Ortadoğu’da İslami Hareketler ve Mezhepsel Dinamikler
Prof. Dr. Hasan Onat
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ben Hasan Onat. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisiyim yani ilahiyatçıyım. Bugün sizlerle İslam Dünyası’nda olup bitenleri konuşacağız.
Bu olaylarda din ve mezhep faktörlerinin etkilerini inceleyeceğiz. Sözü İslam Dünyası’ndan açınca takdir edersiniz ki Türkiye’yi de bu konuların içine almamız gerekir. Ancak olup bitenleri anlayabilmemiz için iki önemli hususa en başta dikkat çekmemiz gerekiyor. İlki, insanların toplu yaşadığı her yerde dinin (İslam, Hıristiyanlık v.b.) olmasıdır. Bu gerçeği lütfen zihninizin bir tarafında tutun. Bireylerin içinde ateistler olabilir.
Ama insanlık tarihine bakıldığında toplu yaşayan insanların olduğu her yerde dinin de olduğu gözlenir. Bu gerçeği niçin önemsiyoruz? Aslında dünya
konjonktüründe olup biten pek çok şeyin arkasında din vardır. Bazıları dinin ne anlama geldiğini bilmediği için göremez, bazıları görmek istemez, bazıları
da gördüğü halde söylemez. Kültürü anlamak istiyorsunuz, insanlarla ilgili olay ve olguları anlamak istiyorsanız göz ardı edemeyeceğiniz ana etmenlerden
birisi de dindir. Birey olarak inanıp inanmamak dinle alakalı olguları görmenizi değiştirmez. Daha açık bir ifadeyle inanmayabilirsiniz ya da inanabilirsiniz.
Ama unutmayın ki her ikisi de bazen insanı körleştirebilir. Bu yaklaşım tarzı dini en azından sosyolojik realite olarak görmeyi gerektirir. Dini sosyolojik realite olarak görmek, dini bilimin konusu yapmak demektir. Dini bilimin konusu yaptığınızda ideolojiniz dine ters bakıyorsa ya da tersine ideolojiniz dini kutsuyorsa o zaman dinle ilgili bazı meseleleri göremezsiniz, görmezden gelirsiniz.
Unutmayın “ Yok farz etmekle kutsallaştırmak arasında hiçbir fark yoktur ”. Farklı bir pencere açmak için söylüyorum şuan bizim din algımızda tarih
algımızda sağlıklı değil. Bu nedenle olayları doğru çözümleyemiyoruz. Çoğu zaman kendi ideolojimiz kendi duruşumuz doğrultusunda olaylara bakıyoruz.
Bu nedenle tarih algımız sağlıksız bir tarih algısı. Dinlerdeki geçmiş algısına bir bakın; ya geçmişi yok farz ediyoruz ya da geçmişi kutsuyoruz. Her iki durumda da tarih denilen hadise anlama menzilimizin dışına taşar. Dini yok farz etmekte, gırtlağımıza kadar batmakta çözüm değil sorun yaratır. Ben bu duruma zihin yanılması diyorum. Olay ve olguları daha iyi anlayabilmek için konuşmamın başında bu noktaya dikkat çekmek istedim.
İkinci önemi hususa bir soru ile geçelim, “ Sizce insanı diğer canlılardan farklı kılan temel unsur nedir? ”. “ Vicdan? ”, “ Birlikte yaşayabilme? ”, “ Düşünebilme? ”, “İrade? ” , “ Sorumluluk sahibi olmak? ”. Diğer canlılarla insan arasındaki temel fark, insanın var olduğunun farkında olmasıdır. Sadece insan
“ Yaratabildiğinin ” farkındadır. “ Yaratmak ” kelimesine takılanlar olabilir. Kur’an-ı Kerim bu kelimeyi insan için kullanır, bu noktaya takılmayın. Ben ilahiyatçı olduğum için “Bana din öğretmeye kalkmayın” uyarısında bulunurum bazen. Ayrıca Kur’an eksenli düşünürseniz tanrının insana bahşettiği en
büyük yetinin insanın yaratıcı özelliği olduğunu görürüz. Düşünmek, vicdan, hesap verebilmek, birlikte yaşamak hepsi bu yetinin üzerine kurulur.
Diğer canlılarda da var olan ama insanda öne çıkan özellik yaşadığının ve sonraki adım olan ölüm gerçeğinin farkında olması ve var olma cesaretini
gösterebilmesidir. Akıl ve hür irade tam bu noktada ortaya çıkar. “İnsan aklıyla doğruyu bulabilen bir varlıktır” cümlesi buradan hareketle çıkar. İslam eksenli düşünürseniz “ Tanrı, insan aklına güvenir ”.
Ancak Müslüman insan kendi aklına güvenmez. Müslüman’ın en akıllısı aklını kiraya vermekten büyük keyif alır. İçinizde bu cümleme itiraz edecek
olan var mı? Bende bir Müslüman’ın ve bu cümleyi içeriden bir insan olarak kuruyorum. Yunus suresinin 100. Ayetinde “Aklını kullanmayanlar pislik
içinde kalır. Onların üstüne pislik yağar” der. Yani 1,5 milyar Müslüman’ın şu anki durumunu özetler. Allah ve Kur’an insan aklına güvenir. Kur’an der ki
“Ben anlaşılmak için indirildim. İnanmıyorsanız bir benzerimi meydana getirin. İnanmıyorsanız on sure meydana getirin. İnanmıyorsanız bir ayet meydana
getirin”. Peki, Müslüman insan kendi aklına güveniyor mu?
Ben size güvenmediğine örnek olması için kendi hayatımdan birkaç örnek vereyim.
“Şeytan aklını kullandığı için sapıttı” cümlesi. Ben tam tersini söylüyorum; “Şeytan aklını kullansa sapıtmazdı”. Mesela “İman akıl işi değildir. İnanırsınız
ya da inanmazsınız” cümlesi. Bu cümle Kur’an’a ters bir cümledir biliyor musunuz? İman akıl işidir. Hz. Muhammet der ki; “Aklı olmayanın dini yoktur”.
İslam açısından bakıldığında iman, aklın maksimum düzeyde kullanılmasına dayanan bir süreç topluluğudur. Bu Hz. İbrahim örneğini verebiliriz.
Hz. İbrahim ile tanrı arasında şöyle bir diyalog geçer. “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun. Bana göster, görmek istiyorum”. Tanrı der ki “Bunu yaptığıma
inanmıyor musun?”. Hz. İbrahim “İnanıyorum ama muktedir olmak istiyorum”. Kur’an eksenli bakıldığında Müslüman insanın önce bildiğini sonra inandığını görebiliriz. Peki, sorum şu; toplumdaki yaygın kanaat imanı mı önceler bilgiyi mi önceler?
Biz önce inanıp sonra mı biliyoruz yoksa önce bilip sonra mı inanıyoruz? Doğrusu şu ki biz inanıyoruz ama bilmiyoruz. Bilmediğimiz şeye nasıl inanıyoruz?
İnsan gerçeğinin bu boyutuna dikkat çekerek konuya başlamak istedim. Arkadaşlar bağışıklık sisteminizde sorun varsa dışarıdan gelen en küçük
mikrop sizi yatağa düşürmeye yeter. Şuan da Müslümanların bağışıklık sistemi sorunludur. Düşünme sistemleri sorunlu, akla bakışları sorunlu, olayla ve
olguları algılama biçimleri sorunludur. Burnumuzun dibinde, Irak’ta ne kadar insanın öldüğünü görüyoruz. Türkiye’de sokağa çıkıp bir anket yapsanız
size diyecekleri “Amerika’nın orada Müslümanları birbirine düşürdüğü”dür. Arkadaşlar Irak’ta yaşanan mezhep savaşıdır. Bazı insanlar Şii olduğu için
Sünniler tarafından bazı insanlar ise Sünni olduğu için Şiiler tarafından öldürülmektedir ve öldürülecektir.
Amerika katalizördür. Suçu dışarıda aramak Müslümanların yaygın zaaflarından biridir. Tüm olup bitenlerle alakalı ya Amerika ya İsrail ya da AB parmağı ararız. Kimse kusura bakmasın ama siz sömürülmeye uygunsanız sizi sömürecek birileri her zaman olacaktır. Sizin bağışıklık sisteminiz sorumluysa her zaman manipüle edilmeye açıksınızdır ve sizi kullananlar çıkar. O zaman en temele inip olay ve olguları algılama biçimi üzerine biraz kafa yormak gerekiyor.
Şimdi İslam Dünyasında ne olup bittiğinin 150 senelik panoramasını çizmeye çalışacağım. Osmanlı şemsiyesi kurulduktan sonra ne olupbitti sorusuyla
başlayalım. Meselelere sosyolojik açıdan bakıldığı zaman, olayların hiçbir zaman tek nedene indirgenemediği görülür. Peki, şu an İslam Dünyası’nda yaşananlar acaba tarihsel bir birikimin patlaması olabilir mi? Bu yaşananlar gelişmiş ülkelerin diğer ülkeleri daha kolay yönetebilmeleri için tezgahladıkları olaylar mı? Yoksa bu yaşananlar kader mi? Eğer kimse “kader”den demiyorsa kader algınız benimkinden farklı demek ki. Kader dendiğinde aklınıza ne geliyor? “Allah’ın takdiri”, “Alın yazısı ”. Mesela Cebriye mezhebi; “ İnsanın hiçbir iradesi yoktur. İnsan rüzgarın önündeki yaprak gibi İlahi iradenin önünde savrulur ” der.
Ben yine iddialı bir cümle kuracağım ama günümüz Müslümanlarının Hz. Muhammed’i bildiği kanaatinde değilim.
Günümüz Müslümanları Hz. Muhammed’ten ve Kuran’dan korkuyor. Kusura bakmayın ama bunlar doğru. Neden Kuran’dan korkuyoruz? Çünkü Kuran
kendi gerçeğimizi suratımıza çarpar. Neden Hz. Muhammet’in hayatını anlamaktan korkuyoruz? Çünkü Hz. Muhammet’in gerçeğiyle yüzleşirseniz
kendinizden utanırsınız. Mekke’den Medine’ye Hicret olayını bir sürü ahmak, bir örümceğin ağına kurban etmiştir. Oysa ki muhteşem bir projedir Hicret. Müslüman kafası Hicret anlatılırken örümcek ağına takılıp kalır. Hicret anlatılırken denir ki; “Hz. Muhammet Ebubekir ile mağaraya gizlenir.
Tam yakalanacaklarken güvercin uçar mağaranın içinden. Bir de bakılır ki mağaranın ağzında ağ var. Burada kimse olamaz diyerek giderler”. Oysa Hz.
Muhammet aylar öncesinden planlamıştır Hicret’i. Ebubekir’e “Sürülerini bundan sonra Mekke’nin güneyinde otlat. İki sağlam deve hazırlat ve çölü iyi tanıyan güvenilir bir adam bul. Hz. Ali’ye ise, “Sen benim yatağımda yatacaksın”. Burada iki incelik var. Birincisi; “Müslüman insan güven verir”. Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önceki vasfı inanılır, güvenilir olmaktı. İman güvendir, İslam güvendir. Müslüman’sanız ilkeli insan olursunuz ve güven verirsiniz. Hz. Peygamberde bazı putperestlerin emanetleri vardır. Hicret ederse problem çıkacaktır. Hz. Ali’ye “Bunları yerlerine ulaştır” der.
Hz. Ali’yi kendi yatağında yatırmasının sebebi ise o zamanın koşullarında dışarıdan bakılınca yatakta yatan birinin olup olmadığının görülmesi. Bu sayede
Hz. Peygamberin Mekke’den ayrıldığı geç fark edilecektir. Hicret bu kadar muhteşem bir projedir. Ben bu yüzden “Müslümanlar Hz. Muhammet’i
yeniden anlamalıdır” diyorum. Kuran der ki; “Bir toplum kendisini değiştirmedik çe, Allah o toplumu değiştirmez”.
Buyurun size sosyolojik bir kural.
Böylece kader devre dışı kalıyor. Diğer bir faktör; batının tavrı, gelişmiş ülkelerin Müslümanları daha fazla sömürmek istemesi. Bu gayet doğaldır. Çünkü batı varlığını sömürgecilik üzerine kurmuştur. Şuan yapacağım analiz İslam dünyasın da olup bitenleri anlamanızın en önemli ayağını oluşturacak. Haritayı
gözünüzün önüne getirin. O zamanlar Osmanlı şemsiyesi 15 milyon kilometre karelik bir alanı kapsıyor.
1800’lü yılların başlarından itibaren dünyanın niteliği değişmeye başlar. İtalyanlar 1800’lerin başında Kuzey Afrika’ya çıkar. Yani bu tarih batının
iki uç noktada sömürgeciliği fiilen etkin kıldığı tarihtir. 1830’lu yıllarda etkinlikleri ciddi manalar kazanır. Bugün BM üyesi olan halkı Müslüman devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarını 19401960 yılları arasındadır. 100-150 senelik dönemde bugün İslam coğrafyası olarak geçen bölgelerin tamamı batının sömürgesi altındadır. Peki, bu çok mu önemli? Tolstoy’un bir sözü var; “Kölelere özgürlük verirseniz, onu bir torbaya koyup size geri iade ederler”. Sömürgeciliğin birçok etkisi var ama ben iki hususa değinmek istiyorum. Halkı Müslüman olan bölgelerde din, bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmiştir. Bu durum dinin aynı zamanda siyasallaşması anlamına gelir. Bu algı biçiminde din ahlak temelli yapısını kaybeder, büyük ölçüde özünü yitirir ve siyasallaşır. Şu an Arap ülkelerindeki dini hareketlerin büyük kısmı tepkisel hareketlerdir.
Bu çerçevede baktığınızda İslam’ın ahlakı ön plana çıkaran, insanı özgürleştiren yapısı bu bölgelerde etkin değildir. İşte sömürgeciliğin yan ürünlerinden biri budur. Sömürgeciler varlıklarını sürdürebilmek için iki şeyi iç içe yürütürler; o bölgede kendi çıkarlarına hizmet edecek insanları yetiştirmek ve o bölgeden ayrıldıkları zaman artçılarını yaratabilecek insanlar bulmak. Şuan Ortadoğu’da ki sınırların hiçbiri doğal sınırlar değildir. Örneğin Türkiye’nin Irak’la ve Suriye’yle yaşadığı problemler sınırların doğal sınır olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu çizilmiş sınırların neden böyle çizildiği ciddi manada düşünülmelidir. Şuan Libya’dan devlet diye söz ediyoruz. Libya’daki devlet sadece şeklen vardır. Libya “Aşiretler Konfederasyonu”dur. Sadece Mısır’da hayatını mezarlıklarda sürdüren insanların sayısı bir milyonu aşar. Yani yoksulluk diz boyudur. Dış borcu olmayan, petrol geliri çok yüksek olan İran’sa Mısır’ın burnunun dibindedir. Ben ilk defa 1991’de İran’a gitmiştim. Tebriz’de bir vatandaşın bana şu söylediklerini hiç unutamam; “Biz Şah zamanında eziliyorduk ama en azından karnımız toktu. Şimdi yine eziliyoruz ama karnımız aç”. Şuanda da durum aynıdır. İslam dünyasında akıl algısının problemli olduğundan söz etmiştim. Ama temelde insan algısı da problemlidir. Ben Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 1979 yılında mezun oldum. Öğrenciyken okuduğum kitapları kimseye zararı dokunmasın diye bir odaya hapsettim. Türkiye’de ortaya çıkan din bilgisi boşluğu 60’lı yıllarda sömürge ülkelerde yazılan kitaplarla dolduruldu. Türkiye’de ödünç kavramlarla düşünülen tepkisel insan tipi oluşturuldu.
20 yıldır din alanında boğuştuğumuz sorunların çoğu sömürge ülkelerinden getirilen sorunlardır.
Bizim ahlak temelli bir din anlayışımız vardı. Şuan da bu tepkisel bir din anlayışına dönüştü. Sömürgeciliğin dışında bir başka boyuta dikkat çekeceğim. Bundan 8 sene önce bir konferans için Nahçıvan’a gittim. Cuma sabah uçaktan indim. Fakülteye bir dilekçe bıraktım ve hemen Hollanda’ya geçtim. Hissettiğim eksi otuz dereceden artı otuz dereceye geçmekti. Türkiye’yi de sıfır derece sayıyorum. Bir taraf 30 yıl ileride diğer taraf 30 yıl geride.
Bunun üzerine biraz araştırma yaptım. Dünyada okuma yazma oranının en düşük olduğu bölgeler Müslümanların olduğu bölgelerdir. Ve Müslümanların
inandıkları kitap “ Oku ” diye başlamaktadır.
Bu insanın canını acıtıyor. Mesela Türkiye’den Suudi Arabistan’a giden insanların en büyük eleştirileri; “Adam utanmadan ayaklarını Kabe’ye uzatmış,
kafasının altına da Kuran’ı koymuş yatıyor. Bu ne biçim Müslümanlık” oluyor. Burada iki tip Müslümanlık var. Bir, bunun eleştiriliyor olması; iki, yapılıyor
olması. Aslında ikisi de aynı. İkisi de şekle mahkum olmuştur. Eğer ezan vakti insanlar korkudan dükkanlarının kapısını kapatıp arka tarafta uyuyorlarsa bu şekle boğulmanın en derin noktasıdır. Ortadoğu ülkelerinden bakılınca Türkiye yıldız gibi parlamaktadır. Ama Avrupa’dan bakıldığı zaman görmeniz zor oluyor. İslam ülkeleri Türkiye’ye kıyasla çok daha vahim. Okuma yazma oranından biraz daha ileriye gidelim, insan hakları ihlalleri. Temel hak ve özgürlüklerin en sancılı olduğu bölgeler Müslümanların yaşadığı bölgelerdir. Nerede kan varsa, nerede gözyaşı varsa orada Müslümanlar yaşıyor. Bunu nasıl izah edeceğiz? Peki, ekonomik açıdan durum nedir? Felaket. Bunların olduğu yerde sorunlar yaşanmaz mı? Bunun için dış faktörlere daha geriden bakmak lazım.
Müslümanlar aslında mükemmel bir medeniyet yaratmayı başarmışlardır. Özüne bakarsanız bilginin gücü olduğunu görürsünüz.
Ama bugün bilginin gücüne sahip olanlar Müslümanlar değil. İşin kötüsü bilginin öneminin farkında olduklarını da düşünmüyorum.
Kışkırtıcı bir soruyla devam edeyim. İçinizde mezhebi olmayan var mı? İslam dünyasında sadece Şii gelenekten gelenlerde mezhep konusunda duyarlılık
vardır. Sünni geleneğe mensupsanız, mezhep konusunda fazla bilinçlenmiş değilsinizdir. İkinci husus “ Ben Mezhepsizim ” demekle mezhepsiz olunmaz.
Diğer bir soru da “İçinizde mezhebi olan var mı?”
Katılımcı:
Hanefi mezhebine mensubum.
Hasan ONAT:
İmam-ı azam Ebu Hanefi’yi diğer mezhep imamlarından farklı kılan bir tek duruş, bir tek görüş söyler misin bana? Bu soruyu soruyorum çünkü
Hanefiliğin diğer mezheplerden farkını bilmeniz bunun üzerine kurulur. Biz pek çok şeyi hazır bulduğumuz gibi mezhepleri de hazır buluyoruz. Ailemiz
bize hangi mezhepten olduğumuzu söylüyor ve bizde oluyoruz. Ya da Maturidi mezhebinden olanlar neden bu mezhebi seçmişlerdir? Peki, İmam Maturidi’yi diğer imamlardan ayrıcalıklı kılan nedir? Size İmam Maturidi’den bir cümle; “Tanrı vahiy göndermemiş olsaydı bile akıl insanlara doğruyu gösterebilirdi”. Maksimum düzeyde bir akılcılık. 14 asırlık süreçte İslam dünyasının en büyük kafalardan birisi İmam MAturi’dir. Tuhaf olan şudur ki İmam Maturidi’nin en önemli kitaplarından birisi 3 sene önce tercüme edilmiştir.
Bizim Maturi diliğimiz bu kadar işte.
Daha kitaplarını tercüme edip okumamışsınız ama Maturidi’yim diyorsunuz. Bu geleneğin kutsallaştırılması problemidir.
Hz Muhammed ile vahiy kapısı kapanmıştır, bunun meali budur. Benim söylediklerim fıkıhtır diyor Ebu Hanefi. Mesela Bahayiler kendi dini olduğunu
iddia eder. İslam dünyasında bazı kırılmalara yol açan şey vahiy meselesidir.
Alevilik dediğimizde Bektaşilik’i kapsamıyormuş gibi görünse de 19.asrın kullanımıdır. 16. asra baktığımızda burada 2 ana damar vardır birincisi Hacı
Bektaşi Veli Okulu ikincisi ise Kızılbaşlık damarıdır. Çaldıran sonrasına bakarsak Safevi Devleti’nin güçlendiğini görürüz aynı dönemde Safevi Devleti’ni
kuran Kızılbaşlar dışlanır ya Şiileştirilir ya Osmanlı tarafından Hacı Bektaşi Tekkesi’ne gönderilir ya bazıları Avşarlar gibi Kürt halklarına kaçarlar ya
da bağımsız olarak kalırlar. Bu olayların öncesine bakarsak aslında Türk dünyasında 16. yüzyılda Kızılbaşlık damarı hem kürt hem Müslüman demekti
Erdebil tekkesinde mürit demektir ve Safevi Devleti’ne giden yoldur. Aslında bugünkü Alevilik ve Bektaşilik’in arkasında Kızılbaşlık yatıyordur.
Soru:
Mezhep ilahi bir inanış mıdır yoksa insanların yarattığı bir şey midir?
Hz Muhammed’in sağlığında mezhep tarikat yoktu. Din niteliği kazanabilecek unsurların peygamberimizin vefatından sonra din olması mümkün
değildir, din inşa edilemez. Dinin anlaşılma biçimleri vardır yalnızca. Kuran herhangi bir mezhep tarikattan söz etmez. Peki neden ortaya çıktı bunlar?
Aslında hiçbir mezhep başkanı ben mezhep kuruyorum diye çıkmaz. Hz Muhammed’in vefatından 140 yıl sonra çıkar mezheplik. O da Hanefilik. Bir
insanın Müslüman olması demek Tevhid, Ahiret ve Mübübed inancına sahip olması demektir ve İslam dairesi içindedir. Mezhep Hz Muhammed’in vefatından
sonra din anlayışındaki farklılaşmalara dayalı beşeri kurumsallaşmalardır. Bu tanımın içinde tüm mezheplerde olan şey; beşeri oluşumlardır. Hiçbir
mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler ayetsel akış içerisinde insanların ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkar. 2 çeşit mezhep vardır; Fıkhi
mezhepler ve siyasi ve iktisadi mezheplerdir. Mesela Şiilik, Şia (Şiilerin tümü)’ya göre dinin aslına inanlardır. Hz Muhammed’in vefatından sonra aslında
Hz Ali’nin İmam olduğunu söyleyen ve imamlığın Hz Ali soyunda devam edeceğini söyleyenlerin masum olduğunu iddia edenlerdir. Mesela Suriye bölgesinde mezhep çatışması vardır ancak ekonominin işin içinde olmadığı anlamına gelmemektedir. İran, Irak, Bahreyn hepsinde temel hak ve özgürlüklerin eksikliği yüzünden sorunlar yaşanıyor. Şiilik ne Arapların ne Farsların problemidir. Farsların hepsi Şii’dir. Arapların içinde Şiilik vardır. Ancak asıl problem Türkler içindedir.
Irak’taki Türkmenlerin yarısı Şii yarısı Sünni’dir ve birbirleriyle savaştıkları için Türkmenlik olgusu da erimektedir. Yeryüzünde yaşayan ve 1 buçuk milyarı aşan
Müslümanların yaklaşık yüzde 12’si Şii’dir ve bu Şiilerin çoğunluğu Türk’tür. İslam dünyasının ekonomik problemleri vardır elbette ama asıl problem özgürlük problemidir.
İslam özgürlük getirmek için vardır aslında. Şii’liğe geri dönersek Hz Muhammed’in Şiilik ile ilgisi yoktur ama Aleviler buna inanırlar. Birinci asrın
son çeyreğine kadar Şiilik yoktu ve 2. asırda tarih sahnesine çıkar ve geri dönüp kendine tarih inşa etmeye başlar. Sünniler de aynı şekildedir. Şia’nın
erken dönem algısı 3 hilafet Ali’nin hakkıydı der ve halifeyi reddeder. Hariciler ise Ebu Bekir ve Ömer’i ideal halife olarak görür. Sünniler ise halifelik dönemini
İslam tarihinin en parlak dönemi olarak görür. Şiiler 3’e ayrılır. İlki İmamiye, ikinci İsfahiler-Batıniler, üçüncü grup ise Zeyidiler’dir. Zeyidiler aslında
Sünniliğe daha yakındır. Müslümanlar arasında yaygın olan bir inanışa göre gerçek müslümanlar Dar-ü Bela’dan beri müslümandır.
Nedir bu Dar-ü Bela diye sorulacak olursa da şu söylenebilir. Kuran’da bir inanış vardır; buna göre bela evet demektir. Müslüman geleneğinde inanılır ki Allah ben sizin rabbiniz değil miyim diye sorar ve insanlar da evet der çünkü ruhlar yaratılmıştır. Kuran der ki; müslüman olanlar evet dedi olmayanlar hayır dedi.
Yani aslında her insanın önyargıdan arınırsa Allah’ın varlığını bulabileceğini belirtir bu ayet. Aslında insanların zihninde Hanefilik ve İslam özdeşleşmiş
durumda. Genelde sayılan dört mezhep dışında da mezhepler vardır ve bunlar da önemlidir. Müslüman kültür süreçleri okumak konusunda kötüdür.
Tarih bilinci çok da iyi değildir. Mesela Ebu Hanefi ile Haz Peygamber’i çağdaş yapmak bir alışkanlıktır ancak bu sağlıklı değildir. Tıpkı Heraklitos’un söylediği
gibi aynı nehirde iki defa yıkanmayacağı gibi hiçkimse aynı şeyi aynı şekilde ikinci defa yapamaz. Her şey değişir, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor.
Yani bu noktada süreçlerden kastımız Aleviler için de ya da diğerleri için de geçerlidir. Bundan 50 sene önceki mezheplerden bahsetmemiz çok zor.
Soru: Madem herkes Allah’a inanıyor, herkesin amacı aynı, peki neden kavga ediliyor hala?
Dinin birleştirme işlevi vardır. Sosyolojik olarak da Max Weber’in söylediği gibi sembolik birleştirici özelliği vardır. Protestan ahlak üzerinden değerlendirilirse
eğer din rasyonel değerler ile bağlanırsa üretimi teşvik eder. Ancak Türkiye’de din rasyonalite ile bağlı değil din ve bu da ayrıştırıcı etkide bulunuyor.
Ayrıştırıcılık dinin siyasete alet olması ile beraber yoğun bir şekilde yaşanır. Peki din siyasetten nasıl ayrılır? Buna cevaben Hz Muhammed verilebilir.
Hz Muhammed’in görevi tebliğ idi, bireylere örnek olmak idi. Onun Mekke’de üstlendiği görev siyasi bir görev miydi yoksa beşeri bir görev miydi asıl soru bu olması gerekir. Din bir araçtır ve insanın kendini inşa etmesi için vardır. Sonuç olarak ise söylenebilecek şey Hz Muhammed’in üstlendiği görev beşeri bir görevdir. Hz Muhammed’e Kuran kimseyle tartışmamasını, herkesle istişare etmesini emreder. İslam dini siyasi meseleleri insana bırakmıştır ve egemenlik iddiası yoktur. Müslüman’ın iddiası olabilir ancak bu da daha adil ve daha düzgün idare edeceğim diyerek ortaya çıkmalıdır. Din ve siyaseti özdeş algılama sömürgeciliğin sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Hilafet meselesi de dini bir kurum değil ve dini bir mesele değildir özünde. Yine gayr-i Arap’ların bilimde öne çıkması Arapların kendilerini idarecilik de geliştirmesidir.
Soru: Hıristiyanlıkta Mezhep Algısı Nasıldır?
Hıristiyanlıktaki mezhep ve Müslümanlıkta ki mezhep algısı farklıdır. Hristiyanlıkta katoliklik, protestanlık, ortodoksluk dendiğinde direk din akla gelir. Ancak müslümanlıkta mezhep dinin farklı anlayış biçimlerine tekabül eder. Bizdeki sorun dinin anlayış biçimlerini din le özdeşleştirmekten geçer. Çözüm
bir insanın dine mensup olmak için herhangi bir mezhebe ait olmamaktan geçtiğini anlatmak, dinin egemenlik probleminin olmadığını indanlara anlatmak tan geçer. İslam bireysel bir dindir. İslam ve demokrasi birbirine alternatif değildir ve hatta Batı’dan daha rasyonel bir yapı oluşturabilir İslam mantığı.
Sonuç olarak ise; Din toplumda iletişimi anlamak için önemlidir. Dini anlamak sızın toplumları anlamak mümkün değildir. Toplum ile uğraşıyorsanız toplumu anlamak için temel anahtar dindir. Dindar olmak önemli değildir. Dini bilmek önemlidir. Dini bilmeyen dindar ile dini bilmeyen din dışı insanların hataları vardır. İkisi de geçmişi kutsallaştırır, önyargılıdır, gelecek tasarımı yoktur, eleştiriden hoşlanmaz ve maziye mahkumdur. Yani din anlayışı sağlıklı değilse bir toplumda; o toplumun ne dindarı ne de dinsizi sağlıklı olur. Din paradigma işlevi görür ve o toplumdaki dinsizler de dindarlar kadar o sağlıksız algıdan hasar görürler. Hele islam gibi yaratıcılığı teşvik eden bir dinin içinde, Batı standartları ötesinde bir demokrasi yaratmanın yolu din konusunda doğru bilgilenmekten geçer çünkü din paradigma işlevi görür. Din hem birleştirir hem ayrıştırır. Din rasyonellik içindeyse birleştirir.
Sonuç olarak
Türkiye’nin kaderi bir buçuk milyar müslümanın da kaderidir. Yani bir şey çıkacaksa Türkiye’den çıkacak ve Türkiye Endülüslerin tarihine benzer ki Endülüsler Rönesansın da Reformun da temellerinde etkilidirler. Kısacası, bilginin gücüne sahip olanlar dinden de destek alırlarsa o gücü nasıl kullanacaklarını bilirler. İslam dünyasının geleceği ile ilgili ise Avrupa ihtiyarladı, Amerika güç sarhoşu, Çin’den bir şey çıkmaz deniyor. O zaman dikkatimizi Türkiye üzerine yoğunlaştıralım. Son 2 asırdır dışardan deniyor ki siz adam olmazsınız biz içerden diyoruz ki biz adam olmayız. O zaman bunu kırmak gerek, her şey bir insanın adımı ile başlar ve gelecekte çok insanın çok adımı demektir. Lütfen kendinizi ciddiye alın.
Teşekkür ediyorum.
**
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder