Matriksçiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Matriksçiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler 


Bedri Baykam
26.05.2003/Sayı:31

19 Mayıs’a Komplolar ve “Türbanlı-Türbansız Matriksçiler” (!)
Tanrım, o ne rezil bir komplo sahnesiydi. Millet Meclisi’nde zibidinin biri kürsüye çıkmış “Efendim biz artık stadyumlardaki zoraki militarize programları izlemek istemiyoruz, bu Maoist dayatmalar bitsin artık” türünden bir jargonla Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’na saldırıyor. Olayın tamamen montaj sanayi olduğu o kadar belli ki, o kıza “Mao kim” diye sorsan, “Miyaou mu dedin?” diye ortada kedi arayacak... Ama senaryo işliyor: Bakan hemen mutlu bir gülümsemeyle “Gençliğin bu tepkisini (!) algıladığını, hoşgörüyle ona hak verdiğini ve pek yakında onun da arzusunun bu durumları aşmak olduğunu” belirtiyor. 19 Mayıs törenlerinden ruhu sıkılmış öğrencimiz mutlu, bakan mutlu, gazeteciler mutlu...

Herhalde salonda “Bir dakika, ne oluyor burada, sen kimin adına hangi hakla konuşup, 19 Mayıs’a dil uzatıyorsun, kim sana gençlik adına konuşma yetkisi veriyor, bu ne küstahlık, ne ahlaksızlık!” diye gürleyecek dersiniz değil mi? Ne gezer! Oradaki tüm bebeler anlaşılan derleme! AKP Bakanlarının, milletvekillerinin, il-ilçe başkanlarının çocukları, ya da bu konulardaki “vericiliği” ve “edilgenliği” özenle seçilmiş, onun bunun liberal-sentez çocukları! Sonuç tam bir komedi. Tam bir traji-komedi. (Öğreniyoruz ki CHP’li gençler davetlilermiş, ancak gitmemişlermiş. Doğruysa çok yanlış. Onlar da her yerde mevzileri başı boş bıraka bıraka bir hal oldular. Yoksa yine Genel Merkez’den izin mi çıkmadı? Umarım böyle birşey yoktur.)

Medyamızın yıllardır ve özellikle son zamanlarda ablukası altında olan gençliğimizin bir kısmı da, komplonun, bir parçası değil ama artık o kadar beyni yıkanmış ki malum 2. Cumhuriyetçi bombardımanından, sonuçta sıkılan palavraları büyürken 2450. kere duyduğu için, artık bu fikirleri kendisinin sanıyor. Evet, ne yazık ki, gençliğimizin bir bölümü de, kendi ders, para ya da gönül dertlerinden tuzağın farkında değiller ve türbancıları ya da “19 Mayıs reformcuları”nı (!) gerçekten “demokratik” taleplerde bulunan masum insancıklar sanıyorlar.

Erdoğan, Samsun’da konuşuyor. Atatürk’e vurgu ne kadar biliyor musunuz? Efendi, Bandırma Gemisi’nde, bir kaptan varmış, bir de komutan! Hepsi buymuş! Tabi başka nelerden, kaçar dakika söz etti, onu geçelim.

Evet, senaryo hep aynı: Bizi milli hislerimizden, vatan sevgimizden, yurttaşlık bilincimizden, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk aşkımızdan koparmak. Bundan bir türlü bıkmıyorlar. Kimi kalkıp İstiklal Marşı’nı “prozodi”si bozuk diye değiştirmek istediğini söylüyor, kimi 19 Mayıs’ta bu askeri törenleri boş verelim diyor, kimi ise böyle bir günde bile Atatürk’ü ve onun gerçek hedeflerini ağzına almamaya yemin ediyor. Böyle bir Türkiye’yi “tersinden adım adım kurarak”, (!) bölünmüşlüğü, sen-ben kavgasını yıllardır körükleyerek ülkeyi bu uçurumun eşiğine getiren tüm “Sol liderlerimizi” canı gönülden kutlarım. (Gerçi aralarından biri, artık solculuktan yorulmuş, solu merkeze, merkezi sola, eski sözler ve vaatler sandıklarını da kilere çekip, salon salomanjede eski, IMF müdürü denetiminde keyifli genel ve ev toplantıları düzenlemek istiyormuş, katılım büyük olacakmış. Bu apayrı bir dünya olduğu için, onu şimdilik köşeye koyup, başka sefere diyelim.)

Solumuzdan söz ediyoruz da... O kadar yürüyüşe, mitinge, toplantıya katılıp, o kadar flama, çıkartma ve rozetimsi eşya görüyoruz... Siz hiç kendi bayrağından bu kadar korkan, kendi bayrağının anlamını bu kadar bilmeyen, o bayrağın taşıdığı emekçi-köylü-kuvayı milliyecilerin şehit kanının sevgisiyle alay edercesine onun sembolleşmesini reddeden, başka bir ülkenin solcularını gördünüz mü? İnanın ben görmedim. Rusya’dan Küba’ya, Amerika’dan Fransa’ya, Mısır’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanını gezdim, ama görmedim. Mustafa Kemal’in bayrağını “faşistlik”, “Şövenlik”, “Irkçılık” gibi alçakça ve cahilce yorumlarla hırpalamaya çalışanların alnını karışlarım. Siz bölünmeye ve Cumhuriyet’in temel değerlerini küçümseye devam ederken, yobazlar da, bölücüler de, Sevrciler de, 2. Cumhuriyetçiler de ne yazık ki yol alıyor. Kına yakın. Zil takıp oynayın.

Beyninizi zavallı şablon düşünceler üretmek yerine, bari 1-2 gün çalıştırın, sonra uyumaya devam edin. Göreceksiniz ki AB’de o meşhur Oostlander Raporları boş yere yazılmıyor. Göreceksiniz ki, AB’nin, Sevrciler’in, yobazların, Kemalizm ve Ordu düşmanlıkları bölük pörçük ayrı parçalar değil. Bir büyük komplonun birbirini tamamlayan dalları. Yobazlar AB’yi iki hedefleri için kullanıyorlar: Birincisi, AB onları almadıklarında rotayı İran’a, Suriye’ye, Suudiler’e çevirip, “Ne yapalım gördünüz, elimizden geleni yaptık, ama bizi istemediler” diyebilecekler. Öte yandan bizim güya “AB standartlarına uyum paketimiz” (!) çerçevesinde, MGK içinde Ordu’nun gücünü azaltmak, sembolik hale getirmek veya MGK’yı toptan sistemimizden çıkarıp ortalığı toptan “AK (?) Parti”nin emin ellerine teslim etmek, bu anlayışın esas nedeni. Çünkü o zaman apartmanlarda mescitler de rahat açılabilecek, haftalık tatil günleri de Cuma’ya alınabilecek, sudan sebeplerle içki ruhsatları da iptal edilebilecek, uzun lafın kısası, ülkenin ve Atatürkçülüğün karartma operasyonu tüm hızıyla sürebilecek.

Nasıl olsa “Aman dini duyguları yıpratmayalım, biz artık merkeze geldik” diye CHP çok yüksek sesle karşı çıkamaz, basın ise, hükümetle olan çok yönlü ilişkileri (!) doğrultusunda, belirli dengelere hapis durumda! Mesela, çağdaş Türkiye’nin anlı şanlı Sabah Gazetesinde, Ahmet Hakan, AKP’li Sayın Bakanın giydiği slip mayodan dehşete (!) düşebiliyor ve bu çok olağan. Çünkü, Hürriyet Ülsever’i aldıktan sonra, onların ondan da daha tescilli bir islamcıyı hemen afişe çıkarmaları lazımdı. Ama Sabah Gazetesinde Kemalist görüşlerle ilgili kesin yasaklama (Hıncal’ın köşesi hariç) aynen sürüyor. Milliyet Gazetesi ise beni şaşırtıyor. Daha düne kadar yazarların binanın önünde Doğan Medya Grubunun yayın ilkelerini sıralarken “Atatürkçüyüz” diye basbas bağıran bu grup, 19 Mayıs kutlamalarına o alçakça tepkiyi verenleri manşete taşıdı da o haberin Atatürkçüler’de yarattığı tepkiyi görmezden geldi. Nereden mi biliyorum? Birinci elden biliyorum. Arayıp tepki veren bendim, demeç veren bendim, ama ertesi gün o gazetede sözlerimi boş gözlerle aradım. Çünkü bu sefer de 1. sayfadan Abdullah Gül’ün oğlunun demeci vardı: “Anneme (türbanlı diye) Sarslı gibi davrandılar”. İçyüzünü çok iyi bildiğiniz bu polemiğe ve acındırma politikalarına hiç girmeyip Milliyet Gazetesinin dikkatini çekmekle yetineceğim.

Bu makalenin yazıldığı saatlerde, Hürriyet Gazetesi ise, sürmanşetine, 19 Mayıs mızıkçılarının baş sözcülüğünü yapan kızı taşımış. Hanımefendi anlaşılan “maşa” grubundan değil, “saf demokratlar” grubundanmış. 

Onları AKP yönlendirmiyormuş. İnsanlar bugün artık Charlie Chaplin izlemiyormuş, Matriks izliyormuş. (Biri onlara anlatmalı ki, onlar 80 yıl sonra hala Chaplin filmlerinden söz edecekler ve 50 yıl sonra başka filmler geçici olarak moda olduğunda yine Chaplin’le kıyaslanacaklar, Matriks’le değil! Ama bunu düşünebilseler, zaten o tuzaklara düşmezler.) O gençlerimiz, Mehmet Altan neo-liberal dikta rejiminin söylemini iyi ezberlemişler. Bu gösteriler 1930’lardan kalmışmış. Kimse izlemiyormuş. (Vay vay vay. Şu meşhur “1930’larda dikilen ceket bugün bize dar geliyor” safsatası!) Vallahi ben ve ailem keyifle oturup izledik. Ayrıca bu gösterilerin dünyanın onca başka yerinde yapıldığını bildiğimiz gibi, dünyanın en görkemli sportif olayı Olimpiyatların ana sunuluşunda da yine aynı gösterilerin gelişmişi var! Ama doğduklarından beri onlara empoze edilen saçma düşüncelere göre, her toplu yürüyüş, her vatan sevgisi gösterisi, her bayrak ve Cumhuriyet aşkı, hep “Kemalist demode dayatmanın” sonucu!

İyi de, değerli üstün zekalı gençler, Fransızlar, Dünya Kupasını aldıklarında, 7’den 70’e, sağcısından solcusuna, ulusal marşlarını söyleyerek, bayraklarla Champ Elysees’yi doldurmamışlar mıydı? İtalyanı, Brezilyalısı, Arjantinlisi, İngilizi bunu hep yapmıyor mu?

Ama, ben o gençleri anlayabiliyorum... Doğduklarından beri, bombardıman altındalar, Kemalizm’i yasaklamayı demokratiklik sanan sözde neo-liberal, özde neo-faşist salaklar ordusu, her yeri kanser gibi sarmış durumda. Ve şayet bu gençler olayların iç yüzü ve gerçeklerle bir tesadüf sonucu karşılaşmazlarsa, bu batağa saplanıp gidecekler.

İşte Türksolu ve İleri dergileri, Cumhuriyet Gazetesi, bu yüzden önemli, bu yüzden artık toplumumuzda öncü bir rol üstlenmeleri hızlanacak.

Geçen akşam Hulki Cevizoğlu’nun ATV’deki programına Türksolu ve İleri’yi temsilen Güneş Ayas ve Erkin Yurdakul çıktılar. Ardından ben de telefonla katıldım. Telefon görüşmesinin içine sığdıramadığım bazı netleştirmeleri burada yapmam lazım.

Değerli dostum Cevizoğlu, öncelikle göbekçe medyanın aksine vuku bulan olaylara saçma aceleci yorumlarla katılacağına Türksolu ve ADKF’yi temsil eden gençlere söz hakkı vermeyi tercih etti. Bunun için gerçekten kendisine teşekkür borçluyuz. Bu konu elbette ki medyanın en kritik saatlerine girmeyi hak ediyor. Ama hepimiz biliyoruz ki, bu medyanın birçok önemli odağı ruhunu da, beynini de, izanını da kaybetmiş durumda. Buna karşın Cevizoğlu, Türksolu’nun “ Dayan Irak, Dayan Saddam ” kapağına takmış. Cevizoğlu diyor ki, “Evet, büyük çoğunluk o savaşa karşıydı, ama Saddam gibi bir diktatör nasıl desteklemiş?” diyor. Sevgili Cevizoğlu, bunun yanıtı çok net. O gün onca konu arasında Saddam’a dönmeye fırsatımız olmadı. Dünya ve Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğu o savaşta Irak’ı tutuyordu. Bunu siz de biliyorsunuz. Es Sahaf televizyona çıktığında herkes “Cepheden iyi haberler var mı” diye TV başına üşüşüyordu, nasıl unutulur? İşte herkes ve bizler, o emperyalist saldırıya karşı, ABD’yi tutarken doğal olarak o Irak ordusunun bir başkomutanı, bir hiyerarşisi, bir dizini, bir erlerine kadar giden emir komuta zinciri var. Çünkü orada yaşanan bir savaş, atari veya Monopoly oyunu değil. Bir ülkenin de böyle bir savaşı kazanması ancak orduların başkomuta kademesinin, yani Irak’ta Saddam’ın yere sağlam basmasıyla olabilirdi. Başka bir ihtimal yoktu. Dolayısıyla o halkın özgürlüğü, yediği bombalar, sömürgeleşmesi, bunların hepsi o anda Irak halkının yanında olanlar, endirekt olarak Saddam’ın yanında oluyorlarsa, bu Saddam’ı ve onun geçmiş politikalarını veya katliamlarını-diktatörlüğünü destekledikleri anlamına hiç gelmiyor. Aynı şekilde o savaş süresinde “Ben Saddam’ı desteklemiyorum, o pis diktatör varsın yok olsun, devrilsin, ama ben bu savaşta Amerika’yı değil, mazlum Irak halkını tutuyorum” demenin de hiçbir mantığı ve elle tutulur tarafı, takdir edersiniz ki yok.

Bu tartışmaya son noktayı koymak adına şunu vurgulayalım ki, tabii ki ne Saddam, ne Bush ne de Blair ya da Chirac, Atatürk’le kıyaslanabilirler. Kimse abesle iştigal etmesin, kimse laf üretmesin. Atatürk bin yılda bir gelen, tarihin bir komple atletiydi. Büyük devrimci, ideal devlet adamı, kültür devrimcisi, büyük komutan, halk insanı, hümanist bir zeka ve cesaret deryası... Hem de mütevazılığı ve insancıllığı ile tüm halkının gönlünü asırlar boyu fethedecek bir tarihi istisna. Türksolu’nun o başlığının ne anlama gelip gelmediğini artık lütfen kimse bu açıklamalardan sonra ağzına sakız yapmasın. Aklı başında herkes tabii ki Irak’a demokratik bir rejim gelmesini, Saddam’ın gitmesini ister. Ama bunun Amerikan sömürgeciliğine boyun eğmekle bir alakası yoktur. Ne Amerika hiçbir ülkeye tepeden inme demokrasi getirebilir, ne de zaten bunu arzular. ABD’nin demokrasiden anladığı, kendi çıkar ilişkilerine onay verecek herhangi bir çıkar şebekeler grubunu, el atabildiği her yerde göreve taşımaktır. Bunu herkes bilsin ve “Dünyaya realist bakmaktan” filan söz etmesin.

Bu davul, bu sütunda anlayana çalmaya devam ediyor.


http://www.turksolu.org/31/baykam31.htm