Erkin Yurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erkin Yurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler 


Bedri Baykam
26.05.2003/Sayı:31

19 Mayıs’a Komplolar ve “Türbanlı-Türbansız Matriksçiler” (!)
Tanrım, o ne rezil bir komplo sahnesiydi. Millet Meclisi’nde zibidinin biri kürsüye çıkmış “Efendim biz artık stadyumlardaki zoraki militarize programları izlemek istemiyoruz, bu Maoist dayatmalar bitsin artık” türünden bir jargonla Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’na saldırıyor. Olayın tamamen montaj sanayi olduğu o kadar belli ki, o kıza “Mao kim” diye sorsan, “Miyaou mu dedin?” diye ortada kedi arayacak... Ama senaryo işliyor: Bakan hemen mutlu bir gülümsemeyle “Gençliğin bu tepkisini (!) algıladığını, hoşgörüyle ona hak verdiğini ve pek yakında onun da arzusunun bu durumları aşmak olduğunu” belirtiyor. 19 Mayıs törenlerinden ruhu sıkılmış öğrencimiz mutlu, bakan mutlu, gazeteciler mutlu...

Herhalde salonda “Bir dakika, ne oluyor burada, sen kimin adına hangi hakla konuşup, 19 Mayıs’a dil uzatıyorsun, kim sana gençlik adına konuşma yetkisi veriyor, bu ne küstahlık, ne ahlaksızlık!” diye gürleyecek dersiniz değil mi? Ne gezer! Oradaki tüm bebeler anlaşılan derleme! AKP Bakanlarının, milletvekillerinin, il-ilçe başkanlarının çocukları, ya da bu konulardaki “vericiliği” ve “edilgenliği” özenle seçilmiş, onun bunun liberal-sentez çocukları! Sonuç tam bir komedi. Tam bir traji-komedi. (Öğreniyoruz ki CHP’li gençler davetlilermiş, ancak gitmemişlermiş. Doğruysa çok yanlış. Onlar da her yerde mevzileri başı boş bıraka bıraka bir hal oldular. Yoksa yine Genel Merkez’den izin mi çıkmadı? Umarım böyle birşey yoktur.)

Medyamızın yıllardır ve özellikle son zamanlarda ablukası altında olan gençliğimizin bir kısmı da, komplonun, bir parçası değil ama artık o kadar beyni yıkanmış ki malum 2. Cumhuriyetçi bombardımanından, sonuçta sıkılan palavraları büyürken 2450. kere duyduğu için, artık bu fikirleri kendisinin sanıyor. Evet, ne yazık ki, gençliğimizin bir bölümü de, kendi ders, para ya da gönül dertlerinden tuzağın farkında değiller ve türbancıları ya da “19 Mayıs reformcuları”nı (!) gerçekten “demokratik” taleplerde bulunan masum insancıklar sanıyorlar.

Erdoğan, Samsun’da konuşuyor. Atatürk’e vurgu ne kadar biliyor musunuz? Efendi, Bandırma Gemisi’nde, bir kaptan varmış, bir de komutan! Hepsi buymuş! Tabi başka nelerden, kaçar dakika söz etti, onu geçelim.

Evet, senaryo hep aynı: Bizi milli hislerimizden, vatan sevgimizden, yurttaşlık bilincimizden, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk aşkımızdan koparmak. Bundan bir türlü bıkmıyorlar. Kimi kalkıp İstiklal Marşı’nı “prozodi”si bozuk diye değiştirmek istediğini söylüyor, kimi 19 Mayıs’ta bu askeri törenleri boş verelim diyor, kimi ise böyle bir günde bile Atatürk’ü ve onun gerçek hedeflerini ağzına almamaya yemin ediyor. Böyle bir Türkiye’yi “tersinden adım adım kurarak”, (!) bölünmüşlüğü, sen-ben kavgasını yıllardır körükleyerek ülkeyi bu uçurumun eşiğine getiren tüm “Sol liderlerimizi” canı gönülden kutlarım. (Gerçi aralarından biri, artık solculuktan yorulmuş, solu merkeze, merkezi sola, eski sözler ve vaatler sandıklarını da kilere çekip, salon salomanjede eski, IMF müdürü denetiminde keyifli genel ve ev toplantıları düzenlemek istiyormuş, katılım büyük olacakmış. Bu apayrı bir dünya olduğu için, onu şimdilik köşeye koyup, başka sefere diyelim.)

Solumuzdan söz ediyoruz da... O kadar yürüyüşe, mitinge, toplantıya katılıp, o kadar flama, çıkartma ve rozetimsi eşya görüyoruz... Siz hiç kendi bayrağından bu kadar korkan, kendi bayrağının anlamını bu kadar bilmeyen, o bayrağın taşıdığı emekçi-köylü-kuvayı milliyecilerin şehit kanının sevgisiyle alay edercesine onun sembolleşmesini reddeden, başka bir ülkenin solcularını gördünüz mü? İnanın ben görmedim. Rusya’dan Küba’ya, Amerika’dan Fransa’ya, Mısır’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanını gezdim, ama görmedim. Mustafa Kemal’in bayrağını “faşistlik”, “Şövenlik”, “Irkçılık” gibi alçakça ve cahilce yorumlarla hırpalamaya çalışanların alnını karışlarım. Siz bölünmeye ve Cumhuriyet’in temel değerlerini küçümseye devam ederken, yobazlar da, bölücüler de, Sevrciler de, 2. Cumhuriyetçiler de ne yazık ki yol alıyor. Kına yakın. Zil takıp oynayın.

Beyninizi zavallı şablon düşünceler üretmek yerine, bari 1-2 gün çalıştırın, sonra uyumaya devam edin. Göreceksiniz ki AB’de o meşhur Oostlander Raporları boş yere yazılmıyor. Göreceksiniz ki, AB’nin, Sevrciler’in, yobazların, Kemalizm ve Ordu düşmanlıkları bölük pörçük ayrı parçalar değil. Bir büyük komplonun birbirini tamamlayan dalları. Yobazlar AB’yi iki hedefleri için kullanıyorlar: Birincisi, AB onları almadıklarında rotayı İran’a, Suriye’ye, Suudiler’e çevirip, “Ne yapalım gördünüz, elimizden geleni yaptık, ama bizi istemediler” diyebilecekler. Öte yandan bizim güya “AB standartlarına uyum paketimiz” (!) çerçevesinde, MGK içinde Ordu’nun gücünü azaltmak, sembolik hale getirmek veya MGK’yı toptan sistemimizden çıkarıp ortalığı toptan “AK (?) Parti”nin emin ellerine teslim etmek, bu anlayışın esas nedeni. Çünkü o zaman apartmanlarda mescitler de rahat açılabilecek, haftalık tatil günleri de Cuma’ya alınabilecek, sudan sebeplerle içki ruhsatları da iptal edilebilecek, uzun lafın kısası, ülkenin ve Atatürkçülüğün karartma operasyonu tüm hızıyla sürebilecek.

Nasıl olsa “Aman dini duyguları yıpratmayalım, biz artık merkeze geldik” diye CHP çok yüksek sesle karşı çıkamaz, basın ise, hükümetle olan çok yönlü ilişkileri (!) doğrultusunda, belirli dengelere hapis durumda! Mesela, çağdaş Türkiye’nin anlı şanlı Sabah Gazetesinde, Ahmet Hakan, AKP’li Sayın Bakanın giydiği slip mayodan dehşete (!) düşebiliyor ve bu çok olağan. Çünkü, Hürriyet Ülsever’i aldıktan sonra, onların ondan da daha tescilli bir islamcıyı hemen afişe çıkarmaları lazımdı. Ama Sabah Gazetesinde Kemalist görüşlerle ilgili kesin yasaklama (Hıncal’ın köşesi hariç) aynen sürüyor. Milliyet Gazetesi ise beni şaşırtıyor. Daha düne kadar yazarların binanın önünde Doğan Medya Grubunun yayın ilkelerini sıralarken “Atatürkçüyüz” diye basbas bağıran bu grup, 19 Mayıs kutlamalarına o alçakça tepkiyi verenleri manşete taşıdı da o haberin Atatürkçüler’de yarattığı tepkiyi görmezden geldi. Nereden mi biliyorum? Birinci elden biliyorum. Arayıp tepki veren bendim, demeç veren bendim, ama ertesi gün o gazetede sözlerimi boş gözlerle aradım. Çünkü bu sefer de 1. sayfadan Abdullah Gül’ün oğlunun demeci vardı: “Anneme (türbanlı diye) Sarslı gibi davrandılar”. İçyüzünü çok iyi bildiğiniz bu polemiğe ve acındırma politikalarına hiç girmeyip Milliyet Gazetesinin dikkatini çekmekle yetineceğim.

Bu makalenin yazıldığı saatlerde, Hürriyet Gazetesi ise, sürmanşetine, 19 Mayıs mızıkçılarının baş sözcülüğünü yapan kızı taşımış. Hanımefendi anlaşılan “maşa” grubundan değil, “saf demokratlar” grubundanmış. 

Onları AKP yönlendirmiyormuş. İnsanlar bugün artık Charlie Chaplin izlemiyormuş, Matriks izliyormuş. (Biri onlara anlatmalı ki, onlar 80 yıl sonra hala Chaplin filmlerinden söz edecekler ve 50 yıl sonra başka filmler geçici olarak moda olduğunda yine Chaplin’le kıyaslanacaklar, Matriks’le değil! Ama bunu düşünebilseler, zaten o tuzaklara düşmezler.) O gençlerimiz, Mehmet Altan neo-liberal dikta rejiminin söylemini iyi ezberlemişler. Bu gösteriler 1930’lardan kalmışmış. Kimse izlemiyormuş. (Vay vay vay. Şu meşhur “1930’larda dikilen ceket bugün bize dar geliyor” safsatası!) Vallahi ben ve ailem keyifle oturup izledik. Ayrıca bu gösterilerin dünyanın onca başka yerinde yapıldığını bildiğimiz gibi, dünyanın en görkemli sportif olayı Olimpiyatların ana sunuluşunda da yine aynı gösterilerin gelişmişi var! Ama doğduklarından beri onlara empoze edilen saçma düşüncelere göre, her toplu yürüyüş, her vatan sevgisi gösterisi, her bayrak ve Cumhuriyet aşkı, hep “Kemalist demode dayatmanın” sonucu!

İyi de, değerli üstün zekalı gençler, Fransızlar, Dünya Kupasını aldıklarında, 7’den 70’e, sağcısından solcusuna, ulusal marşlarını söyleyerek, bayraklarla Champ Elysees’yi doldurmamışlar mıydı? İtalyanı, Brezilyalısı, Arjantinlisi, İngilizi bunu hep yapmıyor mu?

Ama, ben o gençleri anlayabiliyorum... Doğduklarından beri, bombardıman altındalar, Kemalizm’i yasaklamayı demokratiklik sanan sözde neo-liberal, özde neo-faşist salaklar ordusu, her yeri kanser gibi sarmış durumda. Ve şayet bu gençler olayların iç yüzü ve gerçeklerle bir tesadüf sonucu karşılaşmazlarsa, bu batağa saplanıp gidecekler.

İşte Türksolu ve İleri dergileri, Cumhuriyet Gazetesi, bu yüzden önemli, bu yüzden artık toplumumuzda öncü bir rol üstlenmeleri hızlanacak.

Geçen akşam Hulki Cevizoğlu’nun ATV’deki programına Türksolu ve İleri’yi temsilen Güneş Ayas ve Erkin Yurdakul çıktılar. Ardından ben de telefonla katıldım. Telefon görüşmesinin içine sığdıramadığım bazı netleştirmeleri burada yapmam lazım.

Değerli dostum Cevizoğlu, öncelikle göbekçe medyanın aksine vuku bulan olaylara saçma aceleci yorumlarla katılacağına Türksolu ve ADKF’yi temsil eden gençlere söz hakkı vermeyi tercih etti. Bunun için gerçekten kendisine teşekkür borçluyuz. Bu konu elbette ki medyanın en kritik saatlerine girmeyi hak ediyor. Ama hepimiz biliyoruz ki, bu medyanın birçok önemli odağı ruhunu da, beynini de, izanını da kaybetmiş durumda. Buna karşın Cevizoğlu, Türksolu’nun “ Dayan Irak, Dayan Saddam ” kapağına takmış. Cevizoğlu diyor ki, “Evet, büyük çoğunluk o savaşa karşıydı, ama Saddam gibi bir diktatör nasıl desteklemiş?” diyor. Sevgili Cevizoğlu, bunun yanıtı çok net. O gün onca konu arasında Saddam’a dönmeye fırsatımız olmadı. Dünya ve Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğu o savaşta Irak’ı tutuyordu. Bunu siz de biliyorsunuz. Es Sahaf televizyona çıktığında herkes “Cepheden iyi haberler var mı” diye TV başına üşüşüyordu, nasıl unutulur? İşte herkes ve bizler, o emperyalist saldırıya karşı, ABD’yi tutarken doğal olarak o Irak ordusunun bir başkomutanı, bir hiyerarşisi, bir dizini, bir erlerine kadar giden emir komuta zinciri var. Çünkü orada yaşanan bir savaş, atari veya Monopoly oyunu değil. Bir ülkenin de böyle bir savaşı kazanması ancak orduların başkomuta kademesinin, yani Irak’ta Saddam’ın yere sağlam basmasıyla olabilirdi. Başka bir ihtimal yoktu. Dolayısıyla o halkın özgürlüğü, yediği bombalar, sömürgeleşmesi, bunların hepsi o anda Irak halkının yanında olanlar, endirekt olarak Saddam’ın yanında oluyorlarsa, bu Saddam’ı ve onun geçmiş politikalarını veya katliamlarını-diktatörlüğünü destekledikleri anlamına hiç gelmiyor. Aynı şekilde o savaş süresinde “Ben Saddam’ı desteklemiyorum, o pis diktatör varsın yok olsun, devrilsin, ama ben bu savaşta Amerika’yı değil, mazlum Irak halkını tutuyorum” demenin de hiçbir mantığı ve elle tutulur tarafı, takdir edersiniz ki yok.

Bu tartışmaya son noktayı koymak adına şunu vurgulayalım ki, tabii ki ne Saddam, ne Bush ne de Blair ya da Chirac, Atatürk’le kıyaslanabilirler. Kimse abesle iştigal etmesin, kimse laf üretmesin. Atatürk bin yılda bir gelen, tarihin bir komple atletiydi. Büyük devrimci, ideal devlet adamı, kültür devrimcisi, büyük komutan, halk insanı, hümanist bir zeka ve cesaret deryası... Hem de mütevazılığı ve insancıllığı ile tüm halkının gönlünü asırlar boyu fethedecek bir tarihi istisna. Türksolu’nun o başlığının ne anlama gelip gelmediğini artık lütfen kimse bu açıklamalardan sonra ağzına sakız yapmasın. Aklı başında herkes tabii ki Irak’a demokratik bir rejim gelmesini, Saddam’ın gitmesini ister. Ama bunun Amerikan sömürgeciliğine boyun eğmekle bir alakası yoktur. Ne Amerika hiçbir ülkeye tepeden inme demokrasi getirebilir, ne de zaten bunu arzular. ABD’nin demokrasiden anladığı, kendi çıkar ilişkilerine onay verecek herhangi bir çıkar şebekeler grubunu, el atabildiği her yerde göreve taşımaktır. Bunu herkes bilsin ve “Dünyaya realist bakmaktan” filan söz etmesin.

Bu davul, bu sütunda anlayana çalmaya devam ediyor.


http://www.turksolu.org/31/baykam31.htm

4 Ocak 2016 Pazartesi

3 CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ...




3 CÜ MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ...



3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç Çığlıklarıyla ilan edildi

ÖZEL NOTi AŞAGIDA OKUYACAGINIZ YAZININ YAZIM TARİHİ
12.08.2002/Sayı:10 DİR )

Erkin Yurdakul



     3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “ Tarih Yazdık ” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi.


Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.
Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.
Meşrutiyet’in temeli azınlık politikasıdır

Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak kaybı izledi

Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.
Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.
Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in Kahramanları

Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan Sezer, DSP’yi bölen Özkan ve Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “ Sivil Toplum ” ise ‘gizli’ kahramanlardır.
Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.
Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.
DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan kaldırılmasıdır

Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.
Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.
Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.
Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.
Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak
Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.
Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.
Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile olabilir.,

İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.
Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.
Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.
HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.
Yeni Tanzimat’ın azınlık sevdası
Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.
AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.
Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.
Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.
Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu Safdışı Ediyor

Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.
Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.
Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.
Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.
Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır
Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim Yaparak Vatanı Kurtarmak

Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.


..

27 Ocak 2015 Salı

3. CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ,


3. CÜ  MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ,



Erkin Yurdakul 

12.08.2002

Üçüncü Meşrutiyet’in saray entrikaları Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur:
Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.Üçüncü Meşrutiyet yasalarını ilk kutlayon Apo’nun ailesi oldu. Üçüncü Meşrutiyet, Apo’nun kurtulması için kesilen kurbanlarla kutlandı. Apo’nun ailesi çıkan yasaları alkışlıyor.


3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç çığlıklarıyla ilan edildi,


3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “tarih yazdık” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi. 

Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.

Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.

Meşrutiyet’in Temeli azınlık Politikasıdır,


Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak Kaybı izledi


Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.

Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.

Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in kahramanları ,


Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan AHMET NECDET Sezer, DSP’yi bölen HÜSAMETTİN Ö
zkan ve İSMAİL Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “sivil toplum” ise ‘gizli’ kahramanlardır.

Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.

Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.

DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan Kaldırılmasıdır


Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.

Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.

Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.

Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.

Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak

Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.

Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.

Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile Olabilir ,


İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.

Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.

Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.

HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.

Yeni Tanzimat’ın Azınlık Sevdası


Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.

AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.

Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.

Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.

Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu safdışı Ediyor ,


Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.

Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.

Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.

Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.

Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır


Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim yaparak vatanı kurtarmak


Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/10/kapak10.htm

..