Prof. Dr. Hasan Onat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Hasan Onat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ocak 2017 Çarşamba

Ortadoğu’da İslami Hareketler ve Mezhepsel Dinamikler



Ortadoğu’da İslami Hareketler ve Mezhepsel Dinamikler 



Prof. Dr. Hasan Onat 
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 

Ben Hasan Onat. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisiyim yani ilahiyatçıyım. Bugün sizlerle İslam Dünyası’nda olup bitenleri konuşacağız. 

Bu olaylarda din ve mezhep faktörlerinin etkilerini inceleyeceğiz. Sözü İslam Dünyası’ndan açınca takdir edersiniz ki Türkiye’yi de bu konuların içine almamız gerekir. Ancak olup bitenleri anlayabilmemiz için iki önemli hususa en başta dikkat çekmemiz gerekiyor. İlki, insanların toplu yaşadığı her yerde dinin (İslam, Hıristiyanlık v.b.) olmasıdır. Bu gerçeği lütfen zihninizin bir tarafında tutun. Bireylerin içinde ateistler olabilir. 

Ama insanlık tarihine bakıldığında toplu yaşayan insanların olduğu her yerde dinin de olduğu gözlenir. Bu gerçeği niçin önemsiyoruz? Aslında dünya 
konjonktüründe olup biten pek çok şeyin arkasında din vardır. Bazıları dinin ne anlama geldiğini bilmediği için göremez, bazıları görmek istemez, bazıları 
da gördüğü halde söylemez. Kültürü anlamak istiyorsunuz, insanlarla ilgili olay ve olguları anlamak istiyorsanız göz ardı edemeyeceğiniz ana etmenlerden 
birisi de dindir. Birey olarak inanıp inanmamak dinle alakalı olguları görmenizi değiştirmez. Daha açık bir ifadeyle inanmayabilirsiniz ya da inanabilirsiniz. 
Ama unutmayın ki her ikisi de bazen insanı körleştirebilir. Bu yaklaşım tarzı dini en azından sosyolojik realite olarak görmeyi gerektirir. Dini sosyolojik realite olarak görmek, dini bilimin konusu yapmak demektir. Dini bilimin konusu yaptığınızda ideolojiniz dine ters bakıyorsa ya da tersine ideolojiniz dini kutsuyorsa o zaman dinle ilgili bazı meseleleri göremezsiniz, görmezden gelirsiniz. 

Unutmayın “ Yok farz etmekle kutsallaştırmak arasında hiçbir fark yoktur ”. Farklı bir pencere açmak için söylüyorum şuan bizim din algımızda tarih 
algımızda sağlıklı değil. Bu nedenle olayları doğru çözümleyemiyoruz. Çoğu zaman kendi ideolojimiz kendi duruşumuz doğrultusunda olaylara bakıyoruz. 
Bu nedenle tarih algımız sağlıksız bir tarih algısı. Dinlerdeki geçmiş algısına bir bakın; ya geçmişi yok farz ediyoruz ya da geçmişi kutsuyoruz. Her iki durumda da tarih denilen hadise anlama menzilimizin dışına taşar. Dini yok farz etmekte, gırtlağımıza kadar batmakta çözüm değil sorun yaratır. Ben bu duruma zihin yanılması diyorum. Olay ve olguları daha iyi anlayabilmek için konuşmamın başında bu noktaya dikkat çekmek istedim. 

İkinci önemi hususa bir soru ile geçelim, “ Sizce insanı diğer canlılardan farklı kılan temel unsur nedir? ”. “ Vicdan? ”, “ Birlikte yaşayabilme? ”, “ Düşünebilme? ”, “İrade? ” , “ Sorumluluk sahibi olmak? ”. Diğer canlılarla insan arasındaki temel fark, insanın var olduğunun farkında olmasıdır. Sadece insan 
“ Yaratabildiğinin ” farkındadır. “ Yaratmak ” kelimesine takılanlar olabilir. Kur’an-ı Kerim bu kelimeyi insan için kullanır, bu noktaya takılmayın. Ben ilahiyatçı olduğum için “Bana din öğretmeye kalkmayın” uyarısında bulunurum bazen. Ayrıca Kur’an eksenli düşünürseniz tanrının insana bahşettiği en 
büyük yetinin insanın yaratıcı özelliği olduğunu görürüz. Düşünmek, vicdan, hesap verebilmek, birlikte yaşamak hepsi bu yetinin üzerine kurulur. 

Diğer canlılarda da var olan ama insanda öne çıkan özellik yaşadığının ve sonraki adım olan ölüm gerçeğinin farkında olması ve var olma cesaretini 
gösterebilmesidir. Akıl ve hür irade tam bu noktada ortaya çıkar. “İnsan aklıyla doğruyu bulabilen bir varlıktır” cümlesi buradan hareketle çıkar. İslam eksenli düşünürseniz “ Tanrı, insan aklına güvenir ”. 

Ancak Müslüman insan kendi aklına güvenmez. Müslüman’ın en akıllısı aklını kiraya vermekten büyük keyif alır. İçinizde bu cümleme itiraz edecek 
olan var mı? Bende bir Müslüman’ın ve bu cümleyi içeriden bir insan olarak kuruyorum. Yunus suresinin 100. Ayetinde “Aklını kullanmayanlar pislik 
içinde kalır. Onların üstüne pislik yağar” der. Yani 1,5 milyar Müslüman’ın şu anki durumunu özetler. Allah ve Kur’an insan aklına güvenir. Kur’an der ki 
“Ben anlaşılmak için indirildim. İnanmıyorsanız bir benzerimi meydana getirin. İnanmıyorsanız on sure meydana getirin. İnanmıyorsanız bir ayet meydana 
getirin”. Peki, Müslüman insan kendi aklına güveniyor mu? 

Ben size güvenmediğine örnek olması için kendi hayatımdan birkaç örnek vereyim. 
“Şeytan aklını kullandığı için sapıttı” cümlesi. Ben tam tersini söylüyorum; “Şeytan aklını kullansa sapıtmazdı”. Mesela “İman akıl işi değildir. İnanırsınız 
ya da inanmazsınız” cümlesi. Bu cümle Kur’an’a ters bir cümledir biliyor musunuz? İman akıl işidir. Hz. Muhammet der ki; “Aklı olmayanın dini yoktur”. 
İslam açısından bakıldığında iman, aklın maksimum düzeyde kullanılmasına dayanan bir süreç topluluğudur. Bu Hz. İbrahim örneğini verebiliriz. 

Hz. İbrahim ile tanrı arasında şöyle bir diyalog geçer. “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun. Bana göster, görmek istiyorum”. Tanrı der ki “Bunu yaptığıma 
inanmıyor musun?”. Hz. İbrahim “İnanıyorum ama muktedir olmak istiyorum”. Kur’an eksenli bakıldığında Müslüman insanın önce bildiğini sonra inandığını görebiliriz. Peki, sorum şu; toplumdaki yaygın kanaat imanı mı önceler bilgiyi mi önceler? 

Biz önce inanıp sonra mı biliyoruz yoksa önce bilip sonra mı inanıyoruz? Doğrusu şu ki biz inanıyoruz ama bilmiyoruz. Bilmediğimiz şeye nasıl inanıyoruz? 

İnsan gerçeğinin bu boyutuna dikkat çekerek konuya başlamak istedim. Arkadaşlar bağışıklık sisteminizde sorun varsa dışarıdan gelen en küçük 
mikrop sizi yatağa düşürmeye yeter. Şuan da Müslümanların bağışıklık sistemi sorunludur. Düşünme sistemleri sorunlu, akla bakışları sorunlu, olayla ve 
olguları algılama biçimleri sorunludur. Burnumuzun dibinde, Irak’ta ne kadar insanın öldüğünü görüyoruz. Türkiye’de sokağa çıkıp bir anket yapsanız 
size diyecekleri “Amerika’nın orada Müslümanları birbirine düşürdüğü”dür. Arkadaşlar Irak’ta yaşanan mezhep savaşıdır. Bazı insanlar Şii olduğu için 
Sünniler tarafından bazı insanlar ise Sünni olduğu için Şiiler tarafından öldürülmektedir ve öldürülecektir. 

Amerika katalizördür. Suçu dışarıda aramak Müslümanların yaygın zaaflarından biridir. Tüm olup bitenlerle alakalı ya Amerika ya İsrail ya da AB parmağı ararız. Kimse kusura bakmasın ama siz sömürülmeye uygunsanız sizi sömürecek birileri her zaman olacaktır. Sizin bağışıklık sisteminiz sorumluysa her zaman manipüle edilmeye açıksınızdır ve sizi kullananlar çıkar. O zaman en temele inip olay ve olguları algılama biçimi üzerine biraz kafa yormak gerekiyor. 

Şimdi İslam Dünyasında ne olup bittiğinin 150 senelik panoramasını çizmeye çalışacağım. Osmanlı şemsiyesi kurulduktan sonra ne olupbitti sorusuyla 
başlayalım. Meselelere sosyolojik açıdan bakıldığı zaman, olayların hiçbir zaman tek nedene indirgenemediği görülür. Peki, şu an İslam Dünyası’nda yaşananlar acaba tarihsel bir birikimin patlaması olabilir mi? Bu yaşananlar gelişmiş ülkelerin diğer ülkeleri daha kolay yönetebilmeleri için tezgahladıkları olaylar mı? Yoksa bu yaşananlar kader mi? Eğer kimse “kader”den demiyorsa kader algınız benimkinden farklı demek ki. Kader dendiğinde aklınıza ne geliyor? “Allah’ın takdiri”, “Alın yazısı ”. Mesela Cebriye mezhebi; “ İnsanın hiçbir iradesi yoktur. İnsan rüzgarın önündeki yaprak gibi İlahi iradenin önünde savrulur ” der. 

Ben yine iddialı bir cümle kuracağım ama günümüz Müslümanlarının Hz. Muhammed’i bildiği kanaatinde değilim. 

Günümüz Müslümanları Hz. Muhammed’ten ve Kuran’dan korkuyor. Kusura bakmayın ama bunlar doğru. Neden Kuran’dan korkuyoruz? Çünkü Kuran 
kendi gerçeğimizi suratımıza çarpar. Neden Hz. Muhammet’in hayatını anlamaktan korkuyoruz? Çünkü Hz. Muhammet’in gerçeğiyle yüzleşirseniz 
kendinizden utanırsınız. Mekke’den Medine’ye Hicret olayını bir sürü ahmak, bir örümceğin ağına kurban etmiştir. Oysa ki muhteşem bir projedir Hicret. Müslüman kafası Hicret anlatılırken örümcek ağına takılıp kalır. Hicret anlatılırken denir ki; “Hz. Muhammet Ebubekir ile mağaraya gizlenir. 

Tam yakalanacaklarken güvercin uçar mağaranın içinden. Bir de bakılır ki mağaranın ağzında ağ var. Burada kimse olamaz diyerek giderler”. Oysa Hz. 
Muhammet aylar öncesinden planlamıştır Hicret’i. Ebubekir’e “Sürülerini bundan sonra Mekke’nin güneyinde otlat. İki sağlam deve hazırlat ve çölü iyi tanıyan güvenilir bir adam bul. Hz. Ali’ye ise, “Sen benim yatağımda yatacaksın”. Burada iki incelik var. Birincisi; “Müslüman insan güven verir”. Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önceki vasfı inanılır, güvenilir olmaktı. İman güvendir, İslam güvendir. Müslüman’sanız ilkeli insan olursunuz ve güven verirsiniz. Hz. Peygamberde bazı putperestlerin emanetleri vardır. Hicret ederse problem çıkacaktır. Hz. Ali’ye “Bunları yerlerine ulaştır” der. 

Hz. Ali’yi kendi yatağında yatırmasının sebebi ise o zamanın koşullarında dışarıdan bakılınca yatakta yatan birinin olup olmadığının görülmesi. Bu sayede 
Hz. Peygamberin Mekke’den ayrıldığı geç fark edilecektir. Hicret bu kadar muhteşem bir projedir. Ben bu yüzden “Müslümanlar Hz. Muhammet’i 
yeniden anlamalıdır” diyorum. Kuran der ki; “Bir toplum kendisini değiştirmedik çe, Allah o toplumu değiştirmez”. 

Buyurun size sosyolojik bir kural. 

Böylece kader devre dışı kalıyor. Diğer bir faktör; batının tavrı, gelişmiş ülkelerin Müslümanları daha fazla sömürmek istemesi. Bu gayet doğaldır. Çünkü batı varlığını sömürgecilik üzerine kurmuştur. Şuan yapacağım analiz İslam dünyasın da olup bitenleri anlamanızın en önemli ayağını oluşturacak. Haritayı 
gözünüzün önüne getirin. O zamanlar Osmanlı şemsiyesi 15 milyon kilometre karelik bir alanı kapsıyor. 

1800’lü yılların başlarından itibaren dünyanın niteliği değişmeye başlar. İtalyanlar 1800’lerin başında Kuzey Afrika’ya çıkar. Yani bu tarih batının 
iki uç noktada sömürgeciliği fiilen etkin kıldığı tarihtir. 1830’lu yıllarda etkinlikleri ciddi manalar kazanır. Bugün BM üyesi olan halkı Müslüman devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarını 19401960 yılları arasındadır. 100-150 senelik dönemde bugün İslam coğrafyası olarak geçen bölgelerin tamamı batının sömürgesi altındadır. Peki, bu çok mu önemli? Tolstoy’un bir sözü var; “Kölelere özgürlük verirseniz, onu bir torbaya koyup size geri iade ederler”. Sömürgeciliğin birçok etkisi var ama ben iki hususa değinmek istiyorum. Halkı Müslüman olan bölgelerde din, bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmiştir. Bu durum dinin aynı zamanda siyasallaşması anlamına gelir. Bu algı biçiminde din ahlak temelli yapısını kaybeder, büyük ölçüde özünü yitirir ve siyasallaşır. Şu an Arap ülkelerindeki dini hareketlerin büyük kısmı tepkisel hareketlerdir. 

Bu çerçevede baktığınızda İslam’ın ahlakı ön plana çıkaran, insanı özgürleştiren yapısı bu bölgelerde etkin değildir. İşte sömürgeciliğin yan ürünlerinden biri budur. Sömürgeciler varlıklarını sürdürebilmek için iki şeyi iç içe yürütürler; o bölgede kendi çıkarlarına hizmet edecek insanları yetiştirmek ve o bölgeden ayrıldıkları zaman artçılarını yaratabilecek insanlar bulmak. Şuan Ortadoğu’da ki sınırların hiçbiri doğal sınırlar değildir. Örneğin Türkiye’nin Irak’la ve Suriye’yle yaşadığı problemler sınırların doğal sınır olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu çizilmiş sınırların neden böyle çizildiği ciddi manada düşünülmelidir. Şuan Libya’dan devlet diye söz ediyoruz. Libya’daki devlet sadece şeklen vardır. Libya “Aşiretler Konfederasyonu”dur. Sadece Mısır’da hayatını mezarlıklarda sürdüren insanların sayısı bir milyonu aşar. Yani yoksulluk diz boyudur. Dış borcu olmayan, petrol geliri çok yüksek olan İran’sa Mısır’ın burnunun dibindedir. Ben ilk defa 1991’de İran’a gitmiştim. Tebriz’de bir vatandaşın bana şu söylediklerini hiç unutamam; “Biz Şah zamanında eziliyorduk ama en azından karnımız toktu. Şimdi yine eziliyoruz ama karnımız aç”. Şuanda da durum aynıdır. İslam dünyasında akıl algısının problemli olduğundan söz etmiştim. Ama temelde insan algısı da problemlidir. Ben Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 1979 yılında mezun oldum. Öğrenciyken okuduğum kitapları kimseye zararı dokunmasın diye bir odaya hapsettim. Türkiye’de ortaya çıkan din bilgisi boşluğu 60’lı yıllarda sömürge ülkelerde yazılan kitaplarla dolduruldu. Türkiye’de ödünç kavramlarla düşünülen tepkisel insan tipi oluşturuldu. 

20 yıldır din alanında boğuştuğumuz sorunların çoğu sömürge ülkelerinden getirilen sorunlardır. 

Bizim ahlak temelli bir din anlayışımız vardı. Şuan da bu tepkisel bir din anlayışına dönüştü. Sömürgeciliğin dışında bir başka boyuta dikkat çekeceğim. Bundan 8 sene önce bir konferans için Nahçıvan’a gittim. Cuma sabah uçaktan indim. Fakülteye bir dilekçe bıraktım ve hemen Hollanda’ya geçtim. Hissettiğim eksi otuz dereceden artı otuz dereceye geçmekti. Türkiye’yi de sıfır derece sayıyorum. Bir taraf 30 yıl ileride diğer taraf 30 yıl geride. 

Bunun üzerine biraz araştırma yaptım. Dünyada okuma yazma oranının en düşük olduğu bölgeler Müslümanların olduğu bölgelerdir. Ve Müslümanların 
inandıkları kitap “ Oku ” diye başlamaktadır. 

Bu insanın canını acıtıyor. Mesela Türkiye’den Suudi Arabistan’a giden insanların en büyük eleştirileri; “Adam utanmadan ayaklarını Kabe’ye uzatmış, 
kafasının altına da Kuran’ı koymuş yatıyor. Bu ne biçim Müslümanlık” oluyor. Burada iki tip Müslümanlık var. Bir, bunun eleştiriliyor olması; iki, yapılıyor 
olması. Aslında ikisi de aynı. İkisi de şekle mahkum olmuştur. Eğer ezan vakti insanlar korkudan dükkanlarının kapısını kapatıp arka tarafta uyuyorlarsa bu şekle boğulmanın en derin noktasıdır. Ortadoğu ülkelerinden bakılınca Türkiye yıldız gibi parlamaktadır. Ama Avrupa’dan bakıldığı zaman görmeniz zor oluyor. İslam ülkeleri Türkiye’ye kıyasla çok daha vahim. Okuma yazma oranından biraz daha ileriye gidelim, insan hakları ihlalleri. Temel hak ve özgürlüklerin en sancılı olduğu bölgeler Müslümanların yaşadığı bölgelerdir. Nerede kan varsa, nerede gözyaşı varsa orada Müslümanlar yaşıyor. Bunu nasıl izah edeceğiz? Peki, ekonomik açıdan durum nedir? Felaket. Bunların olduğu yerde sorunlar yaşanmaz mı? Bunun için dış faktörlere daha geriden bakmak lazım. 

Müslümanlar aslında mükemmel bir medeniyet yaratmayı başarmışlardır. Özüne bakarsanız bilginin gücü olduğunu görürsünüz. 

Ama bugün bilginin gücüne sahip olanlar Müslümanlar değil. İşin kötüsü bilginin öneminin farkında olduklarını da düşünmüyorum. 

Kışkırtıcı bir soruyla devam edeyim. İçinizde mezhebi olmayan var mı? İslam dünyasında sadece Şii gelenekten gelenlerde mezhep konusunda duyarlılık 
vardır. Sünni geleneğe mensupsanız, mezhep konusunda fazla bilinçlenmiş değilsinizdir. İkinci husus “ Ben Mezhepsizim ” demekle mezhepsiz olunmaz. 

Diğer bir soru da “İçinizde mezhebi olan var mı?” 

Katılımcı: 

Hanefi mezhebine mensubum. 

Hasan ONAT: 

İmam-ı azam Ebu Hanefi’yi diğer mezhep imamlarından farklı kılan bir tek duruş, bir tek görüş söyler misin bana? Bu soruyu soruyorum çünkü 
Hanefiliğin diğer mezheplerden farkını bilmeniz bunun üzerine kurulur. Biz pek çok şeyi hazır bulduğumuz gibi mezhepleri de hazır buluyoruz. Ailemiz 
bize hangi mezhepten olduğumuzu söylüyor ve bizde oluyoruz. Ya da Maturidi mezhebinden olanlar neden bu mezhebi seçmişlerdir? Peki, İmam Maturidi’yi diğer imamlardan ayrıcalıklı kılan nedir? Size İmam Maturidi’den bir cümle; “Tanrı vahiy göndermemiş olsaydı bile akıl insanlara doğruyu gösterebilirdi”. Maksimum düzeyde bir akılcılık. 14 asırlık süreçte İslam dünyasının en büyük kafalardan birisi İmam MAturi’dir. Tuhaf olan şudur ki İmam Maturidi’nin en önemli kitaplarından birisi 3 sene önce tercüme edilmiştir.

Bizim Maturi diliğimiz bu kadar işte. 

Daha kitaplarını tercüme edip okumamışsınız ama Maturidi’yim diyorsunuz. Bu geleneğin kutsallaştırılması problemidir. 

Hz Muhammed ile vahiy kapısı kapanmıştır, bunun meali budur. Benim söylediklerim fıkıhtır diyor Ebu Hanefi. Mesela Bahayiler kendi dini olduğunu 
iddia eder. İslam dünyasında bazı kırılmalara yol açan şey vahiy meselesidir. 

Alevilik dediğimizde Bektaşilik’i kapsamıyormuş gibi görünse de 19.asrın kullanımıdır. 16. asra baktığımızda burada 2 ana damar vardır birincisi Hacı 
Bektaşi Veli Okulu ikincisi ise Kızılbaşlık damarıdır. Çaldıran sonrasına bakarsak Safevi Devleti’nin güçlendiğini görürüz aynı dönemde Safevi Devleti’ni 
kuran Kızılbaşlar dışlanır ya Şiileştirilir ya Osmanlı tarafından Hacı Bektaşi Tekkesi’ne gönderilir ya bazıları Avşarlar gibi Kürt halklarına kaçarlar ya 
da bağımsız olarak kalırlar. Bu olayların öncesine bakarsak aslında Türk dünyasında 16. yüzyılda Kızılbaşlık damarı hem kürt hem Müslüman demekti 
Erdebil tekkesinde mürit demektir ve Safevi Devleti’ne giden yoldur. Aslında bugünkü Alevilik ve Bektaşilik’in arkasında Kızılbaşlık yatıyordur. 

Soru: 
Mezhep ilahi bir inanış mıdır yoksa insanların yarattığı bir şey midir? 

Hz Muhammed’in sağlığında mezhep tarikat yoktu. Din niteliği kazanabilecek unsurların peygamberimizin vefatından sonra din olması mümkün 
değildir, din inşa edilemez. Dinin anlaşılma biçimleri vardır yalnızca. Kuran herhangi bir mezhep tarikattan söz etmez. Peki neden ortaya çıktı bunlar? 
Aslında hiçbir mezhep başkanı ben mezhep kuruyorum diye çıkmaz. Hz Muhammed’in vefatından 140 yıl sonra çıkar mezheplik. O da Hanefilik. Bir 
insanın Müslüman olması demek Tevhid, Ahiret ve Mübübed inancına sahip olması demektir ve İslam dairesi içindedir. Mezhep Hz Muhammed’in vefatından 
sonra din anlayışındaki farklılaşmalara dayalı beşeri kurumsallaşmalardır. Bu tanımın içinde tüm mezheplerde olan şey; beşeri oluşumlardır. Hiçbir 
mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler ayetsel akış içerisinde insanların ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkar. 2 çeşit mezhep vardır; Fıkhi 
mezhepler ve siyasi ve iktisadi mezheplerdir. Mesela Şiilik, Şia (Şiilerin tümü)’ya göre dinin aslına inanlardır. Hz Muhammed’in vefatından sonra aslında 
Hz Ali’nin İmam olduğunu söyleyen ve imamlığın Hz Ali soyunda devam edeceğini söyleyenlerin masum olduğunu iddia edenlerdir. Mesela Suriye bölgesinde mezhep çatışması vardır ancak ekonominin işin içinde olmadığı anlamına gelmemektedir. İran, Irak, Bahreyn hepsinde temel hak ve özgürlüklerin eksikliği yüzünden sorunlar yaşanıyor. Şiilik ne Arapların ne Farsların problemidir. Farsların hepsi Şii’dir. Arapların içinde Şiilik vardır. Ancak asıl problem Türkler içindedir. 

Irak’taki Türkmenlerin yarısı Şii yarısı Sünni’dir ve birbirleriyle savaştıkları için Türkmenlik olgusu da erimektedir. Yeryüzünde yaşayan ve 1 buçuk milyarı aşan 
Müslümanların yaklaşık yüzde 12’si Şii’dir ve bu Şiilerin çoğunluğu Türk’tür. İslam dünyasının ekonomik problemleri vardır elbette ama asıl problem özgürlük problemidir. 

İslam özgürlük getirmek için vardır aslında. Şii’liğe geri dönersek Hz Muhammed’in Şiilik ile ilgisi yoktur ama Aleviler buna inanırlar. Birinci asrın 
son çeyreğine kadar Şiilik yoktu ve 2. asırda tarih sahnesine çıkar ve geri dönüp kendine tarih inşa etmeye başlar. Sünniler de aynı şekildedir. Şia’nın 
erken dönem algısı 3 hilafet Ali’nin hakkıydı der ve halifeyi reddeder. Hariciler ise Ebu Bekir ve Ömer’i ideal halife olarak görür. Sünniler ise halifelik dönemini 
İslam tarihinin en parlak dönemi olarak görür. Şiiler 3’e ayrılır. İlki İmamiye, ikinci İsfahiler-Batıniler, üçüncü grup ise Zeyidiler’dir. Zeyidiler aslında 
Sünniliğe daha yakındır. Müslümanlar arasında yaygın olan bir inanışa göre gerçek müslümanlar Dar-ü Bela’dan beri müslümandır. 

Nedir bu Dar-ü Bela diye sorulacak olursa da şu söylenebilir. Kuran’da bir inanış vardır; buna göre bela evet demektir. Müslüman geleneğinde inanılır ki Allah ben sizin rabbiniz değil miyim diye sorar ve insanlar da evet der çünkü ruhlar yaratılmıştır. Kuran der ki; müslüman olanlar evet dedi olmayanlar hayır dedi. 
Yani aslında her insanın önyargıdan arınırsa Allah’ın varlığını bulabileceğini belirtir bu ayet. Aslında insanların zihninde Hanefilik ve İslam özdeşleşmiş 
durumda. Genelde sayılan dört mezhep dışında da mezhepler vardır ve bunlar da önemlidir. Müslüman kültür süreçleri okumak konusunda kötüdür. 
Tarih bilinci çok da iyi değildir. Mesela Ebu Hanefi ile Haz Peygamber’i çağdaş yapmak bir alışkanlıktır ancak bu sağlıklı değildir. Tıpkı Heraklitos’un söylediği 
gibi aynı nehirde iki defa yıkanmayacağı gibi hiçkimse aynı şeyi aynı şekilde ikinci defa yapamaz. Her şey değişir, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor. 
Yani bu noktada süreçlerden kastımız Aleviler için de ya da diğerleri için de geçerlidir. Bundan 50 sene önceki mezheplerden bahsetmemiz çok zor. 

Soru: Madem herkes Allah’a inanıyor, herkesin amacı aynı, peki neden kavga ediliyor hala? 

Dinin birleştirme işlevi vardır. Sosyolojik olarak da Max Weber’in söylediği gibi sembolik birleştirici özelliği vardır. Protestan ahlak üzerinden değerlendirilirse 
eğer din rasyonel değerler ile bağlanırsa üretimi teşvik eder. Ancak Türkiye’de din rasyonalite ile bağlı değil din ve bu da ayrıştırıcı etkide bulunuyor. 

Ayrıştırıcılık dinin siyasete alet olması ile beraber yoğun bir şekilde yaşanır. Peki din siyasetten nasıl ayrılır? Buna cevaben Hz Muhammed verilebilir. 

Hz Muhammed’in görevi tebliğ idi, bireylere örnek olmak idi. Onun Mekke’de üstlendiği görev siyasi bir görev miydi yoksa beşeri bir görev miydi asıl soru bu olması gerekir. Din bir araçtır ve insanın kendini inşa etmesi için vardır. Sonuç olarak ise söylenebilecek şey Hz Muhammed’in üstlendiği görev beşeri bir görevdir. Hz Muhammed’e Kuran kimseyle tartışmamasını, herkesle istişare etmesini emreder. İslam dini siyasi meseleleri insana bırakmıştır ve egemenlik iddiası yoktur. Müslüman’ın iddiası olabilir ancak bu da daha adil ve daha düzgün idare edeceğim diyerek ortaya çıkmalıdır. Din ve siyaseti özdeş algılama sömürgeciliğin sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Hilafet meselesi de dini bir kurum değil ve dini bir mesele değildir özünde. Yine gayr-i Arap’ların bilimde öne çıkması Arapların kendilerini idarecilik de geliştirmesidir. 

Soru: Hıristiyanlıkta Mezhep Algısı Nasıldır? 



Hıristiyanlıktaki mezhep ve Müslümanlıkta ki mezhep algısı farklıdır. Hristiyanlıkta katoliklik, protestanlık, ortodoksluk dendiğinde direk din akla gelir. Ancak müslümanlıkta mezhep dinin farklı anlayış biçimlerine tekabül eder. Bizdeki sorun dinin anlayış biçimlerini din le özdeşleştirmekten geçer. Çözüm 
bir insanın dine mensup olmak için herhangi bir mezhebe ait olmamaktan geçtiğini anlatmak, dinin egemenlik probleminin olmadığını indanlara anlatmak tan geçer. İslam bireysel bir dindir. İslam ve demokrasi birbirine alternatif değildir ve hatta Batı’dan daha rasyonel bir yapı oluşturabilir İslam mantığı. 

Sonuç olarak ise; Din toplumda iletişimi anlamak için önemlidir. Dini anlamak sızın toplumları anlamak mümkün değildir. Toplum ile uğraşıyorsanız toplumu anlamak için temel anahtar dindir. Dindar olmak önemli değildir. Dini bilmek önemlidir. Dini bilmeyen dindar ile dini bilmeyen din dışı insanların hataları vardır. İkisi de geçmişi kutsallaştırır, önyargılıdır, gelecek tasarımı yoktur, eleştiriden hoşlanmaz ve maziye mahkumdur. Yani din anlayışı sağlıklı değilse bir toplumda; o toplumun ne dindarı ne de dinsizi sağlıklı olur. Din paradigma işlevi görür ve o toplumdaki dinsizler de dindarlar kadar o sağlıksız algıdan hasar görürler. Hele islam gibi yaratıcılığı teşvik eden bir dinin içinde, Batı standartları ötesinde bir demokrasi yaratmanın yolu din konusunda doğru bilgilenmekten geçer çünkü din paradigma işlevi görür. Din hem birleştirir hem ayrıştırır. Din rasyonellik içindeyse birleştirir. 

Sonuç olarak 

Türkiye’nin kaderi bir buçuk milyar müslümanın da kaderidir. Yani bir şey çıkacaksa Türkiye’den çıkacak ve Türkiye Endülüslerin tarihine benzer ki Endülüsler Rönesansın da Reformun da temellerinde etkilidirler. Kısacası, bilginin gücüne sahip olanlar dinden de destek alırlarsa o gücü nasıl kullanacaklarını bilirler. İslam dünyasının geleceği ile ilgili ise Avrupa ihtiyarladı, Amerika güç sarhoşu, Çin’den bir şey çıkmaz deniyor. O zaman dikkatimizi Türkiye üzerine yoğunlaştıralım. Son 2 asırdır dışardan deniyor ki siz adam olmazsınız biz içerden diyoruz ki biz adam olmayız. O zaman bunu kırmak gerek, her şey bir insanın adımı ile başlar ve gelecekte çok insanın çok adımı demektir. Lütfen kendinizi ciddiye alın. 

Teşekkür ediyorum. 

**

19 Eylül 2016 Pazartesi

Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arkaplanını Anlamaya Çalışmak




Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arka Planını Anlamaya Çalışmak



Prof. Dr. Hasan Onat


   Dünya, takibi hiç de kolay olmayan, çok hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamaktadır. 

Olayların akışı, olgu ile algı arasındaki mesafenin kaybolması, hayal ile hakikat arasındaki sınırların buharlaşması, olup biteni doğru anlamayı, neredeyse imkansız hale getirmiştir. Ancak ortada açık seçik bazı gerçekler vardır: Suriye’de, Irak’ta her gün onlarca, yüzlerce insan öldürülmektedir ve bu insanlar Müslümandır. Müslümanların yaşadıkları her yerde kan vardır, gözyaşı vardır, zulüm vardır. 

Müslümanların yaşadıkları topraklarda, insan onuru ile hiç bağdaşmayan şiddet ve terörün oldukça verimli olduğunu düşünmemek için hiçbir sebep yoktur. Eğer bu olumsuzlukların üstesinden gelmek, Müslümanın, kendisi gibi düşünmediği için bir başka Müslümanı öldürmesinin önüne geçmek, masum insanların hak etmedikleri zulümlere maruz kalmalarını engellemek gibi bir niyetimiz var ise atılması gereken ilk adım, olup biteni doğru anlamak olacaktır. Herhangi bir olay veya olguyu doğru anlayabilmenin ön koşulu da “ Doğru ”, “ Sağlam ” 
ve “ Güvenilir ” bilgidir. 
  İnsanla ilgili hiçbir olay, hiçbir zaman tek bir sebeple izah edilemez. Her olayın birden çok sebebi vardır. Ancak bazı sebepler vardır ki, diğerlerini peşinden sürükler. İslam dünyasında yaşanan, insanın içini acıtan ölümlerin ana sebebi, kanaatimizce, İslam’ın “ İnsan ”a verdiği değerin, Müslümanlar tarafından bilinmemesi, birey bilincinin gelişmemesi ve İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran kurucu ilkelerinin göz ardı edilmesidir. Mevcut Müslüman kültürde, her şey, ama her şey “ insan ”dan daha değerlidir. İnsan için var olan, insanın 
insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesi için destek olan din, insanın önüne geçmiştir. 

Devlet, insana hizmet için var olması gerekirken, insanı ezer hale gelmiştir. 

Eğer Müslüman kalarak kendi sorunlarımıza çözüm bulmak istiyorsak, yapmamız gereken, din anlayışımızı yeniden gözden geçirmek olacaktır. Çünkü mevcut yaygın din anlayışında hemen her şey dinleştiği için, din gittikçe daha işlevsiz hale gelmeye başlamıştır. 
Sözümüzün en kolay anlaşılır kanıtı, bugün konumuz olan mezhep meselesidir. 

   Hz. Muhammed’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmaya başlayan mezhepler, sadece ve sadece dinin anlaşılma biçimleridir. 
Bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. Hiçbir mezhep İslam’la özdeşleştirilemez. Ne var ki, mezhep ve dini özdeş algılayan, sadece kendi mezhebini “ Hak Mezhep ” olarak gören bazı Müslümanlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslam dairesi dışına iterek, ötekileştire bilmektedirler. İslam dünyası, tarihinde ilk defa, küresel ölçekte yayılma istidadı taşıyan bir Şii - Sünni mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadır.   

  Mezhep, kelime olarak gidilen yol demektir. Hz. Muhammed’in vefa-tından sonra, Müslümanlar arasında, muhtelif sebeplerden dolayı farklı din anlayışları ortaya çıkmıştır. İşin gerçeği, her insan biricik, özgün bir varlık olduğu için, her insanın din anlayışında mutlaka kendine özgü bir boyut var olmak durumunda dır. Burada bizi ilgilendiren bireysel anlayış farklılıkları değildir; farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görerek, var olandan farklı kurumsal nitelik kazanmasıdır. Tek tek bireylerin farklı farklı düşünmesi ile farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görmesi aynı şey değildir. Bazı görüş ve düşünceler etrafında bir araya gelen, zümreleşen insanlar, bir güç oluşturmayı başardıkları zaman, sosyal hayatın akışında da etkin olmaya başlarlar. İşte mezhep, cemaat ve tarikat türü oluşumlar, farklılıkların kurumsal nitelik kazanması ve toplumsal hayatta belirleyici olmaya başlaması ile birlikte ortaya çıkan oluşumlardır. Öyle ise mezhepleri şöyle tanımlamak mümkündür: Din anlayışındaki farklılaşmaların, zamanla kurumsallaşması sonucunda ortaya çıkan, insanların dini anlama biçimlerini ve dünya görüşlerini kendi talepleri ve ilkeleri doğrultusunda şekillendirmeyi başaran, dini nitelikli beşeri oluşumlara mezhep adı verilmekte dir. Söz konusu farklılaşmalar doğrudan insanların inanç dünyaları ile ilgiliyse buna bağlı olarak ortaya çıkan mezhepler, siyasi ve itikadi mezheplerdir. Farklılaşmalar dinin görünür boyutu ile fıkıh ve muamelatla ilgili ise bunlara da fıkhi /ameli mezhepler adı verilmektedir. 

Burada altı çizilmesi gereken en önemli husus, bütün mezheplerin beşeri oluşumlar olduğu gerçeğidir. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler konusunu anlamaya çalışırken, birkaç önemli hususa dikkatinizi çekmek istiyoruz: 

1. İlk oluşum süreçleri hariç, insanlar çoğunlukla mezhepleri hazır bulurlar; insanların içine doğdukları geleneğin hakim rengidir mezhepler. 

Çok az kimse, bilinçli olarak mezhebini seçer. 

2. Her mezhebin oluşturduğu, insanların dini ve olup bitenleri nasıl anlayacakları, nasıl düşünecekleri ve nasıl davranacakları konusunda belirleyici olan bir zihniyeti vardır. Her mezhep, müntesiplerinin ortak yönlerini 
artırmaya çalışır. Bunun için de, insanların hangi istikamette, nasıl düşünecek lerinin belirlenmesi, yapılabilecek en kolay iştir. 

3. Hiçbir mezhep, doğduğu zamanki hali ile hiç değişmeden, dönüşmeden daha sonraki nesillere ulaşmaz. Bir başka ifade ile insan ürünü olan mezhepler, insanın varlık yapısına bağlı olarak, değişerek, dönüşerek varlığını sürdürür. Her mezhep, her zaman yeni bir mezheptir; ancak değişme ve dönüşme, her zaman diliminde aynı hızda ve aynı şekilde gerçekleşmez. 

4. Mezhepler, çoğu zaman bireylerin mezhep konusundaki tutum ve tavırlarından bağımsız olarak varlığını sürdürür. 

Burada belirleyici olan, insanların mezhepleri ile ilişkileridir. 
Birilerinin ya da devletin farklı birimlerinin mezhep karşıtı olması, mezheplerin yok edilmesi anlamına gelmediği gibi, mezhep kurmak istemekle de mezhepler ortaya çıkmaz. Mezheplerin çoğu, mezhep kurucusu olarak kabul edilen ismin vefatından çok sonraları ortaya çıkmıştır. 

5. Toplumda çoğu zaman, mezhep ve din kavramları özdeş olarak algılanmakta dır. 

6. Mezheplerle ilgili yaygın algıda belirleyici olduğunu düşündüğümüz “ hak mezhep ” ve “ batıl mezhep ” kavramları, siyaseten üretilen kavramlardır. Mezheplerin hak veya batıl olduklarından değil, eğer mutlaka konuşulacak ise bireylerin inançlarının hak veya batıl olduklarından söz edilebilir. 

Bu girizgahtan sonra, bir tespitle işe başlayalım: Maalesef, genelde din konusunda, özelde de mezhep konusunda, ileri düzeyde bir bilgi boşluğu mevcuttur. “ İslam dünyasında din konusunda bilgi sahibi olmakla, dindar olmak birbirine karıştırılıyor ” şeklinde bir genelleme yapsak, sanırım pek de haksızlık etmiş sayılmayız... 

İsterseniz, hep birlikte düşünelim: 

Din konusunda, mezhep konusunda, hepimizin kafasında pek çok bilgi vardır. Bildiklerimizin kaynağını hiç sorguladık mı? 

Din alanındaki bilgilerimizin önemli bir kısmı işiterek elde ettiğimiz, şifahi kültür türünden değil mi? 
Din alanındaki bilgilerinin doğrusunu yanlıştan nasıl ayırabileceğimiz konusunda elimizde bir ölçüt var mı? Hemen hepimizin zihninde en azından Hanefilik, Maturidilik gibi mezheple ilgili sembolik değeri yüksek bir isim vardır; mezhepler konusunda birkaç isim, birkaç cümle dışında ne söyleyebiliriz ki? Bu, sizleri de düşünmeye davet ettiğimiz hususlar, bize, dinin en temelde bilgi işi olduğunu göstermektedir. 
    Maalesef, sadece ülkemizde değil, İslam dünyasında da, hatta bütün dünyada “din” konusu büyük ölçüde problemlidir; konuşulması da, anlaşılması da, tartışılması da çok kolay değildir. Din, dindarın da, din karşılı olanların da, çok iyi bildiğini zannettiği bir konudur. 

Her ne sebepten ise, herkes, din konusunda neyi, ne kadar bildiğini, bildiğinin ne kadar doğru olduğunu pek sorgulamak istemez. 

Sorunun nerden kaynaklandığına gelince; “ Din ” in öncelikle bir ” Bilgi ” işi olduğu pek bilinmemektedir. Dindar olmak da, tutarlı bir din karşıtı olmak da, sadece ve sadece bu alanda güvenilir bilgi sahibi olmakla mümkün olabilir. Dinin bilgi boyutu göz ardı edildiği için, çoğu insan gündelik hayatta gördüklerine, tanık olduklarına ve gözlemlerine dayalı bir tavır sergilemektedir. Bu durum, tepkisel tutum ve tavırların belirleyici olmasına yol açmaktadır. Sonuçta, insanların iletişimini kolaylaştırması gereken din, kutuplaşmayı, kamplaşmayı 
artırır hale gelmektedir. İnsanlar, birbirlerini kolayca ötekileştirebilmektedir. Oysa kimin inanıp inanmadığı; hangi dine, nasıl inandığı; nasıl bir tutum ve tavır içinde olduğu hiç kimsenin meselesi değildir; olmamalıdır. Şöyle bir gerçek de ortadadır: 

Tarih boyunca, insanların toplu halde yaşadığı her yerde din de var olmuştur. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar, dinden bütünüyle uzak bir toplumun var olduğunu göstermemiştir. Bu durumda bizi ilgilendiren en mühim nokta şu olmaktadır: İçinde yaşadığımız toplumu anlamak istiyorsak, bu toplumda yaşamanın bize yüklediği entelektüel bir sorumluluğun farkındaysak, dindar ya da din karşıtı olmaktan öte, öncelikle dini doğru anlamak durumundayız. Din konusunda, özgürce düşünebilecek kadar doğru bilgi sahibi olmayanlar, içinde 
yaşadıkları kültürü doğru anlayamayacakları gibi, evrensel ölçekte düşünme imkanına da kolay kolay kavuşamazlar. 

Türkiye’nin de, İslam dünyasının da temel açmazlarından birisinin din konusundaki bilgi boşluğu olduğunu düşünmekteyiz. 

Din alanında, tahminlerin ötesinde, korkunç bir cehalet vardır. Suriye’de, Irakta ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde yaşanan tüm olumsuzlukların ve akan kanın cehaletten ve hamakattan (ahmaklıktan) başka bir izahı olabilir mi? İşin en kötü yanı, bilerek ya da bilmeyerek cehaletin teşvik ediliyor olmasıdır... Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin doğasında var olan bir-leştiricilik, 
bütünleştiricilik, toplumsallaştırma ve sosyalleştirme gibi birtakım niteliklerin etkin olmasını engellemektedir. Din, birleştirmek yerine ayrıştırmaya, çarpık görüş, düşünce ve eylemlere meşruiyet kazandırmaya başlamaktadır. Daha ötesi, dinin kendisi çatışmanın bir parçası haline dönüşmektedir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin lehinde veya karşısındaki, birtakım tepkisel tutum ve tavırların, dinle özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya yol açmaktadır. Bu, anlayışın en hafif ifadelerinden birisi için, “ onlar Müslüman ise, ben değilim” şeklinde kurulan cümleler olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Birtakım bireysel veya toplumsal yanlışlar üzerinden dinin bütünüyle mahkum edilmesi de, bilgisizliğin sonuçlarından birisidir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, İslam gibi akıl temelli, bilginin değer olduğunu vurgulayan, bilimi teşvik eden bir dinin, akıl ve bilim düşmanlığını meşrulaştırmak için kullanılmasına da sebep 
olmaktadır. Her ne kadar akıl düşmanlığını akıl ile yaptığının farkında bile olmayanların ciddiye alınması doğru değil ise de İslam gibi bir dinin akıl karşıtı ahlaksız duruşlara payanda yapılması, İslam’a yapılabilecek en büyük saygısızlık ve kötülüktür. Aynı şekilde bilim düşmanlığı da, din ile temellendirilmek istenmektedir. Oysa, Kur’an’ın ilk ayeti “ oku! ” diye başlamaktadır. Kur’an, insandan bilmediği şeyin ardına gitmemesini, bilgi ve belgeye dayalı olarak düşünmesini ve yaşamasını istemektedir. Diğer taraftan, din alanındaki bilgi boşluğu ve cehalet, bütün insanlığın ortak tecrübesinin ürünü olan birtakım evrensel nitelikli kazanımların anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi, bazı yüksek 
değerlerin İslam’a karşı   olduğu şeklinde ciddi yanılsamalara da sebep olmaktadır. 

İslam’ın demokrasi, temel hak ve özgürlükler, insan hakları gibi yüksek değerleri karşı olması düşünülebilir mi? Dinin anlaşılması planında, Müslümanları kan dökülmesine kadar uzanan çatışmalara sürükleyen yanlışlardan birisinin, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşeri oluşumları dinin yerine koymak olduğunu düşünmekteyiz. Oysa, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. 

Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep, cemaat, tarikat yoktu. Kur’an herhangi bir mezhepten, cemaatten, tarikattan söz etmez. 

Adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep, kendisini İslam’ın yerine koyamaz. Hiçbir mezhep, İslam’ı tek başına kendisinin temsil ettiğini iddia edemez. Söz mezheplere gelince, akla gelen ilk soru, mezheplerin niçin ortaya çıktığı olmaktadır. Bu sorunun cevabını anlayabilmek için, insanların bir grup halinde, farklı anlayışlara sahip olmalarının sebeplerini düşün-mek gerekmektedir. Toplumdaki gruplaşmalara dikkat edecek olursak, insanların daha güvenli, daha müreffeh bir hayat için örgütlendiklerini görürüz. Örgütlü yapılar, beraberinde güç birikmesini getirirler. Sosyal hayattaki en önemli güç kaynağı da, siyasi erktir. Siyaset, toplumların idare etme sanatı olarak tarif edilse de, esas itibariyle, güç kontrolü ve toplumu biçimlendirme faaliyeti olarak anlaşılmalıdır. İnsanların grup halinde farklı düşünmelerinin en mühim sebeplerinden birisi siyaset ve siyasi güçtür. Erken dönemde ortaya çıkan mezheplere bakacak olursak, çoğunun var olan iktidarlara karşı, bir tür muhalefet olarak işlev gördüğünü anlayabiliriz. 

Demek ki, mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olan en mühim sebeplerden birisi siyasettir. İnsan sosyal bir varlıktır; hayatını toplum içinde sürdürür; hayatın anla-mını diğer insanlarla birlikte yaşarken yakalayabilir. Öyleyse, insanların farklı düşünmelerinde içinde bulundukları ortam, oldukça belirleyici olmak durumundadır. Bunun için her insanın içinde yetiştiği toplumun bir ürünü olduğu söylenmektedir. Ekonominin, üretimin insanların bireysel ve toplumsal hayatındaki yerini görmezlikten gelmek mümkün olabilir mi?

Şimdi mezhebin tanımını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz:   “ Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlara Mezhep denir.” Bu tanımı daha iyi anlayabilmek için, şu soruları sorabiliriz: 

-Din nedir?
-Dinin anlaşılma biçimi nedir?
-Dinin anlayışındaki farklılaşma ne demektir?
-Dinin anlaşılmasındaki farklılaşmaların kurumsallaşması ne demektir?
-Beşeri oluşum nedir?-Sorulması gereken bir diğer soru, din ve mezhep arasında ne fark vardır? 

    Aslında bütün bu soruların cevabı mezheple ilgili tanımda saklıdır. Mezhepler, dini anlayışların farklılaşması ve bu farklılaşmanın kurumsallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla burada kastedilen din olan İslam, kurucu ilkeleri Tanrı tarafından belirlenmiş, belirleyici tek bilgi kaynağı Kur’an ve akıl olan bir dindir. Dini anlayan, yaşayan ve kurumsallaştıran insanın ta kendisidir. 
Din alanındaki anlayış farklılıkları, uygun ortamlar bulunca kurumsallaşmaya ve toplumda iz bırakmaya başlar. 

Bizim sorunumuz, beşeri olan anlayış farklılıkların ve bunlara dayalı olarak ortaya çıkan kurumsal yapıların kutsallaştırılarak dinin yerine ikame edilmesidir. Mezhep, cemaat, tarikat dinin yerini aldığı zaman, ister istemez din devre dışı kalmış olmaktadır. 
Şimdi Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden konuyu biraz daha anlaşılır kılmak mümkün görünmektedir. 
Yeryüzünde 1,5 milyar’ı aşkın Müslüman yaşamaktadır. Bu Müslümanların her biri aynı inanç, düşünce ve yaşam tarzına sahip değiller. 
Örneğin şu anda gündemde IŞİD ve El-Kaide gibi gruplar mevcuttur. Söz konusu gruplar şiddet eylemleri sırasında “ Alla-hu Ekber ” diye bağırmaktadırlar ancak öldürdükleri veya infaz ettikleri kişilerin de aynı şekilde son sözleri “ Allahu Ekber ”dir. Ölen de öldüren de Müslüman olduğunu söylemekte, din adına öldürdüğünü, din için şehit olduğunu iddia etmektedir. 

Her iki taraf için de, “ Müslüman değil ” demek doğru olur mu? 

Bu insanlar aynı kültürün bir ürünüdür; farklı düşünmeleri son derece doğaldır. Sorun, sadece kendi mezheplerini tek doğru olarak, daha doğrusu İslam olarak görmeleri, karşısındakileri İslam’ın dışında değerlendirmeleridir. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan, fiilen bir mezhep çatışmasıdır. 
İnsanların bir kısmı Şii ya da Sünni oldukları için, Şiiler ya da Sünniler tarafından öldürülmektedir. Dünya üzerindeki Müslümanların yaklaşık %10-15’inin Şii olduğunu bilmekteyiz. Müslümanların çoğunluğu Sünni anlayışa, bir başka ifade ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat’a mensuptur. Sünni görüşü paylaşanların da önemli bir kısmı amelde Hanefi veya Şafii’dir. Ayrıca Hanbeli ve Maliki mezhebine mensup olanlar da vardır. Ehl-i Sünnet anlayışının itikadi boyutunda ise Maturidilik ve Eş’arilik belirleyici olmuştur.  Yaşayan Şiilik denilince de 
akla öncelikle İran gelmektedir. İran İslam Cumhuriyeti’nin anayasasında devletin dininin İslam ve mezhebinin de Caferiye - İsna Aşeriye olduğu açıkça belirtilmektedir. Caferiye, İmamiye ve İsna aşeriyye aynı anlamda kullanılmaktadır. Cafer Es-Sadık’tan dolayı Caferiye, masum imamların sayısının 12 olmasından dolayı İsna aşeriye yani Oniki İmamcılık ve imamet meselesinin dinin asıllarından sayılması sebebiyle de İmamiye ismi kullanılmaktadır. Şia’nın en büyük kolunu İmamiye oluşturmaktadır. Yeri gelmişken Şiiliğin de tek tip olmadığını ve farklılıkların, farklı kolların bulunduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Günümüzde bu Şiilik şemsiyesi altında, 
Şia’nın üç kolu yer alır: 

İmamiye (onun yaşayan alt kolu Nusayriliktir), 
İsmailiye (onun yaşayan alt kolu Dürziliktir) ve 
Zeydilik mevcuttur. 

Zeydiye gaib imamı kabul etmemesi ve Ebu Bekir ve Ömer’in daha az faziletli olmalarına rağmen imam olabileceği görüşüyle İmamiye’den ayrılır. 

İsmaililiğin bir başka ismi Seb’iyye yani yedi imamcılardır. İmamiye Oniki İmam kabul ederken, İsmailiye yedi imam kabul eder.

İmamiye Şiasına mensup olanlara göre 12. İmam Muhammed Mehdi, hicri 260 yılında, öldürülme korkusundan dolayı  saklanmıştır. 

Hicri 328 yılına kadar devam eden Birinci gizlilik dönemin adı “ Gaybet-i Suğra ” yani küçük gizliliktir. O tarihten itibaren “ Büyük Gizlilik ” dönemi başlar. Onlara göre 12. İmam halen sağdır. 

12. İmam Muhammed Mehdi’nin, kıyamete yakın bir zamanda insanların arasına gelip yeryüzünü adalet ile dolduracağına inanılmaktadır. 

Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, Ortadoğu’da hatta İslam dünyasında olup bitenleri doğru anlayabilmek için, din faktörünü bütün yönleri ile hesaba katmak gerekmektedir. Şu anda Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da ve benzeri yerlerde, fiilen bir mezhep çatışması yaşanmaktadır. Mezhepler, ötekileştirmeyi ve olup bitenleri meşrulaştırmayı kolaylaştırmaktadır. Olayları biraz daha yakından anlamaya çalışalım. Suriye’de bir savaş yaşanıyor ve bu savaşın tarafları kimlerdir? Savaşın odağında ne bulunmaktadır? Aslında Suriye’de Savaşı ’ nın odağında doğrudan mezhep yoktur. 

Ortada bir iktidar kavgası vardır. Bu kavganın uluslararası boyutu mevcuttur. İşin içine İran ve Suudi Arabistan girince, mezhepler de kendiliğinden girmiş olmaktadır.  Mezhepler savaşları meşrulaştırmak için son derece uygun enstrümanlardır. Irak’ta ise mezhep savaşı açıklıkla görülmektedir. Türkiye’nin Suriye politikalarında düştüğü bir yanılgı vardı. Türkiye, Esed’in içinden geldiği Nusayrilerin (toplumun yaklaşık % 10-12’sini teşkil ederler) yeterince güçlü olmadığını, Esed’in bütün gücünü bunlardan aldığını, muhalifler desteklenirse, Esed’in kolayca iktidardan düşürebileceğini zannediyordu. Halbuki Esed gücünü, 
daha çok zengin, aristokrat Sünni kesimden almaktadır. Bu Sünni kesim bü-rokraside ve devlette ciddi bir yer edinmiştir. İnsanlar kurulu düzenin bozulmasından, sahip oldukları kaybetmekten her zaman korkarlar. Olay ve olguları doğru değerlendirebilmek için, insan gerçeğini ve tarihi daima hesaba katmak gerekir. Suriye’deki olayların odağında, esas itibariyle iktidar kavgasının yer aldığını ifade etmeye çalışmıştık. Buradaki gelişmelerin İslam dünyasını derinden etkileyen  Arap Baharı’ndan bağımsız olacağı elbette düşünülemez. 

Ancak her bölgenin her ülkenin kendine özgü niteliklerinin de belirleyici olduğu bilinen bir husustur. Bizler, Arap dünyasındaki gelişmeleri, daha çok Batı basını üzerinden okumaya çalışıyoruz. Bunun ciddi bir handikap olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Diğer taraftan, çözüm odaklı yürümek, bilgi ile hareket etmeyi gerektirir. Sanıyorum, İslam dünyasında olup bitenleri bilgiden çok, duygu ile 
değerlendiğimizi söylemek pek yanlış sayılmaz... 

Türkiye açısından Ortadoğu’daki meseleleri ele alırken verilere dayalı değil de duygulara göre hareket ediyor olmamız, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Suriye’de bir iktidar kavgası yaşanırken ekonomik kaygılar da söz konusu olmuştur. Bir taraf (Rejim) elindeki gücü korumaya çalışırken diğer taraf (Muhalifler) güç elde etme peşindeydi ve bu çatışmanın yarattığı bir boşluk bulunuyordu. Bu boşluktan yararlanmak isteyenler ise her zaman olacaktır. Esed rejimi de doğal olarak kendi çekirdek tabanından destek almak istedi ve buna karşılık oradaki otorite boşluğu farklı oluşumları Suriye’ye taşıdı. Hemen arkasından yaşananlar ise Suriye’deki gelişmelerin kaderini değiştiren en önemli hadiselerden biridir. Söz konusu gelişme İran’ın yönlendirmesi ile Hizbullah’ın Suriye rejiminin yanında savaşta yer almasıdır. Buradaki soru İran’ın neden Suriye rejiminin yanında olduğu ve Hizbullah’ı neden rejimin yanında savaşmaya yönlendirdiği sorusudur. Tabii ki İran’ın Suriye’ye destek vermesi bir mezhep dayanışmasıdır ancak, mezhep dayanışmasının ötesinde, eğer İran Suriye’deki üstünlüğünü kaybederse Lübnan’daki üstünlüğünü kaybedecektir. Lübnan’daki üstünlüğünü kaybederse İran’ın Irak’taki Şii kesimle irtibatı büyük ölçüde zedelenmiş olacaktır. Görüldüğü gibi İran’ın bu mezhepsel desteği aslında kendi güç ve iktidar algısı ve ulusal çıkarları ile ilgilidir. İran, dünyada Şiilerin yaşadığı her yer ile ciddi olarak ilgilenmektedir. Bu durum da Din ile siyasi iktidarın, 
Din ile ticaretin iç içe geçmiş olduğu bir yapının oluşmasına yol açmaktadır. Mezhep ise bu savaşı meşrulaştırıcı bir rol üstlenmiştir. 

Irak’ta %60, Suriye’de %12, Azerbaycan’da %70, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirliklerinde %30- %70 Şii nüfus bulunurken, Orta Asya’ya uzandığımızda Pakistan’da %15-20, Hindistan’da %15-20, Afganistan %15 oranında Şii’nin yaşadığı görülecektir. 

Bu ise şu anlama gelmektedir; İran eğer Suriye’deki gücünü kaybederse Körfez ülkeleri ile de irtibatını ve buradaki gücünü kaybedecektir. 

İran güçlendiği tak-tirde, Körfez ülkelerindeki (Suudi Arabistan’daki) Şii’leri de kullanma potansiyeline sahip olacaktır. Irak açısından ilginç bir durum söz konusudur. ABD’nin Irak’a müdahalesi İran’ın önünü açmıştır. 
Maliki’nin politikaları, Sünni anlayışa sahip olanları merkezi yapıdan daha da uzaklaştırmış, Saddam’ın gitmesiyle travma yaşayanlarla birlikte, Sünnilik vurgusu canlanmaya başlamıştır. 

Burada ortaya çıkan boşluk, Sünni vurgunun Şiilere karşı yönlendirilmesini kolaylaştırmıştır. Nitekim IŞiD, bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve Sünni aşiretlerden destek bulmuştur. IŞİD Suriye’de Esed güçlerine karşı savaşan gruplardan birisi idi. Daha önce elKaide’nin şemsiye altında varlığını sürdürür ken, Bağdadi ile birlikte daha bağımsız hareket etmeye başladı. Suriye’de, İslam dünyasında muhtelif yerlerden devşirdiği, daha çok günahkarlık duygusu baskın olan insanları, arınmaya ve kurtuluşa davet ederek savaşın bir parçası haline getirdi. Irak’ta Kuzey kendine özgün bir yapıya sahiptir.
Diğer taraftan ülkenin orta bölgesinde azımsanamayacak bir sayıda Sünni nüfus mevcuttur fakat iktidar Şiilerin elindedir. 

Şimdi İŞID’ın ortaya çıkmasında en önemli etkenler nedir diye sorulacak olursa, Kürtler kendilerine özgü bir böl-gede, ülkenin kuzeyinde kendilerine daha güvenli bir bölge yarattılar. Diğer yandan Şii’ler iktidardır. Cumhurbaşkanı, Sünni kökenli Talabani, sessiz ve yönetimdeki etkisi çok azdır. Ülkedeki tüm güçler Başbakan Maliki’nin elindedir ve Başbakan Maliki de İran ile işbirliği içerisindedir. 
Bu çerçevede meselenin farklı boyutlarına baktığımız zaman ülkedeki Sünni’ler yakın zamana kadar iktidarı (Maliki yönetimini) destekliyorlardı ancak Maliki iktidarı ülkedeki Sünnileri büyük ölçüde dışlamıştır. Diğer yandan Tarık Haşimi’nin yargılanması ve Türkiye’ye kaçması, bardağı taşıran son damlalardan birisi olmuştur. Bu arada söz konusu dışlanma sonucu ülkede bir Sünni Öfke birikmiştir. 
İşte burada IŞİD’ın yaptığı şey biriken bu Sünni Öfkeyi bir güce dönüştürmek oldu. Ve buradaki aşiretlerden beslenen IŞİD’ın bölgede önemli bir toplumsal desteği de bulunmaktadır. Basından öğrenebildiğimiz kadarıyla Tarık Haşimi de IŞİD’i desteklediğini açıklamıştır.
Irak’da adından hiç söz edilmeyen, kayda değer bir Türkmen kitlesi mevcuttur.  Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatu gibi yerlerde yaşayan Türkmenlerin nüfusu hakkında maalesef elimizde güvenilir veriler yoktur. Türkmenlerin görmezlikten gelinmesi, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekli olan bir husustur. 

Türkmenlerin bir kısmı Şii, bir kısmı ise Sünnidir. Şii ve Sünni Türkmen-ler maalesef bir birlik oluşturamamışlardır. 
Son IŞİD katliamlarında en çok zarar görenlerin Şii Türkmenler olduğu bilinmektedir.  
Bu durum, Şiilik-Sünnilik meselesinin Araplardan ve Farslardan çok Türklerin meselesi olduğunu akla getirmektedir. 
Türkmenlerin karşı karşıya kaldıkları bu tablo, ayrı bir tartışma konusuyken, konumuz odağında olan Mezhep farklılaşması Türkmenlerin en büyük dertlerini oluşturmaktadır. Çünkü Türkmenlerin içlerinde de Sünni ve Şii gruplar birbirleri ile uğraşmaktalar. 
Türkmenlerin, Irak denkleminde hiç telaffuz edilmemesinin ana sebeplerinden biri de budur.  Bu gibi sebeplerden dolayı mezhepsel ayrılıkları bilmeden Ortadoğu’daki sorunları anlamak da mümkün değildir. Konunun iki farklı boyutuna daha dikkat çekmek istiyoruz. 
Ortadoğu’da olup bitenler, temelde siyasi ve ekonomiktir. Din ve mezhepler, çatışmaları meşrulaştırmak için acımasızca kullanılmaktadır. 
Diğer yandan Ortadoğu’daki bu mevcut kavganın bir başka açıdan Petrol kavgası ol-duğunu söylenemez mi?  Petrol rafinelerinin kimde olduğu konusunda son zamanlarda bazı haberler çıkmıştır. IŞİD, ülkenin önemli rafinelerini elinde bulundurduğunu belirtirken, ardından ülke yönetimi bunu ya-lanlayarak rafinelerin kendi kontrolleri altında olduğunu belirttiler. Bu yüzden devletin ve IŞİD gibi grupların ayakta durabilmeleri için gelir kaynaklarına ihtiyaç vardır. Meseleye biraz daha farklı bir açıdan da bakabiliriz: Petrol denildiği zaman işin 
içine doğrudan İran’da girmiş olmuyor mu? 

Örneğin IŞİD’in ve Suriye’deki El-Nusra cephesi gibi grupların sermayeleri aslında Körfez sermayeleridir. Ve Ortadoğu’daki savaşların devlet anlamında iki tarafı mevcuttur ki bunlar İran ve Suudi Arabistan’dır. 

Bu iki ülke fiilen savaşın içinde değillerdir ancak aslında Ortadoğu’daki savaşın tam da içindeler. Örneğin IŞİD eğer Bağdat’a saldırıya geçerse İran’ın sessiz kalacağı düşünülebilir mi?. Burada sorulması gereken önemli bir soru şudur: Ortadoğu’daki gelişmeler, acaba domino tesiri ile bütün İslam dünyasına yayılabilecek bir Şii-Sünni çatışmasına yol açabilir mi? Ve eğer böyle bir çatışma ortaya çıkarsa Türkiye’nin tavrı ne olur ? Kanaatimizce, İslam dünyası böylesi küresel boyut kazanabilecek bir çatışma riski ile karşı karşıyadır. 
Böyle bir savaş, şayet başlarsa, ne zaman biteceğini kestirmek asla mümkün olamaz. 

Böylesi bir Savaşı, ancak Türkiye önleyebilir. 

Türkiye’nin etkili olabilmesi için de, öncelikle kendi iç sorunlarının üstesinden gelmesi, ülkeyi kolay kutuplaşan bir ülke olmaktan, dini, ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandıran bir araç olmaktan çıkartması gerekmektedir.  Cevaplanması son derece zor ancak sorulması gereken bir diğer soru da petrol ile ilgilidir. Bilindiği gibi Petrolün 35-55 yıllık bir ömrü bulunmak-tadır ve dolayısı ile burada savaşlara sebep olan petrol sınırsız değildir. Teknolojinin, tarımın ve farklı bir gelişimin olmadığı, tüm sermayenin petrol üzerine kurulu olduğu bu 
bölgede (Ortadoğu) var olan petrolün tükenmesi durumunda Ortadoğu’nun durumu ne olur? Ki Kuzey Irak Kürtleri şu anda var olan petrolüne güvenerek bağımsızlık girişimlerine bulunuyor ve tüm strateji var olan petrol üzerinden yürütülüyor. Ancak burada da petrolün sonlanması ne anlama gelmektedir? Kısaca özetleyecek olursak; mezhepler beşeri oluşumlardır. Bilindiği gibi İslamiyet’in doğuşunda mezheplerden söz edilemez. Sonradan ortaya çıkmışlardır. Mezhepler kendi zamanlarında, günümüz siyasi partileri gibi  işlev görmüşlerdir. 

Günümüz siyasi partileri nasıl siyasi iktidarı elde etmeye çalışıyorlarsa Mezhepler de aynı eğilimde olmuşlardır. 

Buradan yola çıkarak “ Mezheplerin ortaya çıkışında temel belirleyici faktör Siyasettir, Siyasi erki ele geçirme çabasıdır ” diyebiliriz.  

Mezhepler hiçbir zaman din ile özdeşleştirilmemelidir. İslam bireyi esas alan bir dindir. İman bireyseldir; dileyen inanır, dileyen inkar eder. 
Kimse kimseyi, ne Müslüman olması konusunda ne de birtakım ibadetleri yerine getirme konusunda zorlayabilir. İslam açısından sorumluluk da bireysel dir; kimse kimsenin günahını çekmez. İslam açısından cennete hak eden gider; cennete toplu rezervasyon mümkün değildir. Mezhep,cemaat veya tarikat farklılıkları, ne insanların bir başkasını ötekileştirmesini ne de İslam dışı ilan etmesini gerektirir. Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe veya tarikata bağlı olması kesinlikle gerekmez. 

Bu söylediğimiz mezhepleri ortadan kaldıralım şeklinde anlaşılmamalıdır. Mezhepler vardır; insanların bazı ihtiyaçlarına cevap verdiği müddetçe var olmaya da devam edecektir. 

Sorun mezheplerin var olması değil, mezheplerin dinin yerini almasıdır.
Mezheplerin varlığı tabii ki inkar edilemez ancak din ile de özdeşleştirilemez: 

Mezhepler beşeri oluşumlardır. 

İslam dünyasında akan kanın durmasını, insanların onurlu bir yaşam sürdürmesi ni  istiyorsak, biraz da Müslümanların üretmiş oldukları kültürü eleştirel bir çerçevede yeniden değerlendirmemiz, tenkit ve tahlile tabi tutmamız gerekmektedir. Müslümanların üretmiş oldukları kültür, mevcut haliyle şiddet üretmektedir. Ve bu şiddetin damarlarının kurutulması gerekmektedir. 
Bu kültürde insan buharlaşmış, görünmez hale gelmiştir. 

İslam’ın insana insan olarak değer verdiğinin yeniden keşfedilmesine ihtiyaç vardır. Bu anlamda insanlara mezhebin din olmadığını anlatabilirseniz, mezhep ayrılıkları bir zenginlik olarak anlaşılır. Ondan dolayı insanlar birbirlerini öldürmezler. 

Ne var ki mezhep ve din arasındaki farkın anlaşılması, maalesef Müslümanların bütün sorunlarının çözüleceği anlamına gelmemektedir. 

Sorunların en temelinde yatan şey Cehalet ve Hamakattır. Bu iki temel sorunun giderilmediği sürece Müslümanlar birbirlerini öldürmeye devam ederler. Benim burada yaptığım ise insanları din ve mezhep konusunda aydınlanmasını sağlamak ve burada bile öğrenilenlerle belki insanların ölmesini engellemeye çalışmaktır. Sözün özü şu dur ki, Dini çatışmaların odağından çıkartmamız gerekiyor.  

Dinin çatışmaların odağından çıkması, mezhepler açısından bakıldığında, mezheplerin din olmadığını insanlara anlatılmasına bağlıdır. 

Başka bir açıdan bakıldığında ise, İslam dininin üst seviyede rasyonel bir din olduğu gerçeğini görmeye ve İslam dininin siyasi meseleleri insana bıraktığı gerçeğinin doğru anlaşılmasına bağlıdır. 

Bir ilahiyatçı olarak İslam’ın siyasi meseleleri insana bıraktığını söyleyebilirim. İslam’ın egemenlik iddiası yoktur. Ancak bir Müslüman’ın egemenlik iddiası olabilir. Bir Müslüman, bu toprakları daha iyi idare edebileceğine ve adaleti sağlayabileceğini inanabilir ve bu doğal bir haktır. 

İslam size der ki; 
Sizin dininiz size, benim dinim bana. Dinde zorlama yoktur. 
Dileyen İnanır, Dileyen inkar eder. 
İslam bir Rejimden, bir Sistemden söz etmez. 

Diğer yandan Kur’an’da Siyasi prensipler denilebilecek kurucu ilkeler
bulunmaktadır. 

Bu İlkelerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

-Aklın her anlamda ön planda tutulması, 
-İşlerin istişare, danışılarak, şura ile halledilmesi,
-İşlerin ehline verilmesi,
-Adaletin hayatın tüm alanlarında sağlanması,
-Bilgiyle, belgeyle ve verilere dayalı olarak hareket edilmesi...

Bu ilkelerin, aynı zamanda insanlığın ortak tecrübesi olan gelişmiş demokrasilerin de kurucu ilkeleri olduğunu görmek zor değildir. 
Dinin, en temelde bilgi işi olduğunu, bilmekten korkmamak gerektiğini, bilgiye açık olmanın dinin gereği olduğunu anlayabilirsek, dinin sorun olmaktan çıkarılabileceğini, farklılıkların zenginlik olarak görülebileceğini anlayabiliriz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****