Pınar Arıkan Sinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Pınar Arıkan Sinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2017 Çarşamba

İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler BÖLÜM 2



 İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler  BÖLÜM 2



     İran siyasi sisteminde yasama organı olarak işlev gören meclis ya da İslami Şura Meclisi bir nevi halka dayalı meşruiyetin kullanıldığı organlardan biri çünkü İran anayasasına göre seçimler yoluyla meclis üyeleri belirleniyor ve seçimler doğrudan ve gizli oyla halk tarafından yapılıyor. Her dört yılda bir meclis seçimleri yenileniyor. Mecliste azınlıkların temsil hakkı var, bu İran için özel bir şey diyebiliriz. Beş vekil ile azınlıklar temsil ediliyor. 

Bunlardan Zerdüştler ve Museviler birer temsilci, Süryani ve Keldani Hıristiyanlar birlikte bir temsilci, güneydeki ve kuzeydeki Ermenilerde birer temsilci ile 
mecliste temsil ediliyorlar. Meclis İslam’a ve anayasaya aykırı olmamak koşuluyla her sorun için kanun koymaya yetkili. Bu konudaki denetim yetkisi 
daha önce de belirttiğim gibi Koruyucular Şurası’na aittir. Meclisin yaptığı her kanun Koruyucular Şurası’na gidiyor, Koruyucular Şura’sı kanunların anayasa ya ve şeriat’a uygunluğunu denetledikten sonra kabul eder ise meclise geri gönderiyor ve yasa işleme konmuş oluyor. Kabul edilmezse tekrar görüşülmesi 
için yine meclise iade ediyor ve nihai veto hakkı da Koruyucular Konseyi’ne ait. Meclis, ülkenin bütün işleri için araştırma ve soruşturma hakkına sahip. 

Milletlerarası antlaşma, sözleşme ve muvafakat belgeleri devlet tarafından borç alıp verme, ödünç alıp verme, karşılıksız yardımlar vs. hepsi mecliste kabul edilip onaylanıyor. Savaş ve olağanüstü şartlarda bazı hak ve hürriyetlerde zorunlu sınırlamalar getirmesi için hükümet, meclisin onayını almak zorunda. Ayrıca güvenoyu, soru sorma ve gensoru yöneltme yollarıyla yürütme icraatlarını da meclis denetliyor. İran siyasal sisteminde yürütme gücünü kullanan kurum ise cumhurbaşkanlığı kurumudur. Cumhurbaşkanlığı da dört yıl için ve halkoyuyla seçilir. Cumhurbaşkanı rehberden sonraki en yüksek makamı diyebiliriz. Bir cumhurbaşkanı üst üste en fazla iki defa seçilebiliyor. Tekrar 
aday olmak istediğinde aradan bir dönem geçmiş olması gerekiyor. Daha önce söylemiştim, rehberin İran asıllı olması gerekmiyor ancak cumhurbaşkanının 
İran asıllı olması gerekiyor, İran vatandaşı olmalı, tedbirli ve idareci, iyi geçmişli, güvenilir ve takva sahibi olmalı, Caferi mezhebi mensubu olmalı ve İslam cumhuriyetinin temel prensiplerine inanmalı. Bu özellikleri cumhurbaşkanı adayının sahip olup olmadığını denetleyen daha önce de söylediğim gibi 

Koruyucular Konseyi’dir. Adaylarda, eğer bu özelliklerde bir eksiklik bulursa adaylıklarını reddediyor. Cumhurbaşkanı seçime katılanların salt çoğunluğu 
ile seçiliyor. Eğer adaylardan hiçbiri bu salt çoğunluğu sağlayamazsa seçim en fazla oyu alan iki aday arasında bir sonraki haftanın Cuma günü tekrarlanıyor 
ki bu İran seçimlerinde sık sık olan bir şeydir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Koruyucu Şura nezaret ediyor. Ancak cumhurbaşkanı mazbatasını rehberden alıyor. Yani cumhurbaşkanını yürütme yetkisiyle görevlendiren kişi nihayetinde rehber oluyor. Yeni cumhurbaşkanı İslami Şura Meclisi’nde yemin ederek görevine başlıyor. Cumhurbaşkanının görevleri arasında milli planlama ve 
bütçeden sorumlu olmak var, büyükelçilerin atamasını yapıyor, yabancı büyükelçilerin itimatnamelerini kabul ediyor, Yüksek Güvenlik Konseyi’nin de 
başkanlığını yürütüyor. Yargı kurumu İran’daki yasama-yürütme ve yargı, üçlü yönetim İran’da da mevcut. Yargı üçüncü ayak olarak göze çarpıyor. 

Yargı gücü İslami ölçülere uygun olarak kurulmaları gereken adli mahkemeler aracılığıyla kullanılıyor. 

Yargının görevi davaların çözüme bağlanması, kamu hukukunun korunması, adaletin icrası ve yayılması ile şer’i cezaların uygulanmasıdır. Bir yüksek 
yargı erk’i başkanı mevcuttur. Yüksek yargı erk’i başkanını rehber seçiyor. Müşteyitler arasından beş yıl süre ile seçiliyor. Bu yüksek yargı erk’i başkanı, 
hakimleri işe almaktan, atamaktan ve özel bir işle görevlendirmekten sorumludur. Bir de İdari Adalet Divanı kurulmuş durumdadır. İdari Adalet Divanı; halkın, memurlar, devlete bağlı hükümetin birimleri veya tüzükler dolayısıyla olan şikayet ve itirazlarını inceliyor. Ayrıca İhtisas mahkemeleri de mevcut. Asker, jandarma, polis ve devrim muhafızların görevlerini ilişkin suçların soruşturulması için askeri mahkemeler kurulmuş durumda. Devrim mahkeme leri yine ülkenin iç ve dış güvenliğine yapılan bütün saldırılar, rejimin kurucusu Humeyni ve rehber hakkında kötü söz ve iftiralar, rejimin güvenliğine yönelik tehditleri ele almak için yetkilidir. Bir de doğrudan rehbere bağlı özel ulema mahkemesi var ki bu mahkeme din adamlarının ve medrese öğrencilerinin 
sorunlarını çözmekle yükümlüdür. 

Anayasal Kurumların sonuncusu Danışma Kurullarıdır. 

Bu kurullar iki tanedir. Birincisi düzenin yararına teşhis heyeti ikincisi yüksek güvenlik konseyidir. Düzenin yararına teşhis heyeti İslami şura meclisi ile yani parlamento ile koruyucular şurası yani yasaları denetlediğini söylediğim şura arasındaki anlaşmazlıkları çözmek üzere kurulmuştur. Tabi bu kurum esasın da 1980’lerin sonlarına doğru gerçekten yasa yapılma konusunda meclis ile koruyucular konseyi arasındaki ciddi çatışmaların çıkması sonucu pratik nedenlerden ötürü kurulmuş bir kurumdur ve bugünde hala işlemektedir. Bu kurum ülkenin genel siyasetinin belirlemesinde danışma kurulu vazifesini görüyor. Meclis ile koruyucular şurası arasında yasaların İslami ve anayasaya uygunluk hususunda anlaşmazlıklar sık sık ortaya çıkabiliyor. 

Bu durumda anlaşmazlık çözülemediği takdirde eğer rehber isterse bu heyeti yani düzenin yararına teşhis heyetini toplayıp konuyu çözüme kavuştura 
biliyor. Bu heyetin bütün üyeleri belirli bir süre için doğrudan rehber tarafından atanıyorlar ve kararları ancak rehberin onayından sonra icra edilebiliyor. 
Yüksek Güvenlik Konseyi bir diğer danışma kuruludur. Yasama, yürütme ve yargı başkanları, Genel Kurmay Başkanı, plan ve bütçe sorumlusu rehberin 
seçtiği iki temsilci dışişleri, içişleri ve istihbarat bakanları gerektiği zaman ilgili bakan, ordu ve devrim muhafızları en üst dereceli komutanlarından oluşan 
büyük bir kurumdur. Daha doğrusu fazla üyeli bir kurumdur. Amacı ve görevleri Milli çıkarları sağlamak, İslam devriminin ve ülkenin toprak bütünlüğünü 
korumak bu amaç ile Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bir kurumdur. 

Rehberin tayin ettiği genel siyaset çerçevesinde ülkenin güvenlik ve savunma politikasını belirlemekle siyasi, toplumsal, kültürel, ve ekonomik faaliyetlerin genel güvenlik ve savunma tedbirleriyle uyumlu hale getirilmesinin sağlamak görevleri de bulunuyor. Yine Yüksek Güvenlik Konseyinin kararları ancak rehberin onayından geçtikten sonra icra edilebiliyor. Bu teknik kısmı bitirdikten sonra 1979 İran devrimi sonrası siyasi gelişmelere göz atmak gerekirse. “79 İran devrimi” sonrasını ilk önce Humeyni dönemi ile başlatmak uygundur. Çünkü Humeyni karizmatik kişiliğiyle devrimde oynadığı lider rolle rehber seçildikten 
sonra hayatta kaldığı 1989’a kadar bütün siyasi sorunlarda meselelerde kararlarda en önemli rol oynamış kişiliktir. Bu dönemi de ikiye ayırmak  mümkün dür.  79- 81 yılları arasındaki ılımlı dönem ve 81 -89 yılları arasındaki radikal dönem. Ilımlı dönem, ülke içerisinde devletin şeklinin belirlendiği, anayasanın yapıldığı, rejimin niteliklerinin belirlendiği dönemdir. Ancak, devrimin niteliğinden dolayı devrime pek çok kesimden insanların katılmasından 
dolayı bu dönemde bu grupların söz söyleme hakkı bulunuyordu ve henüz radikal İslamcılar iktidarı tamamen ele geçirmiş değillerdi. Ancak, 
81’in sonlarına doğru radikal İslamcıların iktidarı ele geçirmeleriyle ve ülkedeki solcu, milliyetçi ve liberal grupların siyaset sahnesi dışına itilmeleriyle ılımlı 
olarak adlandırdığım dönem aslında son derece katı politikaların yerleştiği bir dönem oldu ve daha sonraki radikal siyasete zemin hazırlayan dönem 
oldu. Humeyni döneminde devrimci gruplar arasında iki temel düşünsel eğilim göze çarpmakta. 

Bunlar elitist ve halkçı eğilimlerdir. Elitist eğilim daha çok muhafazakar ve ya geleneksel sağ olarak adlandırılan kesim tarafından benimsenen eğilimdir. 
Bu gruplar nihai egemenliği Allah’a ait olduğunu ve dini esasları en iyi bilen kişiler olarak ulemanın kutsal yasaları uygulamakta tek yetkili olduğunu 
savunanlardır. Sosyal ve kültürel alanda şeriatın katı yorumunun uygulanmasını savunuyorlardı. Ekonomik alanda ise özel mülkiyeti savunuyorlardı. 

Çünkü, özel mülkiyetin çok çalışmayla elde edildiğini dinde kutsal olduğunu dolayısıyla Devletin özel mülkiyete müdahale etmemesi gerektiğini düşünüyorlar dı. Bu nedenle de ağır vergilere sanayi ve ticaretin devletleştirilmesi ne karşı çıktılar. İkinci eğilim olan halkçı eğilim ise İslam devletinin temelinin vatandaşlar ile devlet arasındaki anlaşmaya dayalı olduğunu savunuyordu. Buna göre, vatandaşlar egemenlik haklarını yasaları yapacak olan seçilmiş temsilcilere devredeceklerdi. Bu grubu radikaller olarak adlandırmak mümkün Humeyni döneminde. Halkçı grupta anayasal cumhuriyet vurgusu oldukça belirgindir. 

Zenginliğin ve fakirliğin uç derecelerinin toplum için kötü olarak görüyorlar ve bu nedenle devletin zenginliği yiyecek ve petrol sülvasyonları parasız eğitim, sağlık hizmetleri, aşamalı vergilendirme gibi yollarla halka eşit olarak dağıtması 
gerektiğini savunuyorlar. Sosyal ve kültürel konularda ise muhafazakarlardan daha ılımlı bir bakış açıları var. Ancak bu iki eğilim arasındaki temel fark aslında İslam hukukunun iki farklı yorumundan ortaya çıkıyor. Muhafazakar grup, elitist 
eğilimi olan grup, İslam’ın Kuran ve sünnet gibi geleneksel kaynaklarının temel kabul edildiği ve yeni yorumlara kapalı olan bir hukuksal anlayışı benimsiyor. 
Halkçı grup ise İslam’ın kaynakları üzerinde zamanın gereklerine ve ihtiyaçlara göre ve yeni durumlara göre ikincil hükümlerin verilebileceği daha dinamik bir hukuk anlayışını savunuyor. Aslında ikisinin farkı burada ortaya çıkıyor. Elitist 
grup, muhafazakar ikincil hükümlere karşı doğrudan kurallı ve sünnetin uygulanmasını isteyen grup, halkçı grup ise yeni durumlara yeni gerekliliklere 
göre yeni şerri hükümler yeni şerri kararlar verilmesi gibi verilmesi gerektiğini savunan ve bu anlamda modern durumlara uyum sağlamak çabasında olan 
gruptur. Bu iki grubun yanında devrimin ilk 10 yılında önemli rol oynamış diğer bir grup daha vardır bu aslında Humeyni’nin ölümünden sonra siyasette 
rol kazanmıştır. Bu da dönemin meclis sözcüsü Ali Ekber Haşemi Rafsancani etrafında toplanan gruptur. 


Savundukları karma bir ekonomik anlayış mevcuttur. Bir taraftan zenginin halka yeniden dağıtılmasını savunurlarken diğer taraftan özel mülkiyetin korunması gerektiğini düşünüyorlar. Sosyal ve kültürel alanda ise daha nispeten ilerlemeci bir tavırları vardı. Dediğim gibi Humeyni devrimin ilk lideri, rehber ve karizmatik kişiliğiyle dini bilgisiyle bütün bu gruplar arasında dengeleyici bir rol oynamıştır 
ve bu nedenle de bütün bu gruplar hepsi iddialarını Humeyni’nin fetvalarına dayandırma çabasına girdiler. Hepsi meşruiyetini bir anlamada Humeyni’nin 
düşüncesinden aldılar. Bu dönemde aktif olan muhafazakar grupların bazıları militan din adamları derneği, İslami birleştirme topluluğu ve Kum Havzası 
Müderrisleri Derneği olarak sayılabilir. 

Ancak 1988’e gelindiğinde militan din adamları derneği arasında fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Ruhaniyat diyeceğimiz bu grup arasında solcu eğilimli din adamları 
dernekten ayrılarak Ruhanuyu’yu militan din adamları heyetini kurdular. Bu dönemdeki radikal gruplar ise yani halkçı eğilime sahip guruplar ise İslam 
devrimi mücahitleri ki devrim öncesinde Şah’a karşı silahlı mücadelesinin gerekliliğini savunan grupların birleşmesiyle kurulmuştu. İslam cumhuriyeti 
partisi olarak göze çarpmaktadır. İslam Cumhuriyeti Partisi dönemin siyasetinde önemli rol oynamıştı. Hem muhafazakar hem radikal unsurları içerisinde barındırıyordu. Ancak bu unsurların bir arada olması zamanla fikir çatışmalarına ve ayrılıklara yol açtı. Bu parti içerisindeki temel çatışma bugünde adını belki duymuş olabileceğiniz Hücretiyecilerle Mektebiyeler arasında yaşanmıştı. Hücretiyeciler muhafazakar kanadı oluşturuyorlardı ve nihai egemenliği kayıp İmam Methi’ye 12. imama ait olduğunu savunuyorlardı. Yani biraz daha geleneksel Şii yönetim anlayışına yakın bir tavırları vardı. Dolayısıyla velayeti fakih kurumunu ve bu kurumun siyasete müdahalesini sorgulamaya devam etmişlerdi. Radikal grubu oluşturan mektebiyeler ise dinamik hukuk anlayışını benimsemişlerdi. Dinamik hukuk anlayışının ortaya çıkardığı velayeti fakih 
yorumunu sonuna kadar desteliyorlardı. Bu iki grup arasındaki görüş ayrılığının yol açtığı çatışmalarla İran İslam cumhuriyetinin ilk ve tek partisi olan 
İslam Cumhuriyeti Partisi 1987 yılında Humeyni’nin izniyle kapatıldı. Bundan sonra da siyasi parti kurulmasına izin verilmedi. Şu anda İran da hiçbir siyasi parti bulunmamaktadır. Sadece bazı dernekler siyasette etkin olmaya çalışmaktadır. Yine Humeyni döneminin yeniliklerinden biri de devlet  yönetimin de maslahat zaruret doktrinin uygulanması oldu. Maslahat çıkar demek, zarurette gereklilik demek. Bu doktrin İslam toplumunun çıkarlarını korumak söz konusu olduğunda veya olağanüstü gereklilik halinde İslam hukukçularının şeriat hükümlerini ihlal etmemek koşuluğuyla yeni fetvalar verebileceği anlayışını ortaya çıkardı. Bu yine devletin pratik ihtiyaçlarından kaynaklanan doktrindir. 
Çünkü karşılaşılan yeni meselelerin eğer şeriat hukukunda yeri yoksa ya da hakkında bir fetva yoksa çözülememesi gibi bir durum olmuştu Humeyni 
döneminde dolayısıyla çözmek için yeni fetvalar verilmesini sağlamak için bu doktrin uygulanmaya başlandı. 

Humeyni döneminin önemli olayları da bilindiği üzere 1981’de Irak’la İran savaşmaya başlamıştı. 1988 Ağustos’unda savaş ateşkes ile sona erdi. 

Yani aradan geçen sekiz yıllık sürede İran Irak’la bir fiil savaş halindeydi ve bu savaş durumu da ülkedeki siyasi gelişmeleri ya da ülkedeki siyasi tartışmaların 
üzerine örten bir durum olmuştu ve yine 1989’da Humeyni’nin isteğiyle başlayan çalışmalar sonucu anayasa da yapılan değişikliklerde bu dönemin önemli 
gelişmeleri arasındadır. Humeyni 3 Haziran 1989’da vefat etti. Bunun ardından İran siyasetinde yeni bir dönem başladı. 

Humeyni’nin vefatından yaklaşık 1 ay sonra anayasa değişiklikleri onaylandı ve aynı gün Haşimi Rafsancani cumhurbaşkanı seçildi. 

Anayasa değişikliğinin Humeyni’den sonra yerine gelecek rehberin önemli bir ayrıntısı vardı. Eski anayasaya göre rehberin Ayetullah olması gerekiyordu 
ve merce-i taklit olması gerekiyordu. Yeni anayasada da yine rehber Ayetullah olmalı ancak merce-i taklit olma şartı ortadan kaldırıldı. Çünkü Humeyni’nin yerine İran’daki mevcut siyasi yapı bugünkü rehber Hamenei’nin şeçilmesini istedi. Hamenie ise merce-i taklit konumunda değildi yani Şii hukukunda fetva vermeye yetkili en yüksek kişi konumunda değildi. Dolayısıyla anayasadaki değişiklikleriyle bu şart ortadan kaldırıldı ve yine o dönemde rütbesi Hücretul İslam olan Hamenie çok kısa sürede Ayetullahlığa yükseltilerek mederese tarafından yeni rehber olarak İran devletinin başına getirildi rehberde ilan edildi. Rafsancani dönemine gelirsek 1989’da cumhurbaşkanlığına seçildi ve 97 yılına kadar iki dönem cumhurbaşkanlığı yaptı. Bu dönem İran’ın savaş sonrası dönemine denk geliyor. Savaşta son derece yıpranmış olan ülke hem ekonomik 
olarak hem alt yapısal olarak savaştan çok büyük bir zararla çıkmıştı. Rafsancani ise bu dönemin savaşın hasarlarını tamir etmek ve ülkeyi yeniden yapılandırmak amacıyla uyguladığı politikalarla yürüttü. 

Beş yıllık kalkınma planları yaptı örneğin ve ekonomik gelişmeye öncelik verdi. Tabi kalkınmaya yapılan vurgu yönetimde teknokratların ağırlığın artmasına yol açtı. Rafsancani döneminde İran siyasetine hakim olan siyasi görüşler biraz daha yelpaze olarak genişledi diyebiliriz. Geleneksel sağdan söz etmek mümkün bu dönemde, geleneksel sağ velayet-i fakih sistemde her şeyin üstünde tutan görüş, geleneksel İslam hukukunu savunan görüş ekonomik alanda devlet müdahalesinin olmadığı serbest pazar ekonomisini savunan görüş yani bir anlamda Humeyni döneminde anlattığımız geleneksel muhafazakar görüşün devamı diyebiliriz. Ancak Rafsancani döneminde geleneksel sağ kültürel ve 
sosyal alanda biraz daha sertleşerek batıyı İran’a kültürel saldırı yapmakla suçlamaya başladılar ve İran’ın kendi yerel değerlerini koruması gerektiğini 
savunamaya başladılar. Dolayısıyla toplumun batının kültürel etkisine karşı savaşması gerektiğine dair katı bir tutum içerisine girdiler. Modern sağ ise 
Rafsancani’nin de temsil ettiği kanadı oluşturmaktı aslında. Bunlar kendilerine yeniden yapılandırmanın uygulayıcıları adını vermişlerdi. 1996 yılında 
geleneksel sağdan tamamen ayrıldılar. 

Amaçları Rafsancani’nin başlattığı savaş sonrası yapılandırma çalışmalarının devamı ve İran’ın ekonomik ve siyasal kalkınmasını sağlamaktı. Bu grubun anahtar kelimeleri kalkınmaydı her şeyi kalkınmak için yaptıklarını düşünüyor lardı. Kültürel alanda biraz daha modernizme açıklardı. Ancak ekonomik alanda her ne kadar devlet desteğini benimseseler de nihayette serbest Pazar ekonomisinin yerleşmesi gerektiğini düşünüyorlardı. 3. grup ise radikaller diye bileceğimiz bir grup. Radikaller daha önce bahsettiğimiz 1988’de muhafazakarlar arasında bir fikir ayrılığı oldu. Radikaller bu fikir ayrılığı sonucu ruhaniyattan 
ayrılan militan din adamları derneğinin ve İslam devrim mücahitlerinin birde birliği güçlendirme ofisinin ki bir öğrenci teşkilatıdır ve bu örgütlerin 
oluşturduğu görüş olarak ön plana çıkmakta. Radikaller İslam hukukunun dinamik yorumunu savunuyor güçlü, merkezi ve zenginliği halka yeniden 
dağıtan devlet istiyorlardı. Ancak ekonomik ve sosyal kültürel politikalarda liberal bir duruş sergiledikleri için Rafsancani öncesi radikal düşünceden biraz ayrıldılar. Yani Humeyni dönemi radikallerinden ayrıydılar. Kültürel ve ekonomik alanda daha liberal duruşa sahiptiler. Bu grubu sağdan ve muhafazakarlardan 
ayıran temel fark velayet-i fakih yorumunu değil kutsal halkçı yorumunu savunmalarıydı. Bu yoruma göre velayet-i fakihin temsilcisi rehber mutlak güce ve despotizme yol açabilirdi. Çünkü yetkileri mutlak olduğu zaman her türlü kararı hiçbir anayasal kuruma danışmadan kendi başına alabilirdi bu da despotizme yani Şah’a karşı mücadelelerine despotizme karşı mücadele olarak tanımlamış bir ülkede mutlak velayet-i fakih yorumu yine aynı despotizme yol açabileceği için radikaller tarafından bu yoruma karşı çıkıldı. Buna karşın, İran 
rejiminin dini yani kutsal meşruiyeti olduğu kadar halka dayanan meşruiyeti de vardır ve ikisi birlikte gözetilmelidir görüşü bu grup içinde hakimdir. Ekonomik 
görüşleri devrimci, devletin temel amacının zenginliği eşit olarak dağıtması gerektiğini savunan bir görüştü ve radikallere göre devlet sosyal adaleti 
sağlamalıydı. Soysal ve kültürel görüşlerinde daha özgürlükçüydü ler. Rafsancani’nin iki dönem yaptığı cumhurbaşkanlığından sonra yeni seçilen 
cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi oldu 1997 yılında ve 2005 yılına kadar iki dönem cumhurbaşkanlığında bulundu. Hatemi dönemi de yine İran 
siyasetinde yeni gelişmelerin öncüsü olmuş bir dönemdir. 

Hatemi’nin seçilmesi başlı başına önemli bir süreçtir. Çünkü Hatemi dönemi yerleşik kurumlar tarafından yani rehber tarafından desteklenmeyen bir adaydı. Her ne kadar din adamı olsa da ve koruyucular şurası tarafından adaylığı kabul edilse de seçilmesine çok az şans verilen bir adamdı. Ancak Hatemi seçim söyleminde İran siyasetine çoktandır halkın beklediği yeni kavramları soktu ki 
bunlar insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokratikleşme gibi söylemlerdi. Dolayısıyla seçimlere katılım % 88 gibi bir seviyeye ulaştı ve oyların % 69 
alarak iş başına geldi. Bunda söylenen şudur, kadınların ve gençlerin Hatemi’ye verdiği destek çok büyük rol oynamıştır. Hatemi’nin liderliğinde başlayan 
bu hareket İran da reform hareketi olarak adlandırılıyor. 

Reform hareketin amacı sivil toplumun yaratılması, ifade özgürlüğü, hukuk devletinin tesisi ve şeffaf yönetimin sağlanmasıydı. İran da rejim yapısıyla 
ilgili entelektüel tartışmalarda yine bu dönemde zirveye çıktı. Çünkü Hatemi’nin özgürlükçü bakış açısı altında pek çok grup ve görüş kendini ifade etme şansı buldu. Bu dönemde yine dini entelektüeller adıyla adlandırılan en ünlüsü Abdulkerim Şuruş’tur. Bu aydınlar görüşlerini ifade etmeye başladılar ve toplumdan destek alamaya başladılar. Bütün gruplar velahit-i fakih’i kabul eden asla karşı çıkmayan gruplardır. Çünkü hepsi bu sistem içerisinde çalışan gruplar ancak velahit-i fakih’e bakış açılarında farklılıklar var. Bu dönemde sosyal ve kültürel alanda büyük bir özgürleşme yaşanıyor. Gazetelerin üstündeki sıkı denetim ortadan kaldırılıyor ve pek çok yayın, yayın hayatına başlıyor ve fikirler 
kendini ifade etmeye başlıyor. Bu dönemde olan önemli olaylardan birkaçı Kasım 1998’de İran’da nasıl ve kimin tarafından yapıldığı belli olmayan bir seri cinayet işlendi bu cinayette gazeteciler ve aydınlar öldürüldüler. Bunların en ünlüsü İran’ın milliyetçi partisi liderlerinin öldürülmesiydi. Tabi ki de bu cinayetlerin olması toplumda büyük korku yarattı. Çünkü cinayetlerin kim tarafından ve neden işlendiği belli değildi. Toplumda yaygın olan görüş cinayetlerin gizli servisler tarafından işlendiğiydi. Hatemi bu cinayetleri soruşturmak üzere parlamentoyu görevlendirdi. Hatemi’nin bu soruşturmayı yapması aslında mevcut yapıya bir anlamda meydan okumasıydı. Çünkü bu gizli cinayetleri aydınlatması demek Hatemi’nin toplum için popülaritesini daha da artırması anlamına geliyordu. Nitekim belirli bir noktaya kadar başarı kazandı. Çünkü 
1999 yılında İstihbarat Bakanı, bu cinayetlerin bakanlıktan kişilerin işlemiş olabileceği şeklinde bir açıklamada bulundu ve bir süre sonra istihbarat bakanı 
görevinden istifa etti. Ancak Hatemi bu cinayetleri tam anlamıyla aydınlatmayı başaramadı. Nitekim cinayetlerden en çok sorun tutulan kişide hapishanede esrarengiz bir şekilde ölü olarak bulundu ve hiçbir zaman da ortaya çıkamadı. 

Bu dönemde yine Hatemi, hükümetiyle mevcut kurumsal yapı arasında ikinci bir gerilim unsuru da 8 Temmuz 1999 ‘da patlak veren öğrenci olaylarıydı. 

Hatemi’nin seçilmesinden sonra 1997’den sonra basın alanında geniş özgürlükler verilmeye başlandı gazeteler yayınlanmaya, fikirler söylenmeye başlandı. 
Ancak tabi ki de bu muhafazakarların büyük tepkisine neden oldu ve bu gazetelerin teker teker kapatılması gündeme geldi. Kapatılan gazeteler tekrar 
başka bir adla yeniden yayın hayatına başlıyordu. Ancak 1999 yılına gelindiğinde muhafazakarlar yeni bir basın yasası çıkardılar ve ifade özgürlüğüne 
ciddi bir kısıtlama getirdiler ve bunun arkasından da büyük, önemli bir reformcu gazeteyi kapattılar. Öğrenciler bu durumu protesto etmek için sokağa döküldü ler.  

8 Temmuz 1999 da Tahran’da altı gün süren öğrenci olayları yaşandı. Bu olayları bastırmak için güvenlik güçleri öğrenci yurtlarına girdiler ve olaylarda bir kişi öldü. Ancak Hatemi olayları bastırmak için öğrencilere karşı desteğini geri çekmek zorunda kaldı bu da mevcut yapıyla reformcular arasındaki çatışmanın e n büyük örneklerinden birisidir. Hatta Hatemi, bu öğrencilerin dış güçler tarafından yönlendirildiğini söylemek zorunda bile kaldı. Hatemi’nin mevcut yapıyla çatışmaya girdiği bir diğer yapıda meclisten geçirmek istediği ikili bir yasa tasarısı olmuştur. Bu yasa tasarısını 2002 yılında meclise vermişti, seçim yasasında reform yapmak ve koruyucular şurasının seçime girecek adayların denetlenmesinde bazı kısıtlamalar getirmek istedi. 

Reformcu politikalarını uygulaya bilmek adına Cumhurbaşkanı yetkilerini arttırmak istedi. Tabi ki de bu yasa defalarca koyucular şuurası ve meclis arasında gitti geldi ve iki yıl sonra Hatemi yasayı geri çekmek zorunda kaldı. Hatemi döneminde devrimin ilk yıllarında Allah’ın savaşçıları olarak kurulmuş 
gruplar ortaya çıktılar. Hatemi döneminde hem özgürlükler oldukça genişledi ancak bu mevcut rejimin tepkisini çektiği ölçüde toplumda sorunlar yaşanmaya başlandı toplumda sertlik yanlısı taraflar çoğalmaya başladı. Hatemi çok büyük ideallerle gelmiş olmasına rağmen rejimde Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlı olması ve nihayette kurumlar tarafından kısıtlanmasından dolayı reformcu politikasını uygulayamadı ve başarısız olarak görüldü. Bir anlamda da İran halkının umutlarının sönmesi demek oldu. Nitekim arakasından da 2005 yılında Ahmedinejad Cumhurbaşkanı seçildi. 

Ahmedinejad ile birlikte neo-radikal diye bileceğimiz yeni bir dönem başladı. Bu dönemde neo-radikaller hem muhafazakarlara hem de reformculara karşı bir tavır takındılar. İran siyasetini ve toplumunu yeniden İslamileştirme politikası gütmeye başladılar. Ahmedinejad’ın seçilmesinde devrim muhafızlarının desteği olduğu iddiaların ortaya atılmıştı. Tabi ki de doğruluk payı yüksekti. Devrim muhafızları devrimden sonra kurulan ve devrimin ideallerini korumakta hükümlü düzenli ordunun yanında ikinci bir orduydu. Bugünde hala siyasette etkindir. Devrim muhafızlarının hem askeri gücü vardır hem de siyasete katılabilirler. Siyasete katılmak için görevlerinden istifa etmeleri gerekir ama gene de siyasete katılabilirler. 

Ekonomik Güçleri vardır. 


Ahmedinejad’ın seçilmesin de desteğinin çok büyük olması İran siyasetinin askerileşiyor mu sorusunu da beraberinde getirdi. Ahmedinejad döneminde 
ekonomik olarak izlenen politikalar daha çok ö-zelleştirme ile ilgilidir. 

Ahmedinejad’ın ilk dönemi böyle geçti ikinci dönemi ise 2009 seçimlerinde yine 
reformcularla neo-radikaller ve muhafazakarlar arasında büyük bir çatışma oldu. 2009 seçimlerinde % 60’a yakın bir oy alarak seçildi. Ancak aynı seçime 
katılan Musavi ve Kerrubi liderliğindeki ve daha sonra yeşil dalga adıyla anılacak olan hareket bu seçim sonuçlarına itiraz ettiler. Bugüne gelindiğinde 
İran iç siyasetinde oldukça baskıcı bir tavır söz konusu, ifade özgürlüğü yok denecek kadar az, basın özgürlüğü yok denecek kadar az ve rejim kendini 
korumak çabasında kendini korumak için de zaman zaman baskıcı tedbirlere başvuruyor. Nitekim bugün yeşil dalganın liderleri göz hapsindeler. 


***

İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler BÖLÜM 1



İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler 



Pınar Arıkan Sinkaya* 
*ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi 

Öncelikle biraz İran’ın coğrafi konumundan bahsetmek istiyorum. İran ülkesi Hazar denizi ile Basra “körfezi arasında uzanan bir platodan meydana gelmektedir. 

Bu platonun her iki tarafı sıradağlar ile çevrilidir. Bu haritada görebileceğiniz gibi, batı ucunda Zagros dağları vardır ve kuzey ucunda Elbruz dağları vardır. Bu iki dağ sırası arasında kalan plato da tarih boyunca pek çok devlet kurulmuştur. İran tarihi kısaca İslam öncesi ve İslam sonrası dönem olarak ikiye ayrılabilir. 

İslam öncesi dönemin en parlak devletleri M.Ö 550’li yıllarda büyük Kiros 
tarafından kurulan Ahameniş İmparatorluğu, Pers imparatorluğu da diyoruz ve M.S 2. Yüzyılda kurulan Sasani İmparatorluğudur. 7. Yüzyılda İslam ordularının 
Sasani İmparatorluğunu ortadan kaldırmasına kadar İran’da merkezi devletler mevcuttu ancak bu dönemden sonra merkezi yapı, Safevi yönetiminin İran’da siyasi birliği sağlamasına kadar ortadan kalktı. Safeviler sadece siyasi birliği sağlamakla kalmadılar, aynı zamanda İran ülkesini Şiileştiren devlet de oldular. Şiiliği İran’ın resmi dini kabul ettiler ve bu dini İran halkı arasında yaymak için uğraştılar. Safevilerin 1794’te yıkılmaları ile iktidarı ele geçiren Ağa Muhammed Han, Kaçar imparatorluğunu kurdu. Kaçar imparatorluğu 1924’te Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirmesine kadar İran ülkesinde yönetimde olmaya devam etti. Bu kısa tarihsel bilginin dışında şunları da söylemek mümkün; İran coğrafyası tarih boyunca pek çok kavimlerin göçüne ve pek çok istilaya maruz 
kalmıştır. 
Bölgeye kuzeyden gelen Aryanların, İranlılar kendi ataları olduğunu düşünmekte dirler. 

Daha sonraki yüzyıllarda Romalıların, Arapların ve Türklerin istilasına maruz kalmıştır. Bunun başlıca sebebi İran ülkesinin göç yolları üzerinde olmasıdır. 
Dolayısı ile İran’da etnik ve dinsel olarak her zaman heterojen bir yapı mevcut olmuştur. Bugün ki İran’ı göz önüne alacak olursak bu heterojen yapı yine göze 
çarpmaktadır. İran’ın kuzeyi ve kuzeybatısında Azeri ve Kürtler yoğunlukta yaşamakta, batısında Araplar, merkezinde ve güneyinde Farslar, güneydoğu sunda Beluçlar yaşamaktadır. Kuzeydoğusunda da Türkmen coğrafyası bulunmaktadır. Bu etnik yapıların dışında İran coğrafyasında güçlü aşiret yapısından da bahsetmek mümkündür. Bu aşiretler arasında Kaşgarlar, Şahsevenler ve Bahtiyari aşiretleri en güçlü aşiretler olarak ön plana çıkmakta dır. 
Bu aşiretler özellikle feodal yapıdan dolayı modern İran devleti kurulana kadar, 1900’lerin başına kadar İran siyasetini belirlemede etkili olmuşlardır. Hatta 
1900’ler boyunca da aşiretlerin büyük toprak sahipleri olmalarından dolayı siyasetteki etkileri devam etmiştir. Modern İran siyasi tarihini 1890’daki Tütün 
Boykotu ile başlatmak mümkündür. 1890’larda Kaçar şahı yabancılara tütün imtiyazı veren bir yasayı kabul etmiş ve ülke de tütün işleme ve satma hakkı bir İngilizlin eline verilmiştir. Bundan rahatsız olan tütün üreticileri ulema ile işbirliği yaparak ve sonrasında Necef’te yaşayan büyük Ayetullah Şirazi 1891’de ülkede tütün kullanan herkesin tütün kullanmasını bırakmasını isteyen bir fetva yayınlamıştır. 

Bu fetvaya ülkedeki saray mensupları dahil olmak üzere halkın büyük çoğunluğu uymuştur. Bu da gösteriyor ki hem ulemanın İran siyasetinde ne kadar ekili olabileceğini ve bir fetva ile nasıl büyük bir sosyal etki yaratabileceğini hem de siyasi kararların verilmesinde ne kadar etkili olabileceklerini göstermiştir. Ayrıca bu olay İran’daki ilk toplumsal olay olarak da göz önüne çıkmaktadır. 

Bu olayın sonucunda Kaçar şahı tütün imtiyazını geri almak durumunda kaldı ve tekrar yerli üreticilere tütün işleme hakkı verildi. Bundan sonra gelen ikinci önemli olay ise 1906 Anayasa Devrimi’dir. Anayasa devriminin temel nedenleri Rus- Japon savaşı ve Rus devrimi nedeni ile Rusya ile olan ticaretin kesilmesi sonucu ülkede baş gösteren ekonomik sıkıntı olarak görülebilir. Bunun haricinde, hükümetin yeni dış borç talepleri reddedildikten sonra hükümet yerli tüccarlar ile anlaşmazlığa düştü çünkü vergileri arttırmak zorunda kaldı. Vergilerin arttırılma sı  ve  dış borç bulunamaması ekonomik krizi daha da derinleştirdi. Ulema ile pazar esnafının tekrar iş birliği yapmasına neden oldu. Entelektüeller de bu duruma destek verdikten sonra şahın yetkilerinin sınırlandırılması ve yeni bir anayasa hazırlanması konusunda ciddi bir toplumsal talep ortaya çıktı. Bunun üzerine Muzafereddin şah, dönemin Kaçar şahı, bu talepleri kabul etti ancak verilen sözleri yerine getirmedi. Gelişmeler kanlı çatışmalara dönüştü ve ulema Tahran’ı terk etti, pazar kapandı, entelektüeller ve ıslahat taraftarları İngiliz sefaretine sığındı. Yani ülkede ciddi bir kaos başladı. Bu ciddi kaos üzerine 1906’da Kaçar şahı kurucu meclisin toplanmasını kabul etmek zorunda kaldı. Bu dönem İran siyasetinde çoğulcu bir dönem olarak tanımlanabilir. Hem batı etkisi ile İran siyasi arenasına girmiş pek çok milliyetçi, ulusalcı görüş, seküler görüş vs. hepsi ifade edilmeye başlandı. Ülkede çoğulcu bir yapı ortaya çıkmaya başladı ta ki 1906’da toplanan ilk meclis anayasa hazırlayana kadar. Anayasa 
hazırlandı, meclisin görev ve yetkileri düzenlendi, Kaçar şahının yetkileri oldukça azaltıldı. Ancak dönemin şahı anayasa kabul edildikten çok kısa bir süre sonra vefat etti. Ve yeni şah daha otoriter bir yönetim kurmak istediği için meclis ile mücadeleye girişti. Daha sonra meydana gelen olaylarda 1908’de Kazak tugayı meclisi bombaladı. Meclisin bombalanmasından sonra ise Kaçar şahı meclisi kapattı. 

Meclisin kapatılması Kafkasya tarafından ve özellikle Tebriz’den meşrutiyetçileri desteklemek için düzensiz birliklerin Tahran’a yürümelerine neden oldu ve Tahran’ı kuşattılar. Yani resmen bir otorite boşluğu ortaya çıktı, şah hiçbir şeye hakim değil, anayasa uygulanmıyor, meclis kapatılmış durumda, düzensiz birlikler Tahran’ı işgal edebilecek kadar kendilerini güçlü hissediyorlar çünkü otorite boşluğu var. İşte tam da bu otorite boşluğunda 1921’de Muhammed Rıza şah devleti yönetmeye talip olduğunu ilan etti. 1924’te ise şahlığını ilan etti. Rıza Pehlevi bu otorite boşluğundan çok iyi yararlanmıştı. 
Askerdi, modernist görüşlere  sahipti, devletin modernleşmesini öngören düşünceleri vardı. 
Ve bu modernleşme sürecinde de örnek aldığı Türkiye idi. Hatta söylenir ki Rıza Pehlevi tek yurtdışı seyahatini Türkiye’ye yapmıştır ve 1934’te ATATÜRK 
ile görüşmüştür. Rıza Pehlevi’nin modernleşme ve merkezileşme döneminde, iktidara gelirken İran’daki en önemli sınıf olan ulema ile işbirliği yapmak durumundaydı çünkü ulemanın desteğini almadan iktidara gelmesi mümkün değildi. Fakat modernleşmeci bir kafa yapısı olduğu için daha sonra ulema ile yollarını ayırmaya çalıştı. Medrese öğrencilerinin askere alınmasını içeren zorunlu bir askerlik yasası çıkardı ki bu mesela çok önemli bir şeydi çünkü daha önce medrese öğrencileri askerlikten muaftılar ve devletin hiçbir zorunlu hükmüne 
tabi değildiler. Yeni bir medeni kanun hazırladı. Şeriatı sadece kişisel meseleler de kullanılmak üzere yasaya koydu. 1936’da kadınlara kamusal alanda zorunlu örtünmeme yasası çıkardı ki bu da dini bir toplumda ve ulemanın çok etkisi olan bir toplumda çok büyük bir darbeydi ulemaya karşı. Ulemaya vurduğu bir diğer darbe ise seküler mahkemeleri ve okulları kurmak oldu. Dini vakıflığı devlet kontrolü altına aldı. Ulemanın siyasal, sosyal ve ekonomik gücüne ciddi bir şekilde darbe vurmuş oldu böylece. 

Ancak 1941 yılına gelindiğinde İngiltere ve Rusya’nın İran’ı işgali iler birlikte Rıza şah tahttan indirildi ve yerine oğlu Muhammed Rıza geçirildi. Muhammed Rıza da babası gibi modernleşmeci, ilerlemeci bir kafa yapısına sahipti. Ancak o da yine 
babası gibi ulema ile işbirliği yapması gerektiğini biliyordu ve iktidara geldiği ilk yıllarda ulema ile işbirliği içerisine gitti. Onun döneminde İran’da ülkenin doğal kaynaklarının kullanılması, devlet ve millet tarafından kullanılması ve emperyalist güçlerin ülke dışına çıkarılmasını amaçlayan milliyetçi bir hareket doğmuştur ki bu Rıza Pehlevi döneminin en önemli özelliklerinden biridir milliyetçi hareketin ortaya çıkışı. Milli Cephe adı altında örgütlenen bu milliyetçi hareket seküler entelektüeller ve ulemadan anti-emperyalist olarak kendilerini tanımlayan kısmın işbirliği ile 1949’da Muhammed Musaddıkı, milliyetçilerin lideri Muhammed Musaddıkı meclise seçilmesini sağladılar ve 1951’de petrolün millileştirmesi yasasını çıkardılar. Bu yasaya göre İran petrolleri devletin tekelinde olmalıydı ve bütün gelirlerini İran devleti almalıydı. Ancak tabi ki 1953 yılında CIA destekli bir darbe ile Musaddıkı görevden azledildi. 

Bu arada şunu da söylemeliyim; 1953’te çıkan bu kargaşa sırasında Muhammed  Rıza ülkeyi 4-5 günlüğüne terk etmişti. 

Bu ülkeyi terk edişinin ardından CIA destekli bu darbe gerçekleşti. Darbeden sonra Muhammed Rıza tekrar tahta oturtuldu, Musaddıkı başbakanlıktan 
azledildi ve yeni bir petrol antlaşması yapıldı. 
Bu antlaşmaya göre bir konsorsiyum kuruldu. Gelirlerin birçoğu İran devletine gidiyordu ancak yabancıların da yine söz hakkı vardı. Dolayısıyla ilk başta öngörüldüğü şekilde petrolün millileştirilmesi tam olarak sağlanamamış oldu. Daha sonra takip eden dönemde 50’li ve 60’lı yıllar geliyor. Bu yıllar görece olarak ulema ile devletin işbirliği içerisinde olduğu yıllar denebilir. Çünkü bu dönemde İran dini kesiminde etkili olan büyük Ayetullah Burucadi, geleneksel Şii inanışı çerçevesinde siyasi meselelere karışmama tavrı sergiliyordu. 

Siyasi meselelere karışmayan ulema, devlet ile bir antlaşma içerisine girmiş gibi birbirilerinin ayaklarına basmadan, bir-birilerinin çıkarlarını zedelemeden birlikte on yıl kadar bir süre uyum içinde yaşadılar. Ancak 1961’de Burucadi öldü, tabi ki ulema da monolit bir yapı değildi, ulemanın içinde de çatlaklar yani onlara göre 
muhafazakarlara göre çatlak sesler diyebileceğimiz, hükümeti eleştiren, ulemanın siyasete katılmasını isteyen bu gibi görüşleri olan Ayetullahlar ve 
müşteyitler bulunmaktaydı. Ancak büyük merce-i taklit Burucadi’nin varlığı bunlarının seslerini çıkarmasını engellemişti. 1961’de ölümünden sonra, 
başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, ulemanın siyasete müdahil olması gerektiğini savunan Ayetullahların sesi daha fazla çıkmaya başladı. Aynı dönemde Muhammet Rıza’nın da, devletin modernleşmesi anlamında atılımları başladı, girişimleri başladı. Örneğin 1961’de toprak yasası reformu çıkardı. 
Toprak reformu ulemanın, dini vakıfların ve camilerin topraklarının büyük bir kısmının ellerinden alınarak halka dağıtılmasını öngörüyordu ki bu tabi ki çok büyük tepki ile karşılandı. 1962’de çıkardığı başka bir yasaya göre şehir konseylerine seçilecek adayların Müslüman olması şartını kaldırdı. 

Sadece bir inanca sahip olması şartını getirdi ki bu da yine ulemanın çok büyük tepkisini çekti. 1963’te ise ulemaya asıl darbeyi vuran ve Ak Devrim adıyla 
daha sonra adlandırılacak reform programını açıkladı. Ak Devrim çerçevesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformunun uygulanması, 
ormanların ve devlet endüstrisinin millileştirilmesi, sanayi işçilerinin kardan pay almasını sağlayan bir planın uygulanması vs. gibi pek çok mevcut ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirebilecek hükümler içeren prensipleri uygulamaya başladı ve bunun üzerine Humeyni 1963 Mart ayında ünlü konuşmasını yaptı. Bir eline Kur’an’ı aldı, bir eline anayasayı aldı ve Muhammet Rıza Pehlevi’yi anayasayı 
ihlal etmek ve İslam dinini korumamakla suçladı. 

Dolayısıyla Humeyni’nin gözle görülür açık protestosu da başlamış oldu. 1964’te ise Muhammet Rıza, Amerikan vatandaşlarına dokunulmaz lık verdi bu da yine Humeyni’nin İran’ın egemenliğinin ve bağımsızlığı nın elden gittiği, artık Amerikan uşağı bir ülke olduğu söylemiyle toplumda öne çıkmasına neden oldu. Bu olaydan sonra Humeyni tutuklandı. 1964’te önce Türkiye’ye sürgüne gönderildi, bir yıl kadar Bursa’da kaldı. Daha sonra Irak’a gitti, Necef kentinde kaldı. Necef kentinde uzun süre dersler verdi. Velayet-i Fakih teorisini burada geliştirdi ve daha sonra Paris’e gitti. İslam devrimi olunca Paris’ten İran’a geri dönmüştü. 1979’a gelindiğinde, daha doğrusu bu arada tabi ki Humeyni’nin ülkeden gitmesi, ulema ile iktidar arasındaki mücadele, şahın giderek artan baskıcı siyaseti, şahın muhalefet 
üyelerini tutuklatması, ağır baskılarda bulunması, ağır işkencelerde bulunması, ekonominin kötüleşmesi, Ak Devrim sonucu toplumsal yapının bozulması, köyden kente göçlerin artması, pazar esnafının yeni ekonomik reformlar sonucu kar kaybetmeleri ve şaha olan desteklerini geri çekmeleri vs. bütün bunlar İran toplumunda toplumsal bir kargaşaya yol açmıştı. En sonunda 1978’de Jale 
meydanında büyük bir gösteri oldu. Şahın polisleri yüzden fazla kişiyi bu meydanda katlettiler ve bu gün Kara Cuma olarak anılmaktadır. Bu kadar artan 
gerginlikler oluştu toplumda ve en sonunda 15 Ocak 1979’da şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 

Şah’ın ülkeyi terk etmesi ardından 1 Şubat 1979’da Humeyni İran’a geri geldi ve 11 Şubat 1979’da İslam devriminin zaferi ilan edildi. O günlerin gazeteleri 
var elimde şöyle gösterebilirim size mesela, şah’ın ülkeyi terk ettiği günün gazetesi, “şah gitti” şeklinde. Ve burada şah’a karşı toplumdaki bütün 
kesimlerin işbirliği yaptığını gösteren hatta ordu ile halkın işbirliği yaptığını gösteren bir resim kondu. 

Gerçekten de ordu şah’ın gitmesinden önce saf değiştirerek halkın yanında yer aldı. Bu da Ayetullah Humeyni’nin İran’a geldiği günün gazetesidir. Ayetullah 
Humeyni’nin İran’a gelişi İslam devriminin liderinin devrimin başına geçmesi olarak algılandı. Zaten Paris’te Ayetullah Humeyni kurduğu devrim konseyi ile İran içerisindeki devrimci çalışmaları yönetmekteydi. 
İran’a kasetlerini ve konuşmalarını göndermekteydi, halk arasında herkes bunları dinleyip devrimci mücadeleye katılmaktaydılar ancak İran’a gelişi mücadelenin gerçek karizmatik liderinin dönüşü oldu bir anlamda. 11 Şubat 1979’da İran zaferinin ilan edilmesinin ardından 30 ve 31 Mart 1979’da referandum yapıldı ülkede ve bu referandumda halka yeni kurulacak rejimin türünün İslam cumhuriyeti olmasını isteyip istemedikleri soruldu. Ve %98,2 çoğunlukla halk İslam cumhuriyetini kabul etti. Ancak bu sırada İslam cumhuriyetinin ne demek olduğu, ne anlaşıldığı, bunların hiçbirisi belirgin değildi. Bu konuda hiçbir konuşma, yazı vs. yoktu. Sadece İslami prensiplere dayalı, yerel ancak halk egemenliğinin de mevcut olduğu bir cumhuriyet kurulması ideali vardı kafalarda. 1 Nisan 1979’da devletin şekli İslam cumhuriyeti olarak ilan edildi. Daha sonra yeni bir anaysa yapılması tabi ki gündeme geldi. Yeni anayasayı yapmak üzere geçici hükümet tarafından uzmanlar konseyi görevlendirildi. Bu uzmanlar konseyi 1979’da Ağustos ayında ilk defa toplandı. Bu kurucu meclisin hazırladığı anayasa taslağı 2-3 Aralık 1979 tarihlerinde son şekliyle yine halkoyuna sunuldu ve oylamaya katılanların %98’i yine bu anayasayı kabul etti. Anayasa’daki en önemli özellik ve anayasa yapılırken üzerinde en çok tartışılan fikir Velayet-i Fakih kurumuydu. 

Velayet-i Fakih Kurumu Şii teolojisinde de bir yenilikti. Çünkü geleneksel Şii teolojisinde ulemanın siyasete karışması, müdahil olması mümkün değildi. Bunun sebebi de Şiilikte kayıp imam Mehdi inancı olmasıydı. Ve Mehdi’nin M.S 874’te gaybete gittiği ve belirsiz bir zamanda Dünya’daki bütün işleri düzeltmek üzere geri geleceği inancı var, dolayısıyla Mehdi geri gelene kadar kurulacak hiçbir hükümet meşru değil, adil değil çünkü tek adil hükümeti Mehdi kurabilir. Geleneksel Şii inancı bu şekildedir. Velayet-i Fakih ise Humeyni’nin Necef’te 
geliştirdiği bir teoridir. Bu teoriye göre imam Mehdi’nin dönüşüne kadar İslam hukukunda ve İslam esaslarında en bilgili olan müşteyitler ve ulema hükümet etmekle yükümlüdür, görevlidir, sorumludur. 

Bu teorinin temeli budur. Dolayısıyla 1979’dan sonra kurulan İslam cumhuriyeti nin temeli olarak da Ayetullah Humeyni önderliğinde Velayet- Fakih temel kurum ilan edildi. Buna göre Ayetullah Humeyni Velayet-i Fakih’in ilk görevlisi, 
sahibi oldu. İlk Veli-i Fakih oldu. Ve İran’ın da ilk rehberi oldu. Rehber demek ne demek? Rehber, anayasaya göre fetva açıklamada yetkili, gerekli ilmi 
yeteneğe sahip, takva sahibi, adil, sahih, siyasi ve sosyal görüşe ve yöneticilik yeteneğine sahip müşteyitler arasından seçilen en yetkili siyasi ve dini müşteyit 
diyebiliriz. Bu rehberin Ayetullah olması gerekiyor. 

Rehberin görevleri ki, ilk rehber Ayetullah Humeyni idi, devrim lideri, düzenin yararını teşhis heyetine danışarak, bundan daha sonra bahsedeceğim, 
devletin genel siyasetini belirleme görevine sahip ve düzenin genel siyasetin uygulamasını denetliyor, halk oylaması için emir veriyor, silahlı kuvvetlere 
komutanlık ediyor, savaş, seferberlik ve barış ilanını yapıyor, pek çok önemli kurumun başkanlarını yine rehber doğrudan atıyor, yasama yürütme yargı organları arasındaki ilişkiyi rehber düzenliyor, normal yollarla çözülemeyen problemleri düzenin yarını teşhis heyeti aracılığıyla rehber çözüyor. 

Cumhurbaşkanına mazbatasını veriyor ve cumhurbaşkanını görevinden azledebiliyor ve bunun gibi rehber-ilah sisteminde bütün kurumların üstünde, 
oldukça güçlü yetkiler ile donatılmış, hem ilahi yetkiye sahip hem de bu ilahi yetkiden dolayı Velayet-i Fakih çerçevesinde siyasi yetkiye sahip, devletin en 
güçlü kişi rehberdir. 1989’a kadar Ayetullah Humeyni rehberdi, 1989’dan bugüne kadar da Ayetullah Hamaney rehberlik görevini ifa ediyor İran’da. 
Rehber, çok yetkili bir kişi İran siyasetinde İslami Tebliğ Teşkilatı aracılığıyla ekonomik kurumları da denetliyor, idari işleyişlere nezaret ediyor, yurtdışına 
doğrudan temsilciler atıyor. Özel danışmanları var ve özel danışmanlarını yüksek rehberlik bürosu aracılığı ile kullanıyor. Bunların dışında rehbere bağlı bir özel ulema mahkemesi var yani ulema içerisindeki işleri de rehber düzenliyor. 

Öğrencilerin ve din adamlarının faaliyetlerini ve işledikleri suçları denetliyor, 
soruşturuyor. İran’da resmi siyasal sistemden sonra gelen en önemli ikinci kurum koruyucular şurası. Koruyucular şurası temel olarak anayasayı korumakla görevli. Anayasanın şeriata uygunluğunu, yeni yapılan yasaların şeriata ve anayasaya uygunluğunu, hepsini denetlemekle görevli olan kurum koruyucular şurasıdır. Koruyucular Şurası’nın ikinci önemli görevi de seçime katılacak adayların siyasal, dini özelliklerini test etmek ve onaylamak ve seçimlere katılma izni vermektedir. Yani açıkçası işleyişte, seçimlere katılmak isteyen herhangi bir aday Koruyucular Şurası tarafından reddedilir ise seçime katılamıyor. 

Koruyucular Şurası ise altı yıl için seçilen on iki üyeden oluşuyor. Bu on iki üyenin altısı Fakihler arasından rehber tarafından seçiliyor. Diğer altısı İslami Şura Meclisi yani parlamento tarafından, hukukun çeşitli branşlarından uzman Müslüman hukukçular arasından seçiliyorlar. Bu kişiler altı yıl için seçilmelerine rağmen her üç yılda bir grubun yarısı yenileniyor. Şimdi gördüğünüz gibi aslında Koruyucular Şurası seçilmiyor atanıyor ancak bu atanacak şura’nın seçime girecek adayları denetlemesi, seçimlere girme izni vermesi veya girmekten men etmesi, atanmış bir kurumun seçilecek kişiler üzerinde ne kadar etkili ve yetkili olduğunu gösteriyor. Bu da İran sistemindeki dini meşruiyet ile halka dayalı meşruiyet arasındaki çatışma noktalarından birini teşkil ediyor. Rehber ve Koruyucular Şurasından sonraki en önemli kurum Uzmanlar Şurasıdır. 
Uzmanlar Şurası doğrudan halkoyları ile seçiliyor. Din adamlarından oluşuyor bu şura, seksen altı üyesi var ve sekiz yıl için seçiliyor. Uzmanlar Şurası’nın temel görevi anayasanın rehberlik makamı için gerekli gördüğü niteliklere sahip Fakihler hakkında incelemeler yapmak, daha doğrusu rehberi tayin etmektir. Bunlar arasından birisinin üstün bilgili olduğuna kanaat getirildiğinde rehberde aranan nitelikleri, halkın çoğunluğunun desteğine sahip olduğuna karar verdiğin de bu niteliklere sahip bir kişi rehber olarak atıyor. Bu Şuranın oluşumu 
Ayetullah Humeyni’den sonra yerine kim gelecek sorusuyla aslında ortaya çıktı. Uzmanlar şurası anayasa yapımında da toplanmıştı, anayasa yapıldıktan 
sonra dağıtılmıştı. Daha sonra Humeyni’den sonra gelecek rehberi belirlemek için tekrar toplandı ve şu anda da sekiz yılda bir toplanıyor. Aynı zamanda 
rehberin niteliklerini denetleme hakkına da sahip, yani rehberin herhangi bir dini, siyasi vasfında yetersizlik tespit ederse görevden alma yetkisine de sahip. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****