Prof. Dr. Mehmet Can etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Mehmet Can etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2020 Salı

AYVAZDEDE’DE 497. YIL

AYVAZDEDE’DE 497. YIL 


Prof. Dr. Mehmet Can 
Yarınlar İçin Düşünce 


2007 Haziranının üçüncü Cuması, Saraybosna şehrinin Çengic Villa semtindeki Küveyt camisinde, Cuma namazı sonrası Hoca’nın “Ayvazdede Şenliğine katılmak isteyenler çıkışta adlarını yazdırsınlar” duyurusunu işittiğimde çok sevindim. Mekadonyalı arkadaşım Adnan’la beraber adlarımızı 38. ve 39. sıralara yazdırdık. Pazar günü saat 04.00’da camide olmamız tenbihlendi. Ayrılırken Adnan kendisini saat üçte uyandırmamı tenbihledi. 

Pazar günü Çengiç Villa’da zamanında olabilmek için, Alipaşino Polje’deki evimizden saat üçte çıkmam gerekti. Çıkarken Adnan’I uyandırmayı da unutmadım. 
Dörde doğru camiye geldiğimde Adnan’ı bekler buldum. Az sonra da otobüs geldi: “Novi Grad No: 7”. 
İsimlerimiz okunarak içeri alındık. Otobüs Travnik istikametinde yola koyulduğun da güneş de doğmaya çalışıyordu. Yol uzerindeki Müslüman yoğunluklu yerleşim merkezlerinde iki sene öncesine gore daha bir çok beyaz minare şehadet parmakları gibi gökyüzüne yükselmişti. Bosna kendi tabirleriyle bir “preporod” yani İslam’a yeniden doğuş yaşıyor her haliyle. 
Saat dokuza doğru, beş yüz yıl once Ayvaz Dede’nin kerametiyle suya kavuşan Prusc ‘a geldik (Prusats). Otobüslerimiz parkettikten sonra herkesin gittiği tarafa yola düştük. 
497 yıl once Ayvaz Dede’nin kerametiyle suya kavuşan Prusac Köy çıkışında yolumuz kesildi. Öncelik atlılarındı. Yedi yaşında bir kız çocuğunun rahatlıkla 
sürdüğü uslu atlardan, birkaç kişi tarafından güç zaptedilen küheylanlara kadar yüze yakın at tozu dumana katarak yamaca vurdu. Tüfeklerden atılan kuru sıkılar da havayı daha da heyecan katıyordu. 
Tırmanışta o güne ozel düzeltilmiş yolu değil de, ona yakın giden orman içi patikayı seçmekle çok iyi ettiğimizi az sonra anladık. Yolun toz ve sıcağına karşılık patika hafif esinti altında ve çamların gölgesinde önümüz sıra yükselip gidiyordu. 
Yabani çilekleri gördüğümüzde yorgunluğumuz aklımıza geldi. Hem dinlendik ve hem de o bal gibi yaban çileklerinden yedik. Otsu yapılarının altında, meyvelerinde çalı çileğinin tad ve kokusunu saklıyorlardı. 
Yolculuğumuz ikinci saatini doldurduğunda Ayvazdede’nin kerametinin eseri olan kayalara giden yol ayırımına gelmiştik. Kayaların arasından geçen patikaya giden yol, izdihamı önlemek için kapatılmıştı. Zorunlu olarak ana yolu seçtik. Birkaç dakika sonra bir dönemeci geçtiğimizde, Boşnak ilahi gurubunun vadiyi dolduran sesi bizi karşıladı. Adnan Ayvaz Dede’nin kerametiyle yarılan kayaları çok merak ediyordu. Hemen kayalıklara giden patikaya saptık. 

Ayvaz Dede Menkıbesi 

Buradaki pınarın ve çevresinin adını kendisinden aldığı Ayvaz Dede, bu gün Prusac diye bilinen kasaba yöresine, Osmanlı İmparatorluğunun Bosna'yı 1463'te fethedişinin hemen arkasından gelmiştir. 
Ayvaz Dede alim olduğu kadar, çevresindeki insanları aydınlatan ve bölge kalkınmasına yarayan girişimlerden geri durmayan bir insandı. Ayvaz Dede’nin bölgeye geldiğinde, o günlerdeki adı Prensa olan kasabanın içinden akan Prensa 
nehrinin suyu içilemiyordu. Açılan bir çok kuyuya rağmen kasabada su darlığı çekiliyordu. Menkıbeye gore Ayvaz dede Prusac yakınlarında çok bol sulu bir su kaynağı bulmuştu, ancak kaynakla köy arasında yetmişdört metre uzunluğunda, otuz metre yüksekliğinde geçit vermez bir kaya vardı. 
O günün imkanlarıyla su künklerini bu kayadan öte tarafa geçirmek mümkün değildi. Ayvaz Dede seherde uyanıyor, namazdan sonra kayanın geçit vermesi için Allah’a sabaha kadar yalvarıyordu. 
Nihayet kırkıncı sabah duadan sonra Ayvaz Dede uyuya kalmıştı ki rüyasında iki koçun karşılıklı boynuz darbeleri arasında kayanın ortasından ayrılmağa başladığını gördü. Uyandığında hayretle gördü ki, o muazzam kaya ortasından gerçekten ayrılmıştı. 
Kısa zamanda bu yarığa döşenen ağaçtan oluklarla su Prensa’ya ulaştırıldı. O günden beri, bu baha biçilmez hediyeye bir nazire olmak üzere çevre insanları bu yeri bir ziyaretgaha çevirdiler. 
Bu ziyaretlerin hangi yılda başladığı bilinmiyor. Seneden seneye hangi gün yapılacağı ne hicri takvimle ve ne de Islam bayram günleriyle belirleniyor. Günü Bosna gelenekleriyle, Aziz Corc (St. Georges) gününü izleyen yedinci Pazar (ya da bu günlerde Haziranın son pazarı) olarak tespit ediliyor. 
Ayvaz Dede’nin kerametleri hayatı ile sınırlı değil. Onyedinci yüzyılda Avusturya’ dan kopup gelen ve Bosna Hersek’teki Osmanlı mirasına büyük zarar veren Prens Eugen’in 1690’larda Bosna’yı yakıp yıkması sırasında da manevi varlığıyla Prusac ve civarını koruduğuna dair bir kaide vardır. 

Ayvaz Dede Kasidesi 

Ayvaz Dede söyler, 
Tüm Sarajbosna dinler. 
Alman Bosna’ya daldı, 
Banja Luka’yı sardı, 
Daha içeri vardı, 
Kan küheylan yelelerinin süsleriyle oynaştı. 
Sonra Jajce’ye geçti, 
Kan kahramanların omuzları boyu, 
Kostajnica’ya geldiğinde, 
Mart ayı korku, St George günü felaket oldu, 
Nihayet Prusac’a ulaştı, 
Ajvaz Dede söyler, 
On gün bir an gibi geçti, 
Bu kasideyi söyleyen, 
Ona raahmet dilesin, 
Ayvaz Dede söyler, 
Kimse umut kesmesin. 

Adnan’la beraber bu duygularla kaya yarığından öteki tarafa geçtik. 
Ayvaz Dedenin duasıyla yarılan kaya Geriye Alana döndüğümüzde Adnan abdest almak için ayrıldı. 
Bu esnada Konya Mevlevi Muziği topluluğu ses denemesi yapmak üzere çağırıldı. 
Derken atlılar da Alana uştı. 
Atlar ağaçlar arasına çekilip bağlanırken, bir ney Anadolu’nun yanık bağrından kopup gelen ezgileri at kişnemeleri eşliğinde Ajvatovica vadisine serpiştirmeğe başladı. 
Anadolu’nun Bosna ile kucaklaşması, hasret gidermesiydi bu. Derken Mevlevi ayini bir kaside ile başladı. Yanık benizli bir Anadolu evladı, o davudi sesiyle vadiyi dolduruyordu. Sema başladığında kanatlanıp uçan semazenler bir ellleri yere bakar, bir elleri göğe yücelirken hep “O’ndan geldik, O’na gideriz” demekteydiler. Insan hayatının bu kısa hulasasına yüreğim dayanmadı. Ayvaz dedenin pınarına gönül pınarımı bağlayıp doya doya ağladım. 

Öğle vakti gelmişti. Konuşmaya çağırılan Travnik müftüsü veciz bir konuşma ila Bosnalılara devraldıkları mirası hatırlatıyordu. Ezan-ı Muhammedi vadilerde yankılanırken hazırlıklar da tamam olmuştu. Bu senenin bir özelliği daha vardı. Boşnak Cumhurbaşkanı Haris Sladzic, Sivil isler Bakanı Sefer Halilovic, Türkiye ve İran büyük elcileri de o yuce divanda ruku edenlerle ruku ediyorlardı. 

Onlar da rüku edenlerle rüku ettiler, secde edenlerle secdeye vardılar. 

Yarınlar İçin Düşünce 
Yıl 2, Sayı:23 
Eylül 2007. 


***

AHİDNAME GÜNÜ

AHİDNAME GÜNÜ 


Prof. Dr. Mehmet Can 
Yarınlar İçin Düşünce 
Ahidname Günü.,

Fatih Sultan Mehmed Han 28 Mayıs 1463 yılında Bosna Kralı Stjepan Tomasevic (1461-1463) ile yaptığu savaşı kazandı. Bosna Kralının Fojnica yakınlarında bulunan Mlodraj’daki yazlık saraylarında bir müddet kaldı. Bu sırada Bosna’lı Franciscan Kilisesi’nin baş papazı Fra Anceo Zvidloviç’e, Kilise’sinin faaliyetlerini serbestce sürdürebileceğini, kilise mallarının ve mensuplarının güvende olduğunu, Kilise’ye mensup Bosna’lı Hristiyanların inançlarının gereklerini yerine getirme konusunda serbest olduklarını kayıt altına alan meşhur Ahidname’sini verdi. 


İşte bu hadisenin yıldönümünde Bosna Hersek- Türkiye Cumhuriyeti Kardeşlik Derneğinden gelen ve 26 Mayıs 2006 Cuma günü elimize ulaşan davetiye ile biz de bu anmaya Kemal Aydın Bey ile birlikte katılmaya karar verdik. 


Ben akşamdan derneğin Genel Sekreteri Rizvan Haliloviç’i arayarak katılacağımızı bildirdim. 
Hareket sabah 09.00’da Sarajevo Müzesi önündendi. Kemal Aydın Beyle beraber Müzeye yaklaştığımızda saat 08.45 gibiydi. Otobüsü hemen tanıdık ve yerlerimizi aldık. Otobüs şehri Batı tarafından terkederken biz de etrafımızdakilerle tanışmaya başladık. Rıdvan Haliloviç bizi hemen arkamızda oturan çiftle tanıştırdı. Sarajevo Müzesi Müdiresi Mevlida Serdareviç ve eşi. Tatlı Ingilizcesi ile Mevlida hanım bize büyük yakınlık gösteriyor. Cep telefonuna varıncaya kadar bütün adres bilgilerini veriyor. Bizi muhakkak Müze’ye bekliyor. Iki hafta sonraki Pazartesi için sözleşiyoruz. 


Hemen önümüzde Miralem Kubegoviç (Kurtbegoviç), political Scientist olarak tanıtıyor kendisini. 
Malezya’da siyasi ilimler okumuş. Almanya’da bir üniversitede master tezini tamamlamak üzere. 
Bütün gün boyunca zaman zaman konuştuk. Kendisinin Savaş’tan bir Müslüman olarak nasıl doğduğunu anlatışı etkileyici idi. Önümüzdeki seçimlere SDA’dan Federal Parlemento adayı olacak. 

Ona iki soru soruyorum 
1) SDA son anayasa değişikliği oylamasında neden evetçi idi? 
2) Karadağın bağımsızlığı Sancak için ne anlama gelir? 

Cevapları net değildi. 

Aslında amacım onun politik kavrayış düzeyini ölçmenin yanında, bölge politik hayatina yabanci olmadığımı anlatmaktı. 

Bu tanışmanın etkisi gün boyu sürdü. 

Miralem, birkaç sıra arkamızda oturan ve kendisi gibi Malezya’da okumuş ve Islamda İnsan Hakları konulu bir master tezi yapmış olan Mujo Rançic ile tanıştırıyor bizi. Mujo, SDA’da çalışıyor. Asistanlık alabilirse bizim lisans sonrası doktora proğramlarımıza katılmaya hevesli. Türkiye’li Kent’cilerimizin hediyesi olan ikramı, Rıdvan Haliloviç’in kızı Fahreta yapıyor. Nihayet ana asfalttan bir köy yoluna saptığımızda Milodraj’a geldiğimizi anlıyoruz. Köy camisinin kıblesindeki çayıra bir platform yapılmış, Rıdvan Haliloviç’in açış konuşmasından sonra 
Rıdvan Haliloviç’in açış konuşması Mlodraj’lı öğrenci, Hazim Fatihin Mlodraj’a gelişini Türkçe olarak anlatıyor. 

Bundan sonra Fatihin bizzat Bosna fethine katılarak milodraj’a kadar gelişini tarih profesörü İbrahim Buşatliya‘dan dinliyoruz. 

Tarih profesörü İbrahim Buşatliya Milodraj’da Ahidname’nin hukuki içeriği Avukat Bekir Cato tarafından anlatılıyor. 

Avukat Bekir Cato 

Bu güne açık kalan Fojnica Franciscan Manastırı’nın Başpapazı Luka Markeşic, 1463’te Ahidnameyi alan Franciscan Papazı Ancelo Zvizdovicu’yu ve Ahidnamenin Bosna Hersek Katolikleri önemini açıklıyor. 
Fojnica Franciscan Manastırı’nın Başpapazı Luka Markeşic Nihayet merasim, Rıdvan Haliloviç’in kızı Fahreta’nın Ahidname’yi orijinal Osmanlı Türkçesindeki hali ile okuması ve Rıdvan Haliloviç’in kapanış konuşmasıyla bitiyor. 

“Murat Han’ın oğlu, daim muzaffer Mehmed, hürmete layık yüce sultan’ın emri, imzası ve cihan fatihinin parlayan mührü aşağıdadır.: 

Ben, Sultan Mehmed Han, bu Ferman-ı Hümayunu’mu haiz Bosnalı Fransiskanların lütfuma sahip olduklarını ve bu emri verdiğimi bütün dünyaya duyuruyorum. Hiç kimsenin bahsi geçenleri veya kiliselerini taciz veya rahatsız etmesine izin verilmeye... Onların Devlet-i Al-i Osmaniye’de sulh içinde ikamet etmelerine izin verile... Devlet-i Aliyem hudutları dahilindeki bütün memleketlerde mevcut manastırlarına herhangi bir korku taşımaksızın geri dönmelerine ve yerleşmeleri  ne izin verile... Ne şehzadem ne vezirlerim veya vazifelilerim, ne de hizmetçilerim 
veya devletimin vatandaşları onlara hakaret etmeyecek ve onları taciz etmeyecek tir. Hiç kimsenin onlara tecavüzüne, hakaret etmesine ve canlarına kastetmesine, mallarına ve mülklerine veya kiliselerinin mal ve mülklerinin tehlikeye atılmasına izin verilmeye... Memleketime hariçten herhangi birini getirmelerine dahi müsaade edilmiştir. 

Böylece, bu ferman-ı hümayunu lütufkar şekilde yayınladım ve işbu büyük yemini ettim: Dünya ve ahiretin Yaradanı, bütün canlıların rızıklandırıcısı adına, yedi Mushaf ve Muhbir-i Sadık (Hz. Peygamber s.a.v ) ve koyduğum kılıç adına, onlar hakimiyetime itaatkar ve sadık kaldıkları sürece, hiç kimse yazılanın aksine hareket etmeyecektir.” 
Ancak Milodraj’lilar misafirlerini ikramsız göndermiyor. Başörtülü köy kızlarının getirdiği Boşnak Kafo’su da dahil. 
Milodraj’ın ev sahibeleri Ben bu sırada köy camisinin avlusundaki mezar taşlarına merak salıyorum. Bu toprakları bekleyen sarıklı bekçiler. 
Sarıklı bekçiler 
Otobüse tekrar bindiğimizde saat 11.00 olmuş. Tekrar asfalta çıkıp Fojnica yoluna giriyoruz. 
Yarım saat sonra da Fojnica Franciscan Manastırı’nın sarı slüeti karşıdan görünüyor. Otobüsü parkettikten sonra Manastırın yamaç yolunu tırmanmağa başlıyoruz. Bu sefer Manastır da bu anma günü için hazırlanmış. Rıdvan bey yolculuğun başında bana beş dakikalık bir konuşma vereceğini söylemişti. Ben de bu konuşmanın Milodraj’da yapılacağını sanmıştım, ama yanılmışım. 
Manastır’a girdiğimizde Rıdvan Bey beni ilk sıraya davet edince anladım. Hemen konuşmamı kafamda tasarladım. Beni Rıdvan Haliloviç’in kızı Fahreta tercüme edecekti. 
Kilisenin genç yaşlı papazları ve Fojnica Franciscan Manastırı’nın Başpapazı Ancelu Zvizdovicu oradaydı. Derviş ve Ölüm’ün yazarı, meşhur Boşnak romancısı Mişo Mehmed Selimoviç’in paragrafıyla başladım. Tarih, bize yaptığı şakayı kimseye yapmamıştır. Koparılıp alındık, bağlarımız koparıldı, kabul edilmedik. Aynen ana nehirden bir taşkın sırasında ayrılan bir nehir kolu gibi. Artık geride kalan ne akar sudur ne de nehire açılan ağızı vardır. Göl olmak için küçük, toprak tarafından emilip tüketilmek için büyük. 

Dünyaların yol kavşaklarında, ulusların hududlarında yaşadık; herkesin günahını taşıdık, her zaman birilerinin nazarında suçlu olduk. Tarihin haşin dalgaları, kayalıklarda parçalanır gibi sırtımızda patladı. 
Ama artık dünyayı küçük bir köy haline getiren bu post modern çağda, o gölün ana akarsuya ulaşamaması gibi bir sorunu kalmadı. İşte İkinci Mehmed Sultan Fatih’ten sonra ben Üçüncü Mehmed burada, yanınızdayım. 
Aslında bu üçüncü Mehmed yakıştırması bana ait değildi. 2005 Haziranı başlarında Reis Mustafa Çeriç’i ilk ziyaretimde bana bu ismi o layık görmüştü. Ben ise Sultan Fatihten sonra buraya gelen Mehmed’lerin sadece hadim, hizmetkar Mehmedler olduğunu söylemiş ve gülüşmüştük. Ama bu gün nedense hiç aşağıdan almaya niyetim yoktu. 

III Mehmed olarak, II. Mehmed’in Ahidname’sinden aldığım yetkiyle, II. Sultan Muhammed Han’ın bu Ahidname’yle, fethettiği toprakların gayrimüslimlerine inançlarını serbestçe yaşamalarına hakkı verdiği gibi, Avrupa’dan ve Amerika’dan, hatta Müslümanların çoğunlukta olduğu Türkiye gibi ülkelerden, Müslümanların iki temel insanlık hakkını teminat altına almalarını talebediyorum. 

Atam Muhammed Hanın Ahidname’sini ancak 500 yıl geriden takip edebilen Batı’dan, Medeniyetler çatışmasını önlemek istiyorlarsa, bütün devletlerin imza koyduğu Insan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Birleşmiş Milletler Sivil ve Siyasi Haklar Belgesinde kayıt altına alınan iki insanlık hakkını: 

Madde 18 

Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini içerir. 

Madde 26 

3. Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdirler. 
Müslümanlara sağlamakta ayak sürümemelerini, çifte standart uygulamamalarını tavsiye ediyorum. Biraz yukarıdan oldu ama ziyanı yok. Benden sonra konuşan Başpapaz varsın İbrahimi dinlerin diyalogu plağını çalsın. 
Başpapazdan sonra Papaz Mirko Majdandzic, Ahidname’nin orijinalini muhafazasın dan çıkarıp bize gösterdi. Orada hazır bulunanlar arasında Nusret diye Sinan Tekkesi’nden tanıdığım bir genç vardı. İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde Profesör Süheyl Ünver tarafından yetiştirilen, benim de Aydın Lisesi’nden öğrencim olan Savaş Çevik’in hat sanatı öğrencisiydi. 

Başçarşı’daki Sebilin yazılarını da restore eden bu gence göre, Ahidnamede görülen Tuğra Sultan Fatih’in değil, İkinci Selim’in in tuğrasıydı. Metin de Sultan Fatih’e ait değildi. Aslında kağıt ve mürekkep üzerinde yapılacak bir inceleme bunu gösterebilirdi ama, herkes memnun olduğuna göre yalanın devamında da sakınca yoktu. 

Sultan Fatih’in Franciscan (Katolik) kilisesi mensuplarına verdiği Ahidname 
Konuşmalar bittikten sonra insanlar Manastırın tamiri süren Kütüphane ve müze bölümlerini gezmeye yönelmişken Kemal Aydın, sanırım FTV ya da RTV’den birinin röportaj yapmak istediğini haber verdi. 

Bu sefer konu, Ahidname’nin Bosna Hersek Müslümanları için bu gün ne ifade ettiğiydi. Türkçe konuşacaktım ve yine Fahreta Haliloviç hanım çevirecekti. 
Konuşmamın başında Insan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Birleşmiş Milletler Sivil ve Siyasi Haklar Belgesindeki iki temel hakka vurgu yaptıktan sonra, bu gün Bosna-Hersek Anayasası ve Yasalarının bu iki hakkın kullanılmasını desteklemedik lerini, fiiliyatta yaşanan camiye gitme, mevlüt okutma gibi basit özgürlüklerin ötesinde, Islam’ı bir bütün olarak günlük yaşama geçirme özgürlüğünü destekleme, buna olanak sağlayacak kurumlaşmaya imkan verme konularında 
anayasal ve yasal boşluk olduğunu, Bosna Hersek’teki çeşitli kültür guruplarının ve farklı medeniyet kimliklerine sahip insanların, çocuklarının eğitimini seçme hakkına sahip olmadıklarını anlattım. Ahidname’den beş yüz yıl sonra, onun sağladığı hak ve özgürlük düzeyi, bu gün insanlardan esirgenmemelidir diye bitirdim. 
Kemal Bey ile yaptığız değerlendirmede, bu ropörtajın yayınlanacağına ihtimal vermiyordum ama ertesi gün yatsı namazından çıkarken Tetovo’lu Tevfik Bey, konuşmamı televizyondan izlediğini söyledi, ama ortak dilimiz Boşnakçam yeterli olmadığından hangi konuşma olduğunu anlayamadım. 
Fojnica’da Termal Otel’deki öğle yemeği molasını ben öğle namazı kılmak ve Medzlis İslamske Zajednice Fojnica’nın Ulica Bosanska 111’deki merkezini ziyaret etmekle değerlendirdim. Glavni İmam Mensur Efendiya Paşalic ile karşılaşmadık ama, adres ve telefonlarını aldım. Saat 15.00 civarında Fojnica’dan ayrılıp bu günlerde Bosna Piramidi ile meşhur olma yolundaki Visoko’ya uğradık. 

Visoko Piramidi görmek üzere gerçekten dış görünüşü ile 300 metre yüksekliğinde ki tepeye tırmanmaya başladığımızda, işin hiç de kolay olmadığını farkettik. Bizim otobüsten Mujo Rançic ve eşi, Miralem Kurbegovic, Kemal Aydın, Rıdvan Haliloviçin iki oğlu, kızı Fahreta, IUS öğrencilerinin dördü, ilk kayalara kadar gelebilenlerdi. Bu ilk kayalar tepenin kırkbeş derecelik eğimine uygun duran yer yer bir metreye varan kalınlılklarıyla, büyük bir tortul kayadan yarılmış parçalardı. 
Kesinlikle insan eliyle yerleştirilmemişti. 

Visoko’daki Bosna Piramidi’nden bir görünüm Diğer kazı alanlarına gitmek biraz daha zahmetliydi ama Mujo Rançic ve eşi, Fahreta ile IUS öğrencisi arkadaşı devamda kararlıydı. Onlarla birlikte en son kazı alanına kadar gittik. 
Hükmümüz değişmedi. İnsan yapısı değil. 

Tercümanımız Fahreta ve IUS öğrencimiz Münira da öyle düşünüyor Otobüsü park ettiğimiz yere inerken daha bir buçuk saatimiz olduğunu far kettik. Burnuma gelen hafif kekik kokusunun kaynağını araştırırken Majkina Duşsine’leri gördüm. Anne ruhu anlamına gelen adııyla bu bitki, Bosnanın en hoş kokulu bitkisel çayı idi. Ama toplayıp biriktirmesi hiç de kolay değildi. 
Aşağıya indiğimizde, otobüsün şoförü ile Miralem’i ve Kemal Aydın’ı derin bir muhabbetin ortasında buldum. Konu Türkiye’nin Bosna savaşına hangi ölçüde yardımcı olduğu idi. Uzmanlığı uluslararası ilişkiler olmasına rağmen Miralem’i çok sığ buldum. Belki de bizden, kitaplarda yazmayan bilgileri alabileceğini umduğu için öyle davranıyordu. 
Biz park yerinden ayrıldıktan sonra iki öğrenci otobüsü gelip yanımıza parketmişti. Görünüşe göre çoğu kız olmak üzere, lise öğrencileriydiler. İstisnasız giysileri göbekleri açık bırakan türdendi. Globalizmin etkisini, Avrupa’nın karnında yer alan bu topraklar çok daha şiddetli hissediyordu. İnsanların çocuklarının eğitimini seçme hakkının, bu insanlar için daha ne kadar anlam ifade edeceği önemşli bir soruydu. 

Otobüsümüz 18.30’da Sarajevo’ya doğru yola çıktığında yol boyu bunu düşündüm. 

Güneş batmadan Alipaşino’ya gelmiştik. 

Yarınlar İçin Düşünce 
Yıl 2, Sayı:22 
Ağustos 2007. 


***


DRİNA ÇOCUKLARI

DRİNA ÇOCUKLARI 


Prof Dr Mehmet Can 
Yarınlar İçin Düşünce 
International University of Sarajevo 

Drina Çocukları.,

Ömer, 1993’ te Saraybosna’nın kuzeyinde on kilometre kadar uzaktaki 876 metre rakımlı Orliç tepesindeki radyo istasyonunu savunmak için oluşturulmuş olan ve etrafındaki 824 rakımlı Voluyak, 850 rakımlı Juç, 793 rakımlı Golo Brdo tepelerini de içine alan mevzilerde savaşmış bir gazi. 17 Ağustos 1961’de doğmuş ve yine 1993 yılının 17 Ağustosunda yakınına düşen bir havan mermisiyle ağır yaralanmış. 1994’te Amerika’da tedavi edildikten sonra koleje gitmiş, bir süre de çalışmış. Onbir senelik ayrılıktan sonra Saraybosna’ya döndüğünde eğitimine International 
University of Sarajevo’da sürdürmeye karar vermiş. IUS da ona öğrenci asistan olarak verilen işleri yapma karşılığında eğitim bursu sağlamış. 

Ömer, Temmuz 2005’ten itibaren bir maaşlı personel gibi düzenli olarak mesai yapmağa başladı. 
Ona verdiğimiz ilk iş, IUS kataloğundaki derslerin içeriklerini oluşturmaktı. Onun entellektüel yeteneklerini, Bosna Reis-ül Uleması Mustafa Ceriç’in 29 Temmuz 2005 Rojaye hutbesini İngilizceye çevirdiğinde farkettim. 

Daha ilk konuşmamızda üniversitenin tanıtımı ile ilgili fikirlerle gelmişti, hevesini kırmamak için bir buçuk saat dinledim. Daha sonra da felsefe profesörü, Bosna-Hersek Bilim ve Sanat Akademisi İkinci Başkanı ve Sosyal Bilimler Kısmı üyesi Muhamed Filipoviç ile tanışmamızın ve onu IUS ile ilintiledirmenin yararlarından bahseden bir teklifle geldi. Filipoviç’in eserleri üzerine bir araştırma yapmasını istedim. Getirdiği liste onun tam bir Tito dönemi dinazoru olduğunu gösteriyordu. 
1996’da yazdığı Bosna Politikaları ve 1997’de yayınlanmış Bosna Maneviyatının Tarihi kiataplarını incelemeyi önerdim. Ömer birkaç gün sonra Filipoviç’in başka iki kitabıyla geldi. Bunlardan Psikolojik bir Biyografi Denemesi adlı otobiyografiyi hafta sonunda okudu ve ertesi Pazartesi önemli bulduğu pasajları bana aktardı. Pek kayda değer bir şey yoktu. Aliya İzzetbegoviç’in hatıralarında da, SDA’yı kurarken ilk başvuracağım kişi Muhamed Filipoviç’ti diye başlayan paragraf, fakat daha zamanı olmadığını söyleyerek reddetti diye bitiyordu. Muhamed Filipoviç’i bir hafta sonra Üniversiteyi ziyaret eden Bosnalı tarihçi Slobodan Iliç’e sorduğumda, nazik bir yanıt mi bekliyorsunuz, gerçekleri mi duymak istiyorsunuz? Diye 
cevaplayınca, tabii ki gerçekleri duymak isterim dedim. Iliç’in gerçekleri göz açıcıydı. O da Muhamed Filipoviç yerine Adil Zülfikarpaşiç’i tavsiye etti. Adil Zülfikarpaşiç Boşnak Enstitüsünün başkanı. Geçenlerde Said-i Nursi konferansının yapıldığı Bosna Kültür Merkezinin başkanı. 

Aslında Muhamed Filipoviç’i adını bilmeden, 11-15 Temmuz 2005 tarihlerinde Saraybosna’da Holiday Inn otelinde yapılan International Conference, Genocide Against Bosniaks of Unsafe Area Srebnenica in July 1995- Lessons for Future Generations toplantısının kapanış oturumunda 14 temmuz günü dinlemiştim. Uzn boylu, hafif kamburlaşmış, zayıf, ak saçlı bir ihtiyardı. Sözü uyarılara rağmen fazla uzatınca, biraz sert bir uyarı alıp kürsüyü bırakmak zorunda kaldı. İnerken, 
“herkes o kadar konuştu, bırakın da bir akademisyen biraz daha uzun konuşsun” dediğini Boşnakça bilmeme rağmen anlamıştım. Ona reva görülen muameleden, devrini kapatmış, itibarını yitirmiş bir yaşlı akademisyen olduğu farkediliyordu. 
Ömer ile Radyo istasyonunun etrafında 1992’de başlayan ve üç yıl süren savaşı da konuştuk. Onu benim için yazar mısın? Diye sorduğumda pek gönülsüzdü. O günleri hatırlamak istemiyorum, başkaları yanlış anlar, zaten orayı büyük kayıplar pahasına savunmakla iyi mi edildi? Kötü mü edildi tartışılıyor.. Gibi mazeretler ileri südü. Bir hafta sonunda savaş alanını ziyaret etmek konusunda anlaştık. O parça parça anlatacak, ben de not tutacaktım. 

Bu arada Drina Çocukları derneğinin, Vişegrad’da 20 Ağustos 2005 günü, savaşta Sırplar tarafından yakılan, fakat daha sonra onarılan bir caminin yeniden ibadete açılması merasimi için Vişegrad’a düzenlediği gezinin haberini de Amer’den aldım. Hemen ben de gitmeye talip oldum. O, can güvenliği olmadığını, iki sene önce Banya Luka’da bir cami temel atma töreni sırasında Sır fanatiklerinin hadise çıkardıklarını anlatarak beni caydırmak istedi ise de başaramadı. Bosna 
Ticaret Müsteşarı Ayhan Bey ile birlikte adlarımızı yolcu listesine yazdırdık. 
Cumatesi sabahı Ayhan Bey’in arabasıyla VF adlı süpermarkete kadar gidiyoruz. Arabayı oraya parkedip yaya olarak Prenoçişe Sinovi Drine (Drina Çocuklari Derneği)’nin bulunduğu yere gidiyoruz. Saat sabahın altıbuçuğu Saraybosna toplu taşımacılık şirketi Graz’ın sarı otobüsleri gelmiş, kalabalık da birikmeye başlamış. 
Graz’ın Otobüsleri ile yola çıkılıyor. 

Gelenlere bakıyorum, başörtülü bayanların oranı, Saraybosna ortalamasının çok üzerinde. Dört yaşlarında bir kız çocuğu, erken kalkmaya dayanamamış, başörtüsü başında olduğu halde ninesinin kollarında uyuyakalmış. 

Saat yedi, insanlar itiş kakış olmadan listelere göre otobüslerine yerleşti. Motorlar yakıldı. 
Organizasyonu yapan kırkını henüz geçmiş bir bayan. Ayhan Bey’in elçilikte müşavir olması bize bir numaralı otobüsten yer ayrılmasnı sağladı. Bu otobüs diğer belediye otobüsü kılıklılardan daha rahat. Saat yedibuçukta da hereket ettik. Otobüsümüze Saraybosna polisi eskortluk ediyor. Holidey Inn oteline gelince doğuya dönüyoruz. Başçarşı üzerinden üzeri sisli tepelere yöneliyoruz. 
Beş altı kilometre gitmeden Republika Sırpska sınırına geliyoruz. 

Saraybosna polisinin yetki alanı buraya kadar. Yirmi kadar Sırp polis arabası var burda. Birisi önümüze geçiyor, devam ediyoruz. 

Derken otobüsün ses cihazından yaşlı bir erkek sesi Yasin suresini okumaya başlıyor. Ezbere okumaya çalışıyor olmalı ki, üçüncü sayfadaki “sayhaten vahideten” noktasından sonra, dördüncü sayfadaki “sayhaten vahideten”den devam etti. Uyarmağa çalıştım ama sesim yetişmedi. O bitirdikten sonra yaşlı bir kadın sesi yasini bu sefer yüzünden okumağa başladı. Tecvid ve kelime 
hatalarına rağmen okumayı tamamladı. Biz kadın sesini haram sayarız. Kadınlar erkeklerin de bulunduğu ortamlarda asla sesli olarak Kur’an okumazlar. Edin’in dediği gibi, Bosnalılar Müslüman olabilirler ama özgürlüklerinden (kadınların erkek ortamında sesini duyurması özgürlüğü) hiç bir şeyi bırakmaya razı olamazlar. Derken beyaz büyük başörtülü ikinci bir bayan daha Yasin suresini aynı şekilde okuyup bitirdi. 

Bu arada Podromania’yı geçip Rogatica’ya doğru iniyoruz. Savaştan önce önemli bir Müslüman nüfus varmış burada. Bir kadın ayağa kalkıp gösteriyor: Eskiden bir cami vardı burada. 

Bakıyorum, temellerine kadar yıkılmış. Kasabanın silüetinden camiler silinmiş. Ağustos 2005 ortasında İstanbul Belediyesi’nden Şaban Erden Bey bir gurup iş adamıyla geldi. Rogatica’ya da uğradılar. Yakında buradaki camiler, birer ikişer ayağa kalkacak. 
Bir saate yakındır Geyve Boğazı gibi bir boğazda yol alıyoruz. Beş yaşlarında bir kız çocuğu yukarıdan el sallıyor. Annesi de el sallayarak onu izliyor. Kime el salladıklarını biliyorlar mı? Diye soruyorum Ömer’e. Kadının kılığından Sırp olup olmadığını anlayamamış, ancak otobüslerin üzerindeki yazılardan Saraybosna’dan geldiğimizi anlamış olmalı diyor. Geyve boğazının yerini burada Praça çayı almış. Az sonra da Ustiprica kasabasına varıyoruz ve Drina’nın yeşil suları Praça’yı yutuyor. 
Otobüsün kasetçalarından bir solo yükseliyor. Eski halk şarkılarından. Konusu aşk ama, aşk şimdi vatan aşkı olmuş. İnsanları coşturuyor. Az önce yasin için amin deyen eller bu sefer oynamak için havalanıyor. Omuzlar kıpır kıpır. Dirina, onbir gözlü kupriyasını kucaklamak için genişliyor, kollarını açıyor. Vişegrad’ın kapılarındayız. İşte Kupriya karşımızda, beşyüz yıllık yeni gelin. Drina Köprüsü ve Vişegrad Vişegrad, Drina Köprüsü yazarı Ivo Andriç’in tasvir ettiği o Osmanlı Vişegrad’ından ne kadar farklı. 

Bölgesinin zenginlik kaynağı, ticaretin merkezi, yolların kavşağı Vişegrad’dan geriye kalan fakir ve köhne bir kasabacık. Bu Vişegrad Kupriyasi ile de barışık değil. Onu taşıyamadığı bir ağır yük gibi bir kenara bırakmış. 
Etraf şehirlerden getirilen polis takviyesi ile ciddi tedbirleralınmış. Geçen sene Banja Luka’daki Alaca Cami’nin temel atma töreni sırasında olanlardan ders alınmış belli. Otobüsleri kasabanın garajının civarına parkettikten sonra dönüyoruz. Kupriya’yı ziyaret ediyoruz. Şu yukarıdaki dağların taşıdığı Sokuli köyünden kopup gelen bu adami Imparatorluğun Padişahtan sonra en önemli mevkiine yükselmiş Sokkullu Mehmet Paşa olup altı padişaha sadrazamlık yapmış, memleketine de bu değerli taş gerdanlığı armağan etmiş. 
Geri döndüğümüzde, kasabanın spor alanına kurulmuş sahneyi, sahneye konmuş koltuklarda Bosna-Hersek reis-ül uleması Mustafa Cerçiç’i, Tuzla ve Novi Pazar müftülerini, eski cumhurbaşkanı Süleyman Tihiç’i, Genç Müslümanlar Cemiyeti Başkanı Ömer Behmen’i ayırd edebiliyorum. 

Sahne önüne dizilmiş koltuk ve sandalyelere oturmuş insanları farkediyoruz. 
Birinci sıra, sarık ve cübbeleri ile din görevlilerine ayrılmış. Asıl kalabalık, alandaki maçları izlemek için yapılmış oturma yerlerinde. Sahneye bitişik bir platformda da ilahi korosu var. Yedi erkek ve kırmızı elbiseleri içinde yedi mütesettire genç kızdan oluşan göz alıcı bir koro. Konuşmaların arasına girip, dikkatleri tazeliyor. 
Mustafa Efendiya Ceric (sarıklılardan en soldaki) Reis-ül ülemanın konuşmasını, kullandığı ayet ve hadislerden izliyorum. “Bu köprü nasıl bizi bir yakadan ötekine geçiriyorsa, yere düşürülmüş minareleri, camileri ayağa kaldırışımız da öylece 
Sırat Köprüsünün bir yanından ötekine geçmemizde bize yardımcı olsun.” diyor. 

Bölge insanının evlatlarının devşirildiği dönemlerindeki acı hatıralarına da bir gönderme yapıyor. “Şimdi de evlatlarımız bizleri terkederek Avrupalara, Amerikalara, okumaya, çalışmaya gitmiyor mu? Osmanlı gittikten sonra bu topraklardan bir Sokullu daha çıkarabildik, bir Kupriya daha yapabildik mi?.” 
Diye sık sık alkışlanan, insanları zaman zaman güldüren renkli konuşmalarından birini daha yapıyor. 


Derken öğle namazı vakti geldi. Spor sahasında konuşmaları dinleyen kalabalık iki kol halinde Cami’ye doğru yola çıkarken, ezan-ı Muhammedi, minare hoperlörlerin den Kupriya’ya ve oradan da Kupriya’nın kucağındaki Drina’dan uzaklara akmağa başladı. Hazreti Bilal’in Kabe’nin damından okudugu ezanla, Hazreti Peygamberin yeniden dünyaya teşrif ettiğini sanıp sokaklara fırlayan medinelilerin ruh halini andıran bir duyguyla, dağlar, taşlar vecd içinde ezanı dinlerken, bu ezan 
da sanki Osmanlinin yeniden canlanip geldigini müjdeliyordu. Boşnağı ile Sırp’ı ile bütün dinleyenler, Osmanlı’nın geri döndüğünü düşünüyorlar ve terlerinin sırtlarından bellerine doğru heyecanla indiğini hissediyorlardı. 


Caminin önüne geldiğimizde, camiye girmeye çalışan kalabalığa bakıp, bahçenin ve yolun da namazgah olacağını anlamakta gecikmedik. Oldukça dik bir eğimi olan bahçeye yün ceketimi yayarken, minareye yapıştırılmış mermer üzerinde Yazıldığını okuyabiliyordum. 


NA CAREVOJ DJAMIJI U VISEGRADU DONATOR: AHMED KHALIFA ES-SUWEJDY 
DECEMBAR/2004 

Na Carevoj Djamiji U Vişegradu 


Ses düzeneği iyi olmadığından, içeride imamın aldığı tekbirler, bizim bulunduğumuz yerden zorla işitildiği halde daha uzaktaki cemaat tarafından işitilemiyordu. Pek de güzel olmayan sesimle dış müezziliği üslendim. 
Namaz bittiğinde saat 13.30’u gösteriyordu ki, iki askeri helikopter, kalabalığın üstünden uçarak devriye görevlerini tamamladılar ve gözden kayboldular. 

Bu arada Reis-ül Ulema Mustafa Efendiya Çeriç, çarşıya çıkarak Vişegrad misafirlerinin ve müsait gördüğü Sırp esnafın ellerini sıkmaya koyuldu. Bir yandan da gazete ve televizyon muhabirlerinin sorularını cevaplıyordu. 
Dönüş saati akşamüstü beşti ama, işlerinin bittiğine inanan insanlar, akşamüstü başlayan bereketli yağmur altında otobüslerinde toplanmaya başladılar. Yolcusunu tamamlayan otobüsler üç buçuktan itibaren yola çıkmağa başladılar. 
Yol üzerindeki bir köyde ihtiyaç molası verildi. Biz ikindi namazlarımızı yetiştirirken bazı yolcular da bahçelere dalmış. Bereket burası, evlerine dönmüş Müslüman Boşnak yerleşimcilerin köyü imiş. Bahçenin sahibi yaşlı kadın armut ağacını kurtarmak için sırığı uzaklaştırırken, genç oğlu bırak anne alsınlar gibilerden bir hareket yapıyordu. Boşnak köylüler bizi el sallayarak uğurladılar.. 
Akşamla birlikte batı yakasından Saray bosna’ya dahil olduk. 

Yarınlar İçin Düşünce 
Yıl 1, Sayı:11 
Eylül 2006. 


***