NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2019 Perşembe

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 4

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 4



1964-1980 Dönemi İlişkiler 

1960 Anayasasının marjinal ve radikal gruplara seslerini duyurma ve kamuoyunu etkileme fırsatı vermesi, ilginç bir şekilde Türk dış politikasıyla 
birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin de ilk defa ciddî şekilde eleştirilmesi sonucunu doğurdu. Başlangıç olarak Jüpiter füzelerinin Türkiye'den çekilmesi, Türkiye'nin Batı gözündeki stratejik önemini azaltacağı ve Türk savunmasında bir güvenlik boşluğu doğuracağı gerekçesiyle eleştirildi. 1963 yılındaki Meclis görüşmeleri sırasında Amerikan askerî yardımının yetersizliği de eleştiri konusu yapıldı. 
Türkiye'de yaygın bir şekilde Amerikan karşıtlığının ortaya çıkmasına neden olan en önemli gelişme ise Aralık 1963'te Kıbrıs’ta başlayan çatışmalara ABD'nin yeterli tepki göstermemesi ve Türk hükümetinin adaya müdahale girişimlerini engellemesiydi. Başkan Johnson'ın Haziran 1964'te Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektupta, Sovyetler Birliği'nin Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye'ye saldırması durumunda NATO'nun yardıma gelmeyebileceği tehdidinde bulunduğu ve Türkiye’nin Kıbrıs'ta ABD'den aldıkları silahları kullanamayacağını belirttiği 
bir ortamda, Türk kamuoyunda şiddet içeren protesto gösterileriyle birlikte yaygın bir Amerikan aleyhtarlığı ortaya çıkarken, Başbakan İnönü bile Türkiye'nin Batı blokundan ayrılabileceğini ima etmek durumunda kaldı. Ancak ABD ve Türkiye arasında resmî düzeydeki gerginliğin kopacak noktaya getirilmesine izin verilmedi. Amerikan liderleri Türk halkı arasında ABD'nin hoş olmayan imajını değiştirebilmek için Türkiye'ye karşı güvenlik sorumluluklarını yineleyip, ekonomik ve askerî yardıma devam taahhüdünde bulunurlarken, Türk yöneticiler de kesinlikle geleneksel dış politikalarından sapma ve Batı blokunu ter-ketme niyetinde olmadıklarını ilân ettiler. 

1965 yılının sonunda Adalet Partisi iktidara geldikten sonra solcu gruplar ABD'ye ve Türkiye'nin bu devletle ve NATO'yla olan ittifakına karşı yoğun bir eleştiri kampanyası başlattığında gazete yazarları ve akademisyenler de Türk-Amerikan ilişkilerinin bütün yönlerini ve özellikle askerî temasları mercek altına adılar. Kamuoyu baskısı altında kalan ve ABD'nin tavırlarından hoşnut olmayan Türk hükümeti de yeni şartlarda Amerikan etkisi altında olmadığını göstermek için şu faaliyetlerde bulundu: 
Çok Taraflı Kuvvet'ten (MLF'den) çekilme, Türk  topraklarından gerçekleştirilen U-2 uçuşlarını yasaklama, Amerikan personeline uygulanan görev belgesi uygulamasında değişiklik yapma, İncirlik üssünün NATO dışı amaçlar için kullanılmasına izin vermeme, ABD'yle imzalanan bütün ikili anlaşmaları yeniden değerlendirme ve bu anlaşmaları düzene koyan yeni bir genel anlaşma imzalama. Türk liderler aynı zamanda yoğun resmî ziyaretlerde bulunarak ve ekonomik anlaşmalar imzalayarak Doğu bloku devletleriyle ilişkileri geliştirmeye ve Birleşmiş Milletler'de dâvalarına destek vererek Üçüncü Dünya'nın ve 
Arap devletlerinin desteğini kazanmaya çalıştılar. Amerikalıların Türklerin yeni davranışlarından memnun olmaması doğaldı, ancak NATO'ya karşı taahhütlerine sadık kaldıkları ve toprakları üzerindeki üslerin kullanılmasına müsaade ettikleri müddetçe tepki göstererek iyice Türklerin düşmanlığını çekmelerine de gerek yoktu. Kasım 1967’deki Kıbrıs krizi sırasında ABD'nin genel olarak Türkiye'nin durumunu destekleyen bir tutum takınmasıyla da iki ülke arasındaki resmî ilişkilerin 1969 yılına kadar çok fazla pürüz yaşanmadan sürdürülmesi 
sağlanmış olacaktı. 

1969 yılından itibaren Amerikalıların gençlerini zehirleyen eroinin büyük oranda Türk afyonundan kaynaklandığını iddia ederek Türk yöneticiler üzerinde haşhaş ekimini yasaklamaları için ağır baskılar uygulamaları ilişkilerin dibe vuracağı bir dönemin başlatıcısıydı. Türk hükümeti haşhaş üretimi konusunda bazı kısıtlamalar gerçekleştirdi, ancak parlamentodaki çoğunluğunu kaybedeceğinden korktuğu için haşhaş ekimini tamamen yasaklama yoluna gidemedi. Bu arada Meclis'te temsil edilme imkanını kaybeden solcu grupların Amerikan görevlilerine karşı terörist faaliyetlere girişmeleri ve Türk hükümetinin Orta Doğu krizleri sırasında İncirlik üssünün herhangi bir şekilde kullanılmasına izin vermemesi Amerikalıları rahatsız eden diğer konulardı. Amerikan Kongresi üyelerinin Türkiye’nin artık ABD için öneminin kalmadığını düşünüp Türkiye’yi ekonomik olarak cezalandıracak yasa tasarıları hazırladıkları bir sırada Türkiye’de 12 Mart 1971'deki askerî muhtırayla bir ara rejim dönemine geçilmesi iki devlet arası ilişkilerin bozulmasını bir süre dondurdu. Sıkıyönetim uygulamasıyla radikal 
gruplara darbe vurularak Amerikan karşıtı eleştirilere ve terörist faaliyetlere son verilmesi ve haşhaş ekiminin yasaklanması Amerikalıları memnun edecek gelişmelerdi. Fakat 1973 yılında normal demokrasiye dönüldükten sonra Ecevit hükümeti Amerikalıların protestolarına rağmen haşhaş ekimine yeniden izin verecek, buna karşı Amerikan Kongresi’nin Türkiye'ye askerî ve ekonomik yardımı kesmeye çalıştığı bir sırada ortaya çıkan Kıbrıs krizi sırasında Türkiye'nin adaya müdahalesi ve ardından Kongre’nin ambargo kararı almasıyla iki devlet 
arası ilişkiler tarihteki en düşük düzeyine inecekti. Aslında Amerikan yönetimi de Türkiye’nin karşılık olarak üsleri kapatmasıyla ambargodan zarar görüyor ve bu yüzden ambargoya muhalefetini dile getiriyordu ama bir taraftan da Kongre’nin arkasına saklanarak o anki uluslararası konjonktür gereği pek ihtiyaç duyulmaz görünen Türkiye’nin, davranışlarının karşılığı olarak bir müddet sıkıntı çekmesini istiyor, ayrıca ambargonun etkisinde Türklerin Kıbrıs’ta geri adım atmasını bekliyordu. Türklere durumun ciddiyeti bildirildikten ve İran’daki olaylarla 
ABD Orta Doğu’da çok önemli bir müttefikini kaybedip SSCB karşısında zor duruma düşeceği anlaşıldıktan sonra Eylül 1978’de ambargonun kaldırılması, sakıncalı olmadığı gibi Amerikan çıkarları açısından da artık bir gereklilikti. 

1980’lerde Türk-Amerikan İlişkileri 

1980’lerdeki Türk-Amerikan ilişkilerinin temelini de başlangıçta belirtilen ittifak kurma nedenleri oluşturmaktaydı. İlişkilerin çerçevesini belirleyen ise 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) idi.27 Anlaşmanın Ecevit ve Demirel başkanlığındaki solcu ve sağcı iktidarlar tarafından görüşülüp imzalandıktan sonra Kenan Evren liderliğindeki askerî yönetim tarafından uygulanması, Türkiye’deki etkili çevrelerin ABD’yle ilişkilerde aynı tavra sahip olduklarını göstermesi açısından önemliydi.28 Askerî yöneticilerin 
karşılığında tâviz almadan Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü için vetoyu kaldırmaları da ABD’yle ilişkileri sıkılaştırma niyetlerinin ifadesiydi. 

Amerikalılar da diğer Batılı devletlerden farklı olarak Türkiye’deki askerî rejime destek vererek kendi paylarına düşeni yapacaklardı.29 

1983 sonunda başlayan Özal döneminde Türk liderlerin ABD’yle ilişkilerden memnun olmamaları için birçok neden vardı, ancak onlar zaman zaman şikâyetlerini dile getirseler de genelde iki devletin samimi ve yakın iki ortak olduğu görünümü vermeye özen gösterdiler. SEİA’nın işletilişi başta gelen sorunlardandı. Amerikalıların Yunanistan ve Türkiye’ye yardım sağlarken sabit bir orana uymalarının, yardımı Kıbrıs ve Ermeni katliamı gibi unsurlara bağlamalarının ve SEİA’nın Türk ekonomisini geliştirmeye yönelik ekonomik yönlerini uygulamaya koymamalarının Türk liderleri ve halkını rahatsız etmesi normaldi. 

İlginç olan ise Türk yöneticilerin, sürekli SEİA’nın değiştirilmesi yönünde görüş bildirmelerine rağmen anlaşmanın, sona eriş tarihi olan 17 Eylül 1985’ten sonra seneler boyunca yıllık olarak uzatılmasını kabullenmeleriydi.30 1986’da imzalanıp 1987’de taraflar arasında teati edilen, Amerikan yardımındaki kesintiden dolayı Türkler tarafından ancak 1988’de onaylanan tamamlayıcı mektuplar da ABD’nin üslerdeki haklarını genişletmekten başka SEİA’ya ciddî bir değişiklik getirmiyordu. 31 Aralık 1990’da Körfez Krizinin gündemi işgal etmesinden dolayı Türkiye’nin değiştirme talebini dile getirememesiyle de SEİA beş yıllık bir dönem için sessizce otomatik olarak uzatıldı. 

Askeri yardım konusunda, Amerikan yönetimi, Kongre’nin Doğu Akdeniz’de dengenin sağlanması adına 7:10 oranına uyulması gerektiği görüşüne katılmadığını söylese de Türkiye’yle ilgili projelerin gerçekleştirilmesi için samimi çaba harcamak yerine Kongre’yi suçlamak gibi kolay bir yol seçti; buna karşılık Türk yöneticiler de toprakları üzerindeki Amerikan faaliyetlerini sıkı denetim altına alarak ve üslerin değişik amaçlarla kullanımına yeşil ışık yakmayarak tepkisini ortaya koydu. Soğuk Savaşta başarılı olmak isteyen Reagan yönetimi için kritik bir bölgede bulunan Türkiye’nin ordusunun güçlü tutulması, bu amaçla modernizasyonunun sağlanması oldukça önemliydi.32 Ancak Türklerin 
gözünde ABD’nin rahatsız edici koşullara bağlayarak verdiği yardım, bu amacı gerçekleştirmenin ve Türkiye’nin olanakları ile NATO sorumlulukları arasındaki dengesizliği kaldırmanın çok uzağında kalıyordu. Amerikalılar ise Türk liderlerin yardım isteklerinin aşırıya kaçmasından ve üslerin kullanımında sınırlayıcı olmalarından şikâyetçiydi. Kongre’de değişik konularla bağlantılı olarak ele alınan, Yunanlıların, Ermenilerin ve Türklerin lobi faaliyetleriyle karmaşıklaşan yardım konusunun bütün tarafları rahatsız eder hâle geldiği açıktı. Yıllık ortalama 500 milyon dolar gibi eskisine göre oldukça aşağı düzeylere inen yardımın, özellikle Türkiye açısından önemini kaybetmesi, hatta olumsuz bir faktör 
haline gelmesi süreci başlamış görünüyordu.33 

1980’ler boyunca Amerikan liderleri Türkiye’ye büyük stratejik önem atfetmeye devam ettiler. NATO çerçevesinde Türkiye, İspanya ve Portekiz ile birlikte güney kanadı ülkesi olarak ele alınsa da Amerikalılar açısından asıl Orta Doğu bölgesinde etki kurmada bir atlama taşı ya da etki kurmayı önlemede bir engel oluşturması açısından önem taşımaktaydı. SSCB’nin etkisini Orta Doğu’ya yaymasının en büyük engelleyicisi ve Sovyet deniz gücünü Karadeniz’de hapis tutarak Doğu Akdeniz dengesinin Batı lehine olmasının sağlayıcısı Türkiye’ydi. 
İran Devrimi, Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ve Orta Doğu ülkelerindeki belirsizlikler de Türkiye’yi ABD için iyice vazgeçilmez bir devlet hâline getirmişti. Kaypak bir bölgede ABD için tek güvenilir devlet olarak Türkiye’nin kaldığı bir dönemde34 Türk-Amerikan ilişkilerinin sıkılaşması normaldi. Türkiye’deki NATO üslerinin güçlendirilmesi, Lübnan’daki Çok Uluslu Güç konusunda işbirliği, 
Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerle ortak askerî projeler gerçekleştirilmesi, F-16’ların Türkiye’de ortak üretilmesi bu yöndeki adımlardan sadece birkaçıydı.35 Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı Türk havaalanlarının geliştirilmesi ise ABD’nin Orta Doğu’daki gelişmelere anında müdahale edebilmesi için Çevik Güç kullanmasını gündeme getiren önemli bir gelişmeydi. 1980’lerde Türk yöneticiler, Orta Doğu’daki çetrefilli sorunlara bulaşmamak ve bölge devletlerini kızdırmamak için Amerikalılara karşı NATO sorumlulukları dışında Türk 
topraklarının bölgeyle ilgili olaylarda kullanılmasında açık bir taahhüte girmeyeceklerdi,36 ama ilerideki ABD’nin Orta Doğu müdahalelerinin 
temeli de bu şekilde atılmış olacaktı. Diğer taraftan Amerikan iç politikasında güvenlik ilişkilerinin yabancı unsurlarla alâkalandırılması, belirsizlikle karşılaşmak istemeyen Türk liderleri, ABD’yle ilişkileri mümkün olduğunca NATO çerçevesine taşımaya iten bir faktördü.37 

ABD’nin 1980’ler boyunca Irak’ı desteklemek gibi Türkiye’yi rahatsız edebilecek politikaları da göz önüne alındığında Türk yöneticiler ABD’yle ilişkilerin bozulması durumunda başvurabilecekleri alternatif güvenlik ve askerî malzeme kaynakları üzerinde de kafa yormak durumundaydılar. Zaten Türkiye’nin Batı ittifakı için ağır yüklere katlanmasına rağmen Batı’nın lideri ABD’den karşılığını alamadığı, ortak güvenlikle ilgili kararlarda pek söz sahibi yapılmadığı ve kendi çıkarları için ordusunu düzenlemesine izin verilmediği yönünde Türk kamuoyunda genel bir kanaat vardı. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***


1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 3

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 3


1960’larda Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği yolunda yoğun eleştiriler yapılması, iki devlet arası ilişkileri, bu konuda teoride söylenenler. 20 
çerçevesinde de ele almayı gerekli kılmaktadır. ABD'nin, askerî kapasite açısından Türkiye'den çok daha ileri düzeyde olması ve Türkiye'ye askerî ve ekonomik yardım sağlayan başlıca devlet konumunda bulunması nedeniyle, Türkiye'yle olan ilişkilerinde çok daha fazla pazarlık gücüne sahip olduğu açıktı. Ancak Türkiye'nin stratejik önemi de Amerikalıları Türk yöneticilerini etkilemede (örneğin Kıbrıs sorununda) kısıtlayan önemli bir faktördü. Amerikan liderlerinin, Sovyetler Birliği'nin çıkış yollarını önemli düzeyde kontrol eden, sağladığı üslerle Amerikan çıkarlarına hizmet eden Türkiye’den vazgeçmeleri zordu. Diğer tarafta Türk liderler de ABD'nin sağladığı askerî korumayı ve maddî yardımı başka hiçbir devletten aynı düzeyde elde edemeyeceklerine inanmışlardı. 1950'lerde ve 1960'ların ilk yarısında Türkiye’nin uydu görünümü verecek şekilde uluslararası alanda ABD'nin bütün politikalarını desteklemesi, ABD’yle ittifaktan büyük 
beklentiler içinde olmasının bir sonucuydu. 


1964 Kıbrıs kriziyle ABD’yle ittifakın en önemli ulusal meselede bile işe yaramayacağı anlaşıldığında ise Türk yöneticilerin başvurdukları yol, 
uluslararası alanda daha bağımsız hareket etmeye çalışmaktı. Amerikalıların başlarda bu tepkiyi mâkul karşılarken daha sonra haşhaş sorununda aşırı baskı yapmaları ve Türkiye’yi gözden çıkarır konuma gelmeleri, Türkiye’nin haşhaşta ABD’ye rest çekmesiyle sonuçlanacak, 1974 Kıbrıs krizi ve Amerikan silah ambargosuyla ilişkiler kopma noktasına gelecekti. Türk liderler için ABD’den aldıkları ekonomik ve askerî yardım büyük önem taşımaktaydı, ancak yardımın baskı aracı olarak kullanılması kabul edilemezdi. Yumuşama dönemlerinde Türk liderlerin ekonomik gelişmeye daha fazla değer verip Sovyetler Birliği'nden bile ekonomik yardım alma yoluna gittikleri de bir gerçekti. Amerikan Kongresi, Kıbrıs ve haşhaş konusunda yardımı baskı aracı olarak kullanmayı deneyecek, fakat Türkiye’ye istediklerini yapmakta başarılı olamayacaktı. Türk yöneticilerin Batılılaşmayı amaç olarak seçip ABD’yle ittifaka bu çerçevede bakmaları ve bunun gereği olarak uluslararası alanda ABD'yle sürekli dayanışma içinde olmaları iki devlet arası ilişkileri samimileştiren bir faktördü. Ancak Kıbrıs sorununda yalnız bırakılış bu defa Türkiye’de Batı’ya karşı bir antipati uyandıracak ve Türk yöneticileri Arap-İsrail çatışması ve sömürgecilik gibi konularda ABD’nin zıttı bir tavır takınmaya itecekti. Sonuçta özellikle 1964'ten sonra Türkiye’nin Amerikan politikalarını adım adım takip etmekten vazgeçerek bağımsız hareket edebileceğini ortaya koyduğu, fakat ABD’den tamamen kopmayı ya da ABD’ye tam olarak cephe almayı da asla düşünmediği 
söylenebilir. Bu arada Türkiye’nin, 1963 yılına kadar BM. Genel Kurul oylamalarında neredeyse tamamen ABD'yle aynı doğrultuda oy kullanırken, 
1964’ten sonra soğuk savaş ve silahsızlanma konularında yine ABD’nin yanında yer alması, fakat Arap-İsrail çatışması ve sömürgecilik konularında zıt yönde oy kullanması,21 Türk yöneticilerin ilişkilere vermek istedikleri yönün de ip uçlarını vermekteydi. Güvenlikte sadece ABD’ye dayanılacaktı ama başka konularda ABD dışındaki seçenekler de dikkate alınacaktı. 

Uydu durumuna gelmese bile Türkiye’nin ne derece ABD’nin etkisi altında kaldığı da teoriler22 göz önünde bulundurularak incelenebilir. 

İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde süper güç konumuna yükselen ve Batı blokunun liderliğine soyunan ABD, dünyadaki gelişmelere etkide bulunma eğilimi içine girerken, Türk yöneticilerin değişik amaçlarla ABD'yle sıkı ilişkiler kurma konusunda fazlasıyla istekli olmaları 1950'li yıllarda ABD'nin Türkiye üzerindeki etkisinin oldukça fazla olmasına neden oldu. Uyduluk iddialarına karşın Türk yöneticilerin daha dikkatli hareket etmeleri ise Amerika'nın Türkiye üzerindeki etkisini eskisine göre büyük oranda azalttı. Türk liderlerin ideolojik boyuta önem vermeleri, Sovyet tehdidini yakından hissetmeleri ve Amerika'nın yardımına ihtiyaç duymaları da ilk başlarda onları Amerikan etkisine daha açık hale getirirken, diğer tarafta Türkiye'nin Sovyet blokuyla mücadelede taşıdığı önem, Amerikalıları ilerleyen yıllardaki Türkiye'nin bağımsız hareket etme çabalarını 
bir dereceye kadar hoş görmeye itti. 

Amerika’da Başkan Johnson’ın müdahaleci kişiliği ABD’nin Türkiye üzerinde etki kurma politikasını belirginleştirdi, ancak bu, ilişkilerde soğumayı da beraberinde getirdi. Türkiye'de de Başbakan Bülent Ecevit’in, Amerikan etkisine karşı çok hassas olması Türkiye’nin ABD’den bağımsız hareket etmesini sağladı, ancak ilişkileri kriz noktasına ulaştırdı. Ekonomik sorunlarının fazlalaştığı dönemlerde, 
ABD'nin ekonomik desteğine ihtiyaç duyan Türkiye’nin, Amerikan etkisine daha açık olması kaçınılmazdı, ancak Türk liderler bir taraftan da Amerikan etkisini kırabilmek için Doğu bloku devletleriyle bile ekonomik ilişkileri geliştirmek için çaba sarfettiler. Türkiye'nin ABD'ye en fazla bağımlı olduğu, dolayısıyla Amerikan isteklerini en çok reddedemediği alan savunmaydı. Ancak ambargo döneminde bu gerçek tüm çıplaklığıyla açığa çıktıktan sonra Türk yöneticiler Türk savunması üzerindeki Amerikan tekelini kırabilmek için reformlar gerçekleştirme yoluna gittiler, bunun kolay olmadığı da ortaya çıktı. Arap petrolüne olan bağımlılık nedeniyle Türk yöneticiler 1960’ların sonundan itibaren Arap-İsrail sorununda ABD’nin tersine Arap tarafını desteklerken Türkiye'nin önemini takdir eden Amerikalılar bu durumu kabullenmek 
zorunda kaldılar. Türk diplomatların üstün yetenekleri ve tecrübeleri özellikle Kıbrıs konusunda Türkiye üzerindeki Amerikan etkisini azaltan bir faktördü. Türkiye'de askerî rejimlerin bulunması ise ikili anlaşmaların onaylanmasının kolaylaştırılması, haşhaş üretiminin yasaklanması ve Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne vetonun kaldırılması örneklerinde görüldüğü gibi ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisini artıran bir etkiye sahipti. Türk kamuoyunun Kıbrıs konusundaki hassasiyeti ve fikir birliği içinde olması Türk liderlerin 
ABD’ye rağmen işi müdahaleye kadar vardırmasını sağlarken, Amerikalıların da hareket kabiliyetini sınırlayan bir etki doğurdu. Türk halkının Amerika'ya karşı dostça duygular taşıdığı 1950'lerde ABD, Türkiye'ye daha fazla etkide bulunabilirken, Kıbrıs konusundaki tutumuyla Türk halkının kızgınlığını çektiği 1960'larda eski etki gücünü yitirdi. 

Son olarak, Soğuk Savaş gerginliğinin zirvede olduğu 1950'lerde Amerika, Türkiye üzerinde daha fazla etkiye sahipken, yeni güç odaklarının ortaya çıktığı yumuşama döneminde Türkiye’nin daha bağımsız politika takip etmesine fazla ses çıkaramadı. Genel olarak bakıldığında 1940'ların sonunda en yüksek noktasında bulunan ABD'nin Türkiye üzerindeki etkisinin 1970'lerin ortasına kadar dereceli olarak azaldığı söylenebilir. 

1950-1964 Dönemi İlişkiler 

Türk-Amerikan ilişkileri 1950'lerde gerçekten tam bir balayı havası ve mükemmel uyum içerisinde gerçekleşti. Her iki ülke, ittifaklarının kendilerine getirdiği kazançlardan memnundular. ABD açısından Türkiye, Batı çıkarlarını Yakın ve Orta Doğu'da istekle yerine getiren oldukça faydalı bir müttefikti. Türkiye de ABD'yi güvenlik ve gelişmesini garanti altına alan bir unsur olarak görmekteydi. Türkiye'nin NATO üyeliğinin TBMM'de 404 kabul oyuna karşı sıfır ret oyu ve sadece bir çekimser oyla kabul edilmesinden anlaşıldığı gibi Türkiye'de hem iktidar hem de muhalefet güvenliğini NATO dışında koruyamayacağına inanmıştı. 1950'lerde Türk liderler ABD'yle ittifaka o derece önem vermekteydi ki, bütün BM kararlarında Amerikalılarla birlikte oy kullandıkları gibi, 1955’teki tarafsızların Bandung Konferansı’nda Batı'nın sözcülüğünü yapmayı bir görev bildiler23 ve NATO’ya girerek ABD’yle ilişkileri ittifak temeline oturtabilmek için, mâliyet olarak Orta Doğu’da Batının planlarına öncülük etmeyi göze aldılar. Türkiye, 1956'daki Süveyş krizi sırasında Bağdat Paktı içinde müttefiki olan İngiltere'yi desteklemekten çok ABD'nin takındığı 
tavra destek verdiği gibi, kriz ertesinde ABD’nin ortaya attığı Orta Doğu ülkelerinin komünist saldırganlığına ve yıkıcılığına karşı savunulmasını öngören 
Eisenhower Doktrinine şartsız destek verdi.24 Aşırı blok politikası gütmenin bir sonucu olarak Suriye’yle arasında çıkan krizde ABD tarafından desteklenmek 
ise Türkiye'nin elde ettiği karşılıktı. 15 Temmuz 1958'de Lübnan'a yaptıkları çıkarmada Amerikalılar İncirlik üssünü haber vermeden kullanmış olsalar bile Türk yöneticiler operasyona destek vermekten kaçınmadılar. 1958 Irak Devriminden sonra Türk liderlerin endişeye kapılarak somut garanti elde etme adına ABD ile 5 Mart 1959'da işbirliği anlaşması imzalamaları, Amerikan yanlısı politikanın Türkiye’yi nerelere getirdiğini çok iyi gösteriyordu.25 Hükümete dış politikada şartsız destek veren muhalefetteki CHP bile bölgede Amerikan planlarını desteklemenin, Orta Doğu'nun önemli devletlerinden olan Mısır ve Suriye'yi Türkiye aleyhine çevirmesinden yakınır olmuşlardı. Yine de CHP lileri en fazla ilgilendiren husus, ABD’ye bağımlılık değil fakat ABD’nin Demokrat Partiyi destekleyerek Türk iç politikasında dengesizlik yaratmasıydı. Son olarak, NATO'ya girdikten sonra Türkiye'nin savunma planlarının ve silahlı kuvvetlerinin Amerikan uzmanları tarafından Amerikan modeline göre uyumlaştırıldığını ve Türk yöneticilerinin ABD’yle ikili uygulama anlaşmalarının imzalanmasında egemenliği tehlikeye düşürecek derecede her türlü kolaylığı gösterdiğini.26 belirtmede fayda var. Sonuçta 1950'lerde Türk-Amerikan ilişkilerine gölge düşüren tek olay, Türkiye'nin ödemeler dengesinin iyileştirilmesine yönelik olarak Amerikan hükümetinin Türkiye'ye istikrar fonu sağlamada çok isteksiz davranmasıydı. 

Amerikan karşıtı gibi gözüken 27 Mayıs 1960 darbesiyle Demokratların iktidardan uzaklaştırılmasının en fazla CHP’lileri sevindirdiği açıktı. Diğer taraftan Demokrat Partililer de darbeyi hükümetlerinin son zamanlarda Amerikalılar tarafından sevilmemesinin bir sonucu olarak görmekteydiler. Askerî idarenin kamu oyuna yaptığı ilk açıklamada Türkiye'nin ittifaklarına sadık kalacağını ilan etmesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde köklü bir değişikliğin gerçekleşmeyeceğini göstermesi açısından büyük önem taşımaktaydı. ABD’nin de yeni rejimi 
tanıması ve ekonomik ve askerî yardım vaadinde bulunmasıyla ilişkiler normal seyrini devam ettirecek, hatta askerî rejimin ekonomiyi geliştirme ve subayların durumunu iyileştirme planları nedeniyle Türkiye ABD'ye daha fazla bağımlı hâle gelecekti. Ayrıca askerî rejim, ABD'yle yeni ikili anlaşmalar imzalamada, anlaşmaların geçerlilik kazanmasını kolaylaştırmada ve Jüpiter füzelerinin Türk topraklarına yerleştirilmesinde oldukça istekli davranacaktı. Askerler, yalnızca Amerikan personeline uygulanan kurallarda bazı değişiklikler yapılması 
talebinde bulunacaklar, Amerikalılardan olumsuz yanıt gelince de konunun üzerinde ısrarlı olmayacaklardı. Ekim 1962'de Küba krizi patlak verdiğinde Türkiye’de Amerikalılara karşı hâlâ yakın ve sıcak duygular beslenmekteydi. Türk yöneticiler nükleer bir savaşı göze alma pahasına Sovyet füzelerinin Karaipler'den atılması konusundaki kararlı Amerikan tutumunu sonuna kadar desteklediler. 

Krizi aşmak için Türkiye'deki Jüpiterler ile Küba'daki Sovyet füzeleri arasında takas gerçekleştirilmesi söz konusu olduğunda da gerçeklere aykırı olarak, 
ABD'nin bir NATO üyesinin çıkarlarını Sovyet blokuyla görüşmelerde pazarlık konusu yapmayacağına kesin olarak inandılar. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 2

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 2


Türk-Amerikan İttifakı Nasıl Yürüdü? 

İttifakın, üye devletlerin haklarını ve yükümlülüklerin belirten resmî bir anlaşma olarak tanımlanmasından12 anlaşılacağı gibi bir ittifak ilişkisi faydanın yanında mâliyet ve sorunlar da getirmektedir. Devletlerin bir ittifaka katıldıklarında haklarını maksimize ve yükümlülüklerini minimize etmeye ya da en azından ikisi arasında bir denge kurmaya özen göstermeleri, ittifakın işleyişi sırasında da dengenin aleyhlerine bozulmaması için sürekli konumlarını gözden geçirmeleri doğaldır. ABD’nin, 1964 yılı içinde Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kıbrıs sorununda yalnız bırakmaya varacak derecede olumsuz tavır takınmasının, Türk kamuoyunu Türkiye’nin ABD’yle ittifaktan kazandıklarını ve kaybettiklerini sorgulamaya yöneltmesi de bu açıdan beklenen bir gelişmeydi. 

Türk eleştirmenlerin bu çerçevede dile getirdikleri görüşlerin şu teorik açıklamalarla yakından ilgisi vardı: İttifak, kışkırtıcı bir rol oynayarak devleti, karşı ittifaktaki süper gücün ve onun müttefiklerinin tehdidi altına sokabilir ve eğer devlet ittifak içinde en zayıf halkayı oluşturuyorsa düşman saldırısının ilk hedefi haline gelebilir. Bir süper güçle ittifak kurmuş olmaktan ve o devletin üslerini ve silahlarını toprakları üzerinde barındırmaktan dolayı bir devletin 
iradesi dışında çatışmalara girmesi de olasıdır. İttifak diğer taraftan devletin zaten kısıtlı olan güçlerinin çok gerekli olmayan yerlere dağıtılarak genel gücünün azalması sonucunu doğurabildiği gibi sağladığı faydadan fazla mâlî yükümlülük getirebilir; savunma bütçelerinin yüksek olmasına, haberleşme harcamalarının artmasına ve askerî bürokrasinin büyümesine neden olabilir. Son olarak, bir ittifaka dahil olmak, devletin bağımsızlığının zedelenmesine, içte ve dışta prestijinin ve etkisinin azalmasına da sebebiyet verebilir.13 

Bu eleştiriler karşısında ana muhalefet partisi CHP, ABD'yle ittifakın daha az zarar verir hâle getirilmesini savunurken, iktidar partisi AP de Türk-Amerikan ilişkilerinin genel havasını değiştirecek derecede ABD'yle ilişkileri yeniden gözden geçirme yoluna gitti. Ancak yine de Türk yöneticiler, yukarıda bahsedilen ittifak kurma nedenleri dışında, ABD’nin politikalarına ve hareketlerine etkide bulunarak daha elverişli hâle getirmek ve Amerikalıların kendilerine karşı düşmanca politikalar takip etmelerini önlemek için ABD’yle ittifakı sürdürme taraftarı oldular. 

Bu arada ABD’yle ittifakın ikili ilişki olmaktan çok NATO çerçevesinde yürüyen çok taraflı bir ittifak olduğunu vurgulayarak zararları bir dereceye kadar azaltmayı ümit ettiler. Çünkü çok taraflı bir ittifakın iki taraflı ittifaka göre daha faydalı olduğu teoride dile getirilen bir gerçekti. 

Çok taraflı ittifak, düşmanı caydırmada daha etkilidir, savunmayı güçlendirir, üyeleri saldırıya uğrayana yardım etmeye daha zorlayıcıdır, daha fazla devletin siyasî ve maddî desteğini sağlar, üyelerin pazarlık gücünü artırır, üyelerin uzlaşarak karar vermelerini temin eder ve küçük üyelere kendi görüşlerini diğerlerine kabul ettirmeleri açısından daha fazla imkân tanır. Çok taraflı ittifakın, bir büyük devletin politika aracı haline gelmesi olasılığı da daha zayıftır. Böyle bir ittifak içindeki küçük devlet daha az dış baskıya mâruz kalır ve halkının etki altında kalma açısından ittifaka gösterdiği tepki de daha az olur.14 

Ortak ya da aynı olan çıkarlardan ve amaçlardan çok paralel olan çıkarların ve amaçların ittifakın önemli temellerinden biri olduğu teoride ağırlıklı olan görüştür. Diğer taraftan ittifaktan beklentileri çok farklı olan devletlerin birbirleriyle uzlaşmaları olasılığının çok zayıf olduğu ve ancak amaçlarının sınırlı, muğlaklıktan uzak ve açık olması durumunda dayanıklı ve istikrarlı bir ittifak kurabilecekleri de söylenmektedir.15 Türkiye ve ABD, başlangıçta Sovyet etkisinin yayılmasını durdurmak gibi oldukça açık bir ortak hedefe sahiptiler. Daha sonraları ortak tehdidi algılamalarında bazı farklılıklar ortaya çıktı. Ayrıca ittifaktan beklentileri de farklılaştı, her iki taraf ittifakı daha çok kendi özel 
çıkarları için kullanma eğilimi içine girdi. Türk yöneticiler ittifaka yaptıkları katkılarla ABD'nin ulusal çıkarlarına hizmet ettikleri inancında idiler, bu yüzden ittifakın dışında gözüken konularda bile Amerikalıların kendilerini desteklemesini beklediler. Kıbrıs konusunda ABD’nin kendi tezlerini desteklemesini beklemeleri buna örnek gösterilebilir. Diğer taraftan Amerikalılar da Türkiye'nin NATO İttifakı dışında ABD'nin global stratejisiyle uyuşmayan çıkarları olabileceğini 16 ve SSCB'den başka ulusal çıkarlarını zedeleyebilecek düşmanları bulunabileceğini görmediler. 

Gücü ve büyüklüğü dikkat çekici şekilde farklı olan devletlerin kurdukları ittifakta sorunlarla karşılaşmaları, dünya olaylarını farklı algılamaları ve uluslararası alanda ulaşmaya çalıştıkları amaçlarının farklı olması doğal kabul edilmektedir. Böyle bir ilişkide zayıf olan devletin, siyasî, fiziksel ve kültürel varlığının karşı tarafın tehdidi altına gireceğinden endişe duyması ve karşı tarafın etki ve kontrolünü artırmak üzere ittifak ilişkisini kullanacağından korkması da oldukça yaygın yaşanan bir durumdur. Zayıf olan devletin güçlü müttefikinden 
önemli miktarda askerî ve ekonomik yardım alması durumunda uydu haline geldiği ise oldukça sık işitilen bir eleştiridir. Diğer taraftan zayıf tarafın bazı durumlarda istediklerini gerçekleştirme konusunda güçlü müttefikinden daha fazla etkiye sahip olabileceği de söylenmektedir.17 

Kapasite eşitsizliğinin açık olduğu Türk-Amerikan ilişkileri örneğinde, Türk halkının ve yöneticilerinin, tarihsel tecrübeden kaynaklanan, Türkiye’yi Batılı devletlerle eşit görme ve yabancı etkisine karşı çok duyarlı olma özellikleri göz önüne alındığında, sol kesimden yükselen, Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği iddialarının kamuoyunda büyük sarsıntıya yol açması kaçınılmazdı.18 ABD’nin Kıbrıs konusundaki olumsuz tavrıyla beslenen ve halkın büyük kesimini etkileyen bu iddialar karşısında Türk yöneticiler hem kesin reddetme yoluna gidecekler, hem de iddiaların yanlışlığını ispatlamak için bazı girişimlerde bulunacaklardı ki, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinde önemli değişiklik lere neden olacaktı. 

Bir ittifakın sağlamlığının, üyelerin kendisinden fayda elde etmeye devam etmesine, ortak dış tehdidin varlığını sürdürmesine, tarafların birbirlerine danışarak hareket etmelerine, kararlara uzlaşarak ulaşmalarına ve sorumluluklarını yerine getirmede tereddüt göstermemelerine bağlı olduğu açıktır. Sorumlulukların yerine getirilmesindeki tereddütün özellikle zayıf tarafı güvenliği konusunda endişeye sevkettiği, danışma olayında da hep güçlü tarafın kendisine danışılmasını beklemesinin huzursuzluğa neden olduğu teoride belirtilen bir husustur. Ayrıca sistemin iki kutuplu, bloklar arasındaki çatışma ve gerginliğin de ileri derecede olması durumunda da her bir ittifak sistemi içindeki dayanışmanın kuvvetli olacağı, çok kutupluluk ve yumuşama hallerinde ise ittifaklar içindeki devletlerin bağımsız hareket etmede kendilerini daha serbest hissedecekleri söylenir.19 

Doğu-Batı çatışmasının oldukça şiddetli olduğu ve Sovyet tehdidinin daha belirgin olduğu 1950’lerde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça samimiydi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren, uluslararası sistemde yumuşamanın hâkim olduğu, çok kutupluluğa gidiş sürecinin yaşandığı ve Sovyet tehdidinin azalmış göründüğü dönemde ise Türkiye ve ABD birbirlerine danışmadan daha farklı politikalar güdebildiler. 

Türk yöneticiler, Amerikan üslerindeki faaliyetlerden haberdar edilmemekten ve Jüpiter füzelerinin bilgileri dışındaki nedenlerle kaldırılmasından şikâyet ederken, diğer bloklarla ilişkileri geliştirmede kendilerini daha rahat hissettiler. Amerikalılar da kendilerine haber verilmeden Kıbrıs'a çıkarma yapılmasından rahatsız oldular, ayrıca yumuşama döneminde Türkiye'nin öneminin azaldığını düşünüp yardım sağlama konusunda daha isteksiz hâle geldiler. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 1

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 1



AVRASYA DOSYASI 
Yrd. Doç. Dr. Nasuh USLU* 
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 
NASUH USLU

AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ

Giriş 

1947'deki Truman doktriniyle sıkı ilişkiler içine giren ve NATO’ya üye olarak aralarındaki ilişkileri ittifak düzeyine çıkartan Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bundan sonraki siyasî ve askerî ilişkilerini NATO çerçevesinde imzaladıkları değişik anlaşmalarla yürüttüler. 

Bu bakımdan iki devlet arasındaki ilişkileri ittifaklarla ilgili teorileri göz önünde bulundurarak açıklamak daha faydalı olabilir. Genel olarak bakıldığında, Türkiye'nin üç temel nedenle ABD'yle ittifak kurduğu söylenebilir: Güvenliğini korumak, askerî ve ekonomik yardım elde etmek ve Batı tipi devlet yapısını güçlendirmek. Amerikan yöneticilerini Türkiye'yle ittifak ilişkileri kurmaya iten başlıca neden ise ABD'nin Orta Doğu'daki çıkarları ve SSCB'yi çevreleme politikası açısından Türkiye'nin taşıdığı stratejik önemdi. Bu makalede Türk-
Amerikan ittifakının temeli açıklandıktan sonra nasıl yürüdüğü yine teoriler çerçevesinde ele alınacak ve günümüze kadar nasıl bir tarihî seyir izlediği ortaya konmaya çalışılacaktır. 

Türkiye ve ABD Niçin İttifak Kurdu? 

Teori, devletlerin, kendi olanaklarıyla karşı koyamayacakları büyük bir dış tehdide karşı daha güçlü devletlerin ittifak ve yardımlarını elde etmeye çalıştıklarını, buna karşın daha zayıf bir devletle ittifak kuran büyük devletin de bu yolla nüfuzunu stratejik yerlere doğru yaymak ve temel düşmanının başka devletlerin kaynaklarına sahip olmasını engellemek istediğini söyler.1 

ABD ve Türkiye'yi bir ittifak sistemi içinde biraraya getiren temel neden, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin güvenliğine karşı oluşturduğu tehditti. 
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Sovyet yöneticilerinin, Türkiye ve SSCB arasındaki 1925 tarihli dostluk anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmeleri, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesinde Karadeniz'e kıyısı olan devletler lehine değişiklikler yapılmasını istemeleri ve Doğu Anadolu'da toprak talebinde bulunmaları, Türk liderleri ABD’nin askerî ve diplomatik desteğini kazanmaya itti. Ekim 1946'dan itibaren Sovyet liderleri Türkiye üzerindeki isteklerini dile getirmekten vazgeçseler ve 1953 yılından sonra da Türkiye'yle dostluk ve barış içinde yaşamak istediklerini gösterir jestlerde bulunsalar da Türk yöneticiler, SSCB'yi Türkiye için potansiyel bir tehdit olarak algılamaya devam ettiler ve bu yüzden 
özellikle 1947-1964 döneminde ABD ve NATO’yla sıkı ilişkiler içinde olmaya büyük önem atfettiler.2 Amerikan yöneticilerinin gözünde ise Türkiye, Yakın ve Orta Doğu'daki Sovyet yayılmacılığını durdurma politikalarının önemli bir parçasıydı.3 Bu arada ortak tehdit algılamasına rağmen tehdit anında büyük devletlerin, müttefikleri zayıf devletlerin yardımına gidip gitmemede, yardımı geç ulaştırmada, yardım karşılığında önemli tâvizler istemede ve hatta gerekli gördüklerinde düşman güçle zayıf devletler aleyhine işbirliği yapmada kendilerini serbest hissetmeleri gerçeği4 Türk-Amerikan ilişkilerini de rahatsız eden bir unsurdu. 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’ın Kıbrıs sorunundan 
dolayı Sovyetlerin saldırısına uğraması durumunda ABD’nin Türkiye’nin yardımına gitmeyebileceğini ilân ettiği dönüm noktasından sonra Türk yöneticiler, ihtiyaç anında ABD’nin yardıma gelmeyebileceği ve bazı konularda SSCB’yle uzlaşmaya gidebileceği endişesinden hareketle seçenekleri artırma adına Doğu Blokuyla ve Üçüncü Dünyayla ilişkileri geliştirmeye çalıştılar. Ancak yine de güvenlikleri için birinci derecede ABD ve NATO’ya güvenmek durumundaydılar. 

Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik yapılanma ve gelişme planlarını uygulayabilmek ve modern savunma ve silah sistemlerini elde edebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalıştıkları bir gerçektir.5 Bu bağlamda Türkiye'nin askerî ve ekonomik yardım ihtiyacı ve ABD'nin Türkiye'nin yardım isteklerine verdiği karşılık Türk-Amerikan ilişkilerinde her zaman önemli rol oynamış önemli bir unsurdur. 

Daha fazla refah ve özel sektörü destekleme vaadiyle 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik plan ve projelerini uygulamaya koyabilmek ve Türk ordusunun modernleştirilmesi de dahil askerî harcamalarını karşılayabilmek için büyük ölçüde Amerikan askerî ve ekonomik yardımına güvenmekteydi.6 Türk yöneticilerin ABD'yle savunma ilişkilerine girmede ve NATO'ya katılmada çok istekli olmaları, bu amaçla belki de Sovyet tehdidini olduğundan biraz fazla göstermelerinin önemli bir nedeni de Amerikan yardımı elde etmek istemeleriydi. 
1947 yılından itibaren ABD hep Türkiye'nin en önemli ekonomik ve askerî yardım kaynağı oldu. Fakat bu yardım hem Türk yöneticilerinin istediği miktarda olmadı, hem de onları rahatsız eden yabancı unsurlar taşıdı; böylece iki ülke arasında hep sorun olmaya devam etti. 

Teoride bir devletin büyük bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duyması halinde genellikle coğrafî olarak kendisinden uzak olan bir devleti tercih ettiği de söylenir. Bununla beraber, uzak olan büyük devletle yapılan ittifakın sonuçta daha az güvenilir olduğu ortaya çıkabilir. 
Çünkü uzak olan devletle bölgesel anlaşmazlıklar konusunda ortak politika takip etmek öncelikler farklı olduğu için zordur. 

Saldırı durumunda uzak olan devletin yardıma gelmesi daha az olasıdır, gelse bile o gelinceye kadar müttefiki öldürücü darbeyi yemiş olabilir. 

Bu olumsuzlukları gidermek için bazen bir devlet, müttefiki olan büyük devletin, toprakları üzerinde üs ve silah bulundurmasına izin verebilir, bu şekilde otomatik yardım gelmesini sağlamaya çalışabilir. Bir devletin tehditkâr bir süper gücün coğrafî olarak yakınında bulunması, coğrafî ve stratejik konumunun büyük devletler açısından önem arzetmesi de bu devletin ittifaklara katılmasında önemli rol oynar. Bir devlet bir süper gücün doğal yayılma alanı içinde bulunuyorsa, bu bölgesel gücü dengeleyebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalışır.7 Büyük devlet ise temel düşmanına karşı konumunu güçlendirme açısından stratejik önemi bulunan devletin kendi ittifakı 
içinde bulunmasını tercih eder. 

Türkiye, sosyalist blokun lideri olan Sovyetler Birliği ile çok uzun bir sınıra sahipti ve bu devletin doğal etki ve yayılma alanı içinde bulunuyordu. 

Bu yüzden Türkiye, bu dev gücü dengeleyebilecek tek ülke olan ABD'yle ittifak kurmaya ve kurduğu ittifakı devam ettirmeye büyük önem verdi. Türk liderler, saldırıya uğrama durumunda ABD'nin otomatik yardımını sağlayacağını düşündüklerinden toprakları üzerindeki Amerikan üs ve silahlarının bulunmasını memnuniyetle karşıladılar. Türk yöneticiler Türkiye'nin Batı ittifakı dışında kalamayacağını savunurken en fazla kullandıkları argüman, Türkiye'nin büyük devletler açısından stratejik öneminin büyüklüğünün tarafsız ve yalnız 
kalmasına imkan vermediğiydi. Amerikan politika yapıcılarının gözünde de Türkiye, Orta Doğu ve Sovyetler Birliği arasında doğal bir engel oluşturduğu ve Boğazlar, sayıca büyük bir ordu ve toprağı üzerindeki askerî üsler gibi Batı'nın vazgeçemeyeceği önemli unsurlara sahip olduğu için Batı ittifakı içinde tutulması gerekli bir devletti. 

Teoride ideolojinin, ittifakların kurulmasında güvenlik ihtiyacından sonra geldiği ve ancak ikincil bir önem taşıdığı, bununla beraber aynı ya da benzer ideolojiye ve kültürel değerlere sahip olan devletlerin kurdukları ittifakların daha etkili ve dayanıklı olduğu, daha çok fayda ve daha az problem getirdiği belirtilir.8 Türk yöneticiler açısından ise ABD’yle ilişkilerde ideolojik boyut büyük önem arzetmekteydi. 
Türkiye'nin Batı dünyasıyla ortak değerler paylaşan, demokratik ve laik bir ülke olduğunu sürekli olarak vurgulayan Türk liderlerin gözünde ABD’yle kurulan ittifak, Batı'yla ilişkileri sıkılaştırmada ve ülke içinde Batılılaşma politikalarını uygulamada yardımcı olacak önemli bir araçtı. 
Türkiye’nin geçirdiği anti-demokratik tecrübelere fazlaca tepki göstermemelerin den anlaşıldığı gibi Amerikalıları daha fazla ilgilendiren ise ideolojik kaygılar değil, fakat Amerikan çıkarlarının korunmasıydı. Yine de Türk yöneticilerinin siyasî, ideolojik ve ekonomik sistemler konusunda Amerikan liderleriyle aynı fikirleri paylaştıklarını iddia etmelerine rağmen Türk ve Amerikan uluslarının kültür, din ve demokratik deneyim açılarından farklılık göstermesi zaman zaman birbirlerini anlamama ve kızgınlık duyma şeklinde problemler de çıkartabilecekti.


Türk yöneticilerin ABD’yle ittifakta ısrarlı olmalarının nedenleri arasında iç politikadaki hatalarını örtmek, içte istikrar sağlamak ve konumlarını güçlendirmek istemelerinin de önemli yer tuttuğu söylenebilir. Bir yönetimin güçlü ve uluslararası alanda saygı duyulan bir ittifakın siyasî, askerî ve ekonomik desteğini elde etmesinin, onun durumunu potansiyel ve var olan düşmanları karşısında güçlendirdiği ve içte de halkının gözünde prestijini artırdığı düşünülmektedir.10 Türk liderleri, Batı'yla kurdukları ittifakı, Türkiye'nin siyasî ve demokratik gelişiminin sigortası ve uygar bir Batı devleti olarak büyüklüğünün kanıtı olarak gördüler hep. ABD'nin yaptığı ekonomik ve askerî yardım ise Türkiye'nin belli başlı güç kaynaklarından biriydi. Türk yöneticiler içerde siyasî ve ekonomik krizlerle karşılaştıklarında da Batı devletlerinin 
yardımlarla ve yaptıkları açıklamalarla kendilerini desteklemelerini beklediler. 

Bazen de ekonomi ve dış politika alanındaki başarısızlıklarını Batılıların olumsuz tutumlarına bağlayarak faturayı Batı'ya çıkarma yoluna gittiler. Haziran 1964'te Başbakan İnönü, Kıbrıs'a çıkarma yapmanın maddî koşullar açısından mümkün olmadığını anlayınca, prestijini kurtarmanın yolunun çıkarmayı engelleyenin ABD olduğunu göstermek olduğunu düşündü ve Amerika'nın tepkisini çekebilmek için Türk ordusunun yapacağı müdahaleden Amerikalıları haberdar etti. 

Genel olarak devletlerin, büyük tehlikeleri beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan çekinmeleri tavsiye edilir. İttifaklara taraf olmama politikasını takip edebilmesi içinse bir devletin şu özelliklere sahip olması gerektiği belirtilir: 

Bir blokun yanında yer aldığında genel güç dengesini bozacak derecede güçlü olmamalı. Vatandaşları genel dünya olaylarında uzak durma konusunda istekli bulunmalı.11 Stratejik açıdan önemli ve siyasî olarak kışkırtıcı olmamalı. Güçlü bir devletin tehdidi altında da bulunmamalı. 

Türk yöneticiler hiçbir zaman tarafsızlığın Türkiye açısından uygun bir politika olduğunu düşünmediler. Çünkü onlara göre Türkiye, büyük devletlerin gözlerinin üstünde olmasına neden olan önemli bir stratejik konuma sahipti, Sovyet tehdidine karşı güvenliğini korumasını sağlayacak yeterli ulusal kaynakları ise bulunmuyordu. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1 Aralık 2018 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 5

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 5


ABD’nin Buyruğu: Atatürk’ün Dış Politikasını Terk Edin

Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözüyle somutlaşan diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve dışarıda macera aramama ilkesi en azından devlet kademelerinin belli bir kısmında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, bu ilke adım adım göz ardı edilmeye başlandı. Bu ilkenin göz ardı edilmesi, şüphesiz en çok ABD’nin işine geliyor. Türkiye gibi bir gücü ‘koçbaşı’ gibi Adriyatik’ten Çin’e kadar olan istikrarsız bölgede kullanabilmek ABD için göz ardı edilemeyecek bir avantaj. Zaten bu nedenle ABD, Atatürk’ün maceracılığa karşı çıkan dış politikasına karşı ideolojik anlamda da mücadele veriyor. Örneğin CIA’nin Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller bir yazısında şöyle buyuruyor: “1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yıllarda modern Türk devletinin kurucusu ve Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün hürmet edilen ve köklü dış politika mirasının fiilen iptal edilmesi nedeniyle, Türkiye’de Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni bir rol üstlenilmesi kolayca kabul görmemiştir. Yeni cumhuriyet eski çok uluslu, çok mezhepli Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu için, Atatürk yurttaşlarını dış politikada etnik veya din bağlarına dayalı her tür toprak talebinden kaçınmaları ve modern sınırları içindeki yeni Türk ulus devletinin kalkınması ve korunmasına odaklanmaları konusunda uyarmıştır. (...) Şüphesiz o dönem açısından Atatürk’ün genel vizyonu mantıklıydı ve bu vizyon bazı istisnalar dışında Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar büyük ölçüde izlenmiştir. (...)Türki Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmaları ve Balkanlar’da yeni etnik politikanın doğması, bu güçlü mirasın revize edilmesine yol açmıştır. (...) Türkiye’nin oldukça yorucu ve talepkâr bir döneme girdiğine şüphe bulunmamaktadır. Atatürkçülüğün eski dış politika kaynakları ve Türklerin üç kuşaktır tanıdığı dünya artık değişmiştir.”[41]

Fuller, açıkça Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği yolu değil, ABD’nin gösterdiği yolu izlemesi gerektiğini söylüyor. Tabii bunu yaparken Atatürk karşıtı gözükmemek için de elinden geleni yapıyor. Bilinen ‘dünya artık değişti’ bahanesiyle tüm ilkelerden taviz verilmesi isteniyor. Evet, dünya değişmiştir, ABD artık bu dünyanın jandarması olmuştur, Türkiye’ye önerilen ise en önde savaşacak basit bir jandarma eri olmaktır.

Balkanlaştırma Politikası

Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan irili ufaklı devletlerde Türk ve/veya Müslüman nüfus oranı önemli orandadır. Özellikle bu toprakların bir dönem Osmanlı sınırında olması nedeniyle, örneğin Bosna’da çoğunluk %43 ile Müslümanlardan oluşmaktadır, ayrıca Kosova’da 2 milyon, Makedonya’da ise 500 bin Müslüman bulunmaktadır.[42] Bu bölgede Türkiye’nin etkin olması Avrupa’dan çok ABD’nin isteği, çünkü Avrupa ülkeleri zaten bu bölgede daha etkin olmak için bir mücadele içinde. ABD ise, Türkiye üzerinden bölgede etkin olmayı planlıyor.

Avrupa ile ABD’nin bölgede ortak bir düşmanı var: Sırplar. Sırpların Ortodoks olması bu düşmanlıktaki baş neden sayılabilir. Din bağı nedeniyle Rusya’nın Sırplar üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Rusya’nın Sovyet dönemindeki gibi tekrar Doğu Avrupa’da etkin olmasını istemeyen Avrupa ve ABD, Sırplarla diğer uluslar arasındaki savaşlarda hep diğer ulusları destekledi. Ancak Avrupa ülkeleri ile ABD bu noktada birbiriyle ayrı da düştü. Avrupalılar Türkiye’nin Balkanlar’a müdahale etmesini çok hoş karşılamadı, çünkü Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi stratejisine çok ters düşecek bir gelişme olacaktı. Bunun yerine Katolik Hırvatlara destek vermek ilk adım oldu Avrupa açısından. ABD de Türkiye ile birlikte Bosna’yı destekledi. Bosna’nın yalnız bırakılmasıyla birlikte hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bölgede daha etkin olması üzerine Avrupa ülkeleri Bosna’ya da yardım eli uzatmak zorunda kaldı. [43]

Tanzimat’tan Kozmopolitizm’e Sömürge Aydınları

İnsan hakları, azınlık hakları gibi temel kavramlar, uluslarüstü bir kimlikle Batı’nın denetimine sokulurken, ulusal kalan her kurum Batı’nın dünya hâkimiyeti önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ulus-devlet ekonomik ve siyasal açıdan emperyalizmden kısmen bağımsız kalabilen ve geleceğini kendi belirleyebilen devletler bu engelin en somutlaşmış hali. Batı’nın hâkimiyet isteğine ulus-devletlerin bir refleksle direnmesi nedeniyle Batı, ulus-devletleri kökten ortadan kaldırmak için bu direnci içten kıracak kozmopolit ideolojiyi öne çıkardı.

Demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları gibi temel kavramlar ve özgürlük kavramı uluslar üstüne çıkarılarak kozmopolitleştirilirken ulus-devletler de aynı şekilde kozmopolitleştirilerek güçsüzleştirilmek isteniyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli bakımından dünyanın en güçlü ulus-devletlerinden biri olan Türkiye de bu ideolojik saldırıdan payına düşeni alıyor. Türkiye üzerinde uluslararası ‘tarafsız’ hakem kuruluşların gözetiminde bir demokratikleşme ve ilerleme anlayışını savunmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı’dan gelecek demokrasi için feda etmek hatta kendi ulusal kimliğini demokrasinin engeli olarak görmek ama aynı zamanda Batı’nın ulusal kimliğine hayran olmak günümüz kozmopolit aydınının karakteri.

Türkiye’de kozmopolitizmin hem sağ hem de sol siyaset arenasında büyük etkisi bulunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki farklı kutbunda kozmopolitizm günlük politikaya farklı şekillerde uyarlanıyor.

Türkiye 1970’lerde Gümrük Birliği’ne sokulmak istendiğinde büyük sanayiciler dahil toplumun pek çok kesiminde büyük tepkiler doğmuştu. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, henüz gümrük duvarları olmadan kendi ekonomik geleceğini kurabilecek durumda değildi. Ancak 90’lara geldiğimizde ekonomik yatırım açısından Avrupa sermayesiyle birlikte pek çok ortaklığa giren ve artık ‘büyüyen’ Türk büyük burjuvazisi için gümrük birliği bir engel olmaktan çıktı. Büyük sermaye açısından paranın Türkiye’de mi Avrupa’da mı kazanıldığının, ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kazanılıp kazanılmadığının pek bir önemi yok. Çünkü büyük sermaye, ulusal değil sınıfsal bakıyor olaya.

Büyük sermayenin kozmopolitizmi, bu çevrelerin temsilcisi olan DYP ve özellikle ANAP’ta kendini gösteriyor. Kasım ayında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki Kıbrıs ve Kürt sorunu hakkındaki maddeler tüm Türkiye’de büyük tepki toplarken Mesut Yılmaz’ın Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir ev ödevi olduğunu belirtmesi ve AB’ye üyeliğin Diyarbakır’dan geçtiğini savunması[44] AB’ye üye olan diğer ülkelerin de Türkiye gibi siyasi sorunları olduğunu söyleyerek AB’ye üyeliğin bu ülkelerin bölünmesine ve rejimlerinin tehlikeye girmesine neden olmadığını savunması bu açıdan anlamlıdır. Kısacası kozmopolit sağ, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulusal çıkarların göz ardı edilmesi oluyor. Bu çevre, Kıbrıs’ın Türkiye açısından aslında ekonomik bir yük olduğu, Güneydoğu’ya devletin yaptığı yatırımların o bölgeden elde edilen vergiden yüksek olduğunu savunarak da ulusu ve vatanı değil, kendini düşünüyor.

Kozmopolit sol, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları uluslararası hale getirerek ancak ve ancak Avrupa sayesinde ulaşılabilecek hedefler olarak tanımlıyor. Ancak, hem Türkiye tarihinden, hem de genel dünya tarihinden bildiğimiz gibi Batı’dan ne insan hakları ne de demokrasi geliyor. Tersine özgürlüklerin yaşanması Batı’ya karşı çıkıldığı oranda mümkün oluyor. Kozmopolit sol işte bu özgürlüklerin Batı’ya karşı mücadele edilerek kazanılabileceği ve yaşanabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlıyor. Aynı şekilde, özgürlüklerin yaşanmasının ve demokrasi mücadelesinin ancak ve ancak halkın örgütlü gücüyle olacağı gerçeği de bu mücadele Batı’nın baskısına devredilerek atlanmış oluyor.

Son tahlilde kozmopolit sol, özgürlük ve demokrasi mücadelesini halktan koparıp Batı’ya teslim ederek, Batı karşıtı milliyetçiliği özgürlük ve demokrasi düşmanlığına vardıran faşizmin güçlenmesine neden oluyor. Ayrıca özgürlük ve demokrasi mücadelesini Batı’ya devredip halkın yürüteceği bir mücadele olmaktan çıkartarak hiçbir zaman yaşanamayacak ütopyalar haline dönüştürüyor.

AB’nin Alternatifi Faşizm Mi?

MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt Sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiliğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor. MHP’nin AB karşıtlığının yarattığı bir diğer sonuç da, AB’nin kendi argümanları haline soktuğu insan hakları, demokrasi gibi temel özgürlüklerin de karşısına dikilmesi.

MHP’nin yarattığı bu ideolojik temel, AB karşıtlığının hangi çerçevede yürütülmesi gerektiğini de gösteriyor. AB’nin Türkiye üzerindeki emellerine karşı olmak, AB’nin Türkiye için gösterdiği hedeflere de karşı olmak anlamına gelmemeli. Bağımsızlıkçı tavır, sırf AB istiyor diye insan hakları ihlallerini kabul etmek, demokrasiye karşı olmak veya özgürlük düşmanı olmak anlamına gelmemeli. Bu açıdan Türkiye tarihinde önemli bir birikim ve olumlu bir geçmişim de var. Atatürk döneminde Türkiye yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez Batı’yı karşısına almış olduğu halde hiçbir şekilde çağdaş değerlere karşı çıkmadı. ‘Batı’ya rağmen Batılaşma’ da diyebileceğimiz bir şekilde, Batı’da ortaya çıkan çağdaş değerleri Türkiye’ye uyarlamaktan çekinilmedi.

Avrupa’nın siyasi yaptırımlarını değerlendirirken unutmamamız gereken nokta uygarlığın hiçbir ulusun ya da topluluğun mülkiyetinde olmadığı gerçeğidir. Uygarlık dünya tarihi boyunca çeşitli toplumların önderliğinde gelişmiştir. Bu toplum bazen Doğu bazen de Batı olmuştur. Ancak emperyalizm döneminden sonra teknoloji ve bilimde kendi tekelini yaratan Batı, en azından bu tekel sürdüğü sürece, kendi önderliği dışında bir uygarlık seçeneği bırakmamış ve bu şekilde dünya hâkimiyetini geliştirirken tekelinde tuttuğu uygarlığı kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak hiçbir demokrasi ve özgürlük anlayışı Batı’nın tekelinde olamaz. Uygarlaşmak Batı’nın kölesi olmak anlamına gelmediği gibi ancak ve ancak Batı’ya karşı uygarlığın tekelini ortadan kaldırma mücadelesi verilerek gerçekleştirilebilecektir.

AB’ye Direnenler

Vural Savaş’ın, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni Lozan’ın intikamı olarak nitelendirmesi Atatürkçü çevrenin Batı’ya bakışını yansıtması açısından önemli. Atatürk’ün mirası, Atatürkçü çevrenin Batı dayatmalarına karşı direnmesinde önemli bir çıkış noktası.

Ancak Atatürkçü çevrelerin yaşadığı en önemli çelişki Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının Batıcılık olarak yorumlanması. Halbuki Atatürk dış politika anlayışı gereği yüzünü Batı’dan çevirip Doğu’ya yönelmişti. Atatürk devrimleri ise şekilsel olarak Batı’ya benzese de, Atatürk bu devrimleri Batı’nın güdümüne girmeden gerçekleştirmişti. Çağdaşlaşmacılık ile Batıcılık arasındaki temel ayrım da zaten buydu. Atatürk devrimlerin çıkış noktasını Batı olarak değil, Türkiye halkı olarak görmüştü ve bu nedenle başarılı olmuştu. Atatürk’ün Batı’nın bir parçası olma gibi bir hedefi yoktu. Atatürk döneminde Türkiye, Batı’nın oluşturduğu hiçbir ittifaka katılmadı.

Ab ve ABD Kıskacında Türkiye

AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’yle ve Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin 2010 yılına kadar AB’nin üye olamayacağını açıklamasıyla birlikte Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin önünde bu defa da ABD’ye yaslanma tehlikesi çıkıyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tüm Avrupa’yı karşısında bulan Osmanlı kendine güvenemediği için Amerikan Mandası dışında bir kurtuluş yolu göremiyordu. Ancak Atatürk önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin önündeki diğer seçenek hayata geçirilebildi.

AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’ye yakınlaşma 90’lardan itibaren dünyada oluşmaya başlayan yeni kutuplaşmayı da gösteriyor. Soğuk Savaş döneminde Batı tarafından dışlanan ülke soluğu Sovyetler’in yanında alırdı. Bugün ise seçenek ya AB ya da ABD gibi görünüyor. Ancak AB ile ABD arasındaki çatışma henüz çok görünür ve keskin değil, çünkü Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni jeopolitik henüz bu iki kutup tarafından tam anlamıyla değerlendirilmiş değil. 2000’li yılların başında görünen şu ki hem AB, hem de ABD hakimiyet alanı açısından önemli bir genişleme yaşıyor. Bu genişleme en azından bir süre için iki kutup arasında kararlaştırılmış görünüyor. Doğu Avrupa AB’nin hakimiyet alanına bırakılmışken, Orta Asya ve Orta Doğu ABD’nin hakimiyet alanı olarak belirlenmiş. AB ile ABD arasında son 20 yılda yaşanan en önemli çatışma da Yugoslavya’da gerçekleşti. Eski Yugoslavya topraklarında ‘türetilen’ yeni devletlerin tümü henüz hiçbir kutup tarafından hakimiyet altına alınabilmiş değil.

İki kutup arasındaki çatışma bir süre daha pek büyümeden gelişecek gibi görünüyor. Çünkü, bölüşülmüş alanlarda tam hakimiyet henüz sağlanmış değil. AB, Doğu Avrupa’ya doğru çok temkinli ve yavaş bir şekilde genişliyor. AB her ne kadar ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir kutup olarak durmak istese de daha kendi içinde tam birlik sağlayamamış Avrupa, ani bir genişlemeyle elindeki mevcut birliğe de zarar vermek istemiyor. ABD ise, AB’nin gelişimini izlerken şimdilik çok fazla müdahale etmek istemiyor. Avrupa’nın NATO’dan bağımsız kendi ordu gücünü oluşturacak adımı atmasıyla AB-ABD karşıtlığı oldukça yüzeye çıkmış oldu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ilk defa ABD’nin kontrolünden çıkma adımı anlamında önem taşıyor. Türkiye de tam bu noktada Avrupa ordusundan dışlanarak ABD’nin daha fazla yanına itilmiş oluyor.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye’nin önündeki soru ise bu iki kutuptan hangisini seçeceği olmamalı. Kutupların ikisi de Türkiye için dışa bağımlılık, sömürgeleşmek ve Sevr sonrasında olduğu gibi parçalanmak sonucunu yaratacak. Türkiye kendi seçeneğini oluşturmak zorunda. Türkiye Batı için bir müttefik olmaktan ziyade tarih boyunca Avrupa’dan uzak tutulması gereken bir düşman olmuştur. Avrupa devletlerinin emperyalistleştiği 1900’lü yıllardan itibaren de Türkiye, Avrupa’nın paylaşmak istediği bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye tüm tarihi boyunca Batı’dan uzak kaldığı sürece ilerlemiş, Batı’ya yaklaştığı sürece de parçalanmış ve ekonomisi yıkıma uğramıştır. Batı, güvenlik, ekonomik ve siyasi gelecek açısından Türkiye’nin tek alternatifi değildir. Çaresiz bir şekilde Batı’ya dayanma çizgisi 2000 yılında Türkiye’yi ekonomisi IMF’den gelecek yardıma muhtaç hale getirmiştir.

Türkiye, yüzünü Doğu’ya çevirerek Doğu ülkeleriyle ve komşularıyla dostluk ilişkileri kurmalı ve bir Doğu seçeneğinin yaratılmasında üzerine düşeni yapmalıdır.

Dipnotlar:

1- MÜDERRİSOĞLU Alptekin, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Kastaş Yayınları, 1988, sf. 32 
2- AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 123 
3- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 1998, sf. 75
4- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 264
5- KEPENEK Yakup ve YENTÜRK Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 1997, sf. 56
6- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 447 ve 582
7- Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş görüşmelerinin ayrıntısı için bkz. AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 169-176
8- Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanların etkisi için bkz. ORTAYLI İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınevi, 1998
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945, sf. 309 
10- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf.23. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Emekli Albay Haydar Tunçkanat’ın bu kitabı ABD ile yapılan anlaşma metinlerini yorumlayarak sunuyor. Bu değerli çalışma Türkiye’nin ikili anlaşmalarla adım adım nasıl ABD’nin güdümüne girdiğini gösteriyor. 
11- BAĞCI Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, 1990, sf.9 
12- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf. 192 
13- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1607 
14- age sf. 1609 
15- KOÇAK Cemil, Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 173 
16- Cumhuriyet, 24 Aralık 1950 
17- ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, sf. 252 
18- ÖZDEMİR Hikmet, Siyasal Tarih (1960-1980), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 249 
19- age sf. 250 
20- ŞAHİN Haluk, Gece Gelen Mektup, Cep Kitapları, 1987, sf. 119  
21- age sf. 89 
22- KARLUK Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, İMKB Yayınları, 1996, sf. 408  
23- ERALP Atila, Soğuk Savaştan Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, 95 
24- KARLUK Rıdvan, Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitapevi, 1997, sf. 74 
25- age sf. 363 
26- MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, Çağdaş Yayınları, 1998, sf. 66 
27- GRİMAL Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1997, sf. 191  
28- BLOCH Marc, Feodal Toplum, Opus Yayınları, 1998, sf. 665  
29- Avrupa kimliğinin oluşumunda aydınlanma filozoflarının görüşleri için bkz. YURDUSEV Nuri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, sf. 46-49 
30- age sf. 42 
31- age sf. 61 
32- age sf. 64-65 
33- TUNAYA Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Arba Yayınları, 1994, sf. 141 
34- AYDOĞAN Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, Otopsi Yayınları, 1999, sf. 823 
35- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1614 
36- Milliyet, 5 Kasım 2000 
37- KABAALİOĞLU Haluk, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1997, sf. 350 
38- Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği, http://www.eureptr.org.tr  
39- Dışişleri Eski Bakanı İlter Türkmen’den aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, sayı 51. 
40- Cumhuriyet, 28 Temmuz 1999 
41- LESSER Ian ve FULLER Graham, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yayınları, 2000, sf. 230 
42- age sf. 186 
43- age sf. 199 
44- Cumhuriyet, 20 Ekim 2000 


http://turksolu.com.tr/ileri/02/erdem2.htm

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 4

Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 4


Türk Düşmanlığı Gerçeği

Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’yi paylaşma planı şüphesiz yalnızca bir tarihsel intikam duygusunun ürünü değildi. Osmanlı İmparatorluğu hem topraklarının genişliği, verimi hem de jeopolitik önemi nedeniyle zaten paylaşılacak topraklar içinde baş sırada yer alıyordu. Ancak, Avrupa’nın Osmanlı’ya ve Türklere bakışının salt bir sömürülecek ülke olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Avrupalılar aynı zamanda tarihteki yenilgilerin intikamını alıyordu. 300-400 yıl boyunca kendilerine kök söktüren, Avrupa’nın yarısını işgal eden, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını engelleyen Türklere, Avrupa’nın dostça baktığını düşünmek saflık olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın yıkımın eşiğine gelmesi nedeniyle dış basında atılan zafer çığlıkları bunun bir göstergesi (Bu konuda bu sayımızda yayınlanan belgeleri inceleyebilirsiniz).

Avrupa’daki Türk düşmanlığı göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik. Bu düşmanlık 20. yüzyıl boyunca da devam etti. 1900’lerin başında İngiliz Başbakanı Gladston, Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”[33] 1919 yılında ise bir diğer İngiltere Başbakanı Lyod George şunu savunuyordu: “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Yağmacı bir topluluk olan Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”[34] 30’lu yıllarda Hitler ve Mussolini, aşağılık ırklar sıralamasına Türkleri eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Türkiye’nin NATO’ya katılmasının tartışıldığı dönemde kimi Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin üyeliğine NATO’nun ‘yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge’ olduğunu öne sürerek karşı çıkıyorlardı.[35]

Günümüzde dahi Avrupa’daki ırkçı partilerin hâlâ güçlü olduğunu ve Türk düşmanlığına devam ettiklerini unutmamak gerek. Sosyal demokrat kesimde bile Türk düşmanlığı var. Örneğin, Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt, ‘Avrupa’nın Sürdürülmesi’ adlı kitabında, açık açık Türklerin Avrupalı olmadığı, olamayacağı, bu nedenle Avrupa Birliği’ne alınmamaları gerektiğini söylüyor: “Türkiye’yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok derindir. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin, ileride AB’ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. (...) Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları aklında tutması gerekir.”[36]

Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı göz ardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır.

Avrupa, emperyalist döneminde bile, Doğu’yu ele geçirememiştir. Önce Rusya’da Sosyalistler iktidara gelmiş, sonra Türkiye Avrupalı emperyalistleri yurdundan atarak bağımsızlığını kazanmış, Çin sosyalizme geçmiş, Hindistan uzun mücadele döneminden sonra bağımsızlığını elde etmiştir. Bu coğrafyada emperyalizm başarısız olmuştur çünkü, karşısında köklü bir Doğu uygarlığı vardır. Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi, Doğu’yu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle de ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır.

Emperyalizmin, sömürgeleştirici ve yeniden paylaşımcı karakterini gözden kaçıran her bakış açısı, ekonomizmin dar ufkuyla sınırlıdır ve emperyalizmin siyasi niteliğini de bir türlü kavrayamamaktadır. Bu nedenle de AB’yi bir ekonomik yayılma örgütü olarak sınırlamaktadır. Halbuki Haçlı-Sömürgeci ve Emperyalist Avrupa, ekonomik, siyasi ve kültürel ele geçirme ve teslim alma örgütüdür. Teslim aldıktan sonra da varolanı yok ederek yerine kendi kültürel kimliğini ikame eder. Amerika ve Afrika’nın yok edilişi bunun açık kanıtıdır. Doğu ise hâlâ ayaktadır ve Avrupa, fırsatını buldu mu, Doğu da Amerika ve Afrika’nın kaderini paylaşmaktan kurtulamayacaktır.

4- Sevr’e Giden Yol

Avrupa Azınlık Yaratma Peşinde

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabilecekleri kararlaştırıldı ve üyelik için yeni kriterler belirlendi. Bu yeni kriterlerin esas amacı, Doğu Avrupa ülkelerinde serbest pazar ekonomisinin işlemesini sağlamak ve bunun için gerekli ekonomik, hukuki ve politik kriterleri belirlemekti. Kopenhag Kriterleri arasında azınlık hakları şu şekilde yer alıyordu: “Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesi, demokratik istikrarın bir koşuludur. Avrupa Konseyi tarafından özellikle azınlık gruplarına ait kişilerin bireysel haklarını kollayan ulusal azınlıkların korunması çerçeve konvansiyonu başta olmak üzere ulusal azınlıkların korunmasını yöneten çeşitli metinler benimsenmiştir.”[37]

2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise kısa vadeli hedefler arasında şunlar da yer aldı:”Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması.

Güneydoğu’da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm (eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere) kaldırılmalıdır.”[38]

Azınlık hakları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Avrupa devletleri tarafından kullanılan bir kozdu. Kopenhag Kriterleri’nin bir benzeri o dönem ABD Başkanı Wilson tarafından savunuluyordu. Wilson İlkeleri olarak bilinen belgede azınlık hakları da yer alıyordu. Wilson İlkeleri’nin Türkiye açısından sonucu Sevr’di, parçalanma ve yok olmaydı. Kopenhag Kriterleri’nin de Türkiye gibi devletler için sonucu aynı olacak. Nitekim, Yugoslavya, Irak gibi birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ülkeler, Avrupa devletleri ve ABD tarafından azınlık hakları kullanılarak bölünüp parçalandı ve zayıflatılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı’nın azınlık haklarını savunurken ‘azınlık’ları gerçekten savunmadığı çok açık. Çünkü azınlık sorunları sadece Türkiye, Yugoslavya, Irak gibi bölünmek istenen ülkelerde yaşanmıyor. Hemen hemen tüm AB ülkeleri kendi içlerinde bir azınlık sorunu yaşıyor ve azınlıklarla ilgili kriterler kimi AB üyesi ülkeler tarafından kendi ‘özel konumları’ nedeniyle benimsenmiyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler’e ‘Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla her türlü azınlık kavramını reddeceğini’ açıklayabiliyor[39] . Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ise şöyle diyor: “Azınlık konusu zaman zaman toprak talebine dönüştürülmektedir. Eğer sınırlar konusunda endişe duyulmazsa, herkese kökenleri ile hitap etmekten çekinmem. Türk olsun, Bulgar olsun, Pomak olsun, çekinmeden kökenlerini telaffuz edebilirim.”[40] İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 1998 raporuna göre Yunanistan, ülkedeki Türk ve Makedon azınlığı azınlık olarak tanımayı reddediyor. Azınlık hakları konusunda İngiltere (Kuzey İrlanda), İspanya (BASK bölgesi) gibi ülkeler de büyük sorunlar yaşıyorlar. Ancak bu ülkelere AB’nin herhangi bir yaptırımı bulunmuyor.

Üstelik Türkiye’de Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bir azınlık olarak tanınmasından geçmiyor. Her şeyden önce Kürtler Türkiye’de azınlık değil. Kürtlerin belli bir bölgede yoğunlaşan nüfusları ve aynı topraklar üzerindeki binlerce yıllık geçmişleri sorunun azınlık sorunun da öte bir ulusal sorun olduğunu gösteriyor. Kürt Sorunu azınlık sorunu çerçevesinde değerlendirilince sonuç bu azınlığın Türkiye’den koparılması olur. Çünkü Kürtlerin neredeyse 20 milyonu bulan bir nüfusu ve nüfusun yoğunlaştığı toprak parçası var. Batı’nın Kürt sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Orta Doğu’da kendi güdümünde bir Kürdistan kurabilmek. Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma çabalarının ve Kürtçe TV gibi salt kültürel bir sorunmuş gibi yansıtılmasının temelinde de bu yatıyor. Türkiye’de Kürt sorunu bir azınlık sorunu olmadığı gibi, pek çok ekonomik ve siyasi boyutu olan bir sorun. Kürt sorunu gerçekten çözüme ulaştırılmak isteniyorsa, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bütünlüğü ve ortak bir yurttaşlık kimliği temelinde birleşmesi gerekiyor.

Kıbrıs

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde en çok tepkiyi çeken maddelerden biri Kıbrıs meselesiydi. Ancak Kıbrıs Sorunu yeni bir sorun değil kuşkusuz. Türkiye tarihi boyunca, başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri Kıbrıs kozunu kullanmaktan çekinmediler. Bu ülkeler açısından Ege’de ve Doğu Akdeniz’de hâkim olmanın yolu Kıbrıs’ı kontrol altında tutmaktan geçiyor. Sorunun çözümsüz kalması, ABD’nin işine geliyor. Çünkü ABD, Kıbrıs kozunu kullanarak hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı kontrol altında tutuyor.

Avrupa Devletleri açısından ise Kıbrıs, Türkiye’nin direncini kırabilmek için çok önemli. AB, bu adayı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için de AB’ye katıyor. Ada’daki Türk Devleti kabul edilmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilirse Türkiye’nin de bu stratejik adada söz sahibi olabilecek olması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz dengelerinde güçlenme olasılığı. AB, Doğu Akdeniz’de güçlü bir Türkiye’yi istemiyor.

Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye için bir onur sorunu. 1947’den bu yana ABD’ye ve Batı’ya fiilen bağlanmış olan Türkiye bu dönem içinde sadece ve sadece Kıbrıs meselesinde Batı’ya kafa tuttu ve tutmaya devam ediyor. Kıbrıs sorununda geri adım atmak bu politik simgeyi kaybetmek ve bölgede AB hükümranlığını kabullenmek anlamına gelecek.

Batı’nın Ermeni Oyunu

Ermeni sorununun Batı tarafından Türkiye üzerinde bir baskı ve gözdağı için kullanılması, Türkiye’yi kesin olarak yok etme planlarının yapıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başladı. ABD Başkanı Wilson, ilkelerini açıklarken Türkiye’ye özel bir madde ayırmıştı: “Madde 12: Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısımlarına egemenlik verilmeli, halen Türk hâkimiyeti altında bulunan diğer milletlere muhtar bir gelişmeyi gerçekleştirmek üzere teminat sağlanmalı ve Boğazlar milletlerarası bir garanti altında bütün milletlerin ticari seyrüseferine açık tutulmalıdır.”

Bu maddede muhtariyet verilmesi kastedilen bölgeler ‘Kürdistan’ için Güneydoğu Anadolu ve Musul, ‘Ermenistan’ için de Kürdistan’ın doğusunda kalan tüm Doğu Anadolu’ydu. Nitekim Sevr Anlaşması’yla birlikte Ermenistan sınırlarının Wilson tarafından belirlenmesine karar verilir!

Ermeni sorununun aslında Türkiye’de bir kökü bulunmuyor. Türkiye’deki Ermeni yurttaşların bir azınlık olarak hiçbir sorunu ve şikayeti yok. Ermenilere herhangi bir baskı ya da dışlama ne devlet ne de Türk halkı tarafından uygulanıyor. Bu yüzden 80’lerde bağımsız bir Ermenistan amacında terör eylemleri gerçekleştiren ASALA, Türkiye’de herhangi bir toplumsal temel bulamamıştı.

Batı, Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmak istiyor. Türkiye’de büyük tepki uyandıran ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı Yasa tasarısı, soykırımın gerçek olduğunun kanıtları arasında Sevr Anlaşması’nın sıralanması ilgi çekici. Nedeni açık. Türkiye üzerindeki paylaşım ve Türkiye’yi güçsüz düşürme planının Ermenistan bölümü de oynanmaya başlandı.

İnsan Hakları Emperyalizmi

Batı, Türkiye’ye insan hakları konusunda baskı yapmaya başladığında, amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanları etkin hale getirmek ve koz olarak kullanmaktı. Tabii bunu Hıristiyan tebaanın hayrına ya da Osmanlı Devleti’nde insan hakları ihlalleri olmasın diye yapmıyordu. İnsan hakları maskesinin ardındaki esas amaç, Osmanlı Devleti’ndeki Avrupalı tüccarların çıkarlarını savunmaktı. Osmanlı Devleti, Batı’nın insan hakları baskısını kabul edip de hukukunda bir düzenlemeye gittiğinde sonuç Tanzimat Fermanı’ydı. Tanzimat Fermanı, görünüşte Osmanlı hukukunda bir ilerlemeyi simgelese de, Tanzimat’ın gerçek sonucu Osmanlı ekonomisinin tamamen dışa bağımlı hale gelip çökmesiydi. Batı insan hakları, hukukun üstünlüğü diye diye kendi tüccarlarının çıkarlarını sağlamış, Osmanlı ekonomisini adım adım çökertmişti.

Batı’nın emperyalizm çağına girmesiyle birlikte insan hakları, ezilen ülkelerin iç ve dış politikaları üstünde denetim ve otorite sağlamak ve istemediği rejimleri tasfiye etmek için kullanılmaya başlandı. İnsan hakları bahanesiyle ülkelerin içişlerine karışabilme ve dolayısıyla o ülkeleri kontrol edebilme yetkisi 1993’te belirlenen Kopenhag Kriterleri’yle resmileştirildi: “Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup Avrupa Konseyi’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması konvansiyonunda ve vatandaşların davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmesine izin veren protokolde perçinleştirilmiştir. İfade hürriyeti ve medyanın dernekleşebilmesi ve bağımsızlığı da garanti altına alınmalıdır.”

Bir ülkenin içişlerine karışabilmenin ve o ülke üzerinde denetimin arttırılabilmesinin sihirli formülü bulunmuştur. İnsan Hakları ihlalleri genellikle devlet tarafından yapıldığına göre, bireyin devlet karşısında hakkını koruyacak bir mekanizma yaratılmalıydı. Helsinki İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerle isimleşen bu mekanizma sayesinde Avrupa ve ABD, istediği ülke üzerinde denetim kurabilecektir. Mekanizma adeta bir müfettiş gibi çalışacak ve böylelikle istenen devletler üzerinde tam tahakküm gerçekleştirilmiş olacaktır. Avrupa, insan hakları silahıyla bu şekilde istediği devletleri uluslararası arenada hareketsiz bırakabilecektir.

Soğuk Savaş Sonrası Değişen Jeopolitik

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde; Türkiye, Komünist ülkelere yakınlığından ötürü büyük stratejik öneme sahipti. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Asya’da büyük değişimler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’nin üyesi olan ülkeler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.

Artık Avrupa’nın ve ABD’nin genişlemek için önünde yeni imkânlar vardı. Bu bölgelere ulaşmanın yollarından birisi Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ırkdaşlığı ve dindaşlığı kullanmaktı. Aynı şekilde Balkanlar da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte paylaşılacak bakir bir alan olarak Batı’nın karşısında duruyordu. Türkiye’nin bu bölgede de dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Orta Asya’nın yeni cumhuriyetlerinin daha da doğusunda Batı’nın belki de yeni rakibi olarak adlandırabileceğimiz Çin, bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Çin’de de Türkiye’nin dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Böylece Türkiye, ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e’ büyük bir alana ulaşabilmenin en önemli anahtarı haline geldi.

Tabii Türkiye bu rolü seve seve kabul etti. İlk gelişmeler Özal döneminde başladı. Türkiye hem Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleriyle ilgilenmeye başladı, hem de ABD ve Avrupa’nın Irak’a düzenlediği saldırı gibi gelişmelerde askeri üslerini seve seve açtı, hatta asker kullanarak fiilen savaşa dahil olmak istedi. Özal dönemi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bir dönem Batı adına, Batı çıkarları için kendi ekonomimizi yıkıma uğratmak pahasına Ruslar’a saldırdığımız gibi, Özal’la birlikte Irak’tan gelen yılda 10 milyon Dolarlık petrol boru hattı gelirinden fedakârlık ederek Batı’yla birlikte Irak’a ambargoya ve saldırıya katıldık.

ABD’nin basit bir eri olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar olan bölgede at koşturmak, Türkiye’de Özal döneminde büyük sempati toplamıştı. Bu doğrultuda çok büyük bir propaganda başlatılmıştı. Bu tehlikeli propaganda, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın kızıştırdığı Turancılığa çok benziyordu.


5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***