İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler
Pınar Arıkan Sinkaya*
*ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi
Öncelikle biraz İran’ın coğrafi konumundan bahsetmek istiyorum. İran ülkesi Hazar denizi ile Basra “körfezi arasında uzanan bir platodan meydana gelmektedir.
Bu platonun her iki tarafı sıradağlar ile çevrilidir. Bu haritada görebileceğiniz gibi, batı ucunda Zagros dağları vardır ve kuzey ucunda Elbruz dağları vardır. Bu iki dağ sırası arasında kalan plato da tarih boyunca pek çok devlet kurulmuştur. İran tarihi kısaca İslam öncesi ve İslam sonrası dönem olarak ikiye ayrılabilir.
İslam öncesi dönemin en parlak devletleri M.Ö 550’li yıllarda büyük Kiros
tarafından kurulan Ahameniş İmparatorluğu, Pers imparatorluğu da diyoruz ve M.S 2. Yüzyılda kurulan Sasani İmparatorluğudur. 7. Yüzyılda İslam ordularının
Sasani İmparatorluğunu ortadan kaldırmasına kadar İran’da merkezi devletler mevcuttu ancak bu dönemden sonra merkezi yapı, Safevi yönetiminin İran’da siyasi birliği sağlamasına kadar ortadan kalktı. Safeviler sadece siyasi birliği sağlamakla kalmadılar, aynı zamanda İran ülkesini Şiileştiren devlet de oldular. Şiiliği İran’ın resmi dini kabul ettiler ve bu dini İran halkı arasında yaymak için uğraştılar. Safevilerin 1794’te yıkılmaları ile iktidarı ele geçiren Ağa Muhammed Han, Kaçar imparatorluğunu kurdu. Kaçar imparatorluğu 1924’te Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirmesine kadar İran ülkesinde yönetimde olmaya devam etti. Bu kısa tarihsel bilginin dışında şunları da söylemek mümkün; İran coğrafyası tarih boyunca pek çok kavimlerin göçüne ve pek çok istilaya maruz
kalmıştır.
Bölgeye kuzeyden gelen Aryanların, İranlılar kendi ataları olduğunu düşünmekte dirler.
Daha sonraki yüzyıllarda Romalıların, Arapların ve Türklerin istilasına maruz kalmıştır. Bunun başlıca sebebi İran ülkesinin göç yolları üzerinde olmasıdır.
Dolayısı ile İran’da etnik ve dinsel olarak her zaman heterojen bir yapı mevcut olmuştur. Bugün ki İran’ı göz önüne alacak olursak bu heterojen yapı yine göze
çarpmaktadır. İran’ın kuzeyi ve kuzeybatısında Azeri ve Kürtler yoğunlukta yaşamakta, batısında Araplar, merkezinde ve güneyinde Farslar, güneydoğu sunda Beluçlar yaşamaktadır. Kuzeydoğusunda da Türkmen coğrafyası bulunmaktadır. Bu etnik yapıların dışında İran coğrafyasında güçlü aşiret yapısından da bahsetmek mümkündür. Bu aşiretler arasında Kaşgarlar, Şahsevenler ve Bahtiyari aşiretleri en güçlü aşiretler olarak ön plana çıkmakta dır.
Bu aşiretler özellikle feodal yapıdan dolayı modern İran devleti kurulana kadar, 1900’lerin başına kadar İran siyasetini belirlemede etkili olmuşlardır. Hatta
1900’ler boyunca da aşiretlerin büyük toprak sahipleri olmalarından dolayı siyasetteki etkileri devam etmiştir. Modern İran siyasi tarihini 1890’daki Tütün
Boykotu ile başlatmak mümkündür. 1890’larda Kaçar şahı yabancılara tütün imtiyazı veren bir yasayı kabul etmiş ve ülke de tütün işleme ve satma hakkı bir İngilizlin eline verilmiştir. Bundan rahatsız olan tütün üreticileri ulema ile işbirliği yaparak ve sonrasında Necef’te yaşayan büyük Ayetullah Şirazi 1891’de ülkede tütün kullanan herkesin tütün kullanmasını bırakmasını isteyen bir fetva yayınlamıştır.
Bu fetvaya ülkedeki saray mensupları dahil olmak üzere halkın büyük çoğunluğu uymuştur. Bu da gösteriyor ki hem ulemanın İran siyasetinde ne kadar ekili olabileceğini ve bir fetva ile nasıl büyük bir sosyal etki yaratabileceğini hem de siyasi kararların verilmesinde ne kadar etkili olabileceklerini göstermiştir. Ayrıca bu olay İran’daki ilk toplumsal olay olarak da göz önüne çıkmaktadır.
Bu olayın sonucunda Kaçar şahı tütün imtiyazını geri almak durumunda kaldı ve tekrar yerli üreticilere tütün işleme hakkı verildi. Bundan sonra gelen ikinci önemli olay ise 1906 Anayasa Devrimi’dir. Anayasa devriminin temel nedenleri Rus- Japon savaşı ve Rus devrimi nedeni ile Rusya ile olan ticaretin kesilmesi sonucu ülkede baş gösteren ekonomik sıkıntı olarak görülebilir. Bunun haricinde, hükümetin yeni dış borç talepleri reddedildikten sonra hükümet yerli tüccarlar ile anlaşmazlığa düştü çünkü vergileri arttırmak zorunda kaldı. Vergilerin arttırılma sı ve dış borç bulunamaması ekonomik krizi daha da derinleştirdi. Ulema ile pazar esnafının tekrar iş birliği yapmasına neden oldu. Entelektüeller de bu duruma destek verdikten sonra şahın yetkilerinin sınırlandırılması ve yeni bir anayasa hazırlanması konusunda ciddi bir toplumsal talep ortaya çıktı. Bunun üzerine Muzafereddin şah, dönemin Kaçar şahı, bu talepleri kabul etti ancak verilen sözleri yerine getirmedi. Gelişmeler kanlı çatışmalara dönüştü ve ulema Tahran’ı terk etti, pazar kapandı, entelektüeller ve ıslahat taraftarları İngiliz sefaretine sığındı. Yani ülkede ciddi bir kaos başladı. Bu ciddi kaos üzerine 1906’da Kaçar şahı kurucu meclisin toplanmasını kabul etmek zorunda kaldı. Bu dönem İran siyasetinde çoğulcu bir dönem olarak tanımlanabilir. Hem batı etkisi ile İran siyasi arenasına girmiş pek çok milliyetçi, ulusalcı görüş, seküler görüş vs. hepsi ifade edilmeye başlandı. Ülkede çoğulcu bir yapı ortaya çıkmaya başladı ta ki 1906’da toplanan ilk meclis anayasa hazırlayana kadar. Anayasa
hazırlandı, meclisin görev ve yetkileri düzenlendi, Kaçar şahının yetkileri oldukça azaltıldı. Ancak dönemin şahı anayasa kabul edildikten çok kısa bir süre sonra vefat etti. Ve yeni şah daha otoriter bir yönetim kurmak istediği için meclis ile mücadeleye girişti. Daha sonra meydana gelen olaylarda 1908’de Kazak tugayı meclisi bombaladı. Meclisin bombalanmasından sonra ise Kaçar şahı meclisi kapattı.
Meclisin kapatılması Kafkasya tarafından ve özellikle Tebriz’den meşrutiyetçileri desteklemek için düzensiz birliklerin Tahran’a yürümelerine neden oldu ve Tahran’ı kuşattılar. Yani resmen bir otorite boşluğu ortaya çıktı, şah hiçbir şeye hakim değil, anayasa uygulanmıyor, meclis kapatılmış durumda, düzensiz birlikler Tahran’ı işgal edebilecek kadar kendilerini güçlü hissediyorlar çünkü otorite boşluğu var. İşte tam da bu otorite boşluğunda 1921’de Muhammed Rıza şah devleti yönetmeye talip olduğunu ilan etti. 1924’te ise şahlığını ilan etti. Rıza Pehlevi bu otorite boşluğundan çok iyi yararlanmıştı.
Askerdi, modernist görüşlere sahipti, devletin modernleşmesini öngören düşünceleri vardı.
Ve bu modernleşme sürecinde de örnek aldığı Türkiye idi. Hatta söylenir ki Rıza Pehlevi tek yurtdışı seyahatini Türkiye’ye yapmıştır ve 1934’te ATATÜRK
ile görüşmüştür. Rıza Pehlevi’nin modernleşme ve merkezileşme döneminde, iktidara gelirken İran’daki en önemli sınıf olan ulema ile işbirliği yapmak durumundaydı çünkü ulemanın desteğini almadan iktidara gelmesi mümkün değildi. Fakat modernleşmeci bir kafa yapısı olduğu için daha sonra ulema ile yollarını ayırmaya çalıştı. Medrese öğrencilerinin askere alınmasını içeren zorunlu bir askerlik yasası çıkardı ki bu mesela çok önemli bir şeydi çünkü daha önce medrese öğrencileri askerlikten muaftılar ve devletin hiçbir zorunlu hükmüne
tabi değildiler. Yeni bir medeni kanun hazırladı. Şeriatı sadece kişisel meseleler de kullanılmak üzere yasaya koydu. 1936’da kadınlara kamusal alanda zorunlu örtünmeme yasası çıkardı ki bu da dini bir toplumda ve ulemanın çok etkisi olan bir toplumda çok büyük bir darbeydi ulemaya karşı. Ulemaya vurduğu bir diğer darbe ise seküler mahkemeleri ve okulları kurmak oldu. Dini vakıflığı devlet kontrolü altına aldı. Ulemanın siyasal, sosyal ve ekonomik gücüne ciddi bir şekilde darbe vurmuş oldu böylece.
Ancak 1941 yılına gelindiğinde İngiltere ve Rusya’nın İran’ı işgali iler birlikte Rıza şah tahttan indirildi ve yerine oğlu Muhammed Rıza geçirildi. Muhammed Rıza da babası gibi modernleşmeci, ilerlemeci bir kafa yapısına sahipti. Ancak o da yine
babası gibi ulema ile işbirliği yapması gerektiğini biliyordu ve iktidara geldiği ilk yıllarda ulema ile işbirliği içerisine gitti. Onun döneminde İran’da ülkenin doğal kaynaklarının kullanılması, devlet ve millet tarafından kullanılması ve emperyalist güçlerin ülke dışına çıkarılmasını amaçlayan milliyetçi bir hareket doğmuştur ki bu Rıza Pehlevi döneminin en önemli özelliklerinden biridir milliyetçi hareketin ortaya çıkışı. Milli Cephe adı altında örgütlenen bu milliyetçi hareket seküler entelektüeller ve ulemadan anti-emperyalist olarak kendilerini tanımlayan kısmın işbirliği ile 1949’da Muhammed Musaddıkı, milliyetçilerin lideri Muhammed Musaddıkı meclise seçilmesini sağladılar ve 1951’de petrolün millileştirmesi yasasını çıkardılar. Bu yasaya göre İran petrolleri devletin tekelinde olmalıydı ve bütün gelirlerini İran devleti almalıydı. Ancak tabi ki 1953 yılında CIA destekli bir darbe ile Musaddıkı görevden azledildi.
Bu arada şunu da söylemeliyim; 1953’te çıkan bu kargaşa sırasında Muhammed Rıza ülkeyi 4-5 günlüğüne terk etmişti.
Bu ülkeyi terk edişinin ardından CIA destekli bu darbe gerçekleşti. Darbeden sonra Muhammed Rıza tekrar tahta oturtuldu, Musaddıkı başbakanlıktan
azledildi ve yeni bir petrol antlaşması yapıldı.
Bu antlaşmaya göre bir konsorsiyum kuruldu. Gelirlerin birçoğu İran devletine gidiyordu ancak yabancıların da yine söz hakkı vardı. Dolayısıyla ilk başta öngörüldüğü şekilde petrolün millileştirilmesi tam olarak sağlanamamış oldu. Daha sonra takip eden dönemde 50’li ve 60’lı yıllar geliyor. Bu yıllar görece olarak ulema ile devletin işbirliği içerisinde olduğu yıllar denebilir. Çünkü bu dönemde İran dini kesiminde etkili olan büyük Ayetullah Burucadi, geleneksel Şii inanışı çerçevesinde siyasi meselelere karışmama tavrı sergiliyordu.
Siyasi meselelere karışmayan ulema, devlet ile bir antlaşma içerisine girmiş gibi birbirilerinin ayaklarına basmadan, bir-birilerinin çıkarlarını zedelemeden birlikte on yıl kadar bir süre uyum içinde yaşadılar. Ancak 1961’de Burucadi öldü, tabi ki ulema da monolit bir yapı değildi, ulemanın içinde de çatlaklar yani onlara göre
muhafazakarlara göre çatlak sesler diyebileceğimiz, hükümeti eleştiren, ulemanın siyasete katılmasını isteyen bu gibi görüşleri olan Ayetullahlar ve
müşteyitler bulunmaktaydı. Ancak büyük merce-i taklit Burucadi’nin varlığı bunlarının seslerini çıkarmasını engellemişti. 1961’de ölümünden sonra,
başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, ulemanın siyasete müdahil olması gerektiğini savunan Ayetullahların sesi daha fazla çıkmaya başladı. Aynı dönemde Muhammet Rıza’nın da, devletin modernleşmesi anlamında atılımları başladı, girişimleri başladı. Örneğin 1961’de toprak yasası reformu çıkardı.
Toprak reformu ulemanın, dini vakıfların ve camilerin topraklarının büyük bir kısmının ellerinden alınarak halka dağıtılmasını öngörüyordu ki bu tabi ki çok büyük tepki ile karşılandı. 1962’de çıkardığı başka bir yasaya göre şehir konseylerine seçilecek adayların Müslüman olması şartını kaldırdı.
Sadece bir inanca sahip olması şartını getirdi ki bu da yine ulemanın çok büyük tepkisini çekti. 1963’te ise ulemaya asıl darbeyi vuran ve Ak Devrim adıyla
daha sonra adlandırılacak reform programını açıkladı. Ak Devrim çerçevesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformunun uygulanması,
ormanların ve devlet endüstrisinin millileştirilmesi, sanayi işçilerinin kardan pay almasını sağlayan bir planın uygulanması vs. gibi pek çok mevcut ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirebilecek hükümler içeren prensipleri uygulamaya başladı ve bunun üzerine Humeyni 1963 Mart ayında ünlü konuşmasını yaptı. Bir eline Kur’an’ı aldı, bir eline anayasayı aldı ve Muhammet Rıza Pehlevi’yi anayasayı
ihlal etmek ve İslam dinini korumamakla suçladı.
Dolayısıyla Humeyni’nin gözle görülür açık protestosu da başlamış oldu. 1964’te ise Muhammet Rıza, Amerikan vatandaşlarına dokunulmaz lık verdi bu da yine Humeyni’nin İran’ın egemenliğinin ve bağımsızlığı nın elden gittiği, artık Amerikan uşağı bir ülke olduğu söylemiyle toplumda öne çıkmasına neden oldu. Bu olaydan sonra Humeyni tutuklandı. 1964’te önce Türkiye’ye sürgüne gönderildi, bir yıl kadar Bursa’da kaldı. Daha sonra Irak’a gitti, Necef kentinde kaldı. Necef kentinde uzun süre dersler verdi. Velayet-i Fakih teorisini burada geliştirdi ve daha sonra Paris’e gitti. İslam devrimi olunca Paris’ten İran’a geri dönmüştü. 1979’a gelindiğinde, daha doğrusu bu arada tabi ki Humeyni’nin ülkeden gitmesi, ulema ile iktidar arasındaki mücadele, şahın giderek artan baskıcı siyaseti, şahın muhalefet
üyelerini tutuklatması, ağır baskılarda bulunması, ağır işkencelerde bulunması, ekonominin kötüleşmesi, Ak Devrim sonucu toplumsal yapının bozulması, köyden kente göçlerin artması, pazar esnafının yeni ekonomik reformlar sonucu kar kaybetmeleri ve şaha olan desteklerini geri çekmeleri vs. bütün bunlar İran toplumunda toplumsal bir kargaşaya yol açmıştı. En sonunda 1978’de Jale
meydanında büyük bir gösteri oldu. Şahın polisleri yüzden fazla kişiyi bu meydanda katlettiler ve bu gün Kara Cuma olarak anılmaktadır. Bu kadar artan
gerginlikler oluştu toplumda ve en sonunda 15 Ocak 1979’da şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Şah’ın ülkeyi terk etmesi ardından 1 Şubat 1979’da Humeyni İran’a geri geldi ve 11 Şubat 1979’da İslam devriminin zaferi ilan edildi. O günlerin gazeteleri
var elimde şöyle gösterebilirim size mesela, şah’ın ülkeyi terk ettiği günün gazetesi, “şah gitti” şeklinde. Ve burada şah’a karşı toplumdaki bütün
kesimlerin işbirliği yaptığını gösteren hatta ordu ile halkın işbirliği yaptığını gösteren bir resim kondu.
Gerçekten de ordu şah’ın gitmesinden önce saf değiştirerek halkın yanında yer aldı. Bu da Ayetullah Humeyni’nin İran’a geldiği günün gazetesidir. Ayetullah
Humeyni’nin İran’a gelişi İslam devriminin liderinin devrimin başına geçmesi olarak algılandı. Zaten Paris’te Ayetullah Humeyni kurduğu devrim konseyi ile İran içerisindeki devrimci çalışmaları yönetmekteydi.
İran’a kasetlerini ve konuşmalarını göndermekteydi, halk arasında herkes bunları dinleyip devrimci mücadeleye katılmaktaydılar ancak İran’a gelişi mücadelenin gerçek karizmatik liderinin dönüşü oldu bir anlamda. 11 Şubat 1979’da İran zaferinin ilan edilmesinin ardından 30 ve 31 Mart 1979’da referandum yapıldı ülkede ve bu referandumda halka yeni kurulacak rejimin türünün İslam cumhuriyeti olmasını isteyip istemedikleri soruldu. Ve %98,2 çoğunlukla halk İslam cumhuriyetini kabul etti. Ancak bu sırada İslam cumhuriyetinin ne demek olduğu, ne anlaşıldığı, bunların hiçbirisi belirgin değildi. Bu konuda hiçbir konuşma, yazı vs. yoktu. Sadece İslami prensiplere dayalı, yerel ancak halk egemenliğinin de mevcut olduğu bir cumhuriyet kurulması ideali vardı kafalarda. 1 Nisan 1979’da devletin şekli İslam cumhuriyeti olarak ilan edildi. Daha sonra yeni bir anaysa yapılması tabi ki gündeme geldi. Yeni anayasayı yapmak üzere geçici hükümet tarafından uzmanlar konseyi görevlendirildi. Bu uzmanlar konseyi 1979’da Ağustos ayında ilk defa toplandı. Bu kurucu meclisin hazırladığı anayasa taslağı 2-3 Aralık 1979 tarihlerinde son şekliyle yine halkoyuna sunuldu ve oylamaya katılanların %98’i yine bu anayasayı kabul etti. Anayasa’daki en önemli özellik ve anayasa yapılırken üzerinde en çok tartışılan fikir Velayet-i Fakih kurumuydu.
Velayet-i Fakih Kurumu Şii teolojisinde de bir yenilikti. Çünkü geleneksel Şii teolojisinde ulemanın siyasete karışması, müdahil olması mümkün değildi. Bunun sebebi de Şiilikte kayıp imam Mehdi inancı olmasıydı. Ve Mehdi’nin M.S 874’te gaybete gittiği ve belirsiz bir zamanda Dünya’daki bütün işleri düzeltmek üzere geri geleceği inancı var, dolayısıyla Mehdi geri gelene kadar kurulacak hiçbir hükümet meşru değil, adil değil çünkü tek adil hükümeti Mehdi kurabilir. Geleneksel Şii inancı bu şekildedir. Velayet-i Fakih ise Humeyni’nin Necef’te
geliştirdiği bir teoridir. Bu teoriye göre imam Mehdi’nin dönüşüne kadar İslam hukukunda ve İslam esaslarında en bilgili olan müşteyitler ve ulema hükümet etmekle yükümlüdür, görevlidir, sorumludur.
Bu teorinin temeli budur. Dolayısıyla 1979’dan sonra kurulan İslam cumhuriyeti nin temeli olarak da Ayetullah Humeyni önderliğinde Velayet- Fakih temel kurum ilan edildi. Buna göre Ayetullah Humeyni Velayet-i Fakih’in ilk görevlisi,
sahibi oldu. İlk Veli-i Fakih oldu. Ve İran’ın da ilk rehberi oldu. Rehber demek ne demek? Rehber, anayasaya göre fetva açıklamada yetkili, gerekli ilmi
yeteneğe sahip, takva sahibi, adil, sahih, siyasi ve sosyal görüşe ve yöneticilik yeteneğine sahip müşteyitler arasından seçilen en yetkili siyasi ve dini müşteyit
diyebiliriz. Bu rehberin Ayetullah olması gerekiyor.
Rehberin görevleri ki, ilk rehber Ayetullah Humeyni idi, devrim lideri, düzenin yararını teşhis heyetine danışarak, bundan daha sonra bahsedeceğim,
devletin genel siyasetini belirleme görevine sahip ve düzenin genel siyasetin uygulamasını denetliyor, halk oylaması için emir veriyor, silahlı kuvvetlere
komutanlık ediyor, savaş, seferberlik ve barış ilanını yapıyor, pek çok önemli kurumun başkanlarını yine rehber doğrudan atıyor, yasama yürütme yargı organları arasındaki ilişkiyi rehber düzenliyor, normal yollarla çözülemeyen problemleri düzenin yarını teşhis heyeti aracılığıyla rehber çözüyor.
Cumhurbaşkanına mazbatasını veriyor ve cumhurbaşkanını görevinden azledebiliyor ve bunun gibi rehber-ilah sisteminde bütün kurumların üstünde,
oldukça güçlü yetkiler ile donatılmış, hem ilahi yetkiye sahip hem de bu ilahi yetkiden dolayı Velayet-i Fakih çerçevesinde siyasi yetkiye sahip, devletin en
güçlü kişi rehberdir. 1989’a kadar Ayetullah Humeyni rehberdi, 1989’dan bugüne kadar da Ayetullah Hamaney rehberlik görevini ifa ediyor İran’da.
Rehber, çok yetkili bir kişi İran siyasetinde İslami Tebliğ Teşkilatı aracılığıyla ekonomik kurumları da denetliyor, idari işleyişlere nezaret ediyor, yurtdışına
doğrudan temsilciler atıyor. Özel danışmanları var ve özel danışmanlarını yüksek rehberlik bürosu aracılığı ile kullanıyor. Bunların dışında rehbere bağlı bir özel ulema mahkemesi var yani ulema içerisindeki işleri de rehber düzenliyor.
Öğrencilerin ve din adamlarının faaliyetlerini ve işledikleri suçları denetliyor,
soruşturuyor. İran’da resmi siyasal sistemden sonra gelen en önemli ikinci kurum koruyucular şurası. Koruyucular şurası temel olarak anayasayı korumakla görevli. Anayasanın şeriata uygunluğunu, yeni yapılan yasaların şeriata ve anayasaya uygunluğunu, hepsini denetlemekle görevli olan kurum koruyucular şurasıdır. Koruyucular Şurası’nın ikinci önemli görevi de seçime katılacak adayların siyasal, dini özelliklerini test etmek ve onaylamak ve seçimlere katılma izni vermektedir. Yani açıkçası işleyişte, seçimlere katılmak isteyen herhangi bir aday Koruyucular Şurası tarafından reddedilir ise seçime katılamıyor.
Koruyucular Şurası ise altı yıl için seçilen on iki üyeden oluşuyor. Bu on iki üyenin altısı Fakihler arasından rehber tarafından seçiliyor. Diğer altısı İslami Şura Meclisi yani parlamento tarafından, hukukun çeşitli branşlarından uzman Müslüman hukukçular arasından seçiliyorlar. Bu kişiler altı yıl için seçilmelerine rağmen her üç yılda bir grubun yarısı yenileniyor. Şimdi gördüğünüz gibi aslında Koruyucular Şurası seçilmiyor atanıyor ancak bu atanacak şura’nın seçime girecek adayları denetlemesi, seçimlere girme izni vermesi veya girmekten men etmesi, atanmış bir kurumun seçilecek kişiler üzerinde ne kadar etkili ve yetkili olduğunu gösteriyor. Bu da İran sistemindeki dini meşruiyet ile halka dayalı meşruiyet arasındaki çatışma noktalarından birini teşkil ediyor. Rehber ve Koruyucular Şurasından sonraki en önemli kurum Uzmanlar Şurasıdır.
Uzmanlar Şurası doğrudan halkoyları ile seçiliyor. Din adamlarından oluşuyor bu şura, seksen altı üyesi var ve sekiz yıl için seçiliyor. Uzmanlar Şurası’nın temel görevi anayasanın rehberlik makamı için gerekli gördüğü niteliklere sahip Fakihler hakkında incelemeler yapmak, daha doğrusu rehberi tayin etmektir. Bunlar arasından birisinin üstün bilgili olduğuna kanaat getirildiğinde rehberde aranan nitelikleri, halkın çoğunluğunun desteğine sahip olduğuna karar verdiğin de bu niteliklere sahip bir kişi rehber olarak atıyor. Bu Şuranın oluşumu
Ayetullah Humeyni’den sonra yerine kim gelecek sorusuyla aslında ortaya çıktı. Uzmanlar şurası anayasa yapımında da toplanmıştı, anayasa yapıldıktan
sonra dağıtılmıştı. Daha sonra Humeyni’den sonra gelecek rehberi belirlemek için tekrar toplandı ve şu anda da sekiz yılda bir toplanıyor. Aynı zamanda
rehberin niteliklerini denetleme hakkına da sahip, yani rehberin herhangi bir dini, siyasi vasfında yetersizlik tespit ederse görevden alma yetkisine de sahip.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder