PARA POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PARA POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 2



2. 28 Şubat Sürecinin Ekonomik Etkileri 


Refah-Yol hükümetinin yerine iktidara gelen Anasol-D hükümeti ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisi tarafından oluşturulan azınlık koalisyonunun CHP’nin de dışarıdan desteklemesiyle kurulmuştur. Olağan üstü şartlarda dört partinin bir araya gelerek oluşturduğu hükümetten, doğal olarak istikrar beklemek mümkün görünmemektedir. 

Bu bağlamda 1997’nin ikinci yarısından itibaren iktidara gelen hükümetin makro ekonomide istikrarı sağlama ve sürdürme konusunda güçlü desteği söz konusu değilken, aynı zamanda Ağustos 1998’de Rusya’da patlak veren kriz, dünya üretimi ve ticaretinde daralmaya sebep olmuştur. Özellikle ticari bir ortak olarak gittikçe artan bir öneme sahip olan Rusya’daki kriz, Türkiye’nin iç ve dış makro 
dengelerinde olumsuz etkiler yapmış, ulusal mal pazarları talep daralmasına itilmiş ve dünya finansal krizinin olumsuz etkileri görülmeye başlanmıştır. 

2.1. Kamu Kaynaklarının Kullanımında Etkinsizlik 

Politik sistemin önemli özelliklerinden biri istikrarlı yönetimdir. Politik istikrarsızlık geleceğe yönelik politikalar konusunda belirsizlik meydana getirir ve yöneticilerin ekonominin mevcut kaynakları karşısında yağmacı bir davranışı benimsemelerine neden olur. Çünkü politik istikrarsızlık bugün yönetimde olanların gelecekte konumlarının ne olacağının öngörülememesine yol açar. Bu tür bir ortam yöneticilerin yönetimde kaldıkları sürede daha fazla rant kollama davranışı içerisine girmelerini teşvik eder. Demokrasinin en önemli niteliklerinden birisi, iktidardaki politik güçlerin değişimi için şeffaf kurallar sağlamasıdır. Buna ilave olarak, demokrasi, politik tercihler ve politika yapıcılar üzerinde açık tartışmayı teşvik ederek, iktidarın gayrimeşru araçlarla devredilmesinin ve politik aşırılığın önüne geçer. Demokrasi, politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasiler de politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transfere konu olur. Politik istikrarsızlığın azalmasından kaynaklanan düşük belirsizlik düzeyi büyük olasılıkla yatırım ve büyümeyi hızlandırır 350. 

Bu çerçevede demokrasi ekonomik gelişme/büyüme için temel unsurlardan birisidir. İfade ve dernekleşme özgürlüğü, çok partili seçimlerin varlığı, insan 
haklarının korunması ve erkler ayrımının varlığı gibi demokratik kazanımlar, ekonomik gelişmenin yer alacağı kurumsal çerçeveyi ve süreci meydana 
getirmektedir. Bunun yanında demokrasi, ekonomik yetki devrini kolaylaştırır, istikrarlı bir yatırım ortamı sağlar ve ulusal enerjinin ve kaynakların ekonomik 
gelişme/büyüme doğrultusunda mobilizasyonunu hızlandırır. Ayrıca demokrasi beşeri sermaye birikimini yükselterek ve gelir eşitsizliğini azaltarak büyüme 
hızının yükselmesine pozitif katkı sağlar. 

Demokrasi, yürütmenin, yapacağı sosyal ve ekonomik faaliyetlerde suistimale yönelmesini kısıtlayacak hesap verme mekanizmalarını içerdiğinden ekonomik 
gelişmeye yardımcı olur ve arzu edilmeyen hükümet faaliyetleri için periyodik cezalandırma ve arzu edilenler için de periyodik ödül sistemini barındırır351. 

Demokratik teamüllerin zorlanarak değiştirildiği bu dönemde siyasi istikrarsızlık yanında, demokrasinin temel ilkelerinden olan şeffaflık ve hesap verme 
kavramının kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Özellikle, ekonomik hataların sıklaştığı dönemlerde, çıkar gruplarının egemen hale gelmesi, devleti kısa dönemli politikalara yöneltmekte ve uzun dönemdeki amaçların ihmal edilmesine yol açmaktadır 352. 

Bu bağlamda kamu harcamalarına ilişkin büyüklüklerin siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri 353 yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Diğer bir ifadeyle kamu kesiminde başta kamu harcamalarının niteliği ve düzeyi ile ilgili olmak üzere bir takım kararların alınma yöntemi, yapısı gereği rant kollama faaliyetlerine işlerlik kazandırmakta, rant kollama faaliyetlerinin yaygınlaşması ve disipline edilememesi ise büyüme başta olmak üzere sosyo-ekonomik dinamikleri harekete geçirecek ulusal kaynakların kamu kesimi aracılığıyla israf edilmesine yol açmaktadır 354. 

Rant kollama faaliyetlerinin kamu kesiminin ekonomi içindeki payı ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu ilişki kamu kesiminin kontrolünde bulunan kaynaklar genişledikçe çeşitli birey ve gruplara değişik yollarla aktarabileceği kaynakların ve kamu harcama düzeyinin artmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır355. Devletin elindeki kaynakların ekonomideki 
payının fazla olmaması halinde bile devletin düzenleyici gücünün çok geniş bir alanda kullanılması, diğer bir deyişle liberal ekonomik düzenden uzaklaşılması rant kollama fırsatlarını genişletmektedir356. 

 Gelişmiş ülkelerde baskı ve çıkar gruplarının tabana yayılmasıyla, baskı ve çıkar gruplarıyla vatandaşların çıkarları arasındaki çatışma en az düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de ise böyle bir durum olmadığından, büyük işletmeler istedikleri kişileri bürokrat olarak seçtirerek, siyasal kararları daha etkin bir şekilde kontrol edebilmektedirler. 

Söz gelimi Sayın Güneş TANER Komisyona vermiş olduğu ifade de IMF’den alınan kredilerin bankalara plase edilmesi şeklindeki yanlış uygulamaya yönelik eleştirisini şu sözleriyle dile getirmektedir. “Ben itiraz ettim. Mesut Bey’e dedim ki Mesut Bey, bu paranın tebahhur etmesi yani batık olan bankaya para koymak demek, paranın yok olması demek. 

Ne olacak? 

Bu 40 milyar doları alacaksınız, Ziraat Bankasının, Halk Bankasının sermayesini yükselteceksiniz, 20 milyar dolar birine koyacaksınız, 40 milyar dolar birine koyacaksınız, bankalar arası mevduat vasıtasıyla likidite sağlamak için bu para girecek, bizim ekonomideki sıkıntımız ne? Likidite ama ben bunu kalkıp da Cavit Çağlar’a, bilmem neye, bu para yüksek faizli masrafla şurada burada, nereden gidecekse, adam buradan alıp da 5 milyon doları kendisine vermiş, atıyorum, bir şirket koymuş, ona 5 milyon dolar vermiş. Bizim 5 milyon dolar gitti. Sonra da şirket bitti”… 

Öte yandan kamu kaynaklarının etkinsiz kullanımı bağlamında kamu bankalarının da asli fonksiyonlarının dışında, devletin tarımsal kesime ve esnaf ve sanatkârlara, bütçeden kaynak ayırmadan kredi sübvansiyonu yapması gibi görevleri de yüklenmesi söz konusudur. Bu uygulamalar bankaların etkinliğini olumsuz yönde etkilemiş, piyasa disiplinin kaybolmasına ve sektörde 
dengesizliklere neden olmuştur. Kamu bankalarına verilen görevlerden kaynaklanan zararlar, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ile yönetimdeki zayıflıklar, bu bankaların mali bünyelerini önemli ölçüde bozmuştur. Yetersiz bütçe imkânları nedeniyle, görev zararı alacakları 2000 yılının sonu itibariyle Ziraat Bankası aktifinin %50’si, Halk Bankası aktifinin %65’i oranına ulaşmıştır. Ziraat ve Halk bankalarının toplam görev zararı alacaklarının GSMH’ya oranı, 1996 yılında %3’ü düzeyindeyken, 2000 yılında bu oran %12’ye yükselmiştir. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları, zararlarının ve finansal sektörde istikrarsızlığın artmasına yol açmıştır 357. 

2.2.Kamu Açıklarının Finansman Sorununda Artış 

Gerek gelişmiş gerekse de gelişmekte olan ekonomilerde, devlet anlayışı, teknolojik değişim, toplumsal değişim ve seçim gibi nedenlerden dolayı, kamu harcamalarında artış söz konusu olmaktadır. Kamu kesimi harcama genişlemesinin, finansmanı sağlandığı sürece makro ekonomik dengeler açısından önemli sorun oluşturmayacağını söyleyebiliriz. 

 Bununla birlikte toplumlarda siyasi iradenin gelir artırıcı uygulamaları hoş karşılanmaz iken, gider artırıcı uygulamaları çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Toplumu oluşturan insanlar, bu kararlar karşısında iki şekilde davranışta bulunurlar. Bunlardan birincisi siyasal görüşü, diğeri de kişisel çıkarlarıdır. Bireyler siyasal ve toplumsal gerekçelerle kamunun açık vermesini destekler iken, bu kararların kendi üzerindeki olumsuz etkilerini (istikrarsızlığı) gördüklerinde piyasadaki davranışlarıyla karşı çıkarlar. Piyasada oluşan bu tepki, siyasal karar alıcılar tarafından kararların değerlendirilme ölçütü olarak görülmektedir. Buna göre, siyasi karar alıcılar bu tür kararları piyasalarla beraber, piyasayı dinleyerek alırlar.. 

Türkiye’de bu anlamda piyasa kavramı tam oluşmamakla birlikte, siyasi karar alma terbiyesi ve kültürü siyasetçilerimizde gelişme imkânı bulamamıştır. Bu nedenle, piyasa tepkisini almak gibi bir refleksten uzak toplum karşısında beğeni toplayacak şekilde, kamu harcamalarını artırıcı ortamlar da siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur 358. 

Kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve Merkez Bankası kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu 
harcamalarının finansmanında Merkez Bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez Bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan, devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise, söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Dışa açık ekonomi politikaları çerçevesinde önce reel kesimde daha sonra da finansal kesimde serbestleşme hareketleri ivme kazanmıştır. Türkiye’de mali piyasalardaki serbestleşme finansal araçların çeşitliliği ve mali kesimin derinlik kazanması açısından önemlidir. Fakat, Türkiye’de mali liberalleşmenin büyük oranda kamu açıklarını finanse etmede aracı olduğunu söylemek yanlış bir 
değerlendirme olmayacaktır. Tablo:1’den görüleceği gibi 1994-2000 yılları arasında ihraç edilen menkul kıymetlerin yaklaşık olarak %85-95 aralığında kamu kesimine ait olduğu görülmektedir. Öte yandan 1994 yılında ihraç edilen menkul kıymetlerin gayri safi milli hâsılaya oranı %22,7 düzeyinde iken, 1995 yılında %19,8 ve 1996’da %35,3 seviyesinde gerçekleşmiştir. 1997 yılında bu oran %22,9 değerine inerken takip eden yılda tekrar yükselmiş ve %29,4 rakamına çıkmıştır. Devam eden yıllarda da %40’a yakın rakamlarda seyretmiştir. 
Tablo:1 





  Aşağıda yer alan Tablo:2, Türkiye’de 1995-2002 yılları arasındaki dış borçların gelişimi ve dağılımı hakkında bilgi vermektedir. Yıllar itibariyle genel anlamda 
iç borçlanma miktarlarında artış meydana gelmiş, hatta kimi yıllarda bu oranlar %100 seviyesini aşmış vaziyettedir. Borçlanmaya ilişkin değerlendirmelerde 
borcun miktarından ziyade toplam gelir içerisindeki oranın dikkate alınması gerekmektedir. 

Tablo:2 



Grafik-1: İç Borç Stokunun Gelişimi ve Dağılımı 


Toplam iç borçların gayri safi milli hâsılaya oranına baktığımızda 1995 yılından 1999 yılına gelinceye kadar önemli bir değişimin olmadığı ve ortalamada iç 
borçların milli gelire oranının %20 civarında gerçekleştiği görülmektedir. 1999 yılında bu oran %29,2, 2001 yılında ise %69,2 seviyesine ulaşmıştır. 

1999 yılındaki bu artışta 1998 yılında meydana gelen Rusya krizinin ardından yoğun sermaye çıkışlarının yaşandığı süreçte, kamu borç servisinin karşılanmasında dış borçlanmaya daha az başvurulmasının etkisi olmuştur. 2001 yılındaki ani artışta ise bankaların tasfiye işlemleri başta olmak üzere yapısal reformların meydana getirdiği bazı güçlükler etkili olmuştur. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 1


Parlamentolar seçimle belirlenen ve mille iradesini temsil eden en önemli organdır. Ülkelerdeki demokrasilerin niteliği, o ülkenin parlamentosuna verdiği 
önem ile yakından ilişkilidir. 
Demokrasinin yerleşik hal aldığı yönetimlerde parlamentonun üstünlüğü söz konusudur. 

Türkiye’de son yarım asırlık süre içerisinde çeşitli şekillerde parlamentonun üstünlüğüne gölge düşürülmüştür. Askeri müdahalelerin kısa aralıklarla farklı 
şekillerde yönetime müdahale etmesinde siyasi, sosyal ve psikolojik etkenlerin yanı sıra ekonomik etkenler de bulunmaktadır. 
Geçmiş dönemlerde askeri ve siyasi yetkinlik tek kişinin elinde bulunmuştur. Bin yıldan daha fazla zamanda birliktelik arz eden bu yapının son yetmiş yıllık 
süreçte birbirinden ayrışması hemen kabullenilecek bir durum değildir. Bu nedenle askeri otorite kendisini ülkenin iç ve dış tehditlere karşı tek koruyucusu 
olarak görmüştür. Buna bağlı olarak, yönetimin temel prensibi halka güvensizlik üzerine tesis edilmiştir. Bu anlayışa göre cahil olan halkı öğretmek ve onları 
eğitmek gerekmektedir. 

Esasında devlet örgütü halkın vergileriyle varlığını sürdüren ve halka hizmeti esas alan oluşum olması gerekirken, Türkiye’de bu anlayış tersine dönmüş ve 
halkın var oluş amacı devlete hizmet etmek biçiminde süregelmiştir. Herkesin istediğini düşünebilme özgürlüğüne sahip olduğu çağdaş demokratik yönetim 
anlayışının halkın oylarıyla yönetime gelmesinin ardından askeri devlet geleneğiyle uyuşmayan icraatların uygulanması sonrasında askeri müdahale süreçleri yaşanmıştır. 

 Bununla birlikte sürekli değişim gösteren dünyada Türkiye’nin de değişmesi kaçınılmaz olmaktadır. Düşünce özgürlüğü ve serbest girişimi tanımayan, aynı 
zamanda da halka güvenmeyen bir yönetim anlayışının sürdürülemez olduğu giderek daha iyi hissedilmeye başlamıştır341. 

 Bu bağlamda Türkiye’de son dönemlerde çeşitli zorlamalar karşısında halkın bazı mekanizmalar aracılığıyla (sosyal medya, seçimler v.b.) göstermiş olduğu 
tepkiler halka güvenmeyen, değişime direnç gösteren ve meşruiyetini seçim sandığından almayan zihniyetlerin artık ülke yönetiminde söz sahibi olmaya 
teşebbüs etmemesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü söz konusu dönemler hem sosyal hem de ekonomik açıdan ülkenin gelişme sürecini olumsuz etkilemektedir. 

1. 28 Şubat Öncesi: Genel Değerlendirme 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi kurumsallaşma sürecini tam olarak sağlayamamalarıdır. Kurumsallaşmanın tam olarak gerçekleşmediği ülkelerde ise ekonomik performans ile siyasi istikrar arasındaki etkileşim katsayısı daha da yüksek düzeyde olmaktadır. Nitekim 1989-2002 yılları arasında Türkiye’de on bir hükümet ve on beşten fazla ekonomiden sorumlu bakanın değiştiği ve koalisyonla yönetimin olduğu bir ortamda siyasi istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Öte yandan, Türkiye’de iktidara gelen siyasi partiler istikrarlı hükümetler kuramadıkları gibi, parti programlarını da uygulamaya koyabilecek bir zamana da sahip olamamışlardır. Yine 1989-2002 yılları arasında hükümetlerin iktidarda kaldıkları süre yaklaşık olarak bir yıla tekabül etmektedir. İktidarların kısa vadeli ve siyasi parçalanmışlığın olmasında, kısa aralıklarla tekrarlanan askeri müdahalelerin partilerin parçalanmasına veya yapay partilerin oluşmasına yol açması ve güçlü bir siyasi partinin iktidara gelmesinin engellenmesi etkili olmuştur. Bunun sonucu olarak makro ekonomik performansın arzulanan düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmamıştır. Siyasi iktidarların seçim ekonomilerini uygulamaları, Türkiye’deki istikrarsızlığı kronikleştirmiştir. Kısa vadeli ve zayıf hükümetlerinin kurulduğu süreçlerde makro ekonomik dengelerin sürdürülemez konuma ulaştığı durumlarda ise ekonomik sorunların aşılması için istikrar programları uygulanmıştır. Öte yandan uygulanan istikrar programlarının ülkede önemli yapısal değişimleri öngörmelerine karşın uygulamada siyasi nedenler ve çeşitli baskı gruplarının etkilerinden dolayı hayata geçirilememiştir. 5 Nisan 1994 tarihinde açıklanan istikrar programı da bu nitelik taşımaktadır. 

5 Nisan 1994 tarihinde mevcut sorunların çözümü için uygulamaya konulan istikrar programı, özellikle nominal para miktarının kontrolünü ve kamu 
harcamalarında uygulanacak kısıtlamaları içermesi açısından ortodoks; parasal ve mali kısıtlamalarla birlikte gelirler politikasının da uygulamaya konulması 
açısından da heterodoks nitelik taşımaktadır. Program gereği döviz kurunda istikrar sağlamak maksadıyla ulusal paranın değeri yeniden tespit edilmiş, 
Merkez Bankasının Hazineye açacağı kısa vadeli avans oranı kademeli olarak düşürülmüş, mevduata yüzde yüz güvence verilerek tasarrufların teşviki 
sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında kamusal denge sorununu çözmek amacıyla yeni düzenlemelere başvurulmuştur. 

5 Nisan kararlarının ilkesel bazda, üretim yapan, sübvansiyon dağıtan devlet anlayışından ziyade, ekonomide piyasa mekanizmasının işlemesini sağlayan 
ve sosyal dengeleri göz önünde bulunduran bir devlet görünümüne geçmeyi hedefleyen bir program niteliğinde olduğu söylenebilir342. 

Öte yandan programın uygulamaya konulmasıyla kısmen bazı noktalarda başarı sağlanmışsa da istikrarsızlığın kaynağı olan yapısal değişim sorunlarına ilişkin 
öngörülen tedbirlerin kısa süre içerisinde uygulamaya konulamaması ve hükümetin uygulamaya koyduğu kararlar üzerinde de radikal davranamaması nedeniyle istikrar programından beklenen sonuç alınamamıştır. Söz konusu program ekonomik değişkenlerin sayısal değerlerini kısa bir süre kabul edilebilir bir seviyeye indirmekten öteye gitmemiştir. 

Harcamaları kısıtlayıcı önlemler tam olarak uygulanamamıştır. Lojman ve dinlenme tesislerinin satışı gerçekleştirilememiştir. Özelleştirme ve iyileştirme şansı olmayan kuruluşların kapatılma kararı siyasi partilerin ve çalışanların tepkilerinden dolayı uygulamaya konulamamıştır343. 

Kamu gelirlerini artırmaya yönelik vergi uygulamalarından hedeflendiği kadar vergi elde edilememiştir.. Kamu gelirleri ve harcamaları arasındaki açıklık 
azalmış olsa da, kamu açıkları daha sonraki yıllarda da varlığını sürdürmüş tür 344. KKBG’nin GSMH’ya oranı 1993 yılında %12,0, 1994’te %7,9, 1995 yılında %5,2 ve 1996’da % 8,7 olarak gerçekleşmiştir. 

Reel ücretlerde meydana gelen azalma, yaşanmakta olan finansman krizi nedeniyle daha da artırmış ve sanayide kapasite kullanımı %64 seviyelerine kadar gerilemiştir. Düşük kapasite ile üretim, maliyet artışlarına yol açmıştır. Maliyetlerin ürün fiyatlarına yansıması sonucu, enflasyon %149,6 ile 
rekor seviyeye ulaşmıştır. Ekonomide meydana gelen bu daralma, durgunluk içinde enflasyona (stagflasyon) sebebiyet vermiştir. 

Ekonomik büyümede 1993 yılı sonunda %6,1 oranında, sabit sermaye yatırımlarında ise %16,5 oranında gerileme görülmüştür. Ekonomide bu daralmayla birlikte, vergi miktarlarında yapılan artışlar sonucunda iflaslar ve işçi çıkartmaları meydana gelmiştir. 

5 Nisan kararlarının ekonomik kesimler üzerindeki yükünün dağıtım planında; işçi ve memurlara getireceği yük %27,5 tarımda çalışanlara getireceği yük %14,3 ve ticaret ve sanayicilere getireceği yük ise %58,2 olarak ilan edilmişti. Fakat, gelişmeler bu varsayımların tamamen tersi şeklinde gerçekleşmiştir345. 
Bu arada, devlet sanayi kesimine uyguladığı ek vergileri tahsil edemediği gibi, yüksek faizli iç ve dış borçlanmalarla yapılan spekülatif kazançlar sayesinde 
de sermaye kesiminin gelirlerini artırmıştır. 

Dış ticarette yapılan devalüasyonla ihracat artırılmış, ithalatta ise kısıtlamaya gidilmiştir. Ancak,ithalatın kısılması sadece taleple ilgili bulunmamakta olup, bunun yanında ülke içi yatırımlara dönük ithalatın durması da ithalatı geriletmiştir346. 

Özetlemek gerekirse, 5 Nisan kararlarıyla ekonomide istikrar sağlanamamış, enflasyon ve işsizlik daha da artmıştır. Toplumda sınıflar arası gelir dağılımı adaletsizliği daha da artmış, alt gelir grubundaki insanların durumu biraz daha kötüleşirken, üst gelir grubundaki insanların kârları ise rantiyer gelirleri sayesinde daha da artmıştır. 

 Ekonomik istikrarsızlık, 5 Nisan kararlarının uygulandığı 1994 yılından sonra da varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılında enflasyon (TEFE’ye göre) %64,9 olarak geçekleşmiş, kamu açıkları azalmış olmakla birlikte, ekonomideki varlığını devam ettirmiştir. 1995 yılının ikinci yarısında ortaya çıkan siyasi belirsizliğin ardından seçim sürecine girilmesi sonrasında seçim yatırımlarının artması, 
piyasadaki istikrarsızlık beklentilerini artırmış ve borçlanmalar üzerindeki risk primini yükseltmesi, mevcut olan bütçe açıklarını daha da artmıştır. 

 Öte yandan 1996 yılından itibaren gümrük birliğine girilmesiyle ithalatta adeta patlama olmuş, 1996 yılının ilk beş ayında bir önceki yılın ilk beş ayına göre %35 oranında artış kaydederek 16,8 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır347. 

Ekonomi bu şartlar altındayken, 1996 yılının haziran ayında Refah-Yol hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol iktidarının ilk uygulamalarından birisi kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sistemidir. Daha önceden fon fazlası olan bir kamu kurumu finans sistemi aracılığıyla borç para veriyor, öte yandan fon ihtiyacı olan başka bir kamu kurumu da yine finansal sistem aracılığıyla piyasadan borçlanarak açığını gideriyordu. Böylesi durumda fon fazlası ve fon ihtiyacı olan kamu kurumlarını birbirinden bağımsız olarak finansal piyasalardan borçlanması kamunun gereksiz yere finansal aracılık yapan kuruluşlara faiz arbitraj getirisi ödemelerine sebep olmaktadır. Havuz sistemi uygulaması ile kamu kesiminin yüksek faizden dolayı artan borç yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. Bu politika kamu kesimi açısından olumlu katkı sağlamış ve uygulama süresinde 10 milyar doların üzerinde devletin tasarruf yapması sağlanmıştır. Öte yandan bu uygulama, finansal piyasalarda bu şekilde devlet kurumları üzerinden para kazanan kesimleri de rahatsız etmiştir. Çünkü finansman ihtiyacı içindeki bir kamu kuruluşuna başka bir kamu kuruluşundan temin ettiği fonlarla finansman desteği vermek, hiçbir riske maruz kalmadan bu kesimdekilerin kazanç elde etmelerine imkân tanıyordu. Dolayısıyla risksiz kazanç kapısının varlığının ortadan kalkması rant üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmiş ve mevcut hükümetin gitmesi için propaganda yapmalarına gerekçe olmuştur. 

Öte yandan Refah-Yol hükümeti dönemindeki icraatlardan bir başka tepki çeken uygulama memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de desteklemelerde bulunulmasıdır. Yapılan bu uygulamaların bozuk olan ekonomik istikrarı daha da kötü duruma sokacağı çeşitli kesimler tarafından ifade edilmiştir. 

Bu eleştiriler üzerine mevcut iktidar, hem mevcut ekonomik istikrarsızlığı önlemek hem de uyguladığı politikaların finansmanını sağlamak için belirli aralıklarla “Kaynak Paketleri”ni uygulamaya koymuştur. Birinci kaynak paketinde 10 milyar dolarlık getiri hedefi konulmuş gerçekleşen ise 15,9 milyar dolardır. Buna ilave olarak ikinci kaynak paketinden 10 milyar, üçüncü kaynak paketinden de 11 milyar dolar gelir hedeflenmiştir. Fakat çeşitli bürokratik engellemelerden dolayı ikinci ve üçüncü kaynak paketlerinden beklenen getiriye ulaşılamamıştır. 

Bunun yanında 1996 yılında kurulan koalisyon hükümeti, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi reformuna yönelik önlemler alma konusunda hazırlıklara başlamıştır. Bu doğrultuda IMF yöneticileri ile görüşmeler yapılmış ve buna yönelik destekler alınmıştır. 1995 yılında başlayan büyüme süreci 1996 ve 1997 yıllarında da devam etmiş, 1996’da %7,1 ve 1997’de ise %8,3 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Kamu kesimi gelir gider dengesinde 1997 yılında bir önceki yıla göre bir miktar iyileşme meydana gelmiş ve kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hasılaya oranı 1996’da %6,5 iken bu oran 1997’de %5,8 seviyesine inmiştir. 

Reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni prensipler oluşturulmuştur. Buna göre geleceğe yönelik belirsizlikleri minimize etmek ve bu şekilde borçlanma maliyetlerini düşürmek için 1997 yılı temmuz ayından itibaren aylık olarak hazine beklenen nakit bazlı gelir-gider miktarlarını, gerçekleştirilecek iç 
borç itfalarını ve her ay bir sonraki ay içerisinde gerçekleşmesi öngörülen ihalelerin valör, vade ve yaklaşık borçlanma miktarlarını ilan etmiştir348. 

 Öte yandan 1997 yılında para politikasının hazinenin uyguladığı politikalarla uyumlu hale getirilmesi amacıyla Merkez Bankası ve Hazine arasında bir protokol imzalanarak Hazinenin Merkez Bankasından kısa vadeli avans alımı durdurulmuş tur. Bu uygulama sonrasında para arzı artışı sınırlı düzeyde tutulmaya çalışılmıştır 349. Bu uygulamaya rağmen enflasyon oranında artış söz konusu   olmuştur. Enflasyon oranı 1996 yılında %84,9 iken bu oran 1997 yılında %91 seviyesine çıkmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında tarımsal destekleme fiyatları, ücret ve maaş artışlarından dolayı artan talep baskısının etkili olduğunu söyleyebiliriz. 


Bu süreçte Türkiye ekonomisi bir taraftan 1997 yılındaki Asya ülkelerinde görülen krizin ilk etkilerinden uzak kalırken, diğer taraftan da ulusal ekonomide kamu açıklarının finansmanı, faiz oranlarının düşürülmesi, ekonomik büyümenin sağlanması ve beklentilerin yönetilmesi konusunda pozitif görünüm sergilemiştir. Bunun yanında uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş 
birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılmıştır. Fakat dönemin iktidarının bu uygulamaları daha önceki süreçte ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız etmiştir. Buna ilave olarak halkın oylarıyla seçilen ve mecliste çoğunluğu oluşturan iki siyasi partinin oluşturduğu koalisyon hükümeti 
çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmemiştir. Dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provakatif haberler, brifingler, ve bazı suni vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulmuştur. 

28 Şubat milli güvenlik kurulu bildirgesinin ardından daha da artan baskılara karşı daha fazla dayanamayan koalisyon hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan göreve geldikten bir yıl sonra 30 Haziran 1997 yılında istifa etmek zorunda kalmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***