Mesut Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mesut Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 Şubat bir Çankaya Darbesidir.,

28 Şubat bir Çankaya Darbesidir., 


Mehmet Bican yazdığı " 28 ŞUBAT'TA DEVRİLMEK " kitabıyla son dönemin en çok konuşulan ismi oldu. 

Yayın Tarihi : 19 Ekim 2012 Cuma (oluşturma : 11/24/2018) 

Tansu Çiller'in hem basın danışmanı hem de en güvendiği dostu Mehmet Bican yazdığı "28 ŞUBAT'TA DEVRİLMEK" kitabıyla son dönemin en çok konuşulan ismi oldu. 

Gazeteciliğe 1963 yılında Vatan gazetesinde başladı. Ankara ve İstanbul'daki çeşitli gazete ve dergilerde üstlendiği o zorlu haber muhabirliğin ardından 
mücadelesine yılmadan devam ederek TRT, Anadolu Ajansı ve RTÜK gibi devletin en saygın kurumlarında üst düzeyde görev aldı. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1982 yılında yaşanan Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgali sırasında 'Savaş Muhabiri' olarak görev yaptı. 

"28 Şubat Süreci"ni dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Tansu Çiller'in basın müşaviri olarak Başbakanlıkta yaşadı. 

Haberpolitik.net'e konuştan Mehmet Bican, 28 Şubat'ın gerçek yüzünü 2 Temmuz'da Truva Yayınları'ndan çıkacak olan "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabında belgeleriyle açıklayacak. Bican ile 28 Şubat'ın perde arkasındaki tüm gizli kalmış gerçekleri, Tansu Çiller'e yapılan şantaj ve haksızlıkları, yalnızlaştırılmaya çalışılan bir kadın liderinin verdiği mücadelesi üzerine konuştuk. Mehmet Bican; "Çiller'in Başbakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı döneminde ne o beni, Ne de ben onu bırakabildim. Onun hep yanındaydım." diyor. 
-Truva yayınevi, "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabınızı yayımladı. 28 Şubat'ta yaşananları yazdığınıza göre, o dönemde nerdeydiniz, konumunuz neydi? 

Mehmet Bican: 28 Şubat döneminde, Başbakanlık Halkla İlişkiler Başkanlığı görevindeydim. Devlet memuruydum yani... 

Ayrıca, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller'in basın danışmanlığını yapıyordum. 28 Şubat sürecinde Başbakanlık'ta bulunmam dolayısıyla kendimi, o süreçte yaşananları en yakından izleyen bir bürokrat olarak görüyorum. Çünkü o dönemi, siyasetordu-medya üçgeninde rol alan kahramanlarıyla birlikte yaşadım. Türkiye'ye kapalı kapılar ardında kurulmak istenen tezgâhlara, tuzaklara, komplolara tanık oldum. 

-Önce kahramanlardan söz edelim: O dönemim kahramanları kimlerdi? 

Mehmet Bican: Tabii ki kahramanların en başındaki Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel'di. Sonra Çiller ve Erbakan ikilisi... 
O günün siyaset sahnesindeki rollerden biri de, ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verilmişti. Sayın Çiller'le sürekli bir dalaşma içindeydi ve darbe çığırtkanlığı 
yapıyordu. Karşı cenahtaki bir başka politikacı ise, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'ti. O da hep Özer Çiller rüyasına yatıyor, yalan-yanlış bilgilerle kamuoyu yaratmaya çalışıyordu. Askeri kanadın en başkahramanı Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir'di. Öteki komutanların, Çevik Paşa'dan sonra geldiklerini düşünüyorum. Sonra medyanın anlı şanlı patronları Aydın Doğan ve Dinç Bilgin... Askerle işbirliği içinde çalışan, hatta Sabah'ın patronu Dinç Bilgin'in ifadesiyle, komutanları manşete çekeceği haberi soran gazeteciler... Kahramanlara bazı işadamlarını da katabilirsiniz. 

-Peki, "Kapalı kapılar ardında kurulmak istenen tezgâhlara, tuzaklara, komplolara tanık oldum" dediniz; neydi bu tuzaklar, tezgâhlar, komplolar? 
Mehmet Bican: DYP lideri Tansu Çiller'e yönelik, onu politikadan silmeye, yok etmeye yönelikti tümü... 

Tansu Çiller asılacak veya kafası giyotine uzatılacak veya iğneli kuyuda lime lime edilecek, ortadan kaldırılacaktı. Onu yok etmeye çalışanlar, Sayın Çiller'i 
ortadan kaldırmanın Türkiye'ye yarar yerine zarar getireceğini ne yazık ki bilememiş, sonuçlarını önceden kestirememiş ve onu anlayamamışlardı. 

-Sayın Çiller neden hedef seçilmişti, neden onu yok etmek istediler? 

Mehmet Bican: Tansu Çiller, 25 Haziran 1993 günü Başbakanlık koltuğuna oturduğunda, vizyonunu, "lâik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Atatürk sevgisinin 
nesilden nesile bir bayrak olarak aktarılması" olarak açıklamıştı. Atatürkçü, cumhuriyetçi ve lâik bir görüntü sergiliyordu. Bir bilim kadını olması, ekonomi konusundaki uzman kişiliği, çağdaş fiziki görünümü, sorunların üzerine cesaretle gitmesi onu çok özel kılıyordu. Zaman zaman sinirlenmesi, masalara-kürsülere yumruğunu indirerek, bağırıpçağırması, onun erkek tarafını sergileyen önemli özellikleriydi. Ama o bir kadındı ve Türkiye, ilk kez bir kadın başbakanla tanışıyordu. 

Bu hem Türkiye, hem de Tansu Çiller için müthiş bir şans, muhteşem bir fırsattı. Ne yazık ki Türkiye bu ayrıcalıklı durumu değerlendiremedi. Çiller'in başbakanlığının ilk günlerinde açıkladığı, "Terörün Bask modeliyle sona erdirilmesi" yolundaki görüşlerinden daha sonra çark ederek, "Bir çakıl taşımızdan bile vazgeçmem" söylemlerine dönmesi, kimi dış mihraklarla yurtiçindeki işbirlikçilerini rahatsız etti. O koltukta oturmasını içine 
sindiremeyen kimi güçlerle kişiler, onu Yüce Divan korkutmacasıyla bilinçli olarak Refah Partisi'nin kucağına ittiler; yaşadıkları hayal kırıklığını bir Tansu Çiller linçine dönüştürdüler. 

"Çiller'e Şantaj Yapıldı" 

-Çiller, sadece cumhuriyetçi ve lâik görüntüsüyle, "Bir çakıl taşından bile vazgeçmem" gibi sözleri için mi hedef seçilmişti? 

Mehmet Bican: Hayır, hayır... Gümrük Birliği uygulamaları, Türk insanına tenekeden otomobil satarak para kazananları rahatsız etti. Karşılıksız teşviklerin 
kaldırılması, devlet desteği musluklarının kesilmesi kimi patronların uykularını kaçırdı. Holdinglerinin yıkılmasından korktular. Üretmeden faiz geliriyle yan gelip yatmak hesabı içindeki büyük sermaye paniğe kapıldı. Banka sahibi olmak için yanıp tutuşan ve bu amaçla kafalarındaki isimleri iktidara taşımak isteyen kartel medyanın patronları da panikteydi. İşçi haklarını savunmak yerine, koltuklarını onlarca yıldır muhafaza eden sendika bezirgânlarıyla çiftçinin, esnafın nefesini faiz uygulamalarıyla kesmek isteyen mesleki kuruluşların yönetiminde görev alanların darbe çığırtkanlığına soyunmaları boşuna değildir. Hele kaybettikleri koltukları içine sindiremeyenlerin iktidar hesabı ise hiç bitmedi... Gerçek olmayan iddialarla karalayarak, çamura bulayarak, hakaret ederek, hiç akla gelmeyen komplolarla o koltuklara yeniden sahip olma hesabını güderek tanklarıyla, toplarıyla saldırdılar Tansu Çiller üzerine. Onu ve eşini 200 kişinin katili olarak tanıttılar. Utanarak ve üzülerek söylüyorum, gazetelerinde, 
televizyonlarında hırsız, hatta orospu tanımlamalarıyla yaftaladılar Sayın Çiller'i. Özer Çiller banka hortumcusu, uluslararası silah ve esrar kaçakçılığı 
şebekelerinin Türkiye temsilcisi oldu. Çocukları da bu kaçakçılık örgütünün elemanlarıydı. Şantaj mekanizmasını çalıştırdılar: Bir doktor muayenehanesinde gizlice çekilen yarı çıplak fotoğraflarını elden ele dolaştırdılar Tansu Hanım'ın. Evinde soyunurken, tül perde arkasından gizlice filme aldılar Sayın Çiller'i. Ayıp şeylerdi bunlar. 

-Peki Tansu Hanım'ın bu tezgâhlar karşısında tavrı ne oldu? 

Mehmet Bican: Şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Çünkü karşısında kellesini almaya gelenleri görüyordu hep. Yüce Divan'da yargılanacak, ceza alacak, 
hapse girecekti. Herkes bunu böyle söylüyordu. Gazeteler yazıyor, televizyonlar bangır bangır bağırıyordu. Yanlış kararlar vermeye başladı. Onu, âlâyı vâlâ ile 
Refah'ın kucağına ittiler önce... "Sonra da, neden Erbakan'la kol kola girdin?" diyerek dövmeye başladılar. 

Aynı Kişilerdi bunlar... 

Şaşırdı dedim ya... Çevresindeki kimi kişilerin telkiniyle neredeyse örtünecekti Tansu Hanım. Başına taktığı başörtüsüyle cami ve türbelerde ellerini havaya 
açarak ettiği dualar, onu, kendisini kurtarıcı gibi gören kadınlardan, aydın kesimden ve de Atatürkçü yakın çevresi ile askerlerden hızla uzaklaştırdı. 
Tansu Çiller, kendisine bu aklı verenlerin; başına örtü takıp türbe, cami ve kabir ziyaretlerine göndererek lâik kesimde tepki almasına yol açanların kimler 
olduğunu çok geç fark edebildi. Siyasi tabanı dururken, başka partilerin oylarına göz dikmesi; üzerine atılan çamurları temizlemek yerine, o görüşlere esir 
olurcasına onlarla ortaklık kurma çabaları Tansu Çiller'in sonunu hazırladı. 

"Bu Bir Çankaya Darbesidir" 

-Sonra ne oldu? 

Mehmet Bican: 28 Şubat yaşandı Türkiye'de... 

-Yani bir darbe mi oldu? 

Mehmet Bican: Herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Herkes darbeyi özlemle bekliyordu. "Asker darbe yapsa da..." diyen çoktu. 
Ama asker darbe yapmayacak, " Silahlı kuvvetler " bu işi "silahsız kuvvetler"e bırakacaktı. Yani Erbakan-Çiller iktidarını mezara gömüp, özledikleri bir başka iktidarı Türkiye'nin kaderi olarak alınlarımıza damgalamak isteyenler... 
Yani, silahsız kuvvetler... Yani medyanın patronları, köşelerine kurulup Türkiye'yi yönetmeye çalışan gazeteciler, televizyon yorumcuları-yöneticileri, sivil toplum kuruluşlarının bilinen yöneticileri, kimi politikacılar, bürokratlar, yargı, üniversite... Bunlar idareyi ele aldılar. 

-Komutanları kimdi? 

Mehmet Bican: Tabii ki Çankaya'nın sahibi Demirel'di. Bir yandan DYP'li milletvekillerini Köşk'e çağırarak, "Darbe geliyor, kaçın!" demeye başladı. 
Öte yandan da, Erbakan-Çiller ikilisine, "Görevi bırakın yoksa darbe kapıda!" diyordu. Herkesi korkuttu. Milletvekilleri DYP'den gruplar halinde 
istifaya başladı. Bakanlar hükümetteki görevlerinden ayrıldılar. 

-Sayın Çiller ne yaptı? 

Mehmet Bican: O, "Darbe geliyor" diyenlere, "Darbe yok!" diyordu. Olursa da, darbe yapan askerlerin üzerine gitmeye kararlıydı? "Tanksa tank!" diyordu. 
Tankın üzerine çıkacak, darbecilere meydan okuyacaktı. 

-28 Şubat'a gelirsek... 

Mehmet Bican: Tansu Hanım, 28 Şubat MGK'sındaki kararlardan hiç rahatsızlık duymadı. Bunu bana açıkladı. Kitabımda da yazdım. Uzun bir süre Erbakan'la 
uğraştı. Çünkü o rahatsızdı. Rahatsızlığı MGK kararlarından kaynaklanıyordu. Onu ikna ettiği gün, her şey tepetaklak oldu. Erbakan başbakanlık görevinden 
ayrılacak, yerine Tansu Hanım geçecekti. DYP ve RP'de herkes hazırdı buna. Ancak işte asıl darbeyi o gün yediler. Çankaya Köşkü'nün sahibi "Olmaz!" dedi, 
gitti, yeni Hükümeti kurma görevini önce DYP'den olaylı şekilde ayrılan partisiz Yalım Erez'e, o da olmayınca TBMM'deki üçüncü partinin sahibi olan Mesut Yılmaz'a verdi. İşte, Tansu Çiller'in "Bu Bir Çankaya darbesidir" dediği, 28 Şubat darbesi budur. Silahlı kuvvetler sadece izlemiş, Başkomutan Demirel görevini yerine getirmiştir. İşte 28 Şubat'ta Tansu Çiller olmak böyle bir şeydi... 

-Lâkin dönemin genelkurmay başkanı, "Darbe Köşk'ün kapısından dönmüştür" diye bir söylemi olmuştu... 

Mehmet Bican: Sadece o değil, Cindoruk da aynı şeyi söylemiştir. Ama bir gerçek var: Darbe yoktur. 

Bir iktidarı komployla koltuğundan etme operasyonu vardır. Bu darbeyse, Tansu Çiller'in dediği gibi 

"Bu bir Çankaya darbesi"dir. 

-Bugüne gelirsek? 

Mehmet Bican: Görüyorsunuz, bugün "darbeci" diye başkaları yargılanıyor. Ne diyelim? Bu da demokrasimizin ve yargımızın gerçek yüzünü gösteren olgulardan sadece biri... 
-Görüyorum ki, Tansu Çiller'i çok yakından tanıyorsunuz. Değerlendirmelerinizden bunu anlıyorum. Mehmet Bican: Eee yani, Çiller'in Başbakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı döneminde ne o beni, ne de ben onu bıraktım. Onun hep yanındaydım. 

-Konuşmamız biterken, o görevde başınızdan geçen bir öyküyü bizimle paylaşır mısınız? 

Mehmet Bican: Tabii ki... Moskova'da yaşanan bir olay geldi aklıma. Renkli ve ilginç bir olay... Tansu Hanım Dışişleri Bakanı. Rusya'yla sorunlarımız var. 
Birkaç günlüğüne Moskova'ya uçuyoruz. Resmi görüşmeler, açıklamalar, yemekler felan derken bu gece, Tansu Hanım'la eşini uyuttuktan sonra 
Akın İstanbullu, Resul Kalkan ve Namık Tan'la birlikte Metropol'den karlı Moskova gecelerine kaçıyoruz... 

Akın Bey, Sayın Çiller'in Başbakanlık'taki, Namık Tan da Dışişleri Bakanlığı'ndaki özel kalem müdürleri. Namık Tan şu anda, Türkiye'nin ABD'dek büyükelçisi 
olarak Washington'da görevli. Resul Kalkan Koruma Müdürü... 
Namık Tan, Moskova'yı avucunun içi gibi biliyor. Çünkü Dışişleri'nde ilk yurt dışı görev yeri olarak Moskova'ya gönderiliyor. Moskova'da, bir çevresi oluşuyor 
Tan'ın. O gece, bize, "Büyükelçilikten bir otomobil ayarladım, yemekten sonra biraz dolaşalım Moskova'yı" teklifini getiriyor. Hepimiz seviniyoruz. Namık Tan, 
Resul Bey ve Akın Bey'le sıkışıyoruz Moskova büyükelçiliğimizin CD plâkalı küçük otomobiline... 

Namık Tan önde, şoförün yanında oturuyor. Biz de üçümüz, arka koltuktayız. Koruma Müdürü Resul Bey'in silahı yanında...

Önce bir barda vakit öldürüyoruz... İlginç hiçbir şey yok burada... Sadece, votka içip, Türkiye dedikodusu yapıyoruz. Hepimizin keyfi kaçık... 

Namık Tan, "Hadi kalkalım, başka yere gidiyoruz" deyince, otomobilimiz ara sokaklara dalıyor. 
Moskova karlar altında, yerler buz ve de lâpâ lâpâ kar yağıyor... Harika bir manzara... 
Sokağın ortasında, bir polis otomobilinin yanıp sönen kırmızı-mavi ışıkları dikkatimizi çekiyor. Bizi görünce, otomobilden sivil giyimli üç kişi inerek durmamızı işaret ediyor. Tan, Rusça biliyor ama şoförümüz iniyor Rus polislerle konuşmaya... Şoför, sivil polislerle tartışıyor, anlaşamayınca, Namık Tan'ı yanına çağırıyor. 

Ne olduğunu merak ediyoruz. Uzunca bir süre sonra Tan ve şoförümüz dönüyorlar... 

İkisi de çok sinirli. Olay şu: Polisler, dört kişilik otomobile beş kişinin bindiğini gerekçe göstererek, bizi karakola götürmek istiyorlar. 
Tan, otomobilin Türkiye Büyükelçiliği'ne ait olduğunu, içindekilerin de Rusya'ya resmi bir ziyaret yapmakta olan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı'nın 
resmi heyetinden olduklarını söylüyor. Polisler dinlemiyorlar Tan'ı... Dertleri şu: Ya şu kadar doları hemen şimdi bize teslim edersiniz ya da sizi karakola 
götürürüz... Resul Bey'in yanında silahı var... Namık Tan, onu bildiği için polislerden kurtulmak istiyor. İstedikleri rüşveti veriyor ve bizim Moskova 
geceleri hayalimiz suya düşmüş bir vaziyette otele dönüyoruz. 

-Teşekkürler Sayın Bican... Sizi fazla yormayalım, sonrasını "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabınızdan izleyelim. 

Mehmet Bican: Tabii ki kitapta bu olaylar geniş şekilde yer alıyor. Ona bakmak gerekir. 

Bican: 28 Şubat bir Çankaya darbesidir
Bican: 
On5yirmi5.com 
haberpolitik.net 
Bu dökümanı orjinal adreste göster 

https://docplayer.biz.tr/48432424-Bican-28-subat-bir-cankaya-darbesidir.html



****

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 2

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 2



2002 yılında Alman vakıflarına yönelik casusluk iddiaları üzerine açılan davanın iddianamesinde, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang 
Sachsenröder, Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve Börte Sagaster, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, FİAN temsilcisi Birsel Lemke, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar, eski Bergama Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay, Lemke ve Konyar'la bağlantılı 
çalıştığı bildirilen Özcan Durmaz hakkında, TCK'nın "devletin emniyetine karşı gizli anlaşma" başlığını taşıyan 171. maddesine göre 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis istenmiş ve sonrasında sanıklar beraat etmiştir. Görüldüğü gibi Alman devletinin desteğini arkasına alan Yücel Sayman, casusluk suçlamasından beraat etmiştir. 4 Mart 2003’de yapılan son duruşma neticesinde Ankara 1 No’lu DGM, Alman vakıfları soruşturması kapsamında haklarında dava açılan onbeş kişinin hepsinin beraatine karar verildi. 
Dış İşleri Bakanlığımızdan aynı gün yapılan açıklamada, “Türk adaletinin tarafsız ve objektif karakterini vurgulayan bu karar, Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğuna öteden beri inandığımız Alman vakıflarının bu niteliklerini de doğrulamaktadır. Alman vakıfları aleyhine açılan davanın tüm sanıklarının beraat kararıyla, ükelerimiz arasındaki köklü dostluğun ve yakın ilişkilerin bu süreçten daha da güçlenerek çıkmış oldukları değerlendirilmektedir.” denildi. (43) 

Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere mesele örtbast edilmiş oldu ve üstü kapandı. Oysa ahir ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Hablemitoğlu Almanlar ifade verdikten 7 ay sonra Aralık 2002'de öldürülmüştü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaşmış ancak bir süre sonra bundan vazgeçilmişti. 

Hablemitoğlu suikastını Gülen grubu üzerine yıkma çabası ise Alman istihbaratının maharetiydi. Veli Küçük’e Ergenekon veya Kılıç’tan emir geldi, verildi, o da talimatı HSYK'nın kınama cezası verdiği Nuh Mete Yüksel’e verdi. DGM Cumhuriyet Savcılığı görevinden alınarak Ankara Cumhuriyet Savcılığına atanmıştı. DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, görüntülerin montaj değil gerçek olduğuna karar verdiği günlerdi. Kurul'un kınama cezası verdiği Yüksel, DGM Savcılığı'ndan ayrıldı. Türkiye'nin en tartışmalı davalarının savcısı olarak bilinen Yüksel, hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kasetin montaj olduğunu ve 
kendisine komplo düzenlendiğini söyledi.Yüksel, son olarak Fetullah Gülen ve Alman Vakıfları ile ilgili dosyalar hazırlamış davaların açılmasına önayak olmuştu. İlginç durum ise şantaj kasedinin Çağdaş Eğitim Vakfı ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer'in başkanlığı yaptığı vakıfta bulunması idi. Yeni Şafak gazetesi ise, savcıyı çiçek suladığı (!) evden çıkarken görüntülemiş  ti. ÇEV ve Ergenekon, Alman istihbaratıyla koordineli çalışıyordu. 

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama'da siyanürlü altına muhalefet eden köylülerin temsilcileri mahkemede 'beraat etti'. 'Türkiye'nin bütünlüğü aleyhine legal casusluk faaliyeti yürütmekle' suçlanan sanıklar için DGM'den oybirliğiyle beraat kararı çıktı. 

Dava eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından, öldürülen Dr. Necip  Hablemitoğlu'nun 'Alman Vakıfları Bergama Dosyası' kitabına dayanarak açılmıştı. Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Türk Dışişleri Bakanlığı birer açıklama yaparak beraatten duydukları memnuniyeti dile getirdi. Bu dava açıldığı günlerde Almanlar da ülkelerindeki Türk vakıflarına baskın düzenleyerek 300 kişiyi gözaltına almıştı. 

Bu konuyu ülkemizde pek az yazar ve gazeetci yazma cesaretini gösterdi. Bunlardan en medyatiği olan Alman Narkotik İstihbaratı'nda görev yapmış Talip Doğan Karlıbel, Alman faşistlerle Türk Ergenekon'u arasındaki ilişkiyi deşifre etmişti. Karlıbel Alman faşistlerle Ergenekon çetesinin bağlantısını ortaya koyan sansasyonel açıklamalar yaptı. Birde kitap yazan 
Talip Doğan Karlıbel, bu ilişkinin temelini ideolojik birliktelik olarak ortaya koyuyordu. 

VELİ KÜÇÜK VE ALMAN FAŞİSTLERİ 

Karlıbel, Alman faşistlerin, Türkiye'nin AB sürecini bloke etmek için Ergenekoncularla birlikte hareket ettiğini, Ergenekoncuların da kendi çıkarları çerçevesinde bir devlet yapılanması kurmak için Almanya'daki faşistlerden destek almak istediğini söylüyordu. Karlıbel'in verdiği çok önemli ve şaşırtıcı bilgi ise; Alman ve Avusturya Özel Harp Dairesi'nde uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'le, Veli Küçük'ün özel günlerde bir araya geldiklerini söylemesiydi. Bununla ilgili birçok belgenin Alman Güvenlik birimlerinde bulunduğunu belirten Karlıbel, şunları söylüyordu; "Birçok buluşmaları olmuş. Bununla ilgili bir sürü belge var. 

Gerhard Frey'in başında bulunduğu, Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi'nin geleneksel çadır günleri yapılır. Bu çadır gününe dünyadaki faşist liderler gelir. 

Buraya Türkiye'den Veli Küçük katılıyor." (44) 

İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları: 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe bilen, Türkiye’nin etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. 
Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır. Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir 
fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar. 

Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum”. 

Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve 
sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır. Önceleri, 
Almanya’da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak… 

K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ 

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir. Eski ANAP’lı bakanlardan Bülent Akarcalı en önemli destekçileri… 

Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. 
Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yol açmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… 

Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir”. 

Kongreya hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde Alman derin devletinin ilgisi de büyüktü. BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmişti. 
Alman iç istihbarat örgütü olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemişti: 

“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. 
Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümet ten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin 
çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” . 

Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: 
“Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimler  in Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir.” 

Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. 

Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmekte dir. 
TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik ilgileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu ’nun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere bağlı kalmakta ne kadar duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır. 

KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermekte bu konuda çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Zaten kitabın ilk bölümünde Gezi olaylarına Alman devletinin ilgisi yeterince açıklanmıştı. Bir gençlik hareketi olarak algılatılmak istenen bu olaylara Alman hükümeti Merkel düzeyinde, Alman medyası ve Alman derin devleti büyük ilgi göstermiş ve desteklemişti. 

Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar Türk istihbarat kurumlarının anlaşılamayan hoşgörüsü altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22). KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir. 

 Hablemitoğlu’nun yazdığı bu raporu oldukca paranoyak bulabilirsiniz. Mehmet Eymür’ün savunduğu gibi daha çok MİT mensubu bir istihbaratçının kaleminden çıkmış gibi duruyor. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 2


2001’DE BATIRILAN BANKALAR SON SAHİPLERİNE DEVREDİLİRKEN KİM HANGİ GÖREVİ İCRA EDİYORDU? 

BANKA -    SAHİBİ -   YIL - BAŞBAKAN -   CUMHURBAŞKANI 

Kentbank   M.Süzer   1992    Süleyman Demirel      Turgut Özal 
Bank Kapital Ceylanlar   1995    T.Çiller    Süleyman Demirel 
EGS Yat.Bank. EGS Holding 1995  Tansu Çiller    Süleyman Demirel 
Sümerbank H.Garipoğlu   1995 Tansu Çiller  Süleyman Demirel 
İnterbank C.Çağlar   1996    Tansu Çiller   Süleyman Demirel 
Yurtbank A.Balkaner 1996   Necmettin Erbakan    Süleyman Demirel 
Ulusal Bank H.Cıngıllıoğlu  1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
EGS Bank EGS Holding  1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
Sitebank Y.Sürmeli 1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
BankEkspres K.Yiğit 1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
Bayındırbank K.Çörtük 1997  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Atlas Yatırım M.Süzer 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
OkanYatırım Okan Grubu 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Egebank M.Demirel 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Etibank Çağlar-Bilgin 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Türkbank K.Yiğit 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 

YEŞİL SERMAYE KARARTILIYOR 

Bu gün geriye dönüp bakıldığında 28 Şubat’ın görünürdeki madurlarının belli olduğu görülüyor. Ya bilinmeyen madurları? Artık bir çok ekonomist o dönemde ülke ekonomisine yeni yeni ağırlığını koymaya başlayan dindarların kurduğu büyük şirketlerin yani o dönemdeki ismiyle ‘yeşil sermaye’nin o dönemin en önemli madurları olarak gösteriyor. Sonuçta adına "yeşil'' denilerek hedef alınan Anadolu sermayesi oldu, sermayenin el değiştirmesi, ordu vesayetinde sağlan maya çalışıldı. Batan bankaların birçoğunun yönetim kurullarında görev yapan emekli paşalar gerekli mesajı verirken, bankacı komutanlar dokunulmazlık zırhı ile davalardan muaf tutulmuşlardı. Şimdi bilinen sebeplerle asker bankacı kullanan dönemin ünlü şahıslarına yakından bir göz atalım. 
İlk önce Hayyam Garipoğlu ve bankasını ele alalım. Sümerbank'ı 1995 yılında özelleştirme ihalesi ile satın alan Hayyam Garipoğlu, 1999'a kadar çeşitli işlere dalmış, ismi, Malki cinayeti ve Türkbank skandalına karışmıştı.1999 yılında, içi boşaltılan Sümerbank'a el konmak zorunda kalınırken, devletin sırtına 450 milyon dolar zarar bırakıldı. Garipoğlu'nun Bankasında, 1990-93 yılları 
arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Muhittin Fisunoğlu Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapıyordu. Dönemin bir diğer çok ünlü figürü olan Cavit Çağlar, 1992 yılında milletvekili ve bakan olmuş, İnterbank ve Etibank'ı satın almıştı. Meşhur MİT müsteşarı ve Jandarma komutanı Teoman Koman, İnterbank yönetim kurulu üyesiydi. Dinç Bilgin'in Etibank'ında ise, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Vural Beyazıt yönetim 
kurulu üyesi olarak bulunmuştu. 

Şimdi de Demirel ailesinin küçük ferdi olan Murat Demirel’e ve ekonomiye bıraktığı izlere göz atalım. Murat Demirel'e ait olan Egebank'ın önü, 28 Şubat sürecinde iyice açıldı. Egebank'a, içi boşaltıldığı gerekçesiyle 22 Aralık 1999'da el konuldu. Bankaya el konmadan bir gece önce Egebank'ta bir toplantı yapıldığı, toplantının ardından bankadan koliler çıkarıldığı güvenlik kameralarına yansıdı. Peki, bankaya el konulacağını kim haber vermişti acaba? İşadamı Kamuran Çörtük, 1997 yılında sonunda Bayındırbank'ı satın aldı. Temmuz 2001'de banka TMSF' YE devredilirken, Çörtük'e, Bankayı 115 milyon dolar zarara uğratmaktan dava açıldı. İmar Bankası,1994 yılında Uzanlara geçti. Bankaya Temmuz 2003 tarihinde TMSF tarafından el kondu. 

Fakat artık çok geçti. 28 Şubat sürecinde(1997-2002 yılları arası) bankanın içinin boşaltıldığı anlaşıldı. Bankanın batışının ülke ekonomisine 9 Milyar dolar zarar oluşturduğu hesaplandı. Peki bankaların içi nasıl bu kadar kolay boşaltılabiliyor du ve buna neden engel olunamıyordu? Her şeyden once buna ilk sesini çıkaracak olan medyanın durumu ortadaydı. 

Etibank sahibi, eski medya patronu Dinç Bilgin, 28 Şubat sürecinde medyasının nasıl batırıldığını şöyle anlatıyor: "Mesut Yılmaz iki medya grubu arasında bir tercih yaparak Hürriyet'i seçmişti. Biz de mecburen Çiller'i desteklemek zorunda kaldık. Türkiye hızla bozulma sürecine girdi. Gazetecilerle devlet adamlarının ilişkileri olmaması gereken bir düzeye ulaştı. Ayıp şeyler oldu. İşadamları devletten ihaleler almaya başladılar. Öyle bir Türkiye ki mesela elektrik dağıtımı özelleştirilecek, bu medya grupları arasında paylaşıldı. GSM ihaleleri, santral ihaleleri hep bu şekilde paylaştırıldı. Medya medyalıktan çıktı''Dinç Bilgin, bu sözleri ile Doğan grubunu işaret ediyordu. 

Ülkeyi 28 şubat koşullarından devralan AKP kurmayları ise ekonomiye o dönemde yapılan olağanüstü müdahalelerin farkındaydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (MÜSİAD) 28 Nisan 2012’de yaptığı 21. Olağan Genel Kurul Toplantısı'nda bu hortumlama skandalı ile ilgili şöyle konuşmuştu: "28 Şubat aynı zamanda başarılı iş adamlarına karşı yapılmış bir müdahaledir. İş adamlarının kolunun kanadını kırmak için yapılmış bir müdahaledir. Müdahalelerin ekonomik gerekçeleri ve sonuçları en az siyasi, sosyal sonuçlar kadar önemlidir. Bugüne kadar, müdahalelerden, kimler, hangi 
rantı sağlamıştır? Müdahaleler, kimlerin ekmeğine yağ sürmüştür? Müdahaleler, kimlerin önünü kesmiş, kimlerin ocağını söndürmüş, kimlerin kepengini kapatmış, kimleri de palazlandırmıştır? Bütün bunların artık Türkiye'de sorgulanması gerekiyor'' dedi. 

Başbakan Erdoğan yeşik sermaye olarak adlandırılan muhafazakar işadamlarının oluşturduğu kesime yönelik operasyonların farkında olduğunu şu cümlelerle ifade ediyordu: "1997 yılında 2 bin 825, 2002'de bin 855'ti MÜSİAD'ın üye sayısı. Ben MÜSİAD üyesi olursam yandım. Mağdurları görmek isteyenler 28 Şubat sürecine baksınlar. Ne dediler 'yeşil sermaye' bu şekilde etiketlediler. Şirketleri kamu ihalelerine, özelleştirme ihalelerine almadılar. 

Kredi kullanmalarını engellediler. Teşvikler keyfi bir şekilde iptal edildi. Şirketler  firmalar ürünleri özellikle kara listeye aldılar. Belli yerlerde satılması yasaklandı ürünlerin. Anadolu'da bunlar yaşanırken İstanbul'da büyük firmaların yönetiminde ekonominin 'e'sini bilmeyen enteresan vatandaşlar görev başında’’ 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat'ın hemen ertesinde gelen ekonomik krizlerin bir gecede Türkiye'yi yoksullaştırdığını hatırlatarak, ''Gecelik faizin bin 500'e çıktığı dönemi, 8 bine çıktığı anı hatırlayın. Buralara çıktı. Acaba kimler burada vurgunu vurdu? İşte o vurgunu vuranların aslında hesaba çekilmesi lazım. Suç duyurusu yapıyorum burada'' dedi. 

Siyasette, hukukta, ekonomide, dış politikada, ''jakobenlerin, seçkinlerin, elitlerin'' egemenliğinin artık sona erdiğini söyleyen Erdoğan, bugün artık egemenliğin ''belli zümrelerin, baronların, Galata bankerlerinin, komitacıların, çetelerin, mafyanın, cuntanın'' değil, kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu vurguladı. Erdoğan, Türkiye'de hangi müdahale dönemine bakılırsa bakılsın en büyük darbeyi ekonominin aldığının görüldüğüne dikkati çekti. 

ALMAN BANKALARI PARKTA OYUN OYNUYOR 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekonomik vurgun üzerine üstüste yaptığı açıklamaların hep aynı isimleri ve güç odaklarını hedef alması başbakanın bu açıklamaları sağlam bilgi ve belgelere dayandırdığını gösteriyordu. Dahası başbakan Erdoğan’ın ekonomik vurgunlar hakkında suç duyurusu yapması Erdoğan’ın hedef gösterdiği kişileri paniğe sevk ediyordu. 

Diğer yandan ülkede meydana gelen siyasi istikrarsızlıkları fırsata çevirmek konusunda eski alışkanlıklar devam ediyordu. Örneğin 28 Şubat sürecinin tetiklediği 2001 krizinde başrol oynayan Alman Deutsche Bank, Gezi eylemlerini fırsata çevirerek bir kez daha ön plana çıktı. Banka, aracı kurumu Deutsche Yabancı aracılığıyla, 7 Haziran'da borsanın en çok işlem gören 8 şirketinin hisselerini Citi Bank'tan aldı. Şüpheli takasta kar 187 milyon TL'yi geçti. 

Gezi Parkı olaylarının en yoğun şekilde yaşandığı günlere denk gelen 7 Haziran 2013 günü Borsa İstanbul'un en çok işlem gören hisse senetlerinde, yabancı aracı kurumlar üzerinden gerçekleştirilen alım satımlar gerçekten de dikkat çekiciydi. Garanti bankası, İş Bankası, Turkcell ve Yapı Kredi’ye ait olup borsada en çok alınıp satılan hisse senetlerinden 5.8 milyar TL değerinde hisse senedinin 7 Haziran Cuma günü ABD'li aracı kurum Citibank Yabancı ile Alman aracı kurum Deutsche Bank Yabancı arasında bir günde el değiştirmesiyle 187 milyon 
TL kâr elde edildiği ortaya çıktı. Söz konusu alım satımların, Başbakan Erdoğan'ın 6 Haziran Perşembe günü Fas seyahati dönüşünde İstanbul Atatürk hava Limanında yaptığı konuşmanın ertesi gününe denk gelmesi ise dikkat çekiciydi. Zira, Erdoğan konuşmasında Gezi Parkı eylemlerine şiddetle karşı çıkarak borsada spekülasyon yapıldığına vurgu yapmıştı. 

Havaalanında onbinlerce vatandaş tarafından karşılanan Erdoğan konuşmasında faiz lobisine adeta savaş açarak, 'Şimdi altını çiziyorum, faiz lobisine rağmen buralara geldik. Ve bu faiz lobisi şu anda borsada spekülasyonlara girmek suretiyle bizi tehdit edeceğini zannediyor. Şunu bir kere çok iyi bilmeleri lazım. Bu milletin alın terini biz onlara yedirtmeyeceğiz. Bir bankanın genel müdürü çıkıp da bu vandalizmi organize edenlerin yanında olduğunu söylüyorsa bunlar karşısında bizi bulacaktır.' demişti. Erdoğan'ın konuşma yaptığı gün, yüzde 4,5 kayıpla 79 bin 636 seviyesinden 75 bin 895 seviyesine düşen Borsa İstanbul 100 endeksi, ertesi gün, yani büyük miktarda hisselerin iki yabancı aracı kurum arasında el değiştirdiği gün yüzde 3,2 yükselerek 78 bin 332 puandan kapandı. Aynı gün Garanti bankası hisse fiyatı 8,52 seviyesinden 8,80'e yükseldi. Toplamda 34 milyar TL piyasa değerine sahip olan Garanti bankasının halka açık kısımda işlem gören hisse senetlerinin yüzde 52,57'si Citibank Yabancı takasında, yüzde 21,16'sı ise Deutsche Bank Yabancı takasında bulunurken iken Cuma günü sonunda bu oranlarda çarpıcı bir değişim meydana geldi. Citibank Yabancı'nın payı yüzde 52,57'den yüzde 44,80'e gerilerken, Deutsche Bank Yabancı'nın payı yüzde 21,16'dan yüzde 29,01'e yükseldi. 

 Cuma işlem günü sonunda Garanti bankasının 195 milyon adet hissesinin Citibank Yabancı takasından çıkıp Deutsche Bank yabancı takasına girdiği görüldü. Bu rakamın ne anlama geldiğini anlatmak için aynı gün diğer aracı kurumların yaptığı Garanti bankası işlemlerine bakılmalı. Aynı gün 22 aracı kurum arasında el değiştiren Garanti bankası hisse senetlerinin toplam miktarı 5.2 milyon adet iken sadece bu iki yabancı aracı kurum arasında el değiştiren 
hisse senedi miktarının 22 aracı kurumun yaptığı işlemden tam 37 kat daha fazla (195 milyon adet) olması ilgi çekiciydi. Cuma sabahı 8,52 seviyesinde olan Garanti bankası hisse fiyatının gün sonunda 8,80 seviyesine çıkarken 195 milyon adet hissenin değeri de bir milyar 661 milyon TL'den bir milyar 716 milyon TL'ye yükseldi. Deutsche Bank takasına geçen hisselerin sahipleri bu işlem sonucunda günü 55 milyon TL kar ile kapattı. 8 hissedeki değişim sonucu 187 milyon lira kâr oluştu. 

Deutsche Bank'ın 2001 ve 2008 da da buna benzer borsa hareketleriyle çok büyük miktarlarda kar etmişti. Alman Deutsche Bank’ın bu şekilde elde ettiği astronomik ve Türkiye’deki siyasi ve toplumsal çalkantılara paralel gerçekleşen kazançları ilk olarak Yeni Şafak Gazetesi’nin 2008'de yaptığı haberle ortaya çıkmıştı. Deutsche Bank Ekim 2008'de 

Türkiye'nin 90 milyar dolara ihtiyaç duyabileceğini açıklamış, ancak Yeni Şafak'ın haberleri sayesinde ekonomi çevreleri bu açıklamayı dikkate bile almamıştı. Sonraki süreçte Türkiye'nin böyle bir kaynağa ihtiyacı olmadığı ortaya çıkmıştı. 2008'deki haberlerde Deutsche Bank'ın gerçek yüzü de ortaya çıkarılmıştı. Haberde, '1994 ve 2001 krizlerinde Türkiye'deki krizi tetiklemekle suçlanan Deutsche Bank, 2001 yılının Ağustos ayında 'Türkiye'de önümüzdeki 3 ay iç borçların ödenmesinde zorluklar yaşanacak ve hatta borçlar yeniden yapılandırılacak. Bu moratoryum veya konsolidasyon anlamına geliyor' tespitinde bulunmuş ve bunun ardından dövize hücum yaşanmıştı. 

Gezi parkı eylemleri sırasında benzer olayların olduğu artık gittikçe daha da netleşiyor. Citi Bank Yabancı'nın 5.8 milyar TL değerindeki satışlarının tamamına yakınının sadece Deutsche Bank Yabancı tarafından satın alındığı 7 Haziran günündeki alım-satımlar sadece Garanti Bankası hisseleri ile sınırlı kalmadı. Aynı gün, iki kurum arasında gerçekleşen büyük el değiştirme operasyonu, işlem derinlikleri itibariyle Borsa İstanbul'un öncü şirketleri arasında yeralan İş Bankası, Akbank, Sabancı Holding, Turkcell, Yapı Kredi Bankası, Halk Bank, Vakıf Bank ve Türk Hava Yolları'nın halka açık kısımındaki hisselerinde de yaşandı. Borsada alım satım yapan onlarca aracı kurumun kendi aralarında gerçekleştirdiği alım-satım operasyonlarının onlarca kat fazlasının sadece iki aracı kurum arasında yapılması, bu işlemlerin spekülasyon olup olmadığının sorgulanmasına yol açtı. İki yabancı aracı kurum takasında, bir gün içerisinde 8 hissede gerçekleşen 5.8 milyar lira değerindeki el değiştirme işlemlerinin spekülasyon ya da manipülasyon kapsamında olup olmadığına, yapılacak 
araştırmalar neticesinde Sermaye Piyasası Kurumu (SPK) karar verecek. 

Peki tüm bu olanlardan Başbakan Erdoğan habersiz mi? Yukarıda da değinildiği üzere Erdoğan her ne kadar spontane konuşmasıyla sivri dilli olmakla suçlansa da Gezi Parkı olaylarında tamamen doğrulanmış bilgilere dayanarak hareket ediyor. Aşağıda MİT tarafından hazırlanaran Erdoğan’a sunulan bir rapor yer alıyor. Raporun en ilginç tarafı Gezi parkı olaylarının göründüğünün aksine bir darbe teşebbüsü olarak kendini göstermesi ve bu bağlamda bazı isimlere dikkat çekmesi. Erdoğan’da zaten bütün açıklamalarını bu paradigma üzerinden yaparak olayları bu şekilde analiz ettiğini gösteriyordu. 

MİT’in hazırladığı raporda, Erdoğan’ın sürekli sözünü ettiği “uluslararası komplo”nun ipuçları olarak şu görüşler savunuluyordu: 

1. Erdoğan’a yönelik operasyon için aylar öncesinden istihbarat alınmıştı. 
2. “Komplo”nun uluslararası boyutunun anlaşılması bakımından CNN’in daha olaylar tırmanışa geçmeden çeşitli illerde canlı yayın araçları kiraladığı tespit edildi. 
3. Olaylar tırmanırken bir kısım yabancı sermayenin Türkiye’den çıkarak, bir ekonomik kaos yaratmak istediği belirlendi. 
4. “Turuncu Devrim” olarak tabir edilen ayaklanma biçiminin tüm unsurları kullanıldı. Bu nedenle eylemleri bir darbe olarak nitelendirmek gerekiyor. 
5. Türkiye’de benzer olaylarda her zaman başı çeken sermaye gruplarından bazıları, gerilimin tırmandırılmasında aktif rol oynadı. 
6. 28 Şubat’ta adı geçen sivil unsurların bu gerilimde de etkin bir rol oynadığı görüldü. 
7. Olayların ilk dört gününde bir algı yanılsaması yaşandı. Sonra niyet görüldü ve gereken önlemler alındı. 
8. Ankara’da ve İstanbul’da Başbakanlık binaları işgal edilmeye çalışıldı. Ankara’da Jandarma müdahale etmeseydi, isyancı unsurlar binayı ele geçirebilecekti. 
9. Olayların tırmandığı sırada koordineli olarak Türkiye’deki birçok hedefe siber saldırı düzenlendi. 

MİT’in sunduğu rapordan da anlaşıldığı üzere ortada planlı, çok kapsamlı ve her adımı detaylı olarak düşünülmüş bir ‘darbe’ projesi var. Peki böylesi bir projeyi hangi güç ya da hangi güçler yürütebilecek potansiyele sahip olabilirdi? Aşağıdaki bölümde bu soruya cevap aranacak. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

27 Ocak 2015 Salı

3. CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ,


3. CÜ  MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ,



Erkin Yurdakul 

12.08.2002

Üçüncü Meşrutiyet’in saray entrikaları Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur:
Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.Üçüncü Meşrutiyet yasalarını ilk kutlayon Apo’nun ailesi oldu. Üçüncü Meşrutiyet, Apo’nun kurtulması için kesilen kurbanlarla kutlandı. Apo’nun ailesi çıkan yasaları alkışlıyor.


3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç çığlıklarıyla ilan edildi,


3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “tarih yazdık” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi. 

Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.

Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.

Meşrutiyet’in Temeli azınlık Politikasıdır,


Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak Kaybı izledi


Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.

Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.

Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in kahramanları ,


Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan AHMET NECDET Sezer, DSP’yi bölen HÜSAMETTİN Ö
zkan ve İSMAİL Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “sivil toplum” ise ‘gizli’ kahramanlardır.

Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.

Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.

DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan Kaldırılmasıdır


Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.

Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.

Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.

Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.

Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak

Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.

Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.

Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile Olabilir ,


İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.

Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.

Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.

HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.

Yeni Tanzimat’ın Azınlık Sevdası


Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.

AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.

Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.

Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.

Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu safdışı Ediyor ,


Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.

Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.

Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.

Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.

Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır


Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim yaparak vatanı kurtarmak


Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/10/kapak10.htm

..