştir. Her ne kadar Arap Baharı süresince yaşanan yönetim değişikliği sonrasında, GKRY ile ilan edilen sınırlara ilişkin itirazlar yükselmiş olsa da 2013 yılında gerçekleşen darbe sonrasında Abdel-Fattah al-Sisi’nin yönetime gelmesiyle GKRY, İsrail ve Mısır arasında kayda değer bir yakınlaşma gözlemlenmiştir. 

Ekonomik anlamda sıkıntılar yaşayan Mısır, ilk etapta Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile enerji boyutlu zirveler düzenlemiş ve uzun vadeli bir ittifakın temellerini atmıştır. Öte yandan enerji boyutlu kurulan ittifakı güvenlik bağlamında da güçlendirme hedefinde olan Mısır, bölgede askerî ve siyasi açıdan güçlü bir aktör olan İsrail ile yakınlaşmış ve Yunanistan, GKRY ve Mısır arasındaki enerji boyutlu iş birliği sürecine İsrail de dâhil olmuştur. Bu bağlamda Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi’nin 2013 yılında görevden 
uzaklaştırılmasının ardından iktidara gelen Sisi yönetimi, İsrail ile kurduğu yakın ilişkiler sayesinde ABD ve AB nezdinde meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmıştır. Nitekim Mısır’ın girişimiyle 14 Ocak 2019 tarihinde Kahire’de gerçekleştirilen Doğu Akdeniz Gaz Forumu zirvesine İsrail’in de davet edilmesi bir yönüyle bu çabanın bir parçasıdır. 

  Bu noktadan hareketle hidrokarbon rezervlerinin keşfi ile birlikte yeniden şekillenen Doğu Akdeniz jeopolitiği, küresel aktörlerin de müdahil olduğu enerji eksenli bir bölgesel güç ve egemenlik mücadelesini beraberinde getirmiştir. Özellikle Doğu Akdeniz havzasında tespit edilen kaynakların boyut ve mali değerinin her geçen yıl önem kazanması kıyıdaş ülkeler arasında çok boyutlu bir iş birliği ve çatışma ortamını doğurmuş ve başta ABD, Rusya ve AB olmak üzere bölge dışı aktörlerin de dâhil olmasıyla zaman zaman bölgeyi de aşan bir 
güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Gelinen bu süreçte doğal gaz rezervlerinin keşfi, ticarileştirilmesi ve öncelikle AB olmak üzere uluslararası pazarlara ulaştırılması konusunda Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır arasında dikkate değer bir yakınlaşmanın yaşandığı gözlemlenmektedir. 

Hâlihazırda bölgede, GKRY-Yunanistan-İsrail ve GKRY-Mısır-Yunanistan olmak üzere görünürde iki farklı ama aslında aynı amaca hizmet eden üçlü iş birliği mekanizmaları geliştirilmiştir. 43 

  Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır’ın ortak hedefi bölgede yer alan doğal gaz kaynaklarını iş birliği içerisinde işletmek ve Avrupa’ya uzanacak bir doğal gaz boru hattı ile ihraç edebilmektir. Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak ve enerji temini konusunda kaynak çeşitliliğini sağlamak isteyen ABD ve AB bu noktada Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya pazarlanması fikrini desteklemekte dir.44 

Ancak bu iş birliği sürecinin temelinde, uluslararası hukuk ihlallerinin olması, başta Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Lübnan olmak üzere bölgeye kıyıdaş diğer devletlerin hak ve menfaatlerinin gözetilmemesi ve son olarak da ABD ve Rusya gibi iki küresel aktörün bölge üzerindeki çatışan emelleri kapsayıcı bir bölgesel iş birliği ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Bu yönüyle Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji rezervleri, her ne kadar kıyıdaş devletlerin refahı için umut olsa da bölgedeki gerginliğin bir hayli artmasına neden olmuştur. 
Suriye’deki iç savaş ve siyasal istikrarsızlık, Mısır’daki politik gerilim, İsrail-Gazze çatışması, Kıbrıs meselesi ve deniz yetki alanlarının paylaşımı sorunu enerji faktörünün de devreye girmesiyle daha da karmaşık bir hal almıştır. Buna paralel olarak bölge, özellikle 2000’li yılların ikinci yarısından başlayarak giderek artan oranda ikili ve üçlü askerî işbirliklerine ve müşterek deniz eğitim ve tatbikat faaliyetlerine sahne olmaktadır.45 Doğu Akdeniz’deki nüfuz alanlarını genişletmek isteyen bölge ve bölge dışı aktörler askerî alanda faaliyetlere ağırlık vermektedir. 

Bu noktada, bölgede yaşanan enerji odaklı güç mücadelesi ve askerî haraketlilik bağlamında özellikle ABD ve Rusya olmak üzere iki büyük küresel gücün ön plana çıktığını ifade etmek gerekir. NATO’nun güney kanadının güvenliğini temin etmek ve Orta Doğu’daki bölgesel gelişmelere müdahale edebilmek adına önem arz eden Doğu Akdeniz Havzası, ABD için stratejik değerde bir bölge olmuştur. Soğuk Savaş’tan bu yana bilhassa 6. Filo ile bölgedeki askerî varlığını devam ettiren ABD özellikle Suriye’de yaşanan gelişmeler ve Levant havzasında 
hidrokarbon rezervlerinin keşfinden sonra bölgede daha aktif rol oynamaya çalışmaktadır. Doğu Akdeniz’de Rus etkinliğini azaltmak, 


Suriye’de yeniden mevzi kazanmak ve Rus gazına bağımlı Avrupa ülkelerine alternatif enerji güzergâhı temin etmek amacı taşıyan ABD bölgedeki askerî ve ekonomik varlığını artırmaktadır. İsrail ve Kıbrıs adası açıklarındaki doğal gaz rezervlerinin tespiti ve çıkarılmasında rol alan ABD menşeili Nobel Energy şirketinin Leviathan’da % 40, Tamar’da % 36, Afrodit’te ise % 70 hissedar olması şüphesiz ABD’nin bölgedeki kaynaklar üzerinde söz sahibi olma isteğinin bir parçasıdır.46 Yine aynı şekilde İsrail-GKRY-Mısır ekseninde yapılan enerji yatırımlarını ve işbirliklerini destekleyen ABD, Doğu Akdeniz bölgesini uzun vadede Rusya’nın Kuzey Akım-2 projesine alternatif bir enerji tedarik merkezi 
haline dönüştürmeyi amaçlamaktadır.47 Bu bağlamda ABD, AB’nin Rus doğal gazına bağımlılığını azaltmayı ve dolayısıyla Rusya’nın enerji kartını bir politik baskı aracı olarak kullanmasını önlemeyi hedeflemektedir. 

Aslına bakılırsa, ABD açısından değerlendirildiğinde Doğu Akdeniz, hidrokarbon kaynaklarının paylaşımı ve enerji nakil güzergâhlarının kontrolünün ötesinde, daha derin bir jeostratejik öneme sahiptir. ABD’nin küresel hâkimiyet stratejisi açısından Doğu Akdeniz, Hint Okyanusu, Basra Körfezi ve hatta Asya Pasifik arasında kuvvet kaydırmak için kritik bir geçiş güzergâhı ve bilhassa Avrasya 
merkezli güç mücadelesinde kilit bir noktadır. Bu açıdan bakıldığında Doğu Akdeniz’e hâkim olmak, ABD’ye Orta Doğu coğrafyasına hızlı müdahale etme imkânı verdiği gibi Atlantik ittifakı için tehdit oluşturan Rusya’yı geniş Avrasya coğrafyasında sıkıştırma olanağı da sunmaktadır. 

Dolayısıyla hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı ve enerji nakil güzergâhlarının kontörüyle beraber düşünüldüğünde geniş ölçekli bir küresel güç mücadelesinin parçası olarak ABD ve Atlantik İttifakı’nın Doğu Akdeniz’de artan askerî varlığı daha derin bir anlam ifade etmektedir. 

Nitekim bugün bölgede ABD’nin 10 savaş gemisi, 130 savaş uçağı ve yaklaşık dokuz bin askerî personeli bulunmaktadır.48 

Ayrıca bölgede ABD ile eşgüdümlü hareket eden Birleşik Krallık ve Fransa’nın da fizikî varlığını artırdığı ve başta GKRY olmak üzere bölgede askerî ittifak ilişkilerini derinleştirdiği gözlemlenmektedir. Hâlihazırda İngiltere’nin Kıbrıs adasında, statüsü Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşması ile belirlenen ve Limasol ve Lakarna’da konuşlanan iki adet (Ağrotur ve Dikelya) askerî üssü bulunmaktadır.49 Bölgedeki gelişmelerle paralel olarak adadaki askerî varlığını kuvvetlendirmek isteyen İngiltere, üslerin modernizasyonu için son beş yılda 330 milyon sterlin tutarında masraf yapmış ve 2019 sonbaharına dek 121 adet F-35 tipi savaş uçağını Ağrotur Üssü’nde konuşlandıracağını açıklamıştır.50 
Aynı şekilde, Doğu Akdeniz’in değişen enerji jeopolitiğinde söz sahibi olmak isteyen Fransa, GKRY ile yakın diplomatik ilişkiler içinde olup 2018 yılında yapılan bir anlaşma ile savunma alanındaki iş birliğini derinleştirmiştir. 2010 yılından bu yana adanın güneybatısında bulunan Andreas Papandreu Hava Üssünü kullanan Fransa, 2018’de yürürlüğe giren anlaşma ile Larnaka-Limasol yolu üzerinde bulunan Evangelos Florakis Deniz Üssü’nün kullanım hakkını da elde etmiştir.51 Fransız-Rum ortak girişimiyle modernize edilmesi planlanan deniz üssünün Fransızların bölgeye getireceği Firkateyn ve uçak gemisinin yanaşmasına elverişli hale getirilmesi ve Fransız enerji şirketi Total’in bölgedeki 
faaliyetlerine hizmet etmesi düşünülmektedir.52 

Şüphesiz Doğu Akdeniz’de göze çarpan etkinliğe ve önemli askerî varlığa sahip olan bir diğer ülke de Rusya’dır. Rusya’nın son yıllarda Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de nüfuz alanını genişletmek adına yapmış olduğu askerî manevralar ve bölgesel ittifaklar başta ABD ve AB olmak üzere uluslararası arenada ciddi rahatsızlık uyandırmaktadır. Doğu Akdeniz bulunduğu konum itibariyle Rusya 
için hem askerî hem ekonomik çıkarlarının birleştiği bir noktada bulunmaktadır. Rusya’nın bölgedeki varlığı her ne kadar Suriye özelinde kritik bir önem taşısa da daha geniş ölçekte değerlendirildiğinde hem enerji boyutuyla hem de Rusya’nın Avrasya coğrafyası üzerindeki hâkimiyet mücadelesi açısından Doğu Akdeniz kilit bir konumdadır. Bilhassa Suriye iç savaşında Şam rejimine yakın destek veren Rusya, Suriye ve dolayısıyla da Doğu Akdeniz’deki etkinlik alanını genişletmeyi ve bölgede kendisini çevrelemeye yönelik atılan adımları bertaraf etmeyi hedeflemektedir. Nitekim Suriye’deki iç karışıklığı fırsat bilen Moskova yönetimi bölgede hava, deniz ve kara kuvvetleriyle askerî yapılanma içerisine girmiştir. En önemli askerî varlığı Suriye’de olan Rusya’nın bölgede S-300 ve S-400 gibi gelişmiş hava savunma sistemleri, özel kuvvetlere bağlı taktik birimleri ile Tartus ve Lazkiye Limanlarında konuşlu donanma gücü mevcuttur.53 


Rusya, 1971 yılından bu yana Tartus Limanı’nı askerî üs olarak kullanmaktadır. Bununla birlikte bölgede yaşanan gelişmelerle paralel olarak bilhassa 2006 yılından sonra Rusya’nın Tartus ve Lazkiye Limanlarına olan ilgisi artmıştır. 2009 yılında Şam yönetimiyle anlaşma imzalayan Rusya, Tartus Askerî Deniz Üssünü yeniden yapılandırmış ve yüksek tonajlı gemilerin yanaşmasına uygun bir 
şekilde modernize etmiştir.54 Bölgede NATO ülkelerine alternatif bir güç oluşturmak isteyen Rusya ayrıca Tartus Askerî Üssü’nün 90 kilometre kuzeyinde bulunan Lazkiye Limanı’nda da deniz kuvveti bulundurmaktadır.55 

Son on yılda Doğu Akdeniz’deki deniz gücünü tedrici olarak tahkim eden Rusya, siyasi olduğu kadar enerji kaynakları bağlamında da bölge üzerindeki ekonomik çıkarlarını güvence altına almaya çalışmaktadır. Hidrokarbon rezervlerinin özellikle de gaz ihracatının Rus ekonomisindeki ağırlıklı payı göz önünde bulundurulduğunda Rusya’nın Doğu Akdeniz politikası Suriye meselesinin çok ötesinde enerji kaynaklarının paylaşım ve kullanımında yer alma isteğinin bir parçasıdır. Nitekim bütçe gelirlerinin % 40’dan fazlasını enerji kaynaklarından sağlayan ve tek başına AB’nin doğal gaz ihtiyacının % 41’ini karşılayan Rusya uzun vadede enerji gelirlerinin devamlılığını sağlamak ve Avrupa doğal gaz pazarındaki konumunu korumak adına bölge devletleriyle ikili ilişkiler geliştirip enerji projelerine dâhil olmaya çalışmaktadır.56 Bölgede oluşan enerji denklemini kendi menfaatleri doğrultusunda şekillendirmeye çalışan Rusya, Suriye’deki varlığını sürdürürken bir yandan da Türkiye, Mısır ve İsrail gibi ülkelerle kurduğu ilişkiler üzerinden nüfuz oluşturmaya ve bölgedeki enerji kaynaklarından pay alma düşüncesiyle Rus petrol şirketleri vasıtasıyla enerji projelerinde yüklenici ve hissedar olmaya çalışmaktadır.57 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de Değişen Enerji Jeopolitiği ve Türkiye BÖLÜM 1




Muhammed Kürşad ÖZEKİN* 
* Dr. Öğretim Üyesi, Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
ORCID: 0000-0001-8775-0936 e-posta: 
kursad_ozekin@hotmail.com. 
27.09.2019 

Kabul Tarihi / Accepted : 17.02.2020 



Özet; 

Doğu Akdeniz bölgesi, Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı sebebiyle 20. yüzyılın başlarından günümüze kadar bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve enerji merkezli jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Özellikle 2000’li yılların başından bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği tehdit eden kırılgan bir zemin oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle ilgili çalışma hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve paylaşımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dinamikleri ve bu dinamiklerin neden olduğu çatışma ve iş birliği olanaklarını, Türkiye özelinde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmada, ilk olarak hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda 

Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınarak mezkûr rezervlerin güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. 

Sonrasında, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerin 
Türkiye özelinde ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler değerlendirilecek ve Türkiye’nin önünde bulunan muhtemel senaryolar ve izlenmesi öngörülen 
başlıca politikalar tartışılacaktır. 


Giriş 

Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında bulunan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca bölgesel ve küresel ölçekli güç mücadelelerine ve jeopolitik çekişmelere ev sahipliği yapmıştır. Doğu-Batı yönlü göç ve ticaret yolları üzerinde önemli bir geçiş güzergâhı olan Doğu Akdeniz bölgesi, özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte hidrokarbon kaynaklı güç mücadelelerinin önemli merkezlerinden biri haline dönüşmüştür. Zengin enerji rezervlerine sahip Orta Doğu ve Kafkaslara olan coğrafi yakınlığı göz önüne alındığında bölge 20. yüzyılın başından bu yana hidrokarbon jeopolitiği açısından stratejik değere sahip olmuştur. 

Bölge, bilhassa Orta Doğu’daki petrol ve doğal gaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınması konusunda önemli bir çıkış noktası olmuş ve enerji nakil koridoru olmasının yanı sıra Hazar bölgesinin hidrokarbon kaynaklarının Avrupa’ya nakli için de alternatif bir güzergâh vazifesi görmüştür. 

Son yıllarda ise Doğu Akdeniz’de ve özellikle Kıbrıs açıklarında varlığı tartışılan doğal gaz ve petrol rezervlerinin varlığının kanıtlanması ve Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası aktörlerin yürüttüğü keşif ve sondaj faaliyetleri Doğu Akdeniz Enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına mahal vermiştir. 

Özellikle 2000’li yıllardan itibaren bölgede zengin hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi, doğal olarak kaynakların ve deniz alanlarının paylaşımı hususunda bölge ve bölge dışı devletlerin de müdahil olduğu yoğun bir rekabet ortamını beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni enerji jeopolitiği her ne kadar Akdeniz’e kıyı ülkeler için bazı ekonomik fırsatlar sunuyor olsa da bölgedeki mevcut gerilimin artmasıyla birlikte bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Bir anlamda Akdeniz’e kıyıdaş devletler arasında münhasır ekonomik bölgelerin tespiti ve Kıbrıs sorunu gibi konularda bir uzlaşma zemini oluşturabilecek olan enerji kaynaklarının kullanımı meselesi, beklenilenin tam aksine mevcut sorunların daha da derinleşmesiyle sonuçlanmış tır. 

Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs Adası’nın tek temsilcisi olarak kendini konumlandırması ve Avrupa Birliği’nin de desteği ile tek taraflı olarak ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeyi 13 sektöre bölerek Amerikan, İtalyan ve Fransız petrol şirketleriyle anlaşmalar yapması Türkiye ve Ada’nın kuzeyi ile olan ilişkilerini daha da çetrefilleştirmiştir. 

Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını korumak adına, Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirmiş olduğu karşı hamleler ve bilhassa ilk sondaj gemisi Fatih’i Türk donanmasının nezaretinde Akdeniz’e çıkarıp kendi kıta sahanlığında kalan bölgelerde, arama faaliyetinde bulunması bölgede gerginliğin tırmanmasına sebep olmuştur. Bunun yanı sıra Doğu Akdeniz enerji denklemine başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa Birliği (AB) ve Rusya olmak üzere bölge dışı aktörlerin dâhil olması ve Amerikan, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bölgedeki askerî varlığı, Doğu Akdeniz enerji sorunsalına çok boyutlu ve küresel bir nitelik kazandırmıştır. 

Gelinen bu noktada çok değişkenli bir mahiyet kazanan Doğu Akdeniz enerji denklemi, bölgenin jeopolitiğinde önemli değişikliklere neden olmuş ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri adına güvenliği de tehdit eden kırılgan bir zenim oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle, ilgili çalışma son yıllarda Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmeler ışığında hidrokarbon kaynaklarının bölge jeopolitiği üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi ve değişen enerji jeopolitiğinin bilhassa Türkiye açısından oluşturduğu tehdit ve fırsatları tartışmayı 
hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmanın ilk bölümü, Doğu Akdeniz bölgesinin sahip olduğu tarihsel önemi ve 20. yüzyılın başından günümüze kadar geçirdiği jeopolitik değişimi ele alacaktır. Bu bölümde özellikle 2000’li yıllardan bu yana hidrokarbon rezervlerinin keşfi ve kullanımına yönelik bölgede ortaya çıkan yeni dengeler ve bu dengelerin meydana getirdiği çatışma ve iş birliği olanakları değerlendirilecektir. 

Yine bu bağlamda Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkelerin ve küresel güçlerin hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hususunda geliştirmiş oldukları tutum ve stratejiler ele alınıp güvenlik açısından bölgede meydana getirdiği temel dinamikler analiz edilecektir. Müteakip bölümde ise Doğu Akdeniz enerji sorunsalı daha çok Türkiye özelinde değerlendirilecek ve bölgede yaşanan gelişmelerin Türkiye açısından ortaya çıkardığı fırsat ve tehditler tespit edilecektir. Son olarak, bu bölümde yapılan tespitler ışığında yakın gelecekte Türkiye’nin önünde bulunması muhtemel senaryolar ve izlenmesi gereken başlıca politika önerileri tartışılacaktır. 

1. Doğu Akdeniz’in Coğrafi Konumu ve Değişen Enerji Jeopolitiği 

Literatürde yaygın olarak kabul gören görüşe göre, Doğu Akdeniz Coğrafik olarak Tunus’un Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusunda kalan bölgeyi ifade etmektedir. Bugün en geniş anlamıyla İtalya, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrili alanı kapsayan Doğu Akdeniz bölgesi, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve sahip olduğu coğrafik konum itibariyle pek çok gücün de hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur.1 Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında kavşak konumda olan Doğu Akdeniz coğrafi konumu sebebiyle, tarih boyunca doğu-batı yönlü ticaret, ulaşım, göç ve enerji nakil yolları üzerinde merkezî bir konuma sahiptir. Levant olarak da adlandırılan Doğu Akdeniz bölgesinde, ticaretin en az dört bin yıllık bir geçmişi olduğu bilinmekle birlikte bölgenin tarihin her döneminde doğuyu batıya bağlayan bir köprü vazifesi gördüğü bilinmektedir.2 Üç büyük kıta ve birçok medeniyetin kesişim noktasında bulunan bölge, İpek Yolu’nun en önemli liman kentlerine ev sahipliği yapmış ve yüzyıllar boyunca Doğu’nun zenginliğini Batı’ya taşımıştır. Ünlü Fransız tarihçi 
Fernand Braudel’in de belirtmiş olduğu gibi, bir hareket mekânı olarak Akdeniz, bir anlamda “birbirine bağlı deniz ve kara yolları demektir; el ele vermiş küçük, orta, büyük kentler ve yollar, bitip tükenmeyen yollar, kısacası bir gidiş geliş, bütün bir ulaşım sistemi” anlamına gelmektedir.3 

Bu yönüyle ele alındığında içinde Adriyatik, İyonya Denizi, Ege, Levant havzası ve hatta Marmara gibi bağımsız bölümleri de bünyesinde bulunduran Doğu Akdeniz bölgesi, Süveyş kanalı, Boğazlar ve Marmaris-Rodos geçitleriyle tarih boyunca kıtalar arasında stratejik bir bağlantı noktası olmuştur. Tüm bu özellikleri hasebiyle de bölge, Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren tarihsel dönemde, daha çok ticaret ve ulaşım merkezi olarak vazife görmüş ve başta İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya ve Portekiz olmak üzere birçok Avrupalı güç için hâkimiyet ve mücadele alanı olmuştur.4 Bilhassa 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile Doğu Akdeniz bölgesinin dünya ticaretindeki önemi ve 
dünya devletleri nezdindeki jeostratejik değeri artmıştır. Söz konusu kanalın faaliyete girmesiyle o zamana dek Ümit Burnu’ndan yapılmakta olan deniz ticaretinde zaman ve maliyet açısından tasarruf sağlanmış ve Avrupa, Asya ve Afrika pazarları birbirine bağlanmıştır. Tarihsel olarak önemli ticaret güzergâhları na sahip olan bölge bugün bile dünya deniz ticaretinin yaklaşık üçte birlik bir kısmına ev sahipliği yapmaktadır.5 

Tarih boyunca önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi işlevi gören Doğu Akdeniz, 19. yüzyılın sonundan başlayarak hidrokarbon kaynaklı bir mücadeleye sahne olmuştur. Bilhassa içten yanmalı motorun icat edilmesiyle beraber petrolün alternatif bir enerji kaynağı olarak öneminin artması, Orta Doğu gibi petrol zengini coğrafyaların kontrol altında tutulmasını, Avrupalı büyük güçler açısından temel motivasyon haline getirmiştir.6 Bu noktada hem Orta Doğu’nun askerî açıdan kontrolünün sağlanması, hem de bölgeden elde edilecek petrolün emniyetli bir şekilde dünya pazarlarına ulaştırılması adına, Doğu Akdeniz giderek önem kazanan bir bölge olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla beraber Orta Doğu’nun hidrokarbon jeopolitiğinin içine dâhil edilmesine paralel olarak Doğu Akdeniz bölgesi de küresel jeopolitiğin önemli bir parçası haline dönüşmüştür.7 Dönemin stratejik mülâhazaları çerçevesince Doğu Akdeniz, Mezopotamya’dan çıkarılan petrolün Avrupa pazarlarına naklini sağlayan boru hatlarının bitiş noktasında yer almaktadır. Bu bağlamda bilhassa Kerkük ve Kuzey Irak havzasında üretilen petrol, boru hatlarıyla Trablus ve Hayfa gibi Akdeniz limanlarına taşınıp oradan da deniz yolu ile başta İngiltere, Fransa ve ABD olmak üzere Batı pazarlarına nakledilmiştir.8 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeler de Doğu Akdeniz’in dünya jeopolitiğindeki artan önemini teyit eder nitelikte olmuştur. Stratejik değerde olan petrol kaynaklarına yakınlığı sebebiyle Doğu Akdeniz, savaş boyunca Mihver devletlerinin ilgi alanında yer almıştır. Savaş sonrası dönemde ise bölge bilhassa yeniden yapılanma sürecinde olan Avrupa için ticaret ve enerji akışının devamlılığı adına hayati önem taşımıştır. Soğuk Savaş boyunca hüküm süren çift kutuplu dünya sisteminde ABD’nin 6. Filosuna, İngiliz hava üslerine ve Sovyetler Birliği’nin donanmasına ev sahipliği yapan Doğu Akdeniz yoğunlaşan bir güç mücadelesine sahne olmuştur.9 Özellikle ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çıkarlarının korunması adına önem taşıyan Doğu Akdeniz, Soğuk Savaş boyunca NATO’nun güney kanadının savunulması açısından hayati bir rol üstlenmiştir. Bu noktada özetlemek gerekirse tarih boyunca ticaret ve ulaşım yollarının kontrolü çerçevesince şekillenen Doğu Akdeniz jeopolitiği 20. yüzyılın başlarından itibaren enerji kaynaklarının kontrolü ve sevkiyatı konusun 
da eklenmesiyle daha da karmaşık bir görünüm almıştır. 

Özellikle Orta Doğu ve Orta Asya gibi hidrokarbon açısından dünyanın en zengin rezervlerine sahip bölgelere olan coğrafi yakınlığı ve buralarda elde edilen petrol ve doğal gazın dünya piyasalarına sevkiyatı konusu Doğu Akdeniz’i dünya enerji güvenliği için kilit bir konuma getirmiştir. Bölge, hâlihazırda dünya üzerinde tespit edilmiş hidrokarbon rezervlerinin % 43-47’lik bölümünü ihtiva eden Orta Doğu ile petrol ve doğal gaz kaynakları açısından zengin Hazar Havzası’nı dünya pazarlarına açan önemli bir transit geçiş noktası olmuştur.10 

Hidrokarbon kaynaklarının dünya pazarlarına nakli hususunda stratejik önemde olan Doğu Akdeniz faal, kapatılmış veya onarım halinde olan 14 petrol ve doğal gaz boru hattına ev sahipliği yapmaktadır.11 Dolayısıyla çıkarılan rezervlerin dünya piyasalarına boru hatları ve deniz taşımacılığı ile bölge üzerinden aktarılıyor olması Doğu Akdeniz’e bir nevi enerji nakil merkezi olma özelliğini kazandırmıştır.12 

Son dönemde, bölgede keşfi gerçekleşen geniş enerji yatakları, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde yeni dengelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren Akdeniz’e komşu ülkelerle uluslararası petrol firmalarının bölgede gerçekleştirdikleri keşifler, Doğu Akdeniz’e enerji koridoru olmanın yanı sıra potansiyel bir enerji üretim merkezi olma niteliği de kazandırmıştır. Deniz tabanı altında hidrokarbon yataklarının bulunması, bölge ülkelerinin kendilerine ait kıta sahanlığı ve kendilerine münhasır ekonomik bölge ilan etmesiyle sonuçlanmış ve bu alanlarda yapılan arama ve sondaj faaliyetlerini hızlandırmıştır. Bu noktada hidrokarbon 
rezervlerine ilişkin Doğu Akdeniz’de gerçekleştirilen ilk kıyı ötesi arama faaliyetleri, esasında 1960’lı yılların sonuna ve 1970’li yılların başına tekabül etmektedir. Her ne kadar bu dönemde yapılan keşifler üretim acısından başarılı sonuçlar doğurmasa da, deniz tabanına ilişkin önemli bilgilerin elde edilmesini ve bölgenin jeolojik modelinin oluşturulmasını temin etmiştir.13 1970’li yılların ortasından başlayarak 1980’lerin ikinci yarısına kadar devam eden dönemde yapılan ikinci dalga keşif çalışmaları ise birçok alanda hafif petrolün bulunması ve bilhassa Sina Yarımadası açıklarında, kıyı ötesi sondaj kuyularının açılmasıyla sonuçlanmış ancak yapılan keşifler ticari üretim için yeterli görülmemiştir. Özellikle 1990’lar ve 2000’lerde kıyı ötesi alanlarda yapılan keşif faaliyetleri, enerji jeopolitiği açısından bölgenin ekonomik haritasını değiştirir nitelikte olmuştur. İlk olarak 1999 ve 2000 yıllarında Gazze Şeridi’nin ve bir sahil kenti olan Aşkelon’nun hemen açıklarında, mütevazı ölçekli beş yeni gaz sahası tespit edilmiştir. Bu bağlamda asıl dönüm noktası ise ABD’li enerji şirketi Noble Energy’nin İsrail enerji şirketleri Avner Oil, Derek Drilling ve Isramco ile birlikte 2009 yılında İsrail’in kıyı ötesinde yer alan Tamar 1 ve Dalit 1 bölgelerinde yaptığı keşifler olmuştur. Ancak bunu takip eden en büyük keşif 2010 ve 2011 yıllarında yine Noble Enerji’nin İsrail’in Leviathan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Aphrodite isimli bölgelerinde yaptığı gaz rezervleri tespitiyle gerçekleşmiştir.14 

Dolayısıyla, bizatihi bölgede keşfedilen doğal gaz ve petrol rezervleri Doğu Akdeniz’i enerji nakil koridoru olmanın ötesinde potansiyel bir enerji üretim merkezi haline dönüştürmüştür. Son dönemde tespit edilen doğal gaz ve petrol rezervleri bölgeye enerji bağlamında ekonomik değer kazandırmıştır. Nitekim ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlanan iki önemli rapora göre 
Kıbrıs, Suriye, Lübnan ve İsrail arasında kalan Levant Havzasında 1,7 milyon varil elde edilebilir petrol, 3,45 trilyon metreküp doğal gaz ve 3 milyar varil doğal gaz sıvıları (NGL) varlığı tahmin edilmektedir.15 

   Yine aynı şekilde Mısır’ın kuzeyindeki Nil Delta Havzası’nda ise yaklaşık olarak 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp doğal gaz ve 6 milyar varil sıvı doğal gaz rezervi olduğu düşünülmektedir.16 Bugün gelinen noktada, Doğu Akdeniz’de son on yılda keşfedilen doğal gaz sahası için hesaplanabilen kullanılabilir toplam rezerv miktarı 3.23 trilyon metrekübe ulaşmış durumdadır (Tablo 1). Özellikle son zamanlarda gerçekleştirilen doğal gaz arama faaliyetleri bölgede önemli keşiflerle neticelenmiştir. İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde yer alan başta Leviathan ve Tamar sahaları 900 milyar metreküpü aşan doğal gaz rezervine ev sahipliği yapmaktadır. Bugün sadece İsrail’in Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) 1 trilyon metreküpten fazla kanıtlanmış doğal gaz rezervi keşfedilmiştir (Tablo 1). Aynı şekilde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) tek taraflı olarak vermiş olduğu arama izinleri dâhilinde Limasol Limanı’na yaklaşık 160 
kilometre mesafede bulunan Afrodit sahasında 198 milyar metreküplük doğal gaz tespit edilmiştir. İtalyan şirketi Eni ise Mısır’ın MEB’inde bulunan Nil Delta Havzası’nda 2015 yılında 850 milyar metreküp rezerv miktarıyla Akdeniz’in en büyük doğal gaz yataklarını keşfetmiştir.17 

    Bunların yanı sıra, başta Lübnan olmak üzere Filistin, Ürdün ve Suriye’nin kıyı ötesi deniz alanlarında da önemli miktarda rezervin olduğu ve hâlen bölgede devam eden çalışmalar sonucunda olası yeni sahaların keşfi ile Doğu Akdeniz’in toplam rezerv miktarının artacağı tahmin edilmektedir. 




Tablo 1: Doğu Akdeniz’de Keşfedilen Doğal Gaz Sahaları ve Rezerv Miktarları18 

Dolayısıyla yakın dönemde Doğu Akdeniz’de ve bilhassa da Kıbrıs Adası’nın çevresinde keşfedilen deniz dibi hidrokarbon rezervleri, bölgenin jeopolitik önemini artırmanın yanı sıra bölgeyi küresel ve bölgesel güç mücadelelerinin odak noktası haline getirmiştir. Bölgenin sahip olduğu rezervlerin çıkarılması ve dünya piyasalarına ihraç edilmesi başta Avrupa Birliği olmak üzere ABD, Rusya, İsrail, Türkiye, Yunanistan, Mısır ve GKRY’nin dikkatlerini Doğu Akdeniz üzerine yoğunlaştırmasıyla sonuçlanmış ve bölge enerji kaynaklarının kontrolü bağlamın da artan bir hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur. Bölgenin stratejik değerini artırıcı nitelikte olan hidrokarbon rezervlerinin keşfi, mevcut sorunlara çözüm üretmek ve bölgesel bir iş birliğinin şekillenmesine zemin hazırlamanın ötesinde bölgedeki tansiyonun artmasına neden olmuştur. Hidrokarbon rezervlerinin keşfi bilhassa son 10-15 yılda bölgeye kıyıdaş ülkeler arasında kaynakların ve dolayısıyla deniz alanlarının paylaşımı mücadelesini beraberinde getirmiş ve bu mücadeleye bölge dışı aktörlerin de dâhil olmasıyla Doğu Akdeniz Malaka Boğazı, kutuplar, Doğu Afrika ve Kafkaslar misali “sıcak bölge” (hot spot) niteliği kazanmıştır.19 Esasen Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan anlaşmazlıkların ve gerginliğin temelinde her ne kadar tarihî uyuşmazlıklar ve coğrafi koşullar yatıyor olsa da bölgedeki bazı devletlerin diğer kıyıdaş ülkelerin haklarını göz önünde bulundurmaksızın yaptıkları ikili münhasır ekonomik bölge antlaşmaları temel etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada özellikle GKRY, Yunanistan ve İsrail’in bölgedeki yetki alanlarının ve dolayısıyla enerji kaynaklarının paylaşımı hususunda benimsemiş oldukları tutum ve politikalar çok taraflı bir bölgesel iş birliği surecini güçleştirmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

15 Ocak 2017 Pazar

Jeopolitik Düşüncenin Evrimi



Jeopolitik Düşüncenin Evrimi 


Yrd. Doç. Dr. Murat Yeşiltaş 


Bugün burada ele alacağımız konu; eleştirel Jeopolitik perspektiften Ortadoğu’yu nasıl anlayabiliriz? Ayrıca bugün Ortadoğu’da yaşanan tarihsel dönüşümün, tarihsel kaynaklarına da baktığımız zaman, nasıl bir süreklilik arz ettiği üzerine durulacaktır. 

Başlangıç olarak her tarihsel dönemin aslında büyük dönüşümler sonrasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Küresel sistemin dönüştüğü dönemlerde, 
uluslararası sistemin alt bölgelerinde (Ortadoğu veya dünyadaki diğer bölgelerde) önemli değişimler olmaktadır. Bizler bu değişimlere tarihin farklı dönemlerinde şahitlik ettik. Diğer yandan, bu duruma tarihsel olarak baktığımızda söz konusu değişim sürecinde devletlerin ve toplumların kendilerini tanımlama süreci olduğunu gördük. Değişim sürecinde toplumlar ve devletler kendi durumlarını yeniden değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Bugün aslında Ortadoğu’da böyle bir değişimin yaşandığı dönemden geçmekteyiz. Özellikle Arap Baharı kavramı çerçevesinde, Ortadoğu’da bugün uluslararası siyaseti, bölgesel siyaseti ve Ortadoğu’nun içerisindeki farklı unsurları toplumlar ve devletler yeniden düzenleme ihtiyacı hissetmektedir. 

Arap Baharı kavramını bugün aslında İkinci Arap Baharı olarak da kavramsallaştıranlar olmuştur. Bu görüşe göre; Arap Baharı’nın birincisi 

20. yy. başlarından sonlarına doğru Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmaları ile devam eden süreç kast edilirken, günümüzde Ortadoğu’da 
yaşananlar birçokları -özellikle Uluslararası İlişkilere ve Uluslararası Siyasete Ortadoğu’dan bakanlar-tarafından İkinci Arap Baharı olarak tanımlanmaktadır. Ancak günümüzde yaşanan Arap Baharı tıpkı bir önceki gibi toplumları yeni bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu meydan okuma kuşkusuz sadece Ortadoğu coğrafyasındaki devletlere karşı değil, bütün küresel sisteme ve uluslararası topluma karşı bir meydan okumadır. Söz konusu meydan okumaya her devlet ve her toplum farklı şekillerde yanıt üretiyor. Mevcut duruma bakıldığında ise bahsi geçen meydan okumalara tam olarak bir cevap üretilmediğini de görmekteyiz. 

Birinci Arap Baharı olarak tanımlayabileceğimiz dönemde Ortadoğu’da devletin gücü ekseninde tahkim edilmiş bir Ortadoğu siyasetine şahit olmuştuk. Ulus-devlet denilen yapı, Birinci Arap Baharı’nın temel sonuçlarından bir tanesidir. Tarihsel olarak farklı devletlerin hangi kimlik üzerinden inşa edildiğine bakılmaksızın Ulus-devlet birimi üzerinden tahkim edilmiş bir Ortadoğu ile karşı karşıyaydık. Bugün ise çok farklı bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız. Bugün, Ortadoğu’nun daha fazla meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı ve devlet düzeyindeki yanıt vermelerin yetersiz kaldığı bir dönemdeyiz. Artık Ortadoğu’nun daha fazla toplumsallaştığı ve devlet dışı aktörlerin daha fazla arttığı bir dönemdeyiz. Bu yeni durumun ortaya çıkardığı sorunlar mevcuttur ki bu sorunları halen yaşamaktayız. Özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkması ile birlikte, aslında çok temel iki vadi vardı. Birincisi demokratik konsolidasyon yaşanacaktı, ikincisi ise demokratik konsolidasyondan sonra stratejik bir 
bölgesel restorasyona girilecekti. Eğer Arap baharı başarıya ulaşsaydı, yeni eski soğuk savaş bakiyesi ya da 20.yüzyıl bakiyesi stratejik antogonizmaların 
yada jeopolitik rekabet hatlarının dönüşeceği ve yeni bir jeopolitik dönemin açılacağı bir devire girecektik. 

Ancak geçen son 3 yıl içerisinde tecrübe ettiğimiz gibi bunun ikisi de yaşanmadı. Birincisi Tunus hariç demokratik konsolidasyon hiçbir ülkede başarılı olmadı, ve birçok ülkede daha farklı antogonizmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin 20. yy. erken dönemlerinde Ortadoğu’da, Ulusüstü birimlerin çok fazla devrede olmadığı bir dönem ile karşı karşıya kaldıysak da, bugün Ulusüstü birimlerin daha fazla devrede olduğu bir dönemdeyiz. Bununla beraber örneğin yeni çatışma biçimleri ortaya çıkmaya başladı. 


20. yy. ilk yarısında Ortadoğu’nun küresel sistem içerisindeki temel konumu, küresel siyasetin merkezi alanlarından biriydi ve bu anlamda (Küresel Siyaset/Sistem) Ortadoğu’yu dışarıya doğru patlayan/açılan bir coğrafya olarak tasvir ediyordu. Bugün Ortadoğu’daki düşmanlık, antogonizma dediğimiz stratejik rekabet alanların değişmesi Ortadoğu’yu adeta içeriye doğru patlayan bir birim haline getirdi. Bu bağlamda Uluslararası Toplum, Bölgedeki Devletler veya Türkiye, Ortadoğu’daki meydan okumaya doğru ve yeterli bir cevap üretemediği takdirde, Ortadoğu adeta tarihin dışında kalma riski ile karşı karşıyadır. Bu sebepten dolayı Ortadoğu’nun bulunduğu süreç son derece ciddi bir süreçtir. Bugün üzerinde duracağım konu Ortadoğu’nun coğrafi bir bölge olarak nasıl ortaya çıktığını ve nasıl dönüştüğü üzerine olacaktır. Bu anlamda 
konuya iki temel çerçeveden bakılacaktır. 

Öncelikle Eleştirel Jeopolitik Perspektiften hareketle Ortadoğu’yu anlamaya çalışıyorum. Eleştirel Jeopolitik Perspektifi anlamak için ise Klasik Jeopolitik dediğimiz Ortadoğu ile doğrudan ilgili olan devlet merkezli ana akım realist paradigmaya dayanan ve onun üzerinden yükselen bir anlayışla karşılaştırarak Ortadoğu’nun hem içinde bulunduğu durumu, hem de tarihsel olarak dönüşümünü anlayabiliriz. 

Bilindiği üzere Eleştirel Jeopolitik Perspektif, 1980’lerde Klasik Jeopolitik’e yöneltilen eleştiriler sonucunda ortaya çıkan bir perspektiftir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, toplumların mekân tasavvurlarının, onların siyasi kimliklerini oluşturmalarında mekânın son derece önemli olduğunu söyler. Eleştirel Jeopolitik Perspektif, Klasik Jeopolitik’in aksine coğrafyanın objektif bir şekilde bilinebileceğine ilişkin ana akım realist paradigmaya meydan okuyor. Bu ne demektir? Coğrafya devletlerin dış siyasetlerini oluşturmada en temel faktörlerden biridir ve coğrafya dış politikada sabit bir veridir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif açısından bakıldığında ise coğrafyanın dış politikada sabit bir veri olarak görülmemektedir. Yani devletler ve toplumlar coğrafyayı okuyor, anlamlandırıyor ve bunun üzerinden bir var oluş problemi ortaya koyuyorlar. Bu aslında 20.yy. geneline bakıldığında Jeopolitik Paradigmanın Uluslararası İlişkilerde hakim bir paradigma olmasına sebep olmuştur. Jeopolitik kavram olarak ilk defa 1898 yılında ortaya çıkmıştır ve Siyaset ve Coğrafya arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmaktadır. Burada devletin gücünü devam ettirmeye çalışan fiziki bir metaa olarak biliniyordu. Ancak 20.yy.’ın ikinci yarısından itibaren önemli ölçüde değişmeye başladı. 

Bu aşamada Klasik Jeopolitiğin bazı temel özelliklerinden bahsetmek gerekmektedir. Ortadoğu’nun Batı tarafından kavramsal bir kategori 
olarak nasıl ortaya çıktığını ve farklı dönemlerde farklı güvenlik ihtiyaçlarına cevap üretebilmek için veya farklı jeopolitik gerekçelerle nasıl yeniden üretildiğini anlamak için son derece önemlidir. Burada birkaç kriterden bahsetmek gerekir; Jeopolitiği anlamak için, örneğin analiz düzeyi bağlamından baktığımız zaman (Uluslararası İlişkilerde analiz düzeyi; Sistemik, Devlet ve Birey) Klasik Jeopolitiğin küresel bir analiz düzeyi benimsediğini görüyoruz. Yani dünyaya bir bütün olarak bakıyorlar. Bu bütün içerisinde hangi coğrafyanın ne tür değeri olduğunu anlamaya çalışarak devletin pozisyonunu onun üzerinden geliştirmeye çalışıyorlar. Buna göre de Devlet merkezliliği, Klasik Jeopolitiğin temel analiz düzeylerinden biri olarak karşımıza çıkar. Klasik Jeopolitikte Devlet, tıpkı canlılar gibi doğan, büyüyen ve beslenmeye ihtiyacı olan bir birim olarak görülür. Bunun en çarpıcı örneğini Almanya’da görüyoruz. Jeopolitik ilmi 1930’lardan itibaren Almanya’da son derece önemli bir hale geldi. Bu anlamda General (Karl) Haushofer çalışmaları bağlamında Hitler’in Lebensraum siyasetine arka plan oluşturulduğu söylenebilir. Bu çerçevede Jeopolitik akıl ile dönemin Almanya siyasetini (Hitler) belirleyen paradigmalar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dolayısı ile organizma olarak devlet anlayışı, Klasik Jeopolitiğin merkezinde yer alan bir anlayıştır. Bu anlayışta devletin büyümesini sağlayacak 
temel unsur ise topraksal genişlemedir. Jeopolitik yapısalcı bir anlayışa sahiptir. Yapısalcıdan kasıt, coğrafyanın devletin siyasetini belirlediği bir kuramsal perspektiftir. Yani siz siyasetinizi coğrafyanızın oluşturmuş olduğu şartlara göre belirlemek zorundasınız. Ancak diğer yandan Eleştirel Jeopolitik Perspektiften bakıldığında, siyasetin coğrafya (Yer) tarafından belirlenmesinin aksine, coğrafyanın (Yerin) bizzat politika tarafından inşa edilmesinden bahseder. 


Türkiye açısından bakıldığında coğrafyadaki durumun ülkeye getirmiş olduğu bir zorunluluk vardır ve bu zorunluluk Türkiye’yi askeri açıdan daha güçlü bir devlet olmaya itmektedir. Bununla beraber siz izlediğiniz politikayı meşru kılmak için coğrafyayı bir referans olarak kullanabilirsiniz. 


Klasik Jeopolitik problem çözmeye yönelik bir yaklaşım sergiler. Aynı zamanda bir objektif gerçeklik algısı yerleşmiştir. Bu ne anlama geliyor? örneğin biz bir haritaya baktığımız zaman ülkelerin bulundukları yerleri bir hakikat olarak görürüz. Haritada Türkiye’yi dünyanın tam merkezinde göstermek veya bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bir köprü olduğunu belirtmek ve bu algıyı yaratmak gibi yaklaşım sergilenebilir. Ancak diğer yandan harita insanlar tarafından yazılan, çizilen veya inşa edilen bir şeydir ve baktığınız ve durduğunuz yere göre değişiklik gösterebilir. Örneğin Çin’deki haritalarda Çin, dünyanın merkezinde görülür. Rusya’daki haritalarda Türkiye’nin konumu tam ortada değil, daha güneyde ve dikey bir şekildedir. Klasik Jeopolitiğin içerisinde Coğrafi olarak dünyayı az gelişmiş-çok gelişmiş, Doğu-Batı şakilinde kategorize eden ve ayıran, özellikle Avrupa’da ortaya çıkmasından dolayı da Avrupa Merkezli bir perspektif sahiptir. Coğrafik olarak bakıldığında Avrupa’yı dünyanın 
merkezinde görür. Politik olarak tüm bunların çıktısına baktığımızda ise Klasik Jeopolitik anti-demokratiktir, ırkçıdır ve muhafazakârdır. 

Eleştirel Jeopolitiğe aynı temeller üzerinden baktığımızda ise analiz düzeyinde karar alma süreçleri olan, devlet merkezli olmayan, devlet dışındaki aktörlerin de önemine dikkat çeken ve bu anlamda statik olmaktan ziyade dinamik bir perspektife sahip olduğu sonucu karşımıza çıkar. 

Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, Post yapısalcı (Post-Pozitivist?) bir metodoloji üzerinden hareket eder. Bu anlamda siyaset, toplumsal olarak inşa edilebilen ve farklı iktidar unsurlarından etkilenebilen bir gerçekliktir. Eleştirel Jeopolitik Perspektifin temel sorunsalı özgürleştirici olmaktır. Farklılıkları ön plana çıkartarak ve hegemonik söyleme karşı direnmeyi gerekli kılan bir yaklaşımı ortaya çıkartarak politik muhalefete vurgu yapar. Politik muhalefet nihayetinde özgürleştirici bir misyona sahiptir. Gerçekliğin objektif değil sübjektif olduğunu söylediği için de haritaya bakıldığında coğrafyaya nereden bakıldığına bağlı olarak ülkenin konumu ve coğrafyanın siyaset içerisindeki rolü değişebilir. Baktığı şeyi kendisi üzerinden analiz eder ve coğrafi olarak topraksızlaştırma anlayışına sahiptir. Hegemonik bir yapıya karşı duruşunu göstermesi 
bakımından da daha demokratik olduğu söylenilebilir. 

Türkiye’de 3 tane Jeopolitik gelenek vardır ve bunları Kemalist, Milliyetçi ve İslamcı Jeopolitik olarak tarif edebiliriz. Bu açılardan bakıldığında Türkiye’nin konumu farklı şekillerde tanımlanır ve ülkenin dışpolitikasını oluşturmasında doğrudan etkili olabiliyorlar. 

Eleştirel Jeopolitiğin de 3 alanı vardır ve Ortadoğu’ya bakışımızda da etkilidir. 

Resmi Jeopolitik; Ortadoğu hakkında yazan Jeopolitikçilerin - Mahan, Kissinger ve Brzezinski gibi yazarların metinlerinde bir mekâna ilişkin Jeopolitik analiz yapılması anlamına gelirken, 

Pratik Jeopolitik de özellikle dış politikadaki pratikler üzerinde yola çıkar. 

Popüler Jeopolitik ise daha çok medya, gazete ve sinema aracılığı ile karşımıza çıkan coğrafi temsillerdir. 

Peki, bizler Eleştirel Jeopolitik Perspektiften Modern Ortadoğu’da nasıl bir coğrafik değişim gerçekleştiğine dair nasıl analiz gerçekleştirebiliriz? 

Bir kavram olarak Ortadoğu’nun ortaya çıkışı 20. yy. ilk yarısında görülür. Bundan daha önce Ortadoğu’nun bir kavram olarak uluslararası literatürde veya diğer metinlerde yer almadığını görüyoruz. Bu bölge daha çok yakın doğu ya da uzak doğu şeklinde kavramsallaştırılmıştı. 

1902 yılında Alfred Thayer Mahan’ın “The Persian Gulf and International Relations” adlı makalesinde ilk defa Ortadoğu’yu bir kavram olarak 
kullanıldığını görüyoruz. Ortadoğu bölgesini tanımlayan söz konusu makalede, bugünkü Ortadoğu’da yer alan devletlerin yer almadığını görmekteyiz. Buradan da Ortadoğu sınarlarının nerden başlayıp nerede bittiğinin sorulması gerekmektedir. Çünkü bu daha önce de bahsedilen Klasik Jeopolitik ile Eleştirel Jeopolitik arasındaki ayrımdan ortaya çıkabilecek bir tartışma ile anlaşılabilir. Çünkü Jeopolitik dediğimiz kavram devlet merkezli, güvenlik ve çıkar öncelikli niteliklerini ön plana alan bir yaklaşım olduğu için devletin hegemonik yaklaşımları nasılsa coğrafyanın (ör: Ortadoğu bölgesinin) da bu şekilde inşa edildiğini görüyoruz. 


Dolayısıyla (dönemin) İngilizlerin dünya üzerindeki hegemon konumları düşünüldüğünde Ortadoğu kavramının neden Irak’tan başlayarak Hindistan ve Singapur’a kadar giden bir coğrafi bölgeyi tanımladığının cevabı verilebilir. Ortadoğu’nun bir diğer tanımlaması yine Mahan’ın makalesinden sonra Valentine Chirol’un (Times Gazetesi) yazdığı The Middle Eastern Question adlı yazı serileri ile ortaya çıkıyor ve uluslararası literatüre yerleştiğini görmekteyiz. Burada da Ortadoğu’nun Hindistan merkezli olduğu ve sadece Irak, İran, Yemen gibi ülkelerin haritaya dâhil edilerek Doğuya doğru genişlediği görülür. Ortadoğu biraz daha bugünkü halini alması 1920’li yıllarda görülmektedir. 1920’de 
Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nu çizmiş olduğu bir haritada bugünkü Ortadoğu’ya daha yakın bir harita ortaya çıktığı gibi bölgedeki önemli bazı ülkeler yine de haritanın dışında bırakılıyor. Ortadoğu Komutanlığı (ABD) 1942 yılında yayınlamış olduğu haritada ise Türkiye ve Suudi Arabistan’ın dâhil edilmediği, İran, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Sudan, Etiyopya gibi ülkelerin yer aldığı genişlemiş bir bölgeden bahsedilir. 1944 yılında ise (2. Dünya Savaşı sonları) ABD merkezli Ortadoğu ile ilgili departmanların yayınlamış oldukları haritalarda İran, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin olduğu görülmektedir. Türkiye’nin dâhil olduğu haritalarda ise daha çok Yakın doğu tabirleri kullanılmıştır. Soğuk Savaş 
dönemine ise önemli bir küresel değişimin başlangıcı olarak görülmesinin yanında İngiliz merkezli hegemonik dünya sisteminde Amerikan merkezli hegemonik sisteme geçiş yapılmıştır. Bu nedenden dolayı Ortadoğu’nun artık Avrupa Merkezli olmaktan çıktığı ve Amerika merkezli bir tanımlamaya yöneldiğini görmekteyiz. Bu yönelim Ortadoğu’daki bazı stratejik ilişkilerin de Amerikan merkezli gelişmesine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde Amerika ile Sovyetler birliği arasındaki Jeopolitik rekabetin bir yansıması olarak Ortadoğu haritalarının da bu doğrultuda şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu da şu anlama gelir ki Ortadoğu’daki Amerika yanlısı ve karşıtı devletlerin göz önünde bulundurulduğu ve oluşturulan haritalarda bu unsurların etkili olduğu görülebilir. Soğuk Savaş ile birlikte Ortadoğu kavramının yerleşik 
ve popüler bir hal aldığını söyleyebiliriz. Bundan sonra Yakın doğu kavramı, Asya’nın batısını veya Ortadoğu’nun daha doğusunu tanımlamak için benimsendi. Tabii ki bu dönemde önemli olan Arap Ortadoğu’nun bölge tanımlamalarında yerleşmeye başlamasıdır. 

Elbette ki hem Batı merkezli haritaların hem de Ortadoğu ülkelerinin birbirleri ile olan ilişkileri açısından haritalarda bazı farklılıklar vardır. Bu bakış aynı zamanda disiplinlerarası (ör: Coğrafya) farklılıkları da ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan Arap Ortadoğu’su da benimsenmeye başlaması ile Ortadoğu içerisinde Arap Doğusu olarak tarif edilen ülkeler Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi ülkelerdir. Uçlarda ise Türkiye, Kıbrıs, Kuzey Yemen, Güney Yemen, Sudan gibi ülkeler yer alırken, Körfez bölgesinde ya da Merkezde yer alan ülkeler arasında İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt bulunmaktadır. Arap Batısı olarak tarif edilen ülkeler de bugün Kuzey Afrika diye tabir ettiğimiz ülkeler yer almaktadır. Bu dönemde şüphesiz ki söz konusu dağılım küresel sistemdeki Jeopolitik mücadelenin bir yansımasıdır. Bir yandan Amerikan merkezli siyasetin 
oluşturulması ve sürdürülmesi yer alırken, diğer taraftan da bu sürece cevap üretmeye çalışan Ortadoğu’daki farklı ülkeler ve özellikle Soğuk 
Savaş döneminde tahkim edilen bir Arap Siyasetçiliğinden bahsedilebilir. 

Bu gelişim çerçevesinde Ortadoğu’ya ilişkin 4 farklı kavramsallaştırma 
ortaya çıkmaktadır. 

-Birincisi Amerika merkezli bir Ortadoğu’dur ki bu dönemde hakim olan bir paradigma olduğunu görürüz. 

-Arap Ortadoğu’su 

-Müslüman Ortadoğu’su 

-1980’lerden itibaren Avrupa güvenliği konulu politikaların ortaya çıkması ile Kuzey Afrika ülkelerinin merkezde olduğu bir (Akdeniz) Ortadoğu kavramları ortaya çıkmıştır. 

Burada tabii ki iki kutuplu bir dünya sisteminde Batı’nın Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikaları dâhilinde bir Ortadoğu tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu söz konusu bölgenin güvenlik parametreleri tarafından da tanımlanmasını gerekli kılıyor. Bu daha çok örneğin Dost ve Düşman ülkelerin tanımlandığı bir bölge olarak görülmelidir. Diğer yandan Arap Merkezli bir Ortadoğu tanımlaması da yer almaktadır. 

Burada iki temel unsur bulunmaktadır; Birincisi Pan Arabizm olarak ifade edebileceğimiz, Arap Milliyetçiliği ekseninde gelişen bir Ortadoğu anlayışı ve Arapların vatanı olarak kavramsallaştırılan bir Ortadoğu’yu görmekteyiz. Görebildiğimiz üzere bu anlayışta Arap olmayanlar, Ortadoğu’dan 
dışarıda bırakılmıştır. Aslında bu anlayış Batı merkezli bir Ortadoğu anlayışını kabul etmeyen ve milliyetçilik üzerinden Ortadoğu’da Araplara bir anavatan oluşturmaya çalışan bir harekettir. Bir diğer unsur ise tabii ki güvenlik meselesidir. Ancak burada Müslümanlıktan çok Arap olan ülkeleri korumaya yönelik ve Arap-Arap olmayan şeklinde bir ayrım yaparak güvenlik açısından ele alınan bir Arap Ortadoğu’su karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma 2005 yılı Mısır resmi kitaplarında, Mısır’ın Arap ülkelerinin ana vatanı olarak tasvir edilişi ve Ortadoğu’ya Arap olmayan ülkelerin dâhil edilmemesi güncel örneklerden biridir. Burada homojen bir yapı ortaya koyularak küresel sistemde Arap kimliğinin 
tanımlanması amaçlanmaktadır ancak farklı millet, dini ve kültürel unsurları da görmezden gelmesi Pan Arabizmin devamı niteliğinde bir harita olarak anlaşılması gerekir. Burada Arap olma ve Arap kimliğinin küresel sistemde tanımlanması açısından iki temel unsur karşımıza çıkmaktadır. Birincisi toplumsal bir anlayıştır ve Ortadoğu haritasını tarihi bir perspektiften ve Arap kimliği üzerinden ele almaktadır. İkincisi ise bu Arap kimliği üzerine inşa edilmiş Arap Devletler Topluluğunu ifade eden bir Arap Ortadoğu’su kavramı bulunmaktadır. Burada tabii ki Türkiye, İran ve İsrail Arap kimliğini pratik olarak tehdit eden ülkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaş dökenimdeki Mısır eksenli Ortadoğu siyasetine bakıldığı zaman da bu tam manası ile karşılık bulan bir yaklaşımdır. 

Burada başta da söylediğimiz gibi Jeopolitik temsil ile - Coğrafik temsil/ Mekân inşası/Güvenlik Politikası - Jeopolitik Pratikler arasında doğrudan ilişki olduğunu 
söyleyebiliriz. 

Müslüman Ortadoğu kavramsallaştırması ise daha makro bir yaklaşımdır. Burada kimliğin referansı etnisite olmaktan çıkarak, adeta din olduğunu görmekteyiz. 
Ümmet kavramı/İslam Dünyası da Ortadoğu Arap coğrafyasını ve hatta daha geniş coğrafyaları tanımlamak için kullanıldığı görülmektedir. 

İran ve hatta Malezya’nın da dâhil olduğu bir İslam Dünyasını bir bütün görmekle birlikte, haritada yine sadece Arap ülkelerinin bulunduğu bir Ortadoğu tasvir edilmiştir. 

Burada iki temel tehdit karşımıza çıkar ki bunlardan; 

Birincisi Bölge dışı İslami olmayan unsurlar 
İkincisi ise Bölge için İslami olmayan unsurlardır. 

Bölge dışı İslami olmayan unsurlarda Batı’dan ve özellikle ABD’den bahsedilirken, Bölge içi İslami olmayan unsurlarda ise İsrail’in Arap 
halklarına karşı oluşturduğu tehditten bahsedilmektedir. 

Yukarıda bahsedilen hem Arap Ortadoğu hem de Müslüman Ortadoğu tanımlamaları daha çok içeriden yapılan tanımlamalardır. Diğer yandan 
Akdeniz Ortadoğu’su daha çok Avrupalıların, Avrupa Birliği projesinin 
ortaya çıkardığı bir kavramsallaştırmadır. Çünkü 1970’ler sonrasına bakıldığında Avrupa için güvenlik kavramının ve buna ilişkin siyasetin dönüşmeye başladığı bir döneme karşılık geliyor. Örneğin Avrupa’ya yakın olan Kuzey Afrika ülkelerinden gelen göçler gibi tehditler Avrupa’yı kendisine yakın olan coğrafyaya karşı önlem alan ve politikalarına da yansıtan bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. Yine burada 1970’lerin sonlarına doğru enerji güvenliğinin daha fazla ön plana çıkması, güvenliğin devlet merkezli olmaktan çıkarak, toplum merkezli ve topluma yönelik bir tehdit oluşturan bir alana dönüşmesi ile birlikte söz konusu bölge tanımlamasının (Akdeniz Ortadoğu) daha yoğun bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Avrupa güvenlik açısından bölgesel istikrar/ ve Arap-İsrail çatışması son derece öneme sahip olmuştur. Özellikle 
Arap-İsrail Savaşı’nda Avrupa’nın arabulucu bir rol oynaması, Avrupalılar için Akdeniz Ortadoğu kavramsallaştırmasını yerleşik bir hal almasına 
sebep olmaktadır. Ancak diğer yandan Avrupa’nın ortaya koymuş olduğu bu kavramsallaştırma Ortadoğu’da çok da kabul edildiğini söylemek 
mümkün değildir. 

Diğer yandan küresel dönüşüm ile bölgesel dönüşüm arasında bir paralellik bulunmaktadır. Küresel sistem değiştikçe, sistemin alt bölgeleri de kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı buluyorlar. Bu bazen coğrafi bir tanımlama olabiliyor. Tıpkı Ortadoğu’nun Osmanlı’nın yıkılmasından sonra kendini tanımlama ihtiyacı hissetmesi gibi. Ya da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa ve Soğuk Savaş ile birlikte Orta Asya gibi bölge tanımlamalarının ortaya çıkması verilebilecek diğer örnelerdir. Bu gibi tanımlamalara yukarıda bahsettiğimiz gibi Ortadoğu’nun neresi olduğuna dair doğan tartışmalar ile birlikte ele alınmaktadır. Ne var ki Ortadoğu ile ilgili bu tartışmalar 11 Eylül saldırılarından sonra yeni bir safhaya girmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrasında Ortadoğu’da yeni bir coğrafi tanımlama ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu dönemlerdeki 
tanımlamalar arasında Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu ve İslami Ortadoğu şeklinde kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu tanımlamalar Ortadoğu’nun içinden değil daha çok dışarıdan yapılmış tanımlamalardır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte Teröre karşı Küresel Savaş ilan edilmesi ve bu savaşın verildiği bölgedeki ülkelerin Ortadoğu kavramı ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Bu da yeni bir Ortadoğu algısına neden olmaktadır. Bu çerçevede 20.yy.’dan başlayarak Ortadoğu’nun kavramsallaştırılması 11 Eylül sonrası Ortadoğu kavramı ile önemli değişiklikler içermektedir. Saldırılar sonrasında Büyük Ortadoğu imajı bazen geri kalmışlığın, terörün, demokratik olmayan sistemlerin ortaya çıkardığı bir 
ülkeler topluluğu olarak tarif edilirken, bazen de Amerikan siyasetinin bir parçası olarak demokratikleşmenin bir temsili olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu gelişmeler -özellikle 11 Eylül saldırıları- sonrasında Ortadoğu, haritalara istisnai bir bölge olarak yansımıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Bu son dönemde gerçekleşen Arap Baharı ile son derece yakından ilişkilidir. İstisnai bir bölge olarak tanımlanan Ortadoğu’da artık meydana gelen her türlü olay, her türlü gelişme o coğrafi bölgenin içerisinde ancak tartışılabilir ve anlamlı hale gelebilir. Ve buna göre de çözüme yönelik oradan bir siyaset üretilebilir. Bu da demokrasiyi ancak Ortadoğu tarihselliği bağlamında değerlendirilmesi demektir. Örnek vermek gerekirse; Batı’nın Ukrayna ve Ortadoğu’da (Suriye İç Savaşı ve Mısır Darbesi) ki yaşanan olaylara verdiği tepkilere bakmak gerekir. 
Batı, Ukrayna’daki krize demokrasinin kurtarılması gereken bir unsur olarak bakmıştı fakat Ortadoğu’da demokrasi açısından yaşanabilecek 
her şeyin zaten normal olduğu ve bu istisnai duruma göre tepki verilmesine sebep olmuştur. Dolayısı ile 11 Eylül sonrası Terör kavramsallaştırması 
Ortadoğu’ya olan bakışı değiştirmekle birlikte bir yandan Büyük Ortadoğu’dan bahsedilirken, diğer yandan Büyük Ortadoğu Projesi de bir demokratikleşme 
süreci olarak Batı tarafından ortaya atılmıştır. Dolayısı ile burada Jeopolitik çıkar ile haritanın çizimi ve bölgenin tanımlanması arasında oldukça ciddi farklar vardır. Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’nun yeni bir tanımlama sürecine girdiği ve bu sürecin devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bu bağlamda çizilen yeni haritalarda Ortadoğu ülkelerinin daha da bölüneceğine yönelik yaklaşımlar bulunmaktadır. 

Bu bölünecek ülkeler arasında başta Irak ve Suriye olmak üzere Suudi Arabistan da dâhil edilmiştir. Bu yaklaşımlar eskiye nazaran Ortadoğu anlayışında ciddi bir 
kopukluk olduğunu göstermektedir. Ulus-devlet üzerine oluşturulmuş bir Ortadoğu coğrafi bölge tanımlamasından daha çok dinsel ve mezhepsel temelli bir Ortadoğu tanımlamasına doğru bir geçiş yaşanmaktadır. 
Bu da Arap Baharının ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir. Örnek olarak eskiden beri Şii ve Sünni çatışmasından söz etmemiz her zaman için mümkündü ancak bu çatışmanın sınırları değiştirme ihtimali bugün yaşadığımız bir dönemdir. Bu gelişmeler Ortadoğu’ya yönelik algıyı değiştirdiği gibi haritaların da değişmesine ve aynı zamanda dış politikaların da şekillenmesine yol açmaktadır. 

Sonuç olarak biz mutlaka gerek Uluslararası politikaya gerekse bölgesel siyasetteki bu dönüşümü anlamak için böylesi bir mekânsal/coğrafik 
bir analizin peşine düşmemiz gerekmektedir. Bu çerçevede bölgedeki sorunlara cevap üretmede etkili olabiliriz. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler 
meselesinin, toplumsal meselelerin mekânsal bir perspektif ile ele alınmaları gerekmektedir. 


**