MUSTAFA KEMAL ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK İLE ZİRVEYE ERİŞMESİ

MİLLET VE TÜRK KAVRAMININ TARİHİ GELİŞİMİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK İLE ZİRVEYE ERİŞMESİ 

Prof. Dr. Ahmet ÖZGİRAY
* Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. 


Millet ve millîyet kelimeleri yerli yerinde kullanılmazsa insanları yanlış yollara sevk eder. Hatta felaketlere yol açar. Önce kendi tarihini yanlış anlar ve milleti kötü yola sevk eder. İnsanlar yaptığı hatayı da bilmeyebilir. Sonra kendi milletinden nefret edebilir. Bu da millî şuurun doğmasına engel olur. Millî gurur millî şuurun temelidir. Eğer bir millet kendisini aşkla sevmez ve sevdirmez ise dünyada hiçbir şeyi başaramaz. Bu nedenle tarihimizi ve kavramları yerli yerinde kullanmamız gerekir. 

Millet kelimesinin kullanımı çok eskilere kadar gider. Fransa’da Robert de Sorbon din ve tarih bilginiydi1. Sorbon’un kurduğu yatılı okula Avrupa’nın her tarafından okumak için öğrenciler gelirdi. Bu öğrencilere İngiliz milletinden, Alman milletinden denilirdi. Daha ziyade dini topluluğu ifade ederdi. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ulus-devlet kavramı ortaya çıktı. 

Türkler arasında da millet kavramı çok eskidir. Bu kavram Göktürk Kitabeleri’nde “Budun” şeklinde ifade edilir. Bu kelime zamanla bir kenara atıldı ve yerine Moğolca bir ifade olan ulus kelimesi kullanılmaya başlandı. XV. Yüzyıl Orta Asya Türk şairi olan Ali Şir Neva-i; “Bir insan yaşadığı sürece vatan, millet ve ailesi için savaşmalıdır” der. Ayrıca 1851’de Türk şairi ve gazetecisi olan İbrahim 
Şinasi annesine Paris’ten yazdığı bir mektupta; “Kendimi din, devlet, vatan ve milletim için feda etmeye hazırım” demiştir. 

Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa Avrupa’ya 1809’da öğrenci göndermeye başladı. II. Mahmud da; “Benim Hidivim öğrenci gönderir de ben neden göndermem” diyerek 1827’den itibaren Paris’e öğrenci yollamaya başladı. Bu öğrenciler orada “biz Osmanlı değil, Türkmüşüz” diyerek Türklük şuuruna vardılar. Fakat esas Türklük şuurunu aşılayanlardan birisi 1848 İhtilali sırasında Ruslardan kaçarak İstanbul Polonez köyüne yerleşen Constantin Borcezky oldu. Sonradan ismini M. Celalettin olarak değiştiren Borcezky 1870’lerde Galatasaray Sultanisi’nde hocalık yaptı ve Eski Türkler Yeni Türkler adıyla bir kitap yazdı. Türklerin sarı ırktan değil, beyaz ırktan geldiğini iddia etti. Bu çok önemli bir tespitti. Çünkü bu sıralarda Joseph Arthur Gobineau kaleme aldığı kitaplarında “siyah ırk ihtirasın, lirizmin ve artistik mizacın kaynağıdır. Sarı ırk menfaat, nifak ve alçaklığın ifadesidir. Beyaz ırk ise, aklın ve şerefin ifadesidir” diyerek ırkçılık yapıyordu. Osmanlılar bugünkü anlamda azınlık kelimesini bilmezlerdi. Anlamı dince, dilce ve ırkça ayrılık göstermek demek olan azınlık yerine Osmanlılar, halkı Müslim veya Gayrimüslim diyerek ayırır ve bu nedenle de minority kelimesi yerine zımmi kelimesini kullanırdı. 

Türkler XIX. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’da başlayan PanSlavizm’e, Pan-Türkizm ile cevap verdiler. 1870’lerde Türkiye hakkında yazı yazan Avrupalılar eserlerinde imparatorluk içinde Türk kelimesinin küçültücü anlamda kullanıldığını işaret etmekten geri durmamışlardır. 1897 yılında bir İngiliz seyyah şöyle yazıyordu: “Günümüzde Türk ismi çok nadir olarak kullanılmaktadır. 
Bu ismi yalnız iki şekilde kullanılırken duydum. Ya bir ırkı ayırt edebilmek için (mesela bir köyün Türk köyü olup olmadığını sorarsanız) ya da hor görmek için kullanıyorlar. Mesela İngilizce’de birisine nasıl blockhead (beyinsiz) diye bağırılırsa, Türkler de Türk kafalı tabirini kullanıyorlar”2. 1908 yılında bir başka İngiliz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk’ün Türkçe konuşan Müslüman anlamına 
geldiğini belirtmektedir. Bu İngiliz’e göre “Türkiye’de bir Müslüman’a Türk müsün? diye sorduğunuz zaman size muhtemelen ben Osmanlıyım veya buna benzer bir cevap verecektir. Bir Osmanlı bir adam için Türktür derse, bu o adamın köylü veya kaba saba birisi olduğu anlamına gelir”3. 

Aynı durum bir yıl sonra bir İngiliz kadın yazar tarafından da şöyle ifade edilmekteydi: “Türk kelimesinin kullanılışı Avrupalılar tarafından hiçbir zaman açık ve kesin bir şekilde belirtilmemiştir. Günümüzde Avrupalılar bu kelimeyi Osmanlılara hasrederken, Osmanlılar kendileri alay ederek bu kelimeyi kabul etmiyor, bağlı bulundukları milletin kan ve kültür yönünden Türklükten uzaklaşmış olduğunu söylüyorlardı”4. Türk kelimesiyle ilgili olarak birçok kişinin karşı karşıya geldiği tatsız durumlara Osmanlı basınında da rastlamak 
mümkündü. 
Basiret Gazetesi “Türk olmaktan utanan” gençlerden bahsediyordu 5. 

1897’de Dömeke Harbi’nde Ethem Paşa’nın Yunanlıları yenişi Türk milletinde bir sevinç yarattı. Bunun üzerine Mehmet Emin Bey (Yurdakul) adında genç bir şair Türkçe şiirler adında bir şiir kitabı yayınladı. Mehmet Emin, Osmanlı divan şairlerinin resmî dilini ve aruz veznini terk ederek sade halk Türkçesiyle ve halk şiirlerinde kullanılan hece vezniyle yazdı. Daha da dikkat çekici olarak, günlük 
Türkçe’de kaba, cahil veya yörük anlamına gelen bir sözcüğü benimsedi ve kendinin bir Türk olduğunu iftiharla ilan etti. “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur.” diyen Mehmet Emin, başka bir yerde de “Biz Türküz, bu kanla ve bu adla yaşarız.” ifadesinde bulunmuştu.6. 
Mehmet Emin bu ifadeleriyle yarı İslamcı yarı millîyetçi olarak görülüyor. Böyle gözükmesi de doğaldır. Zira 1898’de Sabah Gazetesi hâlâ Türkçe konuşamayan, yazamayan veya okuyamayan birçok vatandaşın bulunduğundan şikayet ediyordu.7. 

XIX. Yüzyılın sonunda Türkçe’de geniş bir şekilde kullanılan millet ve millîyetçilik kelimeleri Almanca, İngilizce ve Rusça’da da geniş bir şekilde kullanılıyordu. “Nationality” kelimesinin kullanımında anlamca değişiklikler vardı. Yani hem Amerikan, hem İngiliz ve hem de Fransızların kullanımında “nationality” veya “nationalite” kelimeleri ülke içerisinde yaşayan şehirlileri veya tebaayı ifade 
etmekteydi. Almanca’daki “ staatsangehörigkeit ” kelimesi devlete ait anlamındadır. Halbuki, “nationalitat” her ne kadar etimolojik olarak 
“nationality”e yakın ise de, anlamca ayrıdır. Yani politik anlamdan ziyade ırkı-kökeni ifade eder. Rusça’da da ayrıdır. Rus vize formlarında iki yazı vardır. İlki Rus olanları, ikincisi Rus olmayanları ifade eder. Rusça’da “Grazhdanstvo” şehirli anlamını ifade ederken, “Natsionalnost” kelimesi ise İngilizce ve Fransızca’daki “Nationality” anlamında değil, Almanca’dakine benzer şekilde “Natsionalitat” 
kelimesini, yani ırkı ifade eder.8. 

1889 yılında kurulmasına rağmen 1908 yılında parti haline gelen İttihad ve Terakki Cemiyeti Türkçü değildi. 1912 Balkan Harbi’nden sonra şuurlu bir şekilde olmasa da Türkçülük politikası takip etmeye başladı. 1911 yılında Osmanlı sarayından veremli birisinin İsviçre’ye verem tedavisi için gidip de tedavisinin uzun sürmesi üzere Padişah Mehmed Reşad’dan ek para isteyince “İstanbul’a gel, burada Türk doktorlar var” diye cevap verdi. 

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca Türk kelimesi aşikar bir şekilde bu binada yerini aldı. İngiliz Devlet Arşivi’nin 1919-1922 yılları arasındaki Türkiye ile ilgili bölümleri karıştırılırsa, İngilizlerin Türk Kurtuluş Savaşı’nı “Turkish Nationalist Movement” şeklinde ifade ettikleri görülmektedir. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise millîlik devletin temel önceliklerinden birisi haline gelmişti. Bundaki amaç, Türkiye’de yaşayan bütün insanları adalet ve eşitlik ilkesi doğrultusunda birbirleriyle kaynaştırmaktı. Bir taraftan dini devlet işlerinden ayırarak Türkiye’yi Arap medeniyetinden soyutlamak, diğer taraftan da ferdi ve vicdani hürriyetlere dokunmamak için gayret sarf ediliyordu. Ayrıca ülkede millî ve politik hayatı Avrupa medeniyeti seviyesine çıkarma doğrultusunda çaba gösterilmekteydi9. Bu amaçlar çerçevesinde Atatürk’ün 1931 yılından itibaren yerli ve yabancı 
tarih ve dil alanındaki bilim adamlarını seferber ederek ve tarihi belgeleri de ortaya koyarak yapmaya çalıştığı şey, Türk milletinin en eski medeniyetleri kuran milletlerin soyundan geldiğini ispat etmek ve onun Osmanlı hanedanlığının “inkıraz” devrinden kalan aşağılık duygusundan kurtulmasına yardımcı olmaktı10. 

1934 Kasım ayında Alman Büyükelçisi ve hanımı İzmir’i ziyaret etmiş, kendisine okullar ve kuruluşlar gezdirilmişti. Ziyaret esnasında elçi; “Türkiye ve Gazi çok yaşa” sloganı atarak çok popüler olmuştu. Hatta elçi daha da ileri giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yılında resmen kabul edilen “ne mutlu Türküm diyene” sloganını sık sık tekrarlamıştır11. 1933 yılında Atatürk 
Bergama’yı ziyaret ettiğinde, buradaki bir kazının başında durmuş; “Burası biraz daha kazılsa Türkün çarığı ve hırkası çıkar” demişti. 

Atatürk’ün bu ifadesindeki amacı yabancı hayranlığını bastırmak, Türklere millî gurur ve heyecan vermekti. Nitekim, İstanbul ve Ankara’da bir kısım yerlere ve bankalara Eti yokuşu yani Hitit yokuşu, Sümer sokağı ve Etibank gibi isimleri vererek Türklüğü yüceltmeye çalışıyordu. 

Sonuç: Yunanlıların bağımsızlıklarını hukuken 1833’te kazanmalarından sonra Osmanlı yöneticileri ve aydınları yanlış olarak “aman millîyetçilik yapmayalım, zira imparatorluk bir mozaiktir, dağılır” vehmine kapılmışlardı. Buna rağmen; Sırpların, Romenlerin ve Ermenilerin imparatorluktan ayrılmaları engellenememişti. Bu arada da Türk dili ve millîyetçiliği için Veled Çelebi, Necip Asım, Ahmet Mithad, Ahmet Cevdet, Hive Hükümdarı Abdülgazi Bahadır Han, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türk devlet adamları ve aydınlarının ektikleri tohumlar yeşermiş ve meyvesini vermişti. Böylelikle ortak dil kullanımı olmaksızın millîyetçilik gelişemeyeceğinden Türk millîyetçiliğinin ortaya çıkması, bu aydınların Türk dilinin gelişmesi ve Türkçe’nin kullanımının artmasındaki katkılarıyla mümkün olabilmiştir. Günümüzde Yunanlıların üç bin yıllık tarihlerini dilleri sayesinde ayakta tuttuklarını gururla söylemeleri de unutulmamalıdır. Ayrıca Amerika’daki zenciler kendi dilleri olan Suvahilice’yi konuşamayıp, İngilizce konuştukları için Amerikalıların başına sosyal problemler çıkarmamaktadırlar. 

Günümüzde tarihte hiçbir devlet kuramamış ve yazı diline sahip olmayan topluluklar bile millî olabilmek için canlarını feda etmekten kaçınmamaktadırlar. Bunlardan ders alarak ve Türkçe’ye ve Türklüğe sahip çıkarak büyük önderimizin ruhunu şad etmeliyiz. Aksi takdirde, onu anmak için yaptığımız toplantılar şekli olmaktan öteye geçemez. 

DİPNOTLAR;

1  1253-1257’de bugünkü Sorbon okulunu Paris’te kurdu ve bu okulun müdürlüğünü yaptı; Büyük Larousse, s.10685. 
2  W.M. Ramsay, Impression of Turkey, London 1897, s.99. 
3 Henry Charles Woods, Washed by four Seas, London 1908, s.163. 
4 L. M. J. Garnet, The Turkish People, London 1909, s.12. 
5 Basiret, Gençlerimiz, No: 1570, 4 Cemaziyelevvel 1875. 
6 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1978, s.341. 
7 David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul 1979, s.147. 
8 Bernard Lewis, The Middle East and West, London 1970, s.70. 
9 Ritter Von Kral, Kemal Atatürk’s Land The Evolution of Modern Turkey, Translated into English from German by Kenneth Berton, Leipzig 1938, s.226. 
10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politika’da 45 Yıl, İstanbul 1999, s.112. 
11 PRO. F.O. 37/E854/15, Turkey, Annual Report 1934, P. Loraine’den Simon’a, Ankara 31 Ocak 1935. 

***

13 Kasım 2019 Çarşamba

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 


Prof. Dr. Bayram KODAMAN
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölüm Başkanı. 



A-Giriş 

Evrensellik denince bütün insanlığı, bütün halkları, bütün ülkeleri ilgilendiren ve kapsayan kavram akla gelmektedir1. 

Bu bakımdan evrensellik, herkesin, bütün insanların kabul ve iştirak edebileceği ortak anlayışın, ortak bir fikrin, ortak bir buluşma ve uzlaşma zemininin adıdır. Bu anlamda herkes tarafından kabul edilebilir olan ilmi, dini, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai gibi müşterek değerler, evrensel değerler olarak nitelendirilebilir. Bu evrensel değerler, ilmi, tarihi, ilahi, içtimai kökenli olduğu için zaman ve mekana göre değişmeyen ve değişebilen özelliklere sahiptir. Farklılık, çeşitlilik ve zıtlık arz etse de insanlığın, kültürlerin, medeniyetlerin bu evrensel değerler üzerinde inşa edildiği de tarihi bir gerçektir. 

Ancak bu evrenselliğin çıkış noktası evrensel olmayabilir. Başlangıçta belirli bir gruba, topluma, kavime veya millete ait olarak ortaya çıkan değerler, zamanla tarihi süreç içinde dünyaya yayıldığında, herkes tarafından hüsnü kabul gördüğünde evrensel bir karakter kazanmaktadır. 

B- Tarihi Süreçte Evrensellik 

Bilindiği üzere tarihte hâkim kavimler kendi kültürlerini ve medeniyetlerinin evrensel olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunların başında Grek, Roma ve Hıristiyanlığın sentezi olan Batı Medeniyeti ile Arap-İran- Türk-İslam sentezi olan Osmanlı Medeniyeti gelmektedir. 

Osmanlı Sistemi: Sanayi inkılâbından önce, yani tarım ve hayvancılığın hâkim olduğu ve dinin de ideoloji görevi yaptığı dönemde Osmanlı, kendi devletini evrensel dünya devleti ve medeniyetini de evrensel dünya medeniyeti olarak görmekteydi. Bunun sonucudur ki, yeni bir dünya (nizam-ı âlem) kurma iddiasında bulunmuştur. 

Osmanlı Devleti, bu iddiasını gerçekleştirebilecek güce ve organizasyona sahip, müesseseleşmiş bir “devlet-i ebed müddet” idi. Kısaca Osmanlı soylu, muhteşem ve büyük bir medeniyet yaratmıştı. Ancak XVI. Yüzyılda, Osmanlı toplumu “mükemmeliyet” noktasına erişildiği şeklinde bir zihniyete kapıldı. 
Bu anlayış kısa zamanda statükoculuğa ve gelenekçiliğe dönüştü. 
Bu anlamda mükemmeliyet duygusu Osmanlıya dinamiklerini kaybettirdi ve çöküşüne zemin hazırladı. 

Her sistem gibi Osmanlı sistemi de, gücünü ve evrenselliğini başarısından alıyordu. Ancak, mükemmeliyet duygusu onu, XVII.yüzyıldan itibaren ufuksuzluğa, hedefsizliğe ve arkasından başarısızlığa mahkum edecektir. Neticede soyluluğu, muhteşemliği ve büyüklüğü kaybolmaya başlayacaktı.. Yeni bir ütopya yaratamaz ve mevcudu muhafaza etmekten başka bir şey düşünemez, yapamaz duruma düştü. 
Bu süreç, XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. II. Mahmut dönemiyle birlikte yeni bir alternatif üretemeyeceği telaşına kapılınca, mevcudu muhafazadan da kısmen vazgeçerek, evrensellik iddiasında bulunan Avrupa’nın sistemini ve medeniyetini alternatif olarak görmeye ve ondan kısmen iktibaslar yapmaya başladı. Bu tutum, Osmanlı’nın kendi sisteminin başarısızlığı; Avrupa sisteminin 
de başarısının teyidi anlamına geliyordu. XIX.yüzyılın sonu ve XX.yüzyılın başında, evrensellik iddiasından da tamamen vazgeçilerek, sadece Osmanlı devletini kurtarma telaşına düşüldü.Bunun için üç yeni model öne sürüldü.2: 
Müslümanlar için İslamcı, Türkler için Türkçü, bütün Osmanlı fertleri için de Batıcı model. Zihinleri meşgul eden ve umut gibi görünen bu üç model, iç ve dış siyasi olayların baskısıyla farklı hedeflere yöneltildiğinden Osmanlı’yı kurtarmada yetersiz kaldı. 

Batının evrensel sistemine gelince: Batı ortaçağdan çıkarken Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağa alternatif kendi sisteminin temellerini atmayı başarmıştır. Batı, bu evrensel sistemin merkezine önce ferdi ve aklı koymakla, bilim, sanayi ve makine çağına da adım atmış, sürekliliğin ve değişmenin yolunu açmıştır. Zira akıl ve ilim, değişen toplumda yeni alternatifler teklif etme özelliğine sahipti. Artık Avrupa sisteminin aktörleri tüccar-ticaret, iş adamı-sanayi-fabrika-üretim, ilim adamı-üniversite-enstitü gibi yeni kişiler, kurum ve kuruluşlardı idi. Buna karşılık Osmanlı yeni aktörler yaratamamış, ülema-medrese (ilmiye sınıfı) kapıkulu paşaları-kışla (seyfiye sınıfı), memur-bürokrasi (kalemiye sınıfı) sarmalında kalmıştır. 

Batı, bu yeni aktörlerin ürettikleri cazip-müessir fikirlerle, teknolojiyle ve ticari mallarla tabiata, diğer ülkelere ve diğer toplumlara saldırıya geçmiş ve hâkim olmuştur. Sonuçta kendi değerlerini ve sisteminin evrenselliğini gönüllü veya mecburi bir tarzda kabul ettirmiştir. 

C-Mustafa Kemal ve Evrensellik 

Mustafa Kemal dahi özelliğine sahip hem asker hem paşa, hem devlet adamı, hem politikacı, hem de entelektüeldir. Ayrıca Osmanlı’yı Türk toplumunu, Avrupa’yı ve İslam alemini bilen, tanıyan bir kişidir. Bu vasıflarıyla birlikte, aynı zamanda başarılı asker, başarılı devlet adamı ve başarılı bir politikacı olarak karizmatik bir kahraman ve liderdir. 

Bu özelliklere sahip Mustafa Kemal, farklı bir evrensellik, farklı bir nizam-ı âlem (dünya düzeni) anlayışında ve iddiasında bulunan tarihe damgasını vurmuş cihan şumül bir medeniyetin ve devletin (Devlet-i Aliyye) içinden gelmiştir. Bu itibarla zihnen ve fikren Osmanlının evrensellik anlayışına yabancı değildir. Bunun yanında Osmanlı yenileşme hareketlerinin öncüsü ve itici unsuru durumunda 
olan askerî okullarda (Harbiye-Kurmay Mektebi) ve orduda, yeni bir evrensellik iddiasında bulunan Batı düşüncesi ve medeniyeti ile temasa geçmiş ve onu tanıma fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla evrensellik iddiasında bulunan iki farklı medeniyetin-sistemin birinin çöküş, diğerinin yükseliş sebeplerini ve tezahürlerini iyi tahlil etmiş, olumlu ve olumsuz yanlarının bizzat görme imkanına sahip olmuştur. Millî mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de, 1917 Ekim İhtilali ile Rusya’da iktidara gelen, hem Osmanlı hem de mevcut Batı sisteminden anlayışından tamamen farklı ve evrensellik iddiasında olan komünist sistemi; 1922’de İtalya’da 1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren, kapitalist sistemin değişik bir türevi olan, ancak kısmen de olsa çok farklı bir evrensellik iddiasıyla uluslararası sahneye çıkan faşist rejimleri de tanıma ve inceleme imkanı bulmuştur. 

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal dört evrensellik iddiasında bulunan sistemlerle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, Millî Mücadele ile Türk milletinin istiklalini temin eden bir kişi olarak, milleti reddeden ve millet yerine işçi sınıfını esas alan komünist sistemi; Osmanlı İmparatorluğu yerine millî bir devlet kuran kişi olarak, Roma İmparatorluğu’nu ihya etmeye kalkışan İtalyan faşizmini; altı asır 
pek çok milleti bünyesinde barındıran Osmanlı hoşgörüsüne sahip bir kişi olarak da Almanya’nın ırkçılığını kabul etmesi mümkün değildi. 

Geriye İngiltere’nin, Fransa’nın ve ABD’nin temsil ettiği emperyalist liberal sistem kalıyordu ki, emperyalizme karşı savaşan bir kişi olarak da bu sistemin emperyalist anlayışını benimsemesi akla uygun değildi. O halde ne yapmalı idi? 

D-Hesabını Evde Değil Çarşıda Yapan Mustafa Kemal 

Her şeyden önce Mustafa Kemal şu hususu iyi teşhis etmiştir: Faşizmin altında İtalyan milletini, ırkçılığın altında Alman milletini, komünizm altında Rus milletini ve liberal kapitalizmin altında ise İngiliz, Fransız ve Amerikan milletini görmüştür. Bu teşhisiyle Mustafa Kemal evrensellik iddiasında bulunan her sistemin öncelikle milletten hareket ettiği ve milletten evrenselliğe uzandığını fark etmiştir. Bu durum, onu millet kavramının evrensel bir değer olduğunu göstererek, işe milletten, millî devletten hareketle evrenselliği yakalamaya sevk etmiştir. Yeniçağ’dan itibaren Avrupa’da milletlerin teşekkül etmesi ve XIX. yüzyılın millî devletler çağı olması tarihen bu oluşumu teyid de ediyordu. Nitekim Türk tarihinde de örneği vardır. 
Her ne kadar 1517’den sonra ümmetçiliğe yönelmiş ise de Osmanlı devletinin ve sisteminin çekirdeğinin tamamen Türk olan Osmanlı Beyliği olduğu ve bu beylikten hareketle evrenselliğe ulaştığı biliniyordu. 

Buna göre Mustafa Kemal hesabını evrensel değer haline gelen millet, millî devlet, millîyetçilik üzerine yaptı. Bu üç kavram, liberalizmin milletlerin hür ve eşit olmasını öngören fikrinin uzantısı idi. Ancak o, Türkiye’yi Batı medeniyeti içinde vahşi kapitalizm ve totaliter komünizmi yaratan liberalizmi; ayrıca totaliter faşizmi yaratan vahşi kapitalizmin ferdi köle, milleti sürü gibi gören olumsuz yönlerinden uzak tutmak istiyordu. O, ideal düzeni Osmanlı gibi mazide ve mevcut ideolojilerde değil, gelecekte aradı. Bunun için toptancılıktan uzak; ancak seçici-pragmatik bir yaklaşımı benimsemiştir. 

Bu seçici ve pragmatik metotla, liberalizmin evrensel değer haline getirdiği hürriyet, fert, rasyonalizm, millet, millîyetçilik, laiklik, demokrasi ve sosyalizmin, halkçılık ve devletçilik kavramlarını almıştır. Hedef Türk insanını hür ve rasyonel, milletini müstakil kılmaktı. Çünkü kendini gerçekleştiremeyen Türk insanı ve Türk milleti başkalarının sultası altında ve başkalarının fikriyle yaşamaya 
mecburdu. Mustafa Kemal kendini gerçekleştirmiş, kendi şahsiyetini ve millî kimliğini bulmuş hür, laik ve millîyetçi bir toplumla cemaatçi, ümmetçi, statükocu yapıyı kırmak istiyordu. Çünkü zemini olumsuz yabancı ve yerli engellerden temizlemeden yani orijinal bir toplum mimarisi ve yeni orijinal bir toplum yapısı inşa etmek mümkün olamazdı. 

Yeni binanın inşa edilebilmesi için Mustafa Kemal Misak-ı Millî ile arsanın hudutlarını (millî sınırları) tespit etti. Sonra zemini yabancı unsurlardan (Rumlar, Ermeniler, Araplar, İngilizler. Fransızlardan) temizledi. Bunu yaparken arsa (vatan) üzerindeki nüfusun %80-85’inin Türk ve Türk’e yakın olmasına özellikle dikkat etmişti. Çünkü zemin üzerindeki evrensel değer haline gelmiş olan milleti ve millî devleti inşa edecekti. Nitekim, 1923’te Lozan Antlaşması’yla ülkenin tapusunu aldı ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyetle birlikte Türk milletine devretti. Artık mülk padişaha ait değildi. Bu tavrı ve icraatı evrensel anlayışın neticesidir. 

Mustafa Kemal artık Osmanlıyı (dedesini) terk etmiş, fakat Osmanlının Türk olan çocuklarına-torunlarına yani Türk milletine aşık olmuş, onlara sahip çıkmış ve onlarla yaşamaya karar vermiştir. Hiç bir şey artık eskisi gibi değildi ve olmaması da gerekirdi. Şimdi sıra yeni bir düzen kurmaya gelmişti. Devlet, vatan, millet, istiklal mevcuttu. Ama bunlara, yeni bir kimlik kazandırmak lazımdı. 

Yeni bir kimlik kazandırmak için Mustafa Kemal Millî Mücadele’ deki metodunu kullandı. Bu metot “hesabı evde değil çarşıda yapmaktı”3. 

Çünkü evdeki hesap çarşıya uymayabilirdi. Bu bakımdan iç ve dış piyasaya bakarak neyin geçerli neyin geçersiz, neyin sağlam neyin çürük olduğunu bilmesi gerekirdi. Zira geçerli ve sağlam olan alınmalı, geçersiz ve çürük olan saf dışı bırakılmalıydı. 
Çarşı toplumdu, kültürdü ve çağdaş medeniyetti. 

Mustafa Kemal’e göre toplum çarşısını ve kültür çarşısını millîleştirmeden, yabancı unsurlardan temizlemeden çağdaş medeniyet 
çarşısına ulaşılamazdı.4. Millî Mücadele ile toplum çarşısını yabancılardan temizledi. Sıra kültür çarşısını, yabancı unsurlardan ve çürük yerli mallardan temizleyerek, millîleştirmeye gelmişti. Bunun, millî eğitim ve öğretimle olabileceğini gördü. Çünkü kültür çarşısının kirlenmesi eğitimle olmuş yine eğitimle temizlenmesi şarttı. 

Bu hedefe varmak için 1924’te Tevhid-i Tedrisat (eğitim-öğretim birliği) Kanununu çıkardı. Zira Osmanlı döneminde medreseler, yeni Tanzimat okulları, yabancı okullar (Rum-Ermeni-Yahudi-Arap vs.) farklı eğitim yapıyor, farklı insan tipi yetiştiriyorlardı. Bu duruma Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile son verilerek, millî eğitime geçildi. Ancak millî eğitim, millî dil ile yani Türkçe ile olmalıydı. 
Türkçemiz de Arapçanın, Farsçanın, İngilizce ve Fransızcanın istilasına uğramıştı. 1931’de Türk Dil Kurumu’nun teşkili ve “vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla dilde millîleşmeye gidildi. Türk Tarih Kurumu’nun teşkili ile de millî tarihimiz ortaya çıkarılmıştır. 

Mustafa Kemal yaptığı bu inkılaplarla Türk milletinin önüne Türk kültürünü, Türk dilini, Türk tarihini, Türk dünyasını koydu. Zira o, Türk milletinin varlığıyla ve hedefleriyle meşguldü. Dünyadan tecrit olmuş olan Türkleri değişmenin ve modernleşmenin simgesi haline getirme ve böylece Türk dünyasında ve İslam dünyasında bir model yaratma peşinde idi5. O bir taraftan da inkılaplarıyla 
Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirmeye değil, Avrupa ile Türk dünyası arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Bu dengeyi Avrupa ile uyuşarak, anlaşarak değil, millî evrenselliğe giden bir proje ile çağdaş medeniyeti yakalayarak kurmak istemiştir. 

Sonuç olarak, Mustafa Kemal’in hedefi orijinal bir evrensel düzen yaratmaktan ziyade, millî kalarak mevcut evrensel değerleri benimseyerek, Türkiye’yi çağdaş medeniyete dahil etmek ve Türk milletine ufuk ve şahsiyet kazandırmaktı. Mustafa Kemal’de şayet bir evrensellik aranacaksa Türk Dünyasına, İslam dünyasına ve mağdur-mazlum milletlere örnek tam bağımsız modern, laik ve millî bir devlet ve toplum modelinde aranmalıdır. Bu model, Avrupa’dan kaçıp, Asya’ya çekilen bir Türk milletini değil, Asya’da Avrupa’nın da dahil olduğu çağdaş medeniyeti ve evrenseli yakalamayı öngörür. Ancak Mustafa Kemal’den sonra model, bırakalım başkalarına örnek olmayı, Türkiye’ de bile devam ettirilememiştir. Zira Türkiye 1939’den itibaren Avrupa’nın, ABD’nin, İMF’nin, Dünya Bankasının, Dünya Ticaret Örgütünün kapısına bağlanarak, örnek olmaktan çıkarılmıştır. 


Kaynakça 

1-Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyomu Bildirileri, 10-14 Aralık 1973, İstanbul Üniversitesi Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1975. 
2-Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, 1969. 
3-Eroğlu, Hamza, Atatürkçülük, Ankara, 1981. 
4-Kodaman, Bayram, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, Süleyman Demirel Üniversitesi Yay., Isparta, 2001. 
5-Koloğlu, Orhan, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999. 
6-Öztürk, Faruk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
7-Bildiriler ve Tartışmalar (Türkiye İş Bankası Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 17-22 Mayıs 1981), Ankara, 1984. 
8-Safa, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, İnkılap Yayınevi, (İkinci Baskı), İstanbul, ts. 
9-Steinhaus, Kurt, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, (Çev. M. Akkaş), İstanbul, 1995. 
10-Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, 1997. 

DİPNOTLAR;

1 Petit Robert Dictionnaire (Fransızca Lügat), “Üniversel”, Paris, 1968. 
2 Faruk Öztürk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye ‘de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
3 Peyami Safa, Türk İnkilâbına Bakışlar, Inkılap Yayınevi, İstanbul, s.174. 
4 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Kodaman, Cumhuriyetin Tarihi - Fikri Temelleri ve Atatürk, Isparta, 2001. 
5 Orhan KoIoğlu, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999, s.377. 


***

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN BAZI LİDERLİK ÖZELLİKLERİ 


Prof.Dr.Cemalettin TAŞKIRAN
* Kırıkkale Üniversitesi İİBF Dekanı 



Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletini, birlik ve beraberlik içinde ortak hedefler etrafında birleştiren, bütünleştiren bir liderdir. Türk toplumunun millî kültürünü geliştiren çağdaş bir toplum olmasını sağlayan liderdir Atatürk. Bu yüzden de toplumumuza mal olmuştur. 
Toplumumuzda, dün de bugün de, birbirinden anlayış, yaşayış ve kültür olarak farklı olan grupların, hatta birbirine zaman zaman zıt olan grupların hemen hemen hepsi M.Kemal Atatürk’e dün sahip çıkmışlardır. Bu günde sahip çıkmaktadırlar. Bölücü zihniyet taşıyan ve marjinal sayabileceğiniz bir iki grubu hariç tutarsak toplumumuzun her kesimi, her grubu M.Kemal Atatürk’ü benimsemiştir diyebiliriz. 

Buna bir örnek verelim. Boğaziçi Üniversitesi 1994 yılında bir anket çalışması yaptı. Sosyoloji bölümü anketi yapan. Bilimsel ve oldukça geniş tabanlı bir anket bu. Ankete katılanlara şöyle bir soru yöneltiyor: 

-Sizin için önemli olan manevi değerleri sıralayınız. 

Anket bitiyor. Değerlendiriliyor ve yayınlanıyor. Anket sonucunda İslamiyet %92 ile birinci sırada, Atatürk ise %85 ile ikinci sırada çıkıyor. Yani 2000’lerde ankete katılanların %85 i gibi büyük bir kısmı Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, Atatürk’ün fikirlerini ikinci manevi değer olarak seçiyor. Sadece bu anket bile M.Kemal Atatürk’ün toplumumuz tarafından ne kadar benimsendiğini ortaya koymaya 
yeter. Bu yüzden bazı çevreler Atatürk ve Atatürkçülükle, onların deyimi ile Kemalizm ile mücadele etmek ve Türkleri Kemalizmden uzaklaştırmak istiyorlar. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadelenin başlamasından itibaren en belirgin özelliklerinden biri karizmasından gelen toplayıcı ve birleştirici özelliğidir. 
Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında. M.Kemal Atatürk’ün etrafında olan gruplar, şahıslar siyasi, dini, kültürel felsefi ve yaşayış olarak birbirlerinden o kadar ayrıdırlar ki, bunları bir arada tutmak adeta mümkün değildir. Sadece I.Türkiye Büyük Millet Meclisine bakmak bile bunu görmeye yeter. I.Mecliste kıyafet olarak sarıklısı vardı. Feslisi vardı, Kalpaklısı vardı... Suphi Tanriöver Dağ yolu adlı kitabında I.Meclisi şöyle anlatıyor: “… Anadolu, onun davetine her şekilde her kıyafetle bir takım adamlar gönderdi. Bektaşi Şeyhleri, Konya çekleri, Medrese uleması.. Ayaklarında çarıkları, şark kıyafetleriyle ağalar toplanmaktıy Okulun yetiştirdiği kimseler, dağın kırın ve geleneğin yetiştirdiği kimselerle birlikte toplantı halinde … Atatürk kürsüye çıktı ve davasını açıkladı...”1 

Mustafa Kemal Atatürk birleştirici, bütünleştirici bir liderdir. Karizmatik bir liderdir. Karizmatik liderler doğuştan bazı niteliklerle var olan seçkin kimselerdir. Bu tür liderler, genellikle kahraman tabiatlıdırlar. Mensubu bulundukları toplumun tarihine, siyasetine, askerî hayatına, sosyal hayatına damgasını vuran liderlerdir. 
Toplumu yönlendiren, insanları peşine takarak belli hedeflere götürebilen  liderlerdir. 
Toplumda gerçekleştirilen reform, inklap devrim önce bu liderlerin düşüncelerinde doğar şekillenir gelişir ve gene bu liderlerin eliyle bu liderlerin çabalarıyla hayata geçirilir. Mustafa Kemal Atatürk’te böyle bir liderdir. Onun bu karizmatık liderliği kendisinin toplumumuz tarafından benimsenmesini sağlamıştır. 

Biz bu çalışmamızla gerek askerî hayatında, gerekse sivil hayatında gerçek bir lider olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkat çekerek maalesef her liderde göremediğimiz bazı özelliklerini belirtmek ve bu özelliklerini nasıl tezahür ettiğini de belgelere olaylarla hatırlatmak istiyoruz. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk söz etmek istediğimiz liderlik özelliği, onun olaylar hakkında net bir görüş sahibi olması ve olayları doğru değerlendirmesidir. 

Bu olayda önemli bir özelliktir. Eğer olaylar hakkında doğru ve net bir görüşe sahip olmazsanız, yapacağınız değerlendirmeler sıhhatli olmayacak ve yanlış sonuçlara varırız. Ayrıca, bu durumda olayları bir gün bir şekilde ertesi gün bir başka şekilde değerlendirme gibi “kafa karışıklığına” ve ikileme düşme mümkündür. Bu durumda lidere olan inanç ve güveni sarsar. Olaylar hakkında net bir görüş sahibi olmanın ve olayları doğru değerlendirmenin temel yollarından biri kendini yetiştirmektir. Yani okumak ilgilenmek ve düşünmektir. 

Mustafa Kemal Atatürk, daha genç yaşından itibaren, olaylar üzerinde kafa yoran, düşünen okuyan ve çözüm üretmeye çalışan birisidir. Hem öğrencilik hem de ilk subaylık yıllarında ülkenin ve milletinin meseleleriyle çok ciddi şekilde ilgilenmiş, bunları iyi tahlil etmiş ve sağlıklı sayılabilecek sonuçlara varmaktır. 
O kadar ki; Mustafa Kemal Atatürk’ün vardığı sonuçlar ve çözüm önerileri zamanına göre oldukça ileri ve oldukça inanılması güç çözümlerdir. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün hem orta öğretimde, hem Harbiye’deki öğrencilik yıllarından, hem de kurmaylık eğitimi aldığı ilk subaylık yıllarından yakın arkadaşı olan, sınıf arkadaşı olan okul arkadaşı olan dostları Mustafa Kemal’in bu özelliği ile ilgili şunları söylüyorlar: 

Yakın sınıf arkadaşı Lütfi Müfit Özdeş, Harbiye yıllarında Mustafa Atatürk için şunları söylüyor: “… Daha o zaman mektepte iken, şuursuz, düşüncesiz, kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda şayandır. Her okuduğu ders her mütalaa ettiği ilim ve fenni, dikkatle tahlil ederek neticeye. 

İdareye karşı arkadaşları ile hasbıhallere, tenkitlere başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen, haftada bir iki defa gizli olarak gazete bile çıkarmışlardır. Daha o zaman evladı olduğu asil Türk milletine ilerde ne büyük hizmetler yapmağa namzet olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her haline olduğu gibi dürüst düşüncelerine de meftun olan ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına toplanmışlardı…”2 

Bir başka sınıf arkadaşı General Hayri Tırnovacık ise şunları söylüyor: 

“…Hallerinde, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti… En fazla meşgul oldukları şeylerden birisi de zamanın felsefesi ve fikri cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını meşgul ederlerdi…3 

Harp akademisinden sınıf arkadaşı olan General Asım Gündüz de bu konuda şunları söylüyor: 

“…Doğup büyüdüğü Selanik’in batıya daha çok bağlantılı bulunması sebebiyle olacak dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor ve onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altına alıyordu… İttifakçıların Paris’te yayımladıkları gazeteleri getirtiyordu…. Bizler, vatan, millet, Türklük fikirlerini çok defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk.4 

Asım Gündüz anılarında şunları da belirtiyor: “… Harp Akademisinde her Cuma akşamı sınıfta toplanıyor, kapılar kapandıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkıyor, tıpkı konferansçı gibi, Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerden öğrendiklerini bizlere aktarıyordu. O zamana kadar “Padişahım çok yaşa!” demekten başka bir şey bilmeyen bizler için Mustafa Kemal’in anlattıkları 
çok dikkat çekiciydi…”5 General Asım Gündüz, bu konuşmalardan hatırımda kalanları yine hatıralarından özetleyerek nakletmektedir. 
Ayrıca aynı olayları general Ali Fuat Cebesoy ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk de anılarında aktarmaktadırlar. Ali Fuat Cebesoy diyor ki: “….Fikirlerimizi, toplamı binleri aşan Harp okulu öğrencilerine anlatmak için, daha kurmay sınıflarına geçmeden gizli bir teşkilat kurmuş, Muhittin Baha Pars’ın ağabeyi İsmail Hakkı Pars ile Ömer Naci ve birkaç arkadaşında gayreti ile el yazısı 2 nüsha dergi çıkarmıştık. Liderimiz Mustafa Kemal’di. Gelebilecek sorumluluğun en büyük yükü de onun omuzlarındaydı…”6 

Mustafa Kemal Atatürk, daha öğrencilik yıllarında kendisini yetiştirmeye özen göstermiş, vatan millet ve bunların problemleri ile yakından ilgilenmiş ve bunlara yönelik çözümler üzerinde düşünmüş tartışmış araştırma ve net bir görüş sahibi olmuştur. Ayrıca bu düşüncelerini arkadaşlarına ve etrafına fırsat buldukça açıklıyor ve yanına kendisi gibi düşünen arkadaşlarını topluyordu. Daha o dönemlerde Mustafa Kemal Atatürk de büyük liderlerde, karizmatik liderlerde gördüğümüz olaylar hakkında net bir görüşe sahip olma ve olayları doğru değerlendirebilme özelliklerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Elbette bunda doğuştan gelen “sevgi” gücünün yanında araştırmacı tutumunun, payı oldukça yüksektir. Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi kütüphanesindeki kitapların sayısının 5000’in üzerinde olduğunu unutmamak gerekir.7 
Mustafa Kemal Atatürk, okuyan, araştıran, tartışan, düşünen analiz yaparak kafamızda bazı çözümlere ulaşan ve uygun şartların ortaya çıkmasıyla da düşündüklerini hayata geçirmekte tereddüt etmeyen bir liderdi. 

Bu özelliklere dayanarak verdiği hayati kararlar da hep doğru çıktı. 
Çünkü olayları doğru değerlendiriyordu. 

Buna en güzel örneklerinden biri Çanakkale savaşlarında 25 Nisan 1915’de Kalyatepe’ye yapılan kara harekatı çıkarmalarında yaşanan olaydır. O gün düşman birlikleri Seddülbakir, Kumkale ve Kabalpe sahillerine çıkarma yapmaya başlarlar. 75.000 askerî ilk gün o gün çıkaracaktadır. Mustafa Kemal Paşa Bigalide 19. Tümenin başındadır. Bu tümen itiyat kuvvetidir. O gün sabaha doğru 9.Tümen komutanı Alb.Halil Sami Bey 19.Tümene Seddülbekir ve Kabatepe’ye çıkarmanın başladığını bildirir. Telgraf mesajı şöyle. 
“…Düşman Arıburnundan kabatepe sırtlarını sarmaktadır. Yakınlığımız dolayısıyla, Maltepe (Bigali) deki kuvvetinizden bir taburu, Kabatepe’nin kuzeyindeki Arıburnuna karşı olan sırtlara ivedilikle gönderip, sonucunu bildirmenizi rica ederim…8 

Çıkarmanın ilk saatleri henüz çok net bir durum yok, Ancak M.Kemal Atatürk durumu şöyle degerlendiriyor:9 “Düşmanın önemli kuvvetlerle karaya çıkma teşebbüsü demek vukubuluyordu. bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olmayacağını, herhalde, evvelce tahmin ettiğim gibi bütün temennimle düşmana yönelmenin kaçınılmaz olduğunu takdir ediyordum (değerlendiriyordum) ve ordunun iznini beklemeden bir albay ve bir dağ bataryası ile kabatepe 
merkezine yanaşmaya karar verir.10 Hepimiz biliyoruz ki bu karar Çanakkale Savaşları ve Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. 

Mustafa Kemal Paşa olayları, doğru değerlendiriyor ve bunun sonucunda da doğru kararlar alıyordu. I.Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletini yönetenlerin genel tavrı teslimiyeti. İtilaf devletlerinin, özellikle İngilizlerin her dediklerini yapmak onlara şirin gözükmek ve böylece sıkıntıları en az zararla atlatmak o dönem yöneticilerinin değerlendirmesiydi. Oysa Mustafa Kemal Atatürk daha İstanbul’da bulunduğu sıralarda arkadaşlarıyla birlikte olayları değerlendirmişti. 

Onun değerlendirmesi çok farklıydı. O diyor ki, “….içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istikbali, Padişah, halife, hükûmet, bunlar, hepsi, medlülü kalmamış birtakım………….ibaretti… Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyeti millîyeye müsterit, bilekaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti teis etmek işte daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur….”11 

Mustafa Kemal Atatürk’ün değerlendirmesi daha gerçekçidir. Devletin o günkü yöneticileri…. Hükûmet bu konuda üzerine düşeni tesbit etmiş ve ahaliye vaka ve sükunun korunmasını tavsiyeye karar vermiştir…”12 İşgale karşı koymayı direnmeyi önlemeye çalışan Mustafa Kemal Atatürk: “… Türk’ün haysiyet ve izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır!. 

“...Binaenaleyh, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!...”13 diyordu. 

Eğer bugün, bu topraklarda hür bağımsız ve göğsümüzü gere gere Türküm diyerek yaşayabiliyorsak bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün bu doğru değerlendirmelerine ve kararlarına bağlıyız. 

Konuya çok uzatmamak için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1933 yılında bir soru üzerine Sovyetler Birliği’ni değerlendirmiştir. Onu yanına çağırıp şunları söylüyor. “…. Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi, parçalanabilir, ufalanabilir. 

Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. 

İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir milletlerimiz vardır. 

Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır.? Manevi köprülerini sağlam tutarak dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…”14 

Dikkat edelim. 60 yıl öncesinden, 2000’lerin değerlendirilmesi yapılıyor. Hem de büyük isabetle…. 

Bir liderde bulunması gereken “olaylar hakkında net bir görüş sahibi olma ve olayları doğru değerlendirme” özelliğine yönelik örneklerimizi burada kesiyoruz. 

Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir başka liderlik özelliğini vurgulamak istiyoruz. Bu özellik de yanlışlarda ikaz edici ve önleyici olma özelliğidir. Eğer olayları doğru değerlendirebilir ve doğru kararlar alırsanız., vardığımız sonuçlara dayanarak ilgili ve yetkilileri yapılan ve yapılabilecek yanlışlardan korumak için ikaz edici olabilir ve yanlışları önleyebiliriz. Mustafa Kemal Atatürk, hayatı boyunca doğru bildikleri gerektiğinde ilgililere hep söylemiştir. Mondros mütarekesinden sonra, başbakan İzzet Paşa’ya birinde şöyle diyor : 

“ Bilhassa, sizce de yakinen malumdur ki, ben her ne hal ve vaziyette bulunursam bulunayım, doğru olduğum inandığım ve gerekenlere 
arzını ve duyurulmasını memleket hizmeti kabul ettiğim görüşlerimi bildirmekten kendimi engelleyemem…”15 

Mustafa Kemal Atatürk, 1907’de Suriye’deki görülebilen Makedonya’ya, 3.orduya atandı. Orada İttihat ve Terakki Cemiyeti ile temasa geçti. Bu cemiyete katıldı. Önemli görevler aldı. Ancak Cemiyetin yöneticileriyle, özellikle cemiyetin bazı faaliyetlerinin doğruluğu gerçekliği konusunda fikir ayrıcalığını belirtti. Cemiyetin o günkü yöneticilerine düşüncelerine uymuyordu. Mustafa Kemal Atatürk yine de fikirlerini açık açık söyledi ve yetkilileri uyardı. Cemiyet mensubu olarak, ordu içindeki faaliyetlerle ilgili kendisine verilen görevleri “yanlış olur” diye reddetti. Doğruluğuna inandığı konularla ilgili ve yetkili kişi ve kurumları hep uyardı. Sonuç almadığını görünce de cemiyetle ilgisini kesti.16 

Mustafa Kemal Atatürk ikaz görevine savaş içerisinde de devam etti. 

1917 yılında Suriye’de 2. ordu komutanlığına atanmıştı. Enver Paşa, İngilizlerden Bağdat’ı geri almak için Yıldırım orduları grubu ardında yeni kuvvet oluşturuyordu. Bunun başında da Alman general Falkenhein getirilmişti. Mustafa Kemal de bu yeni kuvvete dahil edilen 7. Ordu komutanı oldu ve Filistin’de görev aldı. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa 20 ve 24 Eylül 1917 tarihinde Başbakan Talat Paşa’ya, Başkumandan Enver Paşa’ya Bahriye Nazırı ve 9.ordu komutanı Cemal Paşa’ya Ordunun ve ülkenin durumunu tahlil eden ve ne yapılması gerektiğini bildiren uzun ve teşkilatlı raporlar yazdı. Raporlarda Alman General Falkenhein’in yanlış tutumunu ve bunun nedenlerini de anlattı. Raporda şu cümleler vardı. “… Ordu, harbin ilk dönemlerine göre fevkalade zayıftır. Birçok konuların mevcutları, lazım olanın beşte biri gibidir. Memleketin insan kaynakları ikmale muktedir değildir. …. Mülki hükûmetin tam bir acz içinde oluşu, bir 
zabıta kuvvetinin noksanlığından ve ihtiyaç derdiyle bütün memurlarda görülen rüşvet, vurgunculuk ve suistimallerden ve memurların keyfine dökülen hale gelmesinden ve adli işlerin kesinlikle yürümemesinden ileri gelmektedir… İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla birlikte kurtulmak zararı ise de, Almanların bu zaruretten ve harbin uzamasından istifade ederek, bizi sömürge şekline sokmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetinin karşısındayım…. İyi idare edeceğim diye durmadan fedakarlıkta 
bulunmak, herhangi bir müttefike, ve özellikle Almanlara merhamet ve ihsan telkin etmeyip belki verdiklerimizden 100 kat fazlasına onları hırslandırır ve teşvik eder… (Bu durumda) Memleket tümüyle bizim elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi haline girmiş olacaktır ve general Falkenhayn, bu maksat için, bizim borcumuz olan altınları ve Anadolu’dan getirdiğimiz son Türk kanlarını kullanmış olacaktır. 

Ya Falkenhayn asla Sina cephesinde vazife alamaz. Arabistan Başkumandanlığı emri altında olarak Sina’nın müdafaası yalnız 7. Ordu kumandanına ait olur. Ya da ben, 7. ordunun kumandasından affolunurum…”17 

Ancak raporlara Enver Paşa’nın cevabı kısa ve Falkenhein’i tutar şekilde olunca Mustafa Kemal Atatürk 7. Ordu komutanlığından istifa etti. 

Mustafa Kemal Paşa’nın ikaz edici ve önleyici özelliğine vereceğimiz son örnek de Mondros mütarekesi sırasındaki olaylardan bilindiği gibi. Hükûmet Mondros, mütarekesi şartlarını ordu komutanlarına bildirmiştir. Mütareke hükümlerini alan Mustafa Kemal Paşa Kilikya, Suriye kıtaatı, Tono, Irak gibi tanımlara açıklık getirilmesini istemiş ve İzzet Paşa’yı şöyle uyarmıştır: “….Pek ciddi ve samimi 
olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasından anlaşmazlıkları giderecek tedbirler alınmadıkça, orduları terhis edecek ve İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır... 18 

Nitekim İngilizler, Halep civarındaki ordularını desteklemek ve iaşelerini sağlamak bahanesiyle, İskenderun’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’dan 
bölgenin teslim edilmesini istemişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, mütareke şartlarına göre İskenderun’un işgaline hakları olmadığını bildirmiş ve “  
…İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlere ateş açılmasını ….” emretmiştir.19 Bunun üzerine İngilizler başbakan İzzet Paşa’ya hakları yoksa da, Halep ve civarındaki ordularını bakmak için istihdamdan faydalanmak istemeleri de haklı bir istek mahiyetindedir…”20 direniş ve silahla karşı konulmamasını istemiştir. Bu isteğe Mustafa Kemal’in verdiği cevabı aşağıda vereceğiz ve onun liderlik karakterine bir kere daha şahit olacağız. Ancak, mukayese imkanı için, benzer bir durumda, bir başka Türk generalinin tavrını da burada aktarmak istiyoruz. İngilizler Kars’a girmek istediler. Oradaki ordu komutanı Yakup Şevki Paşa izin vermedi. İngilizler İzzet Paşa’ya müracaat ettiler ve o da Yakup Şevki Paşa İngiliz işgaline karşı konulmamasını bildirdi. Bunun üzerine Yakup Şevki Paşa bir telgraf çekerek düşüncelerini. Harbiye Nezaretine bildirdi: “… Mesele, istenen bir şeyi verip vermemek değildir. Önemli olan nokta, her istek ve teklifi düşünmeden yapmaktır. Her teklife itaat edilecekse bu usulün hem sonu ve hem de faydası yoktur. Bununla hiçbir tehlike kaldırılamaz… milleti, hükûmeti mümkün mertebe az zararla kurtarmak içinş her türlü mücadeleyi yapmakla beraber, daima bir varlık göstermek zaruridir. … İşte korkularım ve düşüncelerim budur. Bununla 
beraber hükûmetin vereceği talimatlara göre hareket edeceğim…”21 düşüncesi doğru olan Yakup Şevki Paşa Kars’ı boşalttı ve İngilizler işgal ettiler. Ama bakın daha öncesi benzer durumda Mustafa Kemal Paşa ne diyor. Ve ne yapıyor: 6 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’u İngilizlere teslim edin diyen Ahmet İzzet Paşa’ya bir telgraf çekiyor ve şunları yazıyor: 

“…İngilizlerin aldatıcı muamele gösterecek emirleri tatbik etmeye yaradılışım müsait olmadığından, başkumandanlık erkan-ı harbiyesinin içtihadına uymadığım takdirde de bir çok ithamlar altında kalmaklığım tabi bulunduğundan, kumandayı hemen teslim etmek üzere; yerime yayın buyuracağınız zatın süratle gönderilmesini rica ederim...”22 

İşte 2 cesur ve millîyetçi komutan, İşte lider Mustafa Kemal’in farkı! 

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik özelliklerinden üzerinde durmak istediğimiz bir diğeri de onun olaylar karşısında kararlı olması ve kararlı davranmasıdır. Kararlı olarak bir meselenin çözümünde sonuç getiren en önemli etmenlerin başında gelir. Bir olay karşısındaki kararlı tavrımız ve tutumumuz karşı tarafta çok iyi değerlendirilmektedir. Kararlı görünmediğimiz zaman, istek ve çıkarlarınızı 
elde etme şansınız çok zayıftır. Karşı taraf hemen sizi tereddüte sevkeden konular üzerine yoğunlaşır ve kendi isteklerini size kabul ettirebilir. Özellikle millî meselelerde mutlaka kararlı olmalı ve kararlı davranmalıdır. 

Mustafa Kemal Atatürk, daha millî mücadelenin başlarında en temel kararı vermiştir. Daha önce de söylediği gibi, o temel kararlar da şudur: “…. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı o da hâkimiyeti millîyeye müstenit bila kaydüşart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek…”23 Bütün mücadelesi boyunca da bu kararlılığını sürdürmüş ve yeri geldikçe adım adım bu kararlarını uygulamaya 
başlamıştır. Daha Samsun’a çıkışının 3.günü Başbakanlığa göndermeye başladığı raporlarda ve mücadele sırasında aldığı, aldırdığı kararlar da onun bu kararlı tutumunu görebiliyoruz. Millî egemenliğe dayalı, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak kararını bu raporlarda görelim: 

22 Mayıs’ta 

“…Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu ittihaz etmiştir. Bunun için savaşılacaktır...24 
22 Haziran’da Amasya Genelgesinde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır….” diyor. Milletin kararı 25 23 Temmuz’da Erzurum 
kongresinde ise daha açık ifade ediyor: “ Kuvayi millîyeyi... Ve irade-i millîyeyi hâkim kılmak esastır...26 Milletin iradesini, milletin egemenliğini ülke yönetimine egemen kılmak esastır diyor. Aynı şeyi Sivas kongresinde de tekrarlayarak da ilan edecektir. TBMM… Mustafa Kemal Atatürk ne yapacağını ve ne yaptığını bilen kararlı bir liderdir. Daha Sofya’da askerî ateşe olarak bulunduğu yıllarda, 
ülkesi ve toplumu ile ilgili net kararlar sahibidir. O yıllarda arkadaş olduğu Avustralyalı Bayan Hilda’ya yazdığı mektupların birinde şöyle diyor: …. Türkiye’nin bu gidişi iyi değil… Türkiye’yi modern bir memleket yapmalı. Tıpkı batı gibi. Bu memleketi baştan aşağı değiştirmeli. Allah nasip ederse, günün birinde Türkiye’nin idaresinde söz sahibi olursam, bilirim yapacağım yenilikleri… Peçeyi hemen kaldırmalı, sonra bir erkek birden fazla kadınla evlenmemeli… Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahip olmalı…”27 
Mustafa Kemal Atatürk bu kararlılığını hayatının her döneminde sürdürmüştür. Bakın benzer şeyleri Samsun’da mücadeleyi sürdürürken de benziyor. 

İstanbul hükûmetinin baskıları sonucu askerlikten ayrılmaya karar verdiği ve bütün yetki ve rütbelerini bırakarak milletin bir ferdi olarak mücadeleyi sürdürmeye karar verdiğini gösteriyor. O çok sıkıntılı anlarında bile kararlılığını, yaveri Mahzar Müfit Bey’e şöyle gösteriyor. 7-8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı, uyumayan Mustafa Kemal Atatürk yaverini çağırır. Yaverine not defterini getirtir ve yaz der: 

“Zaferden sonra hükûmet şekli cumhuriyet olacaktır… bu bir, iki, Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç, tesettür kalkacaktır.Dört, Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir…” 28 

Bütün bunlar gösteriyor ki, Mustafa Kemal Atatürk kararlı olan ve hayatı boyunca da kararlı davranan bir liderdir. 

Son olarak da belirteceğimiz lider özelliği ise, Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği kararların arkasında durması ve kararlarının uygulanmasının veya gerçekleşmesinin takibini almasıdır. Karar almak, karar vermek elbette önemlidir. Ama alınan bu kararın arkasında durmak da bir o kadar önemlidir. Verdiğiniz kararların arkasında durmazsanız, aldığımız kararların da bir önemi ve bir anlamı olmaz. 
Mustafa Kemal Atatürk bunu en iyi bilenlerdendir. Her zamanda ulusu ile ilgili hayati kararların arkasında durmuş ve takipçisi olmuştur. 
Aşağıda vereceğimiz örnekler onun bu özelliğini net olarak ortaya koyan özelliklerdir. 

Bu örneklerden ilki 1922 yılı şubat ayındadır. Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal Atatürk mücadeleyi başlatmış, yeni bir devlet kurmuş ve bağımsızlığı sağlamak için işgalciler ve onlara destek verenlerle savaş halindedir. Sakarya’da bir ölüm kalım mücadelesi verilmiş ve işgalci Yunan askerleri Eskişehir-Afyon hattına geri püskürtülmüştür. Ancak henüz, Misak-ı Millî’nin merkezini oluşturan Anadolu bile düşmandan tam olarak temizlenmemiştir. 1921 sonları ve 1922 yılı başlarında Mustafa Kemal Atatürk çok önemli kararlar arefesindedir. Bir yandan Türk ordusu bir genel taarruz için hazırlanıyor, harıl harıl askerî hazırlıklar yapılıyor, eksikler gideriliyor, bir yandan da çok yönlü siyasi görüşmeler devam ediyor. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları büyük baskılar altındadırlar. 
Bir yanda itilaf devletleri, bir yanda İstanbul hükûmeti, bir yanda Yunan kuvvetleri ve bir yanda da sabırsız bazı TBMM üyeleri. Ama bütün bunlara hazırlanmakta ve daha başka şeyler de yapmaktadır. O bir karar vermiştir. O karar Misak-ı Millîdir. Türklere meskun bölgelerde sınırları belli bir Türk yurdu oluşturacaktır. Onun kafasında Misak-ı Millî, Batı Trakyayla, Hatay ile Musul’u ile Anadolu ile birlikte vardır. O günlerde Mustafa Kemal Atatürk bir yandan Anadolu’yu kurtarma planları yaparken, Misak-ı Millî kararının arkasında 
duruyor, diğer yandan da Musul’u izliyordu. 1 Şubat 1922 tarihinde, Antep Sefirinin kuruluşunda büyür yararları görülen Yarbay Özdemir Bey’e gizli bir emir gönderiyordu. Bu emir Misak-ı Millî sınırlarının kapsadığı bölgenin zorla ele geçirilmesini önlemek ve İngilizlerin adı gçen bölgede özel menfaatleri bulunması dolayısıyla, milis yarbay rütbelerindeki Özdemir Bey’i, bir sivil kadronun başında milis olarak Musul-Revandız bölgesine gönderiyor. 

Diyor ki, …millî hükûmetimizin, İngilizlerle herhangi bir konferans münasebetiyle temas ve görüşmelere girişmeleri muhtemel olduğundan, bu olay hususi bir şekilde ve şahsi bir teşebbüs şeklinde göstermesi şimdilik daha uygun olur…”29 

Aldığı emir üzerine, Özdemir Bey, sivil giyindirilmiş bir grup askerle bölgeye gitmiş İngilizlere bölgede büyük zorluklar çıkarmış ve İngilizlerin bölgedeki aşiretleri kandırmasını önlemiş hatta İngilizlerle çarpışmıştır. 10 Mayıs 1923’de bölgeden dönmüştür. Amacımız, Özdemir Bey’in Revandız bölgesindeki faaliyetlerini anlatmak değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün en sıkışık, en kritik, en hassas zamanlarda bile, verdiği kararların arkasında durduğunu göstermektir. 

Vereceğiniz ikinci örnek de çok bilinen bir örnektir. Aslında bunun 1.kısmını da Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlılığında aktardık. Bu olayın devamı da, Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlarının arkasında nasıl durduğunu gösteriyor. 

Mahzar Müfit Bey’e, Erzurum’da, 7-8 Temmuz 1919 gecesi “Türkiye, Cumhuriyet olacaktır, Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır. Tesettür kalkacaktır. Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Diyen Mustafa Kemal Atatürk, bunları hayalcilik olarak değerlendiren ve yazmaktan vazgeçen Mahzar Müfit Beyi 1925 yılında, Kastamonu’da 
şapka giyilmesi ilan edip Ankara’ya dönünce orada bulunanlar arasında görür. Hemen yanına çağırır ve şöyle der: “….azizim Mahzar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?30 

Mustafa Kemal 1919’da verdiği ve not ettiği kararlarının 1925’lerde de arkasında olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Bu konuda vereceğimiz son örnek ise, yine Misak-ı Millî sınırlarımızla ilgili 1937 yılına ait bir olay. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 1 yıl kadar önce konu Hatay meselesidir. Bilindiği gibi Hatay, Ankara ve Lozan Antlaşmasın’da, özel bir statü ile, Suriye sınırlarında kaldı Ancak, Suriye’de manda idaresi kuran Fransa, 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık verdi. Türkiye aynı bağımsızlığın Hatay’a da tanınmasını istedi. Fransa buna razı olmadı. Böylece de 1936’dan 1938, 39’a kadar Hatay meselesi, gittikçe gerginleşerek Türkiye’yi meşgul eden bir mesele oldu. Hatay Misak-ı Millî sınırlarımız içindeydi. Mustafa Kemal Atatürk bu kararının da arkasındaydı. 1919’larda verilen bu kararın gerçekleştirilmesi için yaklaşık 20 yıl sonra bir fırsat çıkmıştı. Aradan 20 yıl geçmişti ama Mustafa 
Kemal Atatürk hâlâ kararının arkasındaydı. 1937 yılında, 2 ayrı hatırada, Mustafa Kemal’in bu konudaki ısrarını ve kararlılığını bulabiliyoruz. 

Bunlardan biri, uzun süre Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte Çankaya köşkünde bulunmuş Hasan Rıza Soyak o anılarında, 1937 yılında, Hatay meselesinin gergin olduğu ve heyecan yarattığı günlerde kendisine Mustafa Kemal’in şöyle dediğini belirtiyor: “….defalarca Fransız sefiri mösyö Ponsot’ya söylediğim gibi, dava (Hatay davası) benim şahsi davamdır ve icap ederse, yine şahsen halletmem 
gerekir; binaenaleyh, şayet böyle bir zaruret karşısında kalırsak, yani silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu da çoktan kararlaştırmış bulunuyorum; böyle bir durumda; derhal devlet reisliğinden, hatta meb’usluktan istifa edeceğim; serbest bir vatandaş olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla beraber, Hatay topraklarına geçeceğim…”31 

Aynı konuda Fahrettin Altay Paşa da hatıralarında şunları söylüyor. 1937 yılı bir kış günü Mustafa Kemal Paşa, Fahrettin Altay Paşa’nın evine geliyor. Kapıyı çalıyor kapıyı açınca Mustafa Kemal Paşa’yı dalgın ve düşünceli görüyor. Sonra diyor ki: “….Üşütmesinden korktuğum için …. Hava çok sert; soğuk alırsınız, içeri buyurun! …dediğim vakit, o, dalgın hali ile döndü ve bir masaya oturdu. bir 
şeyler söyleyeceğini bekliyordum ki, dudaklarından şu cümleler döküldü: 


“…Paşa, dedi, biliyor musun ben, Cumhurbaşkanlığı’nı bırakıp Hatay’da çete reisi olacağım ….”32 

Aldığınız bir kararın arkasında, milletvekilliğinden, hatta Cumhurbaşkanlığından vazgeçebilecek kadar durabilirseniz, sonuç almamak mümkün olur mu? İşte, Mustafa Kemal Atatürk böyle bir liderdi. 
Aslında onun çok farklı çok çeşitli liderlik özelliklerinden bahsetmek mümkün. Ancak biz, özellikle, Mustafa Kemal Atatürk’ün olaylar hakkında net bir görüşe sahip olduğunu, olayları doğru değerlendir diğini, yanlışlarla ikaz edici ve önleyici olduğunu, kararlı olduğunu, kararlı davrandığını ve kararlarının arkasında ısrarla durduğunu belirtmeye çalıştık. 

DİPNOTLAR;

1 Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dağyolu, s. 
2 Lütfi Müfit, Harbiye’de Gazi Hazretleri ile bir sınıfta Ders, Vakit Gazetesi, 10 Ağustos 1934.(Ali Ciler, Semih Yalçın, Abdullah Hayat, s.113-114) 
3 Naci Sadullah, Harbiye’de 1317, Yedi Gün Dergisi, Yıl:2, c:III. Sayı:78, 5 Eylül 1934, s.4. 
4 Asım Gündüz, Hatıralarım Hazırlayan İhsan Ilgar, İst.1973. s.12, 13, 14. 
5 Asım Gündüz, A.g.e. s.14. 
6 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç Subaylık Anıları, İnkılap Kitabevi, İst. (tarih yok) s.60. 
7 Ali Güler, Suat Akgül, Atatürk ve Türk İnkılabı, Ocak yay. Ank, 1998, s.134. 
8 Yusuf Hikmet Bayu, Atatürk, Hayatı ve Eseri, Ankara, 1971, s.76. 
9 Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal ile Mülakat, İstanbul 1930, s.19. 
10 Celal Erikan. Komutan Atatürk, İş Bankası Yay.Ank.1972 s.130. 
11 Mustafa Kemal Atatürk, Hukuk, MFB basımı, İst.1973, s.12-13. 
12 Rıfkı Salim Burçak, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1973, s….. 
13 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, MEB. İst.1973. s.13. 
14 İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası, Emre yay. İst. 1995, s.11-26. (Bu olayı    nakleden İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Sabati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü 
ve Hikmet Bayur’da bu olayı doğrulamışlardır). 
15 Semih Takur, Ali Guk, Atatürk Hayatı-Düşünceleri ve Kimliği, Berkan Yay, Ankara, 2000 s.151. 
16 Ali Fethi Okyar, 3 Devirde Bir Adam, İst. 1980. s.150. 
17 Mustafa Kemal Atatürk’ün Bütün Eserleri-Kaynak yay. C.I. 2000, s.126129. 
18 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 147. 
19 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148. 
20 Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s.148. 
21 Sebahattin Selek, Anadolu İhtilali, s.182. (HTVD. Seri No:1 s.168.) 
22 Genelkurmay ATEŞE Başkanlığı, HTVD, C.II, Sayı.29, Belge No.743. 
23 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, MEB İst.1973, s.12-13 
24 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.39. 
25 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.43. 
26 Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.46. 
27 Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, İstanbul, 1980, s.86, 87. 
28 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.I, Ank. 1966. s.131-134. 
29 Cemalettin Taşkıran, Atatürk ve Misak-ı Milliyeye ait bir belge, Yeni Türkiye, Yıl: 1998, sayı:23-24, s.249-250-251-252. 
30 Mazhar Müfit Kansu, a.g.e., s.134. 
31 Hazan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı - Kredi Yayınları, İstanbul, 1973. Cilt II., s.607. 
32 Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası 1912 – 1922, İnsel Yayınları, 1970, s.494. 


***