Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 5

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 5




II. OSMANLI ORTA DOĞUSU VE SON DÖNEMDE MEYDAN OKUMALAR 


1. OSMANLI İMPARATORLUĞU VE ORTA DOĞU 




OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1699) 


    Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilmesinden bir süre sonra 1308’de yıkılmasının arkasından yerine kurulan bağımsız beylikler arasından Osmanlı Beyliği’nin diğer beylikleri de denetimi altına alarak genişlemesi sürecinde ortaya çıkmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması sonrasında kurulan bağımsız beyliklerden biri olan Osmanlı Beyliği aslında Oğuzların Kayı boyundan olup önce Doğu Anadolu’da Ahlat dolaylarına yerleşmişlerdi. Moğol saldırıları üzerine Ankara dolaylarındaki Karacadağ bölgesine, arkasından da bir grup Ertuğrul Bey idaresinde batıya ilerleyerek Söğüt’e yerleşmişler ve burada Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyliği kurmuşlardı. 1281 yılında Ertuğrul Bey’in ölümü üzerine yerine geçen oğlu Osman Bey 1299’da bağımsızlığını ilan ederek 
Söğüt’ü başkent yapmıştır. Osman Bey’in oğlu Orhan Bey tarafından 1326’da Bursa’nın alınmasıyla başkent buraya taşınmıştır. Orhan Bey zamanında Osmanlılar bir devlet teşkilatı kurulması konusunda önemli ilerlemeler sağlamış ve ilk divan ve ilk düzenli ordu bu dönemde oluşturulmuştur. 

I. Murat zamanında ise ilk yeniçeri ocağının kurulmasının yanında önce Ankara arkasından da Edirne’nin alınmasıyla (1361) 

Edirne İkinci başkent olmuştur. Haçlı ordusunun 1389’da Kosova’da yenilmesi Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesini hızlandırmıştır. Yıldırım Beyazıt zamanında 1396’da Haçlılar Niğbolu’da yenilmesine rağmen 1402’de Moğol hükümdarı ile yapılan Ankara Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından bir fetret dönemi başlamışsa da bu ara dönem 1413’te Çelebi Mehmet’le birlikte sona ermiş, II. Murat (1421-1451)’dan sonra yerine geçen oğlu Fatih Sultan Mehmet zamanında ise devlet yeni başkent İstanbul’da bir dünya imparatoru (cihanşümul) olma sürecine girmiştir. 



İstanbul’un 1453’te alınarak başkent yapılması ve Doğu Roma (Bi-zans) İmparatorluğu’nun yıkılmasının yanı sıra, 1473’te Akkoyunlu Devleti yenilerek bu devlete de son verilmiş, Ege’deki Enez, Gökçeada, Semadirek, Limni, Taşoz ve Midilli Osmanlı topraklarına katılmış, Kırım Hanlığı Osmanlı İmparatorluğu’na 
bağlanmış, Arnavutluk, Sırbistan, Mora, Bosna, Hersek, Eflak ve Boğdan beyliklerine son verilmiş ve böylece Osmanlı Devleti bir imparatorluk haline gelmiştir. 

Yavuz Sultan Selim (1512-1520) zamanında bir tehlike haline gelen Safevi Devleti’nin ve Şah İsmail’in özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü bozmaya yönelik girişimleri ve Şiiliğin Osmanlı topraklarında yayılması 1514’te bu devletin Çaldıran’da yenilgiye uğratılmasıyla büyük 
ölçüde önlenmiştir. 

Yavuz Sultan Selim zamanının diğer önemli olayı, Orta Doğu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinin başlaması anlamına gelen 1516’da Mercidabık Savaşı’yla Memluk ordusunun yenilerek Suriye ve Filistin’in, 1517’deki Ridaniye Savaşı’nın arkasından da Mısır, Mekke ve Medine’nin Osmanlıların denetimine girmesidir. Memluk Devleti’nin yıkılarak bu devletin bölgedeki egemenliğine son verilmesi aslında Portekiz’in Orta Doğu’yu baskı altına almasıyla da ilgiliydi.29 Bu gelişme sonrasında Abbasi halifeliğinden halifeliğin Osmanlılara geçmesine Arap kaynaklarında yer verilmez. Bu makamın Osmanlılar tarafından siyasal bir güç olarak kullanılması ise 19. yüzyıla doğru söz konusu olmuştur. 

Öte yandan Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde 1520’de Cezayir’in, 1521’de Belgrat’ın, 1541’de Macaristan’ın, 1534’de Tebriz, Azerbaycan ve Bağdat’ın, 1551’de Libya’nın, Kanuni’den sonra oğlu II. Selim zamanında ise 1571’de Kıbrıs’ın, Fas’ın ve Tunus’un alınmasıyla Akdeniz bir Türk denizi haline gelmiş ve İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde İmparatorluk yaklaşık 50 milyon insanın yaşadığı yirmi ulus üzerinde egemenlik kurmuş bulunmaktaydı. Ancak İmparatorluk 1570’lerin sonlarından itibaren önce duraklama arkasından da gerileme dönemine girmiştir. 

Özetlemek gerekirse, Fatih’in Bizans İmparatorluğu’na son vermesiyle başlayan genişleme sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu Kuzey’de Kırım’a, doğuda Bağdat ve Basra’ya, güneyde Arabistan kıyılarına ve Basra Körfezi’ne, batıda Mısır’a, Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya kadar uzanmıştır. 16. yüzyıldaki doruk noktasında Osmanlı İmparatorluğu Orta Doğu’nun çoğunu, Kuzey Afrika’yı, Yunanistan, eski Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya (Eflak), Moldavya (Boğdan ve Besarabya) ve Bulgaristan’ı ve Macaristan’ın büyük bir kısmını kapsamaktaydı. Sınırları Basra Körfezi’nden Tuna Nehri’ne kadar uzanıyordu; orduları ancak Viyana kapılarında durdurulabilmişti. Nüfusu İngiltere nüfusunun ancak dört milyon olduğu bir sırada elli milyon olarak hesaplanıyordu ve egemenliğinde yirmi ayrı milliyete mensup insan yaşıyordu.30 

İdari yapıya gelince, Osmanlılarda padişahtan sonra en geniş yetkiye sahip olan kişi Vezir-i Azam yani sadrazamdı (günümüzdeki karşılığı başbakan) ve onun altında diğer vezirler bulunmaktaydı. Osmanlılarda devlet işlerinin görüşüldüğü ve bir anlamda bakanlar kurulu anlamına gelen Divan’ın üyeleri, Vezir-i Azam, Kazaskerler, Defterdarlar ve Nişancı. Bunların dışında Şeyhülislam ve Kaptan-ı Derya da Divana ara sıra katılan diğer devlet görevlileriydi. Kazaskerler (Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri olarak) devletin adalet mekanizmasının düzgün işletilmesinden, Defterdarlar (Anadolu ve Rumeli Defterdarları) devletin bütçesi nin hazırlanmasından ve mali işlerinden sorumluydu. Nişancı ise yasaları 
çok iyi bilen biri olarak divanda yasalarla ilgili açıklamalarda bulunmakta ve padişahın tuğrasını taşımaktaydı. Divana ara sıra katılan Şeyhülislam divanda alınan kararların İslâm dinine uygunluğu konusunda fetva vermekte, Kaptan-ı Derya’nın ise bir anlamda deniz kuvvetleri komutanı olarak görüşleri alınmaktaydı. Osmanlı toprakları başlangıçta iki yönetim birimine ayrılmıştı ve bunların başında Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri bulunmaktaydı. Bunların her biri ayrıca sancaklara bölünmüştü. Bunların dışında içişlerinde serbest dışişlerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı eyaletler vardı. 

Osmanlı toprak yapısı ise “dirlik” ve “vakıf” olmak üzere iki grupta ele alınmaktaydı. Dirlik sahipleri elde ettikleri gelirlerin bir kısmını geçimleri için 
ayırır, geri kalanıyla eyalet askerlerini beslerlerdi. Dirlikler kendi içinde has, zeamet ve tımar j olmak üzere alt kategorilere ayrılmaktaydı.31 

Vakıf arazilerini işleyen halk ise yıllık vergisini medrese, hastane, cami, kervansaray gibi tesisleri finanse eden Vakıf mütevellilerine verirlerdi. 
Halktan alınan vergiler temelde ikiye ayrılmakta, bunlardan Müslümanlardan alınan vergiye öşür, gayrimüslimlerden alınana ise haraç denmekteydi. 

j Tımar, çıplak mülkiyeti devlete ait olmak üzere, idaresi bir Sipahiye (süvariye) verilen ve kendisi öldüğünde mirasçılarına bu hakkın geçtiği bir toprak parçasıydı. Tasarruf sahibi, ikna edici bir gerekçe olmadan üç yıl üst üste ekilmeyen bir arazi üzerindeki hakkını kaybeder ve tımar bir başkasına verilirdi. 
Bütün ekilebilir toprakların nerdeyse yarısı demek olan ve asıl amacı savaş zamanında Sultan’a asker ve malzeme temin etmek olan bu toprak sisteminin bir diğer amacı da kentli nüfusa ve loncalara ürünlerin sabit fiyattan verilmesini sağlamaktı. Ancak tımar sistemi 17. yüzyılın başlarında, büyük ölçüde sipahinin 
ortadan kalkmasıyla sona erdi. (Karpat, ss. 88-90) 

OSMANLI SULTANLARI 




Osmanlı ordusunda biri yeniçeri ya da kapıkulu diğeri eyalet askerleri olmak üzere iki tip asker bulunmaktaydı. Bunlardan yeniçeri askerleri, savaşlarda esir 
alınan gençlerle, Hıristiyan ailelerden alınan (devşirme) çocukların ön bir eğitimden geçirilmesiyle oluşur ve kendilerine üç ayda bir maaş (ulûfe) verilirdi. 
Kendilerine bırakılan toprağın yönetimi karşılığında belli bir askeri yetiştiren eyalet yöneticilerinin sağladığı askerler (tımarlı sipahileri) ise maaş almazlar 
ve dolayısıyla devlete yük olmazlardı. 

Osmanlı mali yapısındaki bozulma, Avrupa’da feodalitenin çözülmesi ile yerlerine merkezi devletlerin kurulması, Rönesans’ın etkisiyle bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin ekonomik sonuçlarının bu ülkeleri zenginleştirmesi, Avrupa’daki genişlemenin durması ile devletin dış mali kaynağının ortadan kalkması, 1535’te Fransa’ya tanınan kapitülasyonlar bağlamında sağlanan ticari ayrıcalıkların zamanla diğer tüm Avrupa ülkelerine de tanınması, imparatorluk topraklarının aşırı genişlemesine karşılık merkezî yönetimin bunları yönetecek teknik imkânlar a sahip olmaması gibi nedenlere devleti idare edenlerin gösterdikleri yönetme eksiklikleri de eklenince, Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılın son çeyreğinden (1579) itibaren önce duraklama, 17. yüzyılın sonundan (1699) itibaren gerileme ve 19. yüzyılın başından itibaren de yıkılma ve dağılma dönemine girmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme dönemlerinde büyük bir sorun oluşturmayan ve bir mozaik görüntüsü veren farklı ulusların oluşturduğu heterojen yapısı, imparatorluk duraklama ve gerileme dönemine girdiğinde süreci hızlandıran bir başka olumsuz faktör olarak devreye girmiş ve imparatorluğun bunlar üzerindeki denetimini kaybetmesiyle de çöküşü hızlandıran unsurlar arasında yerini almıştır. 

Osmanlı İmparatorluğu 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile beraber toprak kaybetmeye başlamıştır. Söz konusu Antlaşmayla Macaristan, Erdel (Transilvanya) ve Hırvatistan’ın bir bölümü Avusturya’ya, Mora ve Dalmaçya kıyıları ise Venediklilere bırakılmıştır. 1774’te Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla ise Ruslar Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını elde ediyorlar, Rus ticaret gemilerinin boğazlardan Akdeniz’e geçmesi söz konusu oluyor ve Kırım Hanlığı’na bağımsızlık veriliyordu. Antlaşmayla Eflak, Boğdan ve Besarabya (bu topraklar daha sonra Romanya ve Moldavya adını alacak) Osmanlılara geri verilmekle beraber Rusya bu antlaşmayla Osmanlı toprakların daki Ortodoksların koruyuculuğunu elde ediyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın ayaklanması esnasında yapılan 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile de Ruslar Osmanlılara yardım yapma amacıyla boğazlardan savaş gemisi geçirme hakkını örtülü de olsa elde ediyorlar; fakat Rusların bu antlaşmadan sağladığı asıl kazanç bir savaşa girmesi halinde Osmanlı İmparatorluğu’nun boğazları Rusya yararına yabancı savaş gemilerine kapatmasının öngörülmüş olmasıydı. 

Buna karşılık 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle boğazların barış zamanında yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi tekrar teyid edilirken, boğazların 
Osmanlıların yönetiminde kalması söz konusu oluyordu. Böylece Rusya’nın Babıâli’den sağladığı tek taraflı imtiyaz da sona ermekteydi. 

1814’te Yunanlıların bağımsızlığı için mücadele vermek amacıyla kurulan Filiki Eterya ve lideri Aleksandır İpsilanti’nin önderliğinde 1821’de Yunan kara parçasında ve Mora’daki ayaklanma bastırılırken her iki taraftan da çok sayıda insanın hayatını kaybettiği kanlı çarpışmaların olması ve Rumların Avrupa’dan önemli ölçüde destek alması, çatışmanın İstanbul’a da yansımasına ve Rum Ortodoks Patriği V. Grigorios’un II. Mahmut tarafından idam ettirilmesine yol açmıştı. 

Ayaklanma bastırılmış olmasına rağmen Avrupa ülkelerinin Rumlara verdikleri destek devam etmiştir. Zira, 1815 Viyana Konferansı’nda alınan kararlar doğrultusunda Avrupa’daki (İtalya, Fransa, İspanya ve Polonya’daki ayaklanmaları) tüm bağımsızlık girişimlerini sert biçimde bastıran Avrupalı güçler burada farklı davranarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişilen bir bağımsızlık hareketine inanılmaz bir destek sağlamışlar ve ayaklanmanın Osmanlılar tarafından bastırılmış olmasına rağmen Rusya ve İngiltere, her ikisi de diğerinin tek başına Yunanlıları kullanarak bölgede egemenlik kurmasından kaygı duyduğu için, bir anlamda “Doğu Sorunu” dolayısıyla 20 Ekim 1827’de Fransa’yı da yanlarına alarak oluşturdukları 19. yüzyılın en büyük haçlı ordusuyla yüzyılın en büyük deniz savaşında Navarin’de içinde Mısır donanmasının da yer aldığı Osmanlı donanmasını neredeyse tamamen yok etmişlerdir. 

Bu olay aslında sonradan Avrupa’daki dengeleri kısmen de olsa sarmıştır. Metternich bu olayı, Viyana sisteminin bitişi olarak yorumlarken, Doğu Akdeniz’deolası Rus yayılmasına karşı denge oluşturacak bir büyük gücünortadan kaldırılmış olması İngiltere’yi karıştırmıştı. 
Osmanlı yönetimi tüm bu gelişmelerden Rusya’yı sorumlu tutmaktaydı.

Nitekim, Osmanlı hükümdarı II. Mahmut’un Yunanistan’dan çekilmek istememesi üzerine 1828’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı, özelliklesavaşa Avrupalı güçlerin müdahale etme olasılığı Rusya’nın savaşı durdurmasına yol açmıştır. İki devlet arasında imzalanan 1829 EylülündekiEdirne Antlaşması’yla Yunanistan’a (İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan 1829 Martındaki Londra Protokolü’ne uygun olarak) bağımsızlıkverilmekteydi. Ayrıca Sırbistan ve Eflak-Boğdan’a özerklik verilerek, Rus ticaret gemilerine Karadeniz’de serbest ticaret yapma ve Türk limanlarındanyararlanma imkânı tanınıyordu. 

Yine de bu gelişmeler Rusya’nın tek başına hem Balkanlarda hem de Kafkas cephesinde Osmanlı İmparatorluğu’nakarşı açık bir üstünlük sağlamasını istemeyen Avusturya ve İngiltere’yi rahatsız etmişti. Nitekim İngiltere, Fransa ve Rusya arasındayapılan 1830 ve 1832 Londra antlaşmalarıyla Yunanistan, bu devletlerin koruması altında bağımsız bir krallık haline gelirken, sorun Avrupa’nın
“büyük devletleri” arasında Doğu Sorunu’na uygun olarak, güç dengesini bozmayacak şekilde çözümleniyordu. 32 

Ancak bu gelişme II. Mahmut’a Avrupa diplomasisinin kırılgan özelliklerinden faydalanabileceğini göstermişti ve bu daha sonraki süreçte Osmanlı 
yönetiminin Avrupalı güçlere karşı izlediği diplomasinin ana ekseni haline gelecektir.

Öte yandan Mora ve Yunanistan’daki ayaklanmanın bastırılması sırasında Mora ve Girit valiliklerinin kendisine verileceği belirtilerek desteğisağlanan Mısır Valisi Mehmet Ali’nin 1830’da ayaklanması üzerine Osmanlı Devleti bir valisinin karşısında oldukça zor duruma düşmüş,Osmanlı ordusunu Konya’da yenen Mehmet Ali Paşa ile yapılan 1833 Mayısındaki Kütahya Antlaşması’yla Mısır ve Suriye valiliğinin yanı sıraoğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’nın vergi toplama hakkı verilmiştir. II. Mahmut’un bir vali karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nundüştüğü bu durumu telafi etmek istemesi, gönderdiği Osmanlı ordusunun 1839’da Nizip yakınlarında tekrar yenilmesiyle (Nizip savaşı
sırasında II. Mahmut ölmüş, yerine oğlu Abdulmecid geçmiştir) sonuçlanmıştır.

Yukarıda belirtildiği gibi, 1830’daki ayaklanmanın doğurduğu tehlikenin ortadan kaldırılması için Ruslara 1833 Temmuzunda Hünkârİskelesi Antlaşması ile bazı ayrıcalıklar sağlanmış olmasını da dikkate alan İngiltere’nin girişimleriyle gerçekleşen Londra Konferansı (1840) süreci sonunda 1841’e gelindiğinde Mehmet Ali Paşa, Suriye, Akka ve Hicaz başta olmak üzere Sudan dışındaki işgal ettiği yerlerden çekilirken,Mısır valiliği babadan oğula geçecek şekilde Mehmet Ali’nin soyuna bırakılmakta, 1841 Temmuzunda yapılan Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle de boğazların yabancı savaş gemilerine kapalılığı ilkesi benimsenirken, Ruslar Hünkâr İskelesi’yle ele geçirdikleri ayrıcalıkları kaybetmekteydi.
Bu sorunların etkisiyle iyice Batı’nın etkisi altına giren Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmut’un 1839’da ölümü üzerine yerine geçen Padişah Abdulmecid’in işbaşına gelişinden dört ay sonra, Mehmet Ali sorununu görüşmek için İngiltere öncülüğünde bir konferans düzenlenmesi hazırlığı sürdüğü bir sırada, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan edilerek, özellikle Osmanlı topraklarındaki azınlıklara önemli ayrıcalıklar anlamına gelen ve daha sonraki aşamada Batılı güçleri Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine müdahale etmelerinin yolunu açacak bir ödün veriliyordu. Siyasi tarihimize bir yenilikçi ve Batılılaşma hareketi olarak geçecek olan ve bu  konuda söz konusu sürece ne ölçüde bir katkı sağladığı belli olmayan Tanzimat Fermanı’nın asıl etkisi devletin parçalanma sürecini hızlandırmasıyla ortaya çıkacaktır.

Ruslarla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki Kırım Savaşı (1853-1856)
sonunda Avrupa devletlerinin de katıldığı 1856’daki Paris Antlaşması’yla
Osmanlı Devleti’nin bir Avrupalı devlet sayılması ve toprak bütünlüğünün
bu devletler tarafından garanti edilmesi söz konusu olurken, Karadeniz’in
tarafsız hale getirilerek hem savaş hem de ticaret gemilerine açık hale gelmesi, boğazların ise savaş gemilerine daha önce olduğu gibi kapalı tutulması  kararlaştırılıyor du. Batılı güçler İmparatorluğu Kırım Savaşı’nda desteklemenin bir karşılığı olarak da 1856’da Islahat Fermanı’nın ilanıyla azınlıklara sağlanan ayrıcalıkların kapsamının genişletilmesini sağlamışlardır. Osmanlı’nın zayıflamasıyla artan dış müdahale, 1876’da Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanmıştır. Her ne kadar Birinci Meşrutiyet’in ilanında artan batılılaşma çabalarının da etkisi olmuşsa da burada dış etkiler daha fazla öne çıkmıştır. Bununla beraber, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların İstanbul yakınlarına kadar gelmesiyle imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması’yla Sırbistan, Karadağve Romanya’ya bağımsızlık verilmekte, bir Bulgaristan prensliğikurulmakta, Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Bosna ve Hersek ise Avusturya’yabırakılmaktaydı. Ağır koşullar içeren bu antlaşmanın kısmen
hafifletilmesi aynı yıl toplanan Berlin Konferansı’nda mümkün olduysa da İngilizler bu desteğin karşılığı olarak 1878’de Kıbrıs’ın idaresini ele geçirmişler dir. Bu, bir anlamda Avrupa siyasi gelişmelerinin de etkisiyle İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik politikasında ciddi bir değişikliği ifade etmekteydi. İngiltere, Kırım Savaşı öncesinde başlayan, Rusya’yı Osmanlı İmparatorluğu ile dengelemeye dönük politikasını terk etmiştir. Hint Okyanusu’na giden yolda bölgenin güvenliğini Rusya’ya karşı savunması nedeniyle o güne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunmasına dönük bir politika izleyen İngiltere, özellikle 1877-78 Rus Savaşı’yla bu devletin söz konusu amacı gerçekleştirmede yetersiz kaldığının ortaya çıkmasıyla en büyük rakibi olan Rusya’nın Orta Doğu ve Balkanlar üzerinde oluşturduğu tehdidi önlemekte yetersiz kalmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını doğrudan veya dolaylı olarak denetimine almıştır. İngiliz çıkarlarını ve Hint yolunun güvenliğini bu şekilde sağlamaya dönük olarak da önce Kıbrıs (1878) arkasından da Mısır (1882) işgal edilmiştir. Bu arada 1830’da Cezayir’i işgal eden Fransa’nın da 1881’de Tunus’u işgal etmesiyle Kuzey Afrika’daki Türk egemenliği ciddi ölçüde zayıflamış; ancak, bir süre daha
devam edecek bu etki 1911’de İtalya’nın Libya’yı (Trablusgarp ve Bingazi)
işgal etmesiyle I. Dünya Savaşı öncesinde, özellikle Kuzey Afrika açısından
büyük ölçüde sona ermiş olacaktır.

19. yüzyılda Osmanlı sultanları kapsamlı reform programları uygulamaya
çalıştılar. Yönetimin gündeminde hükümetin merkezîleşmesi, sadrazamın kontrolünde bir yürütme gücünün kurulması, vergilendirmenin ve askere almanın modernleştirilmesi, anayasal güvencelerin sağlanması, teknik, meslekî ve diğer eğitimleri sağlayan okulların açılması gibi hedefleri vardı, fakat bu hedeflerin çok azı gerçekleştirilebildi.

Diğer yandan, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerde Fransız Devrimi’nin izlerini görmek mümkün. Avrupa’da başlayan reform çabalarını yakalamaya çalışan Türk padişahları içeride bazı reformlar yapma gereği duymuşlar ve bu yönde tam bir başarı sağlanamasa da önemli gelişmeler söz konusu olmuştur. Bu tür çabalar, iktidar dönemi Fransız Devrimi’yle aynı yıllara rastlayan III. Selim (1789-1807) zamanında başlamış ve ilk sürekli elçilik kurumunun kurulması yanında, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordunun kurulması ve maliyenin disipline sokulmaya çalışılması bu girişimler arasında en göze çarpanlar olmuştur. Ancak bu gelişmelerden rahatsız olan yeniçerilerin ayaklanması sonucu III. Selim’in öldürülmesiyle yerine geçen II. Mahmut (1808-1839) bu çabaları daha da ileriye götürmüştür. II. Mahmut zamanında önce Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kurulduysa da bunu yaşatmak mümkün olmamış ve kaldırılmıştır. Bu konudaki asıl başarı, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra sağlandı ve bunun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammedi ye adında yeni bir ordu kuruldu. Harp okulunun açılması, Divan’ın kaldırılarak yerine Nazırlıkların (bakanlıklar) getirilmesi, hükümete önerilerde bulunmak üzere meclis ve komisyonların kurulması, posta teşkilatının kurulması ve Takvim-i Vakayi adıyla ilk resmi gazetenin çıkarılması onun döneminde gerçekleştirildi.

Bu alanda 1839’da II. Mahmut’un ölümünden sonra II. Abdülhamit’e
kadar tahta geçen padişahlarla (Abdulmecid 1839-1861; Abdülaziz 1861-
1876; II. Abdülhamit 1876-1909) beraber ülkede padişahlardan çok sadrazamların daha etkili olduğu bir dönem başlamıştır. 1839’da işbaşına
geçen Abdulmecid’in tahta çıkışından hemen sonra yayınlanan Gülhane
Hatt-ı Hümayunu ya da diğer adıyla Tanzimat Fermanı’nda Sadrazam
Mustafa Reşit Paşa’nın önemli rol oynadığı görülmektedir. Tanzimat
Fermanı, Osmanlı’daki Batıcılık yönündeki gelişmelerde önemli bir dönüm
noktası olarak dikkate alınmaktadır. Tanzimat’la imparatorluk sınırları
içinde yaşayan Müslüman ve gayrimüslimlerin can ve mal güvenliğinin
sağlanması, herkesin kanun önünde eşit sayılması, vergilerin kişilerin
kazancına göre alınması ve askerlik işlerinin belli kurallara göre yapılması
öngörülmüştü. Bunun bir ileri aşaması sayılan Kırım Savaşı’nın Avrupa devletlerinin yardımıyla kazanılmasının sonucunda bu devletlerin baskısı ve bir anlamda bir taviz olarak gündeme gelen ve gayrimüslimlere yeni haklar öngören Islahat Fermanı’yla (1856) Müslüman ve Hıristiyanların kanun önünde eşit haklara sahip olması ve askerî ve sivil bürokrasiye girişte ve eğitim kurumlarından yararlanmada fark gözetilmemesi söz konusu oluyordu.

1861’de işbaşına gelen Abdülaziz’in Jön Türkler’in (Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal) öngördüğü meşrutiyeti kabul etmemesi üzerine 1876’da tahttan indirilmesiyle başa geçen II. Abdülhamit (1876-1909), Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirerek Meşrutiyeti ilan etti (1876) ve bir anayasa (Kanun-i Esasiye) hazırlanarak Meclis-i Mebusan denilen ilk meclisin oluşturulmasına izin verdi. Ancak 1877’de Osmanlı-Rus savaşının başlamasıyla Abdülhamit, Meşrutiyet’i kaldırarak Mithat Paşa’yı Taif’e sürgüne gönderdi. Bunun arkasından özellikle İngiltere’den destek gören Jön Türkler, İttihat ve Terakki örgütünü kurarak Abdülhamit’e karşı mücadele vermeye başladılar. Ancak İttihat ve Terakki’nin yanı sıra 1900’lerin başına doğru Abdülhamit’in politikalarından rahatsız olan askerî ve sivil bürokrasinin de baskısıyla 1908’de II. Meşrutiyet Abdülhamit tarafından ilan edildi ve meclis yeniden açıldıysa da 1909’da çıkan ayaklanmanın İttihat ve Terakki’nin Selânik’te kurduğu Harekât Ordusu ile bastırılmasının ardından Padişah tahttan indirildi. Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarı döneminde Kıbrıs ve Mısır İngiltere tarafından, Tunus ise Fransa tarafından işgal edilmişti. Bunun dışında, Rusya’nın yardımıyla 1878’de özerk olan Bulgaristan’ın bağımsızlığı (1908) ve 1898’de özerkliğini elde eden Girit’in Yunanistan’a bağlanması (1908) söz konusu oldu.
Osmanlı İmparatorluğu, Abdülhamit sonrasında birkaç yıl içinde Edirne’ye kadar Balkanlardaki tüm topraklarını, I. Dünya Savaşı’na girilmesiyle  de tüm Orta Doğu’yu kaybetmiş, elinde sadece Anadolu toprakları kaldığı halde o da savaştan sonra işgal girişimleriyle karşı karşıya kalmıştı.

Diğer bir ifadeyle, 1911’de Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın birleşerek Osmanlı’ya saldırısıyla başlayan I. Balkan Savaşı sonunda Libya ve Ege’deki 12 ada İtalya’ya (Uşi Antlaşması’yla), Ege’deki adalar, bazıları (İmroz ve Bozcaada) dışındakiler Yunanistan’a bırakılmış ve yapılan Londra Antlaşması’yla (1913) Osmanlı İmparatorluğu Edirne dahil Balkanlardaki tüm topraklarını kaybetmiştir. Ancak Balkan devletlerinin ele geçirdikleri yerleri aralarında paylaşma konusunda anlaşmazlığa düşmeleri ile başlayan II. Balkan Savaşı’yla Edirne geri alındıysa da Makedonya ve Batı Trakya ile Ege adalarının Yunanistan’a bırakıldığı
1913 Atina Antlaşması’yla kabul edilmiştir. Nitekim, kökeninde Bosna- Hersek üzerindeki mücadelenin yattığı Sırbistan ve Avusturya- Macaristan gerginliğinin ardından başlayan I. Dünya Savaşı’nda Almanya yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu, 1918’de Orta Doğu ve Arap yarımadasındaki topraklarını da kaybetmiştir.


6.CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 4

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 4





Şİİ-EHL-İ BEYT İMAMLARI 


İsmailiye mezhebinin bir kolunu oluşturan ve soyunun Peygamberin kızı Fatma ’dan geldiğini iddia eden Übeydullah, 910’da Tunus’ta kendisini halife ilan etti. 
Bunlar Fatımiler adını alarak 969’da Mısır’ı işgal ettiler ve yaklaşık yüzyıl sürecek bir hanedanlık kurdular. Fatımiler bir süre sonra Tunus’u kaybetmekle beraber 
doğuda Suriye’ye kadar uzandılar. 

Hem imam hem de halife unvanlarını kullanan Fatımi imamları Müslümanlar üzerinde evrensel yetkiye sahip olduklarını iddia etmekteydiler. 

Fatımilerin teşvik ettiği bu Şiilik yorumu daha çok Mısır ve Suriye’de yaygınlaştı; ancak Fatımilerin iktidarı zayıfladığında ve nihayet yerini Eyyübilerin iktidarına bıraktığında İsmaili cemaatleri küçüldü. 
Ancak bunlar İran’ın yanı sıra Suriye’nin kuzeyinde dağlık bölgede ve Yemen’de varlıklarını sürdürdüler. 

10. yüzyıldan itibaren imamların mezarları ziyaret yerleri oldu. Onların dördü Medine’de (Hz. Hasan, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık), altısı Irak’ta (Hz. Ali-Necef, Hz. Hüseyin-Kerbela, Musa Kazım-Bağdat, Muhammed Cevad (Taki)-Bağdat, Ali Naki (Hadi)-Samarra, Hasan el-Askari-Samarra), İmam Rıza’nın mezarı ise İran’da Meşhed’de bulunuyor. Bunların dışında Kahire’de İmam Hüseyin’in başının gömülü olduğu düşünülen türbe halka açık bir ibadet merkezi oldu. İbadet bakımdan bazı farklılıklar gösterse de Şiiler Mekke’ye hacca gitmekte; Sünniler de Şii imamların mezarlarına saygı göstermekte ve bu yerleri ziyaret etmektedir. 

3. EMEVİLER VE ABBASİLER 

Muaviye’nin (661-680) iktidara gelmesi bir dönemin sonu ve bir başka dönemin başlangıcı olarak görülmüştür. Hz. Ebubekir’den Hz. Ali’ye kadar ilk dört halife Müslümanların çoğu tarafından Hulefa-i Raşidin ya da “Doğru Halifeler” olarak bilinir. Daha sonraki halifeler ise farklı biçimde değerlendirildiler. Her şeyden önce, Muaviye’den sonra halifelik kalıtsal hale geldi. 
Halifeyi cemaat önderlerinin seçmesi ya da en azından resmen onaylaması düşüncesi muhafaza edildiyse de, bu zamandan itibaren iktidar bir ailenin (ilk olarak da Emevilerin) eline geçmişti.13 

İmparatorluğun başkenti Şam’a taşındı. Bu kent bir mahkemeyi, bir hükümeti ve bir orduyu yaşatmak için gerekli iktisadi imkâna sahip bir bölgede yer alıyordu ve Akdeniz’in kıyı şeridini ve doğal bölgelerini buradan denetlemek, Medine’ye kıyasla daha kolaydı. Bu oldukça önemliydi; çünkü halifeliğin hâkimiyet alanı hâlâ genişlemekteydi. Zira Müs-lümanlar Mağrip’e doğru ilerlediler ve ilk önemli üslerini Kayrevan’da (Tunus) kurdular. 

Buradan batıya doğru hareket ederek 7. yüzyılın sonunda Fas’ın Atlantik kıyısına ulaştılar ve kısa bir süre sonra Tarık bin Ziyad komutasındaki ordu ile 711’de 
İspanya’ya geçtiler. Öteki uçta Horasan’ın ötesindeki bölgeler Aras havzasına kadar fethedildi ve Müslümanlar ilk kez Kuzeybatı Hindistan’a kadar dayandılar. 

Ancak imparatorluğun büyümesi ve buna bağlı olarak kontrolün zorlaşmasının yanında fetihlerin azalması birlik ruhunu azalttı ve Emevi iktidarına karşı muhalefetin giderek artmasına yol açtı. En önemli muhalefet hareketi, Harici ve Şii muhalefetiydi. Bilindiği gibi Hariciler Sıffın savaşında Ali’nin hakemliği kabul etmesi üzerine onun safını terk edenlerden oluşmaktaydı. 

Muaviye (661-680) döneminde yaşlılardan oluşan bir meclis oluşturulmuş ve halife halk arasında herhangi bir korumaya gereksinim duymadan dolaşırken, zamanla bütün bunların yerini, kendi başına karar veren ve büyük bir orduyla korunan ve halktan uzaklaşan halifeler almıştır. Emevi dönemi Muaviye bin Süfyan’ın yaklaşık 20 yıllık iktidar döneminin arkasından oğlu Yezid’in de 683’te ölümü üzerine yerine hem yaşı oldukça küçük, hem de sağlık sorunu olan II. Muaviye’nin halife olmasıyla devam etti. Fakat II. Muaviye’nin birkaç ay sonra ölümü üzerine halifelik, Süfyani ailesinden Emevi hanedanının bir başka kolu olan Mervanilere geçmiştir. 684’te halife ilan edilen Mervan bin Hakem’in bir yıl sonra ölümü üzerine halifeliği devralan oğlu Abdülmelik bin Mervan (685-705) döneminde Emevilerin içinde bulunduğu zayıflıktan dolayı İran’da iç karışıklıklar başladı. Zira bir taraftan halifelik iddiaları hâlâ ciddi bir tehlike oluştururken, diğer taraftan Irak’ta Harici ve Şii ayaklanmaları devam etmekteydi. Bütün bu iç karışıklıkları zaman zaman aşırı şiddet kullanarak sona erdiren Abdülmelik bin Mervan’ın 20 yıllık halifelik döneminin 705’te ölümüyle sona ermesi üzerine ise yerine kardeşi Velid (705-715); onun yerine ise kardeşi Süleyman (715-717) geçmiştir. Süleyman döneminde İstanbul üçüncü defa  kuşatılmıştır. g

g İstanbul ilk defa 669’da Emevi halifesi Muaviye zamanında Süfyan bin Auf komutasındaki ordu tarafından kuşatılmıştı. İkinci kuşatma yine Muaviye döneminde 674-680’de söz konusu olmuştu. Üçüncü kuşatma ise Süleyman döneminde 716-717’de gerçekleşmiştir. İlk kuşatmada Hz. Peygamber’in sancaktarı ve Medine’ye gelişinde ona evini açan ilk sahabelerden Hz. Ebu Eyyüb el-Ensari de bulunmaktaydı. 

Bu son kuşatmadan da bir sonuç alınamamıştır. 

Süleyman döneminde içerde kargaşa ve bölünme iyiden iyiye artmıştı. Süleyman’ın ölümü üzerine halife seçilen Ömer bin Abdülaziz (717-720) dönemi daha ziyade içerde bir toparlanma dönemi olarak nitelenebilir. 

Emevi halifeleri arasında ılımlı kişiliği ile bilinen Abdülaziz gerçekten Emevilerin eleştirildiği çok şeyden özenle kaçındığı halde onun çabaları Emevi hanedanlığı na yönelik muhalefetin sona ermesi için yeterli olamadı. II. Yezid, Hişam, II. Velid ve III. Yezid dönemlerinde Emevi hanedanlığına yönelik muhalefet giderek genişlemiştir. Özellikle Horasan’da aslen Türk olan Ebu Müslim komutasındaki ordunun II. Mervan döneminde Emevi ordusunu (749-750) peş peşe mağlup etmesi ise hanedanlığın sonunu getirmiştir. Bu defa iktidar ve halifelik tekrar Kureyş kabilesine geçmekteydi. Ebu-l Abbas’ın halifeliğiyle yeni bir dönem 
de başlamış oldu.14 

Emevilerin en parlak dönemi Muaviye, Abdülmelik bin Mervan ve Ömer bin Abdülaziz dönemleridir. Emeviler döneminde her ne kadar sonuç alınamamış olsa da İstanbul üç defa kuşatılmıştı. Bu dönemde Müslümanların egemenliği Horasan’a kadar yayıldı. Orta Asya içlerine ve Hindistan’ın kuzeybatısına düzenlenen seferler sırasında üs olarak kullanılmak üzere Merv ve Sistan’da garnizon kentler kuruldu. Bu arada Kuzeybatı Afrika’nın fethi de başladı. Özellikle Abdülmelik bin Mervan döneminde Irak, Hicaz ve İran’daki ayaklanmalar bastırıldı; İslâm orduları tarafından Batı’da İspanya’nın büyük bölümü, Hindistan’da Mukran ve Sind ele geçirildi; Orta Asya’da Buhara, Semerkant, Harezm, Fergana ve Taşkent fethedildi. 

Bu dönemdeki fetihler geleceğin egemen gücü olacak olan Türklerin İslâmiyetle tanışmasında önemli oldu.15 Ömer bin Abdülaziz dönemi ise hem Emevi ve 
Kureyş kabilesi arasındaki rekabeti sona erdirmek hem de Haricilerin itiraz ettikleri noktalarda onları ikna etmek için çaba gösterildiği bir dönem olmuştur. 
Ömer bin Abdülaziz, iç karışıklıklara yol açan sorunları çözmek için çaba göster miş ve Araplar ile Arap olmayanlar arasında ayırım yapmamaya çalışmıştır. 

Ancak aynı uygulamanın daha sonra sürdürülememesi Emevi hanedanlığının yıkılış sürecini hızlandırmıştır. Devlete tepkiler sadece Arap olmayan unsurlar dan gelmemiş, uygulamalar aynı zamanda Arapların kendi içinden de çok büyük tepkilere yol açmıştır. 


1) Koyu Kahve Yerler: Hz. Peygamber Dönemi (622-632) 

2) Koyu Gri Yerler: Dört Halife Dönemi (632-661) 

3) Açık Gri Yerler: Emeviler Dönemi (661-750) 

Emeviler Dönemi 

Emevi hanedanlığı sonuçta yaklaşık yüzyıl iktidarda kalabilmiştir. 

Hz. Ali zamanında Mekke’den Kufe’ye (Irak’ın güneyine) taşınan imparatorluk merkezi Muaviye ile birlikte Şam’a taşınmıştır. Batıda İspanya (hatta kalıcı olunamasa da 732’de Fransa’da Poitiers) imparatorluk sınırlarına katılırken, Müslümanların etkisi doğuda Çin sınırlarına kadar uzanmıştı. 

Emevi hanedanlığına çeşitli muhalefetler söz konusu olmuştu. İmparatorluk içinde özellikle Arapların ayrıcalıklı bir konuma sahip olmaları çeşitli ulusların yer aldığı imparatorlukta hoşnutsuzluklara yol açmış; buna rağmen Emevi hanedanlığının uygulamaları özellikle dine saygısızlıklar ve yozlaşmalar Araplar da dahil hemen her kesimin tepkisine neden olmuştur. Nitekim son Emevi Halifesi II. Mervan’ın, Ebu-l Abbas’ın önderliğinde başlayan ayaklanmaya esas olarak Ebu Müslim Komutasındaki Horasan Türklerinin de destek vermesiyle yenilmesi sonucu Emevi hanedanlığı sona ermiş ve halifelik Hz. Peygamberin amcası Abbas’ın soyuna geçmiştir. Bu sırada Emevi soyundan I. Abdurrahman 
İspanya’ya geçerek Emevi hanedanlığını ve egemenliğini uzunca bir süre 
burada devam ettirmiştir. Böylece yaklaşık 500 yıl sürecek Abbasi hanedanlığı dönemi başlarken, Emevi hanedanlığı da İspanya’da 1492’ye kadar devam edecekti.16 

Emevi hanedanlığının sona ermesiyle halifelik Peygamberin amcası Abbas’ın torunlarından Ebu-l Abbas Abdullah’a geçerken halifeliğin merkezi de Suriye’den Irak’a taşınmıştı. 762’de Mansur döneminde imparatorluğun başkenti Bağdat oldu. Abbasiler döneminde imparatorluğun sınırları batıda Fas’a, doğuda ise İran, Horasan ve Orta Asya’yı kaplamakta ve Çin’e kadar uzanmaktaydı. İmparatorluk en parlak dönemini Ebu-l Abbas’ın haleflerinden Mansur (754-75), Harun Reşid (786-809) ve Me’mun (813-833) zamanında yaşadı.17 İmparatorluğun başkenti olan Bağdat, Dicle ve Fırat’ın birbirine yaklaştığı bir noktada kurulmuştu. 

Abbasi hanedanlığı Emevilerden farklı olarak ülkeyi İslâmi kurallara daha fazla özen göstererek yönetmeye çalışmaktaydı. İmparatorluğun Kuran’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun biçimde yönetildiği iddiasını taşımaktaydılar. Bu doğrultuda din alimleri hukuk sisteminde önceki dönemlerden daha fazla ağırlığa sahip oldular. Ayrıca Abbasiler döneminde ordu ve yönetimde Türklerin ağırlığı belirgin bir şekilde artmıştı. Bu dönemde Şiilerin imparatorluğa karşı büyük bir muhalefeti söz konusu olmadı.18 Halifelik Arapların elinde olsa da devlet tüm Müslümanlara açıktı ve özellikle İranlılar yönetimde merkezi bir rol oynamak taydı. Bununla beraber Abbasi İmparatorluğu döneminde imparatorluk sınırları içinde çeşitli yerel hanedanlar güçlerini artırdılar. Bunların ortaya çıkışı 
Abbasilerin en parlak dönemi sayılabilecek olan Harun Reşid döneminde başladı. 



Fas’ta İdrisiler ve Tunus’ta Aglebiler (800-909) aynı zamanda ilk önemli kopma olarak da nitelenebilir. Yine bu arada Irak’ın kuzeyi (Musul) ve Suriye’de 
(Halep) Hamdaniler (890-1004), Mısır’da önce Tolunoğulları (868-905), sonra İhşidiler (935-969) ve yine önce Tunus’ta (909) arkasından Mısır’da (969) denetimi ele geçiren Fatımiler (909-1171), Mısır ve Suriye’de önce Eyyübiler (1171-1260) sonra Memlükler (1252-1517), İran’da önce Saffariler (863-907) sonra Samaniler (874’ten itibaren ama özellikle 907-1005 arasında), İran’ın batısında (932’den itibaren) ve Irak’ta Büveyhiler (932-1055), İran, Afganistan, Tükmenistan, Hindistan’ın kuzeyi ve Pakistan’da Gazneliler (977-1186), bunların İran’daki varlığına son veren ama İran’ın dışında Irak’ta da egemenliği ele geçiren Selçuklular (1038-1194) ve yine Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar (1172-1231) önemli hanedanlıklardı.19  
h Büyük Selçukluların İran’daki varlığına son veren Harzemşahlar bu defa 1230’da Yassıçemen savaşında Anadolu Selçuklularına yenilerek dağıldılar. 

Hatta 945’te Büveyhilerin Irak’ı denetimleri altına almasıyla siyasi otoritelerini kaybeden Abbasi halifeleri sembolik dini yetkileri 
olan bir konuma büründüler.20 



ORTA DOĞU’DAKİ MÜSLÜMAN HANEDANLIKLAR 

Dolayısıyla özellikle 10. yüzyıldan itibaren Abbasi halifeleri siyasal yetkiden yoksun olarak 945’ten itibaren önce Büveyhilerin, 1055’ten sonra ise Selçukluların koruyuculuğunda varlıklarını sürdürdüler. Bu dönemde dinsel açıdan halifeliğe bağlı kalmak koşuluyla bağımsızlık elde eden devlet sayısı 16 civarındaydı. 

Halife Kaim’in Selçuklu sultanları ile kurduğu iyi ilişki sonucunda Tuğrul Bey, Abbasi halifeleri lehine Büveyhilerin egemenliğine son verdi. 

Sultanlığı halifece onaylanan Tuğrul Bey, Şii olan Hamdanilerin, Fatımilerin ve Büveyhilerin tersine Sünni olduğu için halifeye büyük saygı gösterdi.21 
Bu dönemde halifeliğin bir atama makamı olarak yüceliği, meşruiyet sağlayıcı, birleştirici ve uzlaştırıcı manevi kişiliği Sünni İslâm dünyasınca kabul edilmişti. 
Ancak Büyük Selçuklular’ın zayıflamasıyla durum yeniden bozulmaya başladı ve özellikle son üç halife Zahir (1225-1226), Mustansır (1226-1242) ve Mustasım 
(1242-1258) döneminde Moğol saldırıları nedeniyle halifeliğin durumu iyice tehlikeye girdi. Sonunda Cengiz Han’ın torunu Hülâgu’nun 1258’de Bağdat’ı işgal etmesi ve Halife Mustasım ve yakalanan hanedan üyelerini öldürtmesiyle 508 yıllık Abbasi dönemi kapanmış oluyordu. Ancak bu saldırı sırasında Mısır’a kaçan Halife Zahir’in oğlu Ahmed 1261’de bir başka Türk devleti olan Memlükler tarafından Sultan Baybars’ın koruyuculuğunda halife ilan edilmiştir. Siyasal ve askerî hiçbir yetkisi bulunmayan bu yeni halifelik kurumu, İslâm ülkelerinde tahta çıkan ya da bağımsızlık kazananların sultanlıklarını onaylayan, Sünni camilerinde adına hutbe okunan 17 halifeyle 1517’ye kadar devam etmiştir. 

Bu tarihte Osmanlı Sultanı Yavuz Selim (I. Selim), hem Memlukların egemenliğine hem de Mısır Abbasi halifeliğine son verdi. Kutsal emanetleri İstanbul’a taşıyan Yavuz’la beraber Osmanlı sultanları aynı zamanda halife olarak da anılmışlar ve Sünni dünyasında da kabul görmüşlerdir.22 

Abbasilerin beş yüzyıl ayakta kalmasında çeşitli faktörler rol oynamıştı. Hz. Ömer ve Osman’ın öldürülmeleri Emevi halifelerinin halktan uzak durmalarına neden olurken, bu tutum onların bir süre sonra tamamen halktan kopmalarına ve otoriter bir yönetim anlayışına kaymalarına yol açmış, hatta bazıları sefahat içinde bir hayat geçirmekle suçlanmıştı. 

Oysa Abbasilerde halife ancak eşitler arasında birinciydi ve halktan birisi olarak Hz. Peygamber’i örnek alarak mütevazı bir yaşam sürerdi. Ayrıca Abbasiler, Emevilerden farklı olarak İslâmın evrenselliğine uygun olarak herhangi bir ulusun diğerlerine daha üstün olduğu anlayışına dayanmamaktaydı. Emevilerin birçok kargaşa ve huzursuzluğa yol açmış olan Arapların daha ayrıcalıklı bir konuma sahip olması düşüncesi ve uygulaması da Abbasiler döneminde terk edilmişti. Yine bununla bağlantılı olarak birinci kuşak Müslümanların ama özellikle ikinci kuşak Müslümanlar arasında yaşanan çok kanlı çarpışmaların çoğu halifelik iddialarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte Emevi uygulamalarının doğurduğu rahatsızlığa tepki olarak ortaya çıkan ayaklanmalar yüzünden yaşanan iç savaşlara karşılık, Abbasiler döneminde beş yüzyılı aşkın süre içinde bir-iki istisna dışında Müslümanlar arasında kanlı iç savaşlar yaşanmamıştır. Ayrıca özellikle 11. yüzyıldan itibaren Türklerin koruyucu siyasetleri de zaten zayıflamış Abbasi halifeliğinin uzun süreli olmasındaönemli rol oynamıştır. Bizans sınırına Türklerin yerleştirilmesi, Horasan ve Samarra’daki garnizonlarda askerlerin bütünüyle Türk olması, halifeliğin sürekliliğini sağlayan etkenler arasında yer almıştır. 

Bunların yanında yine de zaman zaman belirli bölgelerde muhalif bir İslâm tarzı adına karşıt ve ayrılıkçı hareketler ortaya çıkmadığı söylenemez. 

Bunların bazıları Haricilik ya da en azından onun kollarından biri olan İbadilik adını taşıyan hareketlerdi. Cemaatin başkanlığı, yani imam olma görevinin en değerli kişi tarafından yerine getirilmesi, bu kişinin ehliyetsiz olduğunu göstermesi halinde görevinden alınması gerektiğine inanılmaktaydı. Nitekim bir İbadi imamlığı Abbasiler tarafından baskı altına alınmasına rağmen Umman’da varlığını sürdürdü.23 

Öte yandan Irak’ın içindeki ve çevresindeki Şii çoğunluk Abbasi yönetimini kabul etti ya da en azından ona açıkça muhalefet etmedi. 
Bunlardan Zeydiler ki bunlar Şiiler içinde Sünnilere en yakın olan kesimi temsil ettikleri için Sünnî dünyasıyla çok ciddi bir çatışma içine girmemişlerdir.24

Abbasileri daha doğrudan hedef alan bir meydan okuma, Şiiliğin bir başka kolu olan İsmaililerle bağlantılı olan hareketlerden geldi. 

i Bilindiği gibi Ortadoğu’nun bir çok ülkesinde dağınık şekilde bulunmalarına karşılık özellikle 1962’de İmamlığın yıkılmasına kadar Kuzey Yemen’de hakim mezhebi temsil etmekteydiler. 

Abbasi İmparatorluğu ile aynı dönemde yaşayan hanedanlıklardan söz ederken Batı’da 711’den beri İspanya’nın Endülüs adı verilen bölgesinde egemenliklerini 15. yüzyıla kadar sürdüren Endülüs Emevi devletini de belirtmekte yarar var. Başkent Kurtuba (Cordoba) beslenme ve endüstri için gerekli malların taşındığı bir suyolu olan Vâdilkebir (Guadalquivir) ırmağı üzerinde yer almaktaydı. Kurtuba aynı zamanda yolların birleştiği bir yer ve çeşitli bölgeler arasında ticaretin yapıldığı bir pazardı. Endülüs Emevileri de tıpkı Abbasiler gibi onuncu yüzyıla kadar merkezi bir yönetim oluşturdularsa da bu tarihten sonra devlet yerel otoriteler anlamına gelen çok sayıda krallığa bölünerek zayıfladı.25 

Bu dönemde Abbasilerin doğu bölgesini yukarıda üzerinde durulduğu gibi, Sünni İslâmı benimsemiş bir Türk hanedanı olan Selçuklular yönetmekteydi. Bunlar, Abbasilerin süzeranlığı altında 1055 yılında güçlü hükümdarlar olarak kendilerini Bağdat’a kabul ettirmişlerdi. İran ve Irak ile Suriye’nin büyük bir bölümünü etkileri altına almışlar ve 1071’den itibaren Bizans İmparatorluğu’nun elindeki Anadolu topraklarını fethetmişlerdi. 

Bütün bunlara karşılık halifelik iddiasında bulunmayan Büyük Selçuklu İmparatorluğu 1157’den itibaren dağılmış; Anadolu’da varlığını sürdüren 
Anadolu Selçuklu Devleti ise 1243’ten itibaren Moğollar karşısında bütünlüğünü koruyamamış; yerine çok sayıda Türk beylikleri kurulmuştur. 

Nitekim bunlardan biri olan Osmanlı Beyliği 1299’da başlayan bir süreçle diğer Türk beyliklerini de egemenliği altına alarak büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. 

Diğer taraftan, Aglebilerin egemenliğine son vererek 909 yılında Tunus’ta halifeliğini ilan eden Ubeydullah’ın 969’da Mısır’ı denetimi altına almasıyla başlayan Fatımilerin egemenliği 1171 yılına kadar devam etti; ancak bu tarihte Selâhaddin Eyyübi tarafından Fatimilerin egemenliğine son verildi. Şiilerin İsmaili dalına mensup olan Fatımilere karşılık Sünni olan Selâhaddin Eyyübi, Filistin’i ve Suriye kıyılarını işgal eden Hıristiyanları yenerek bu bölgeyi denetim altına aldı. Eyyübi hanedanlığı Mısır’ı 1252’ye, Suriye’yi 1260’a ve Batı Arabistan’ı (Hicaz) 1229’a kadar yönetti. 

Diğer taraftan Türklerin bölgeye ilk gelişleri Selçuklular zamanında gerçekleşmiş tir. Esas olarak İran’ı egemenlikleri altına alan Selçuklular’ın bu sırada Irak’ta Şii Büveyhilerin idaresini kaldırmak isteyen Abbasi halifesinin daveti üzerine 1055’te Irak’a gelerek Bağdat’ta idarî ve askerî otoritelerini kurmuşlardır. Halife Kaim Biemrillah’ın elinden taç giyen Tuğrul Bey’in şahsında Selçuklular, halifenin vekili ve İslâm’ın savunucusu olarak bölgede büyük bir imparatorluk haline gelmişler dir. Selçuklular döneminde diğer Türk boylarının da göç etmesiyle İran ve Orta Asya bölgesi bu devletin egemenliği altına girmiş, 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatorluğu’nu yenmeleri üzerine daha batıya hareket ederek 
Anadolu topraklarını Hıristiyan toprakları olmaktan çıkarmışlar ve bu bölgeyi Türk ve Müslümanların yerleşimine açmışlardır. Ancak, Selçuklu iktidarı uzun süreli olamamış; 1157’den itibaren imparatorluk parçalanmış ve yerine bağımsız beylikler kurulmuştur. Ancak Selçuklular dönemi Sünni İslâm’ın gelişmesi açısından önemli bir dönem olmuş; Selçuklular her bakımdan İslâm kültürünü özümseyerek onu geliştirmişlerdir. 

Bu dönemde sanatta, mimarîde, edebiyatta ve teknikte ciddi ilerlemeler yaşanmış, âlimler bu dönemde çok saygı görmüşler; hatta âlim yetiştiren ilk 
medreseler (Nizam-ül Mülk tarafından kurulan Nizamiye medreseleri) bunların zamanında açılmıştır. 

İslâm’ın yayılmasını temel misyonları ve kendilerini İslâm’ın hizmetçisi olarak gören Selçuklular’ın yerini bu anlamda ancak Osmanlılar alabilmişlerdir.26 

13. yüzyılda Suriye’den Hindistan’a kadar tüm İslâm dünyası doğudan gelen Moğol tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tehdit ve saldırılar ne Arapların bir dini yaymak için yedinci yüzyıldaki savaşlarına ne de Selçukluların onbirinci ve onikinci yüzyıldaki yayılmalarına benzemekteydi. Moğolların sanki tek hedefi yıkmak ve dağıtmaktı. Irak ve İran’da neredeyse taş taş üstünde bırakmamışlardı. Moğol hükümdarı Cengiz Han tüm Kuzey Çin’i işgal etmiş, 1220’lerde de Buhara, Semerkant ve Kuzey İran’ı egemenliği altına almıştı. 1256’da diğer bir Moğol dalgası Cengiz Han’ın oğlu Hülâgu tarafından batıya doğru Mısır’a kadar İslâm topraklarını ele geçirmek için başlatılmıştı. Doğu Asya’dan gelen bu gayrimüslim Moğol hanedanının, İç Asya steplerinden Moğol ve Türk aşiretlerinin oluşturdukları bir orduyla Müslüman dünyaya yaptığı bu akınlar sonucunda, İran ve Irak’ı fethettikten sonra Moğollar, 1258’de Bağdat’taki Abbasi halifeliğine son verdiler. Abbasi halifesini de öldüren 
Moğollar yaklaşık 500 yıllık İslâm geleneğini yansıtan ne kadar sembol 
varsa yıktılar. Moğolların Bağdat’ı bu şekilde yerle bir etmeleri şehrin o 
güne kadar İslâm dünyasında bir ticaret ve sanat merkezî olarak oynadığı 
merkezi rolü de sona erdirdi. Her ne kadar sembolik olarak halifenin 
burada oturması geleneği bundan sonra da devam ettirilmeye çalışıldıysa 
da Bağdat’ın imparatorluk başkenti olma konumu kaybolmuş ve sıradan 
bir şehir görüntüsü kazanmaya başlamıştır.27 

Moğolların bir kolu yaklaşık yüzyıl kadar (1256-1336) İran ve Irak’ta 
saltanat sürdüler ve bu esnada Müslüman oldular. Moğollar batıya doğru da ilerlemeye çalıştılarsa da Eyyübiler tarafından ülkeye getirilmiş olan (Türk kökenli) kölelerin oluşturduğu bir Mısır ordusu tarafından Suriye’de durduruldular. Hülâgu’nun ordusunu 1260’da durduran bu ordunun önderleri Eyyübileri tahttan indirerek Kafkasya ile Orta Asya’dan gelen ve Mısır’ı iki yüz yıldan fazla bir süre (1252-1517) yönetecek bir iktidar oluşturdular. Eyyübilerden iktidarı devralan Memlükler, Suriye’yi de 1260’dan itibaren yönetmeye ve Batı Arabistan’daki kutsal yerleri denetim altına almaya başladılar. Memlukların egemenliği onaltıncı yüzyılın ilk döneminde Osmanlılara yenilmeleriyle sona erdi. Biraz ilerdetekrar değinileceği üzere 13. yüzyıl sona ererken kurulan bu imparatorluk İspanya kıyıları ve Fas’a kadar bütün Mağribi denetimleri altına aldı. 

Diğer taraftan 16. yüzyılın başından itibaren Doğu’da bir imparatorluk 
kuran Safeviler İran’ı iki yüz yıldan fazla bir süre (1501-1732) egemenlik-
leri altında tuttular. Yine aynı dönemde Moğol hükümdarlık ailesinden 
ve Timur’un soyundan gelen bir Türk hanedanı Güney Hindistan’da, 
başkenti Delhi olan bir imparatorluk kurdu (1526-1858). Aslında kendisi 
de Türk olan Timur’un ordusu ise 1381’den itibaren Anadolu içlerine 
doğru ilerlemeye başlamış, 1402’de Osmanlı hükümdarı Yıldırım Beyazıt’ı yenerek Doğu Anadolu topraklarını denetimi altına almıştı. 

Ancak Timur’un 1405’te ölümünden sonra imparatorluk bölünmüş ve Anadolu 
ve İran’daki topraklarda otonom beylikler kurulmuştur. Fatih zamanında 
bu toprakların büyük bir kısmı Osmanlı sınırlarına katılmış olmakla beraber bunların tamamı Yavuz zamanında imparatorluk sınırlarına dahil  edilmiştir.28 


5.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***