Ruşen Çakır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ruşen Çakır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


1990’larda Egemen Sınıf İçerisindeki Çatışma 

RP’nin güçlendiği yıllar aynı zamanda Türkiye’deki iktidar blokları arasındaki mesafenin açıldığı yıllardı. Esas mesele Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’de 
askerin başını çektiği bürokratik güç odaklarının tasfiyesi ve uluslararası sermaye ile tam entegrasyonun tesis edilmesi meselesi idi. 

TÜSİAD’ın başını çektiği liberal büyük sermaye arkasına AB’yi alarak sivilleşme ve demokratikleşmeyi öne çıkarıp askeri geriletmeye çalışırken 1990’larda 
Avrupa Birliği rüyasının bir hayli güçlü olduğunu belirtmek gerekir. Bu rüyanın gücü sayesinde AB Türkiye siyasetinde bir hayli etkili konumdaydı. 

Kemalizmin saksısında yetişen TÜSİAD’ın titrekliği gözlerden kaçmıyor, süreç AB reformları adı altında bir nebze olsun ilerletilmeye çalışılıyordu. 

TÜSİAD’ın bayraktarlığını yaptığı demokratikleşme, sivilleşme ve ekonomik refah hegemonik söyleminin karşısında TSK ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Atatürk 
ilkelerini öne çıkarıyordu. 1990’larda gücünün doruğunda olan PKK’nin etkinliği asker için önemli bir varlık gerekçesi iken İslami hareketin güçlenmesi de şeriat 
korkusu sayesinde askere bir kritik varlık gerekçesi daha kazandırıyordu. Bugün 1993’teki Sivas katliamının münferit bir galeyana gelme durumuyla başlamadığı nı artık herkes biliyor. RP ve BBP’lilerin önünü açan, onları engellemeyip saatlerce katliamı izlemekle yetinen devlet güçleri neyi planlamış olabilirdi? Tabloya esrarengiz biçimde hiçbir zaman aydınlatılamayan Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursu gibi Kemalist aydınların suikastini de eklersek durum biraz daha berraklaşıyor. “Şeriat geliyor” paniklemesiyle solcular ve Aleviler laikliğin bu ülkedeki sözde teminatı olan askeri desteklemeye başlayacaklardı. İstenen silahlı kuvvetlerin yanına silahsız kuvvetlerin de eklenmesiydi. 
Daha 10-15 yıl evvel asker postalı altında ezilen solcular ve Aleviler, 12 Eylül’ün siyasal İslamın gelişmesine ne kadar yardım ettiğini de unutarak askerin arkasın da saf tutmaya başladılar. 

Laiklik elden gidiyor paniğinin gücü ve siyasal alternatifsizlik bu durumu kaçınılmaz hale getirecekti. 

Egemen sınıf içerisindeki çatışmada TÜSİAD ve AB’nin elini zayıflatanlar şunlardı: Peşisıra gelen ekonomik krizler, Kürt sorunun keskinliği, ana burjuva 
partiler olan ANAP ve DYP’nin müthiş istikrarsızlıkları ile politik eksenin RP’ye doğru kaymaya başlamasıydı. Bunlarla ilgili TÜSİAD-AB bloğu birşeyler yapmadı 
değil. Burjuva liberal ( Yeni Yüzyıl, Radikal vb ) gazeteler çıkararak entelektüel hegemonya tesis etmek, insan hakları vb söylemlerinde bulunmak, AB reformlarını dayatmak, Susurluk kazası sonrasında başlayan eylemlere belirli şekillerde destek olmak vb leri dışında Cem Boyner önderliğindeki Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) ile siyasetteki düğümlenme yi aşmayı bile denediler. Ama tutmadı. Kürt sorununda raporlar hazırlattılar. En radikali Sabancı tarafından hazırlattırılan ve Kürt sorunu için en ileri özerklik ifade eden Bask modelini öneren bir rapor bile gündeme geldi ama bu raporun yayınlanmasının ardından Sabancı ailesi kendi mabedinde bir suikaste uğradı. 

En sonunda da RP’nin güçlenerek 1996’da iktidara gelmesi her şeyi değiştirecekti. 

RP’nin İktidar Bilançosu 

RP-DYP koalisyonunda Erbakan başbakandı. Erbakan’ın başbakanlıkta yaptıkları nın bilançosu en özet şekilde nasıl çıkartılabilir? İlk olarak İsrail ile yapılan en  büyük silah anlaşmalarının Erbakan tarafından imzalandığını belirtelim. Her taşın altında İsrail’i arayan anti semitik Erbakan Hoca için muazzam bir geri adımdı bu kuşkusuz. Büyük sermayenin neoliberal programının ana hatlarına da uygun davrandı Erbakan, Susurluk skandalının ardından olayın üzerinin örtülmesinde de başbakan olarak kilit rol oynadı. Kürt sorununda da asker karşısında tamamen el pençe durumundaydı. Ama bu eğilip bükülmeleri tek başına ele almak gerçeğin diğer yarısını görmemek olur. Erbakan, başbakanlığı boyunca Hıristiyan Batı’ya hiç gitmedi, bunun yerine Asya ve Afrika’yı turladı, İslam ülkelerine gitti. G-8’e karşı D-8’i ortaya attı, ne de olsa rüyasında İslam Birliği vardı. Hatta Libya gezisi sırasında Kaddafi’nin aşağılamalarına maruz kalınca içeride çok zor durumlara düştü. Erbakan, İsrail ile yapılan anlaşmaları imzalarken bir yandan da dış politikadaki bu hamleleriyle İslamcı damarı açısından durumu kurtarmaya çalışıyordu. Neoliberal ajandaya uygun davranır ken diğer yandan da kamu emekçilerine en büyük maaş artışları nı veriyordu. 


Milli Görüş, başından beri küçük çaplı sermayderın büyük sermayeye ve uluslararası tekellere karşı öfkesinin ifadesiydi aynı zamanda. Emperyalist kapitalist sistemin programını benimsemeye hazır değildi. İktidardayken de durmadan bunun çelişkisini yaşadı. Büyük sermayenin yol haritasına uymadığı ölçüde tepkileri üzerine çekecekti. Başından beri İran’a sempatisini saklamayan Erbakan ve partisinin iktidardayken İranla yakınlaşma stratejisi izlemesi hakim sınıfların ve tabi ki ABD’nin öfkesini daha da şiddetlendirecekti. 

(Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher.ın imzasıyla ABD.nin Ankara büyükelçiliğine gönderilen 15 Ekim 1996 tarihli belgede Refah partisine yönelik 
şu değerlendirmeler ve devamında bu partiye karşı harekete geçilmesi isteği 28 Şubat.a ışık tutar niteliktedir: “Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve 
Başbakan Erbakan.ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı.dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye.nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.”) 

Erbakan’ın “ Kanlı mı olacak, Kansız mı olacak ” çıkışı, Kudüs gecesi gibi radikal İslamcı organizasyonların düzenlenmesi, Erbakan’ın sarıklı tarikat önderleri ile 
ulu orta yaptığı görüşmeler, Susurluk protestoları sürecinde “ Mum söndü oynuyorlar ” şeklindeki çıkışları, Şevki Yılmaz, Hasan Mezarcı gibi isimlerin Mustafa Kemal’e sövüp saymaları adeta düğmeye basmak için sabırsızlanan TSK’ya verilmiş gollük paslardı. RP ve Erbakan 28 Şubat postmodern darbesi geldiğinde uysalca boyun eğdi. Oysa Türkiye’nin en çok oy almış partisiydi. Milli Görüş teşkilatının geniş örgütlülüğüyle ciddi direnişler sergileyebilir, en azından kitlesel eylemler düzenleyebilirlerdi. Ama onlar durumu sessizce kabullendiler. Şimdilerde mağdur demokrasi kahramanları kesilenler o günlerde kuyruğu kıstırıp kenera çekildiler. Bu durum aslında pek şaşırtıcı değil. RP macerası başından sonuna kadar küçük burjuvanın doğasına uygun biçimde yaşandı. Küçük burjuvanın emperyalist kapitalist sistem karşısında tutunma şansı olamaz. Muhalefetteyken atıp tutan küçük burjuvanın acizliği iktidardayken tüm çıplaklığı ila ortaya çıkar. 

Neticede yukarıdan gelen basınç karşısında eğilip bükülmeler başlar, ya tamamen boyun eğilir ya da pes edilir. Erbakan kolayca pes ettirildi, kaybedecek çok şeyi olduğu için de direnişe soyunmadı. Bu durum küçük burjuva tepkiselliğinin bir diğer türü olan küçük burjuva sol radikalizmi için de geçerlidir. En son örnek Nepalli Maoistlerin iktidardayken emperyalist kapitalist sistemle uzlaşarak sisteme entegre olmasıdır. 

28 Şubatın Dinamikleri ve Sınırları 

28 Şubat sürecinin liderliği açıkça TSK’ya aitti. TSK başından beri dillendirip durduğu “şeriat tehlikesi” karşısında harekete geçmiş ve devletin ve milletin 
sahipliği konusundaki gücünü ve yetkisini bir kez daha ortaya koymuştu. Bu da TSK’nın “sivilleşme” adı altında kendisi üzerinde yaratılan basınçlardan belirli 
bir süreliğine de olsa kurtulması ve rahatlaması anlamına geliyordu. RP, ordunun müdahalesi için gerekli bahaneyi oluşturmuş olsa da RP’nin tasifyesi TÜSİAD için de olumlu bir gelişmeydi. Türkiye burjuvazisinin uluslararası ortakları hep Batılıydı şimdi bu süreci tersine çevirmeyi hayal eden, AB’ye Hıristiyan Kulübü yakıştırmasında bulunan bir başbakanla nereye kadar gidebilirlerdi. Erbakan, kendileri için hayat memat meselesi olan neoliberalizme tam sadakat konusunda bile uyumsuzdu. O yüzden Erbakan’dan kurtulmak konusunda onların da kafaları netti. 28 Şubat’ın post modernliği konusunda asıl fark yaratan destek de TÜSİAD’dan gelecekti. Askerler tam ve şiddetli bir müdahalede bulunmadılar aslında. Ama bu boşluğu büyük sermayenin medyası dolduracaktı. 
TV’ler sonrasında birçoğu düzmece olduğu açığa çıkacak Müslüm Gündüz gibi vakalarla dolup taşacaktı. Medya toplumsal bilinç üzerinde eşi görülmemiş bir 
etkide bulunuyor, bazı isimlerin üstünü çizerken bazılarınınkini göklere çıkarıyordu. Büyük sermaye medyasının bu kadar etkili olmasında Erbakan ve RP’nin mücadele etmeyip kuyruğu kıstırmalarının büyük payı var. Süreçte işveren örgütleri, TİSK, TOBB TÜSİAD’a yakın bir sivil toplum örgütüne 
dönüşmüş olan DİSK ile beraber açıklamalarda bulunabiliyordu. 

28 Şubat sürecinin ABD ve AB tarafından da desteklendiğini ve bunun nedenleri ni bir kez daha uzun uzun açıklamaya gerek yok. Ama Erbakan’ın ulusal ve  uluslararası sermayenin birleşik bir cephesi tarafından tasfiye edildiğinin altını çizmek gerekir. Hatta başta Fethullah Gülen olmak üzere bir çok İslami cemaatin ve İslami sermaye odaklarının Erbakan’a “ Fazla ileri gittin ” fırçası çektikleri bilinmektedir. 

28 Şubat sınırları neydi peki? 28 Şubat’ın esas hedefinin Erbakan olduğu, İslami hareketin bir bütün olarak belinin kırılması için hareket edilmediği iddiası, 
gerçeğe yakın bir durumu ifade ediyor. Bugün AKP’nin üstünü çizdiği iş adamlarına ya da CHP’li belediyelere yaptığı türden bir abluka İslamcı belediyelere yönlendirilseydi, Melih Gökçek gibi birçok belediye başkanı hakkında yolsuzluk dosyaları patlatılabilirdi. Belediye kaynaklarından mahrum kalmak kuşkusuz büyük bir kayıp anlamına gelirdi İslami hareket için. Aynı şey İslami holdingler için de pekala geçerliydi. İslami cemaatlerin elindeki sayısız yurt ve okula da kimi çok dar kapsamlı hareket dışında dokunulmadı.  ( 8 yıllık kesintisiz eğitim ve imam hatip mezunlarının önünün kesilmesi ki bunun için tüm meslek 
liseliler mağdur edildi ) dışında kayda değer bir yaptırım olmadı. Tabi ki türban yasağının sıkılaştırılmasını da listeye eklemek gerekir. 

Toparlayacak olursak 28 Şubat, siyasal İslamı ciddi şekilde ezip tamamen marjinalleştirmek yerine İslamcı hareketin emperyalist kapitalist sistem dışına 
kayan unsurlarının törpülenmesi anlamına gelmiştir. 28 Şubat’ın şahin kanadı olan TSK’nın bir bölümü, daha ilerisini istemiş olsa bile bu isteklerini hayata 
geçirmelerini mümkün kılacak bir güçler dengesinin varlığını hissedememişlerdir. Zaten tarihsel süreç 28 Şubat’ın asıl misyonunun kimi aktörlerinin arzusundan bağımsız olarak siyasal İslamı düzene entegre ederek büyük güçler için kullanışlı dinamik bir güç yaratmak olduğunu ortaya koymuştur. 

28 Şubat Sürecinde Solun Tutumu 

28 Şubat süreci tam da Susurluk kazasıyla ortaya ortaya dökülen kontrgerilla faaliyetlerini protesto eden ülke çapındaki eylemlerle çakıştı. 
Tüm ülkede ilçe merkezlerine kadar yayılan eylemlerde insanlar burjuva devletin mafyasıyla özel timiyle binlerce insanı katletmesini protesto ediyorlardı. 

Bu durum, sosyalist hareketin mesafe kat etmesi için çok elverişli koşulların oluşması demekti. Derken 28 Şubat süreci eylemlerin yönünü değiştirmeye başladı. 
Susurluk eylemlerinde zaten belirgin bir etkisi olan burjuva medya, açığa çıkan kitlesel enerjiyi Erbakan hükümetine karşı yönlendirmeye başladı. 
Erbakan hükümetinden gelen “gulu gulu dansı yapıyorlar”, “mum söndü oynuyorlar” türünden açıklamalar bu kutuplaşmanın güçlenmesine neden oldu ve 
neticede burjuva devlet ve sistem karşıtı bir hareket olarak başlayan Susurluk eylemleri, 28 Şubatın arkasındaki egemen sınıf ittifakının değirmenine su taşıyan bir içeriğe doğru kaydı. Böylece ülke çapındaki eylem sürecinin sunduğu fırsatlar sosyalist hareketin elinden kayıp gitti. 

Sosyalist hareket eğer doğru bir şekilde sürece müdahil olabilseydi iplerin burjuvazinin eline geçmesine engel olabilir miydi? Muhtemelen olamazdı, 
ama şunu da hatırlatmak gerekir ki o dönem sosyalist hareket şimdikinden çok daha güçlüydü. Onlarca fraksiyonun biraraya gelmesiyle oluşan ÖDP gücünün 
zirvesindeydi ve ÖDP’deki güçlerce kontrol edilen kamu emekçileri hareketi durumundaki KESK çok kitlesel, moralli ve militan bir örgütlenmeydi. 
KESK’in devreye girmesi 28 Şubat’ta TÜSİAD ile kol kola giren DİSK’i de mutlaka etkileyecekti. Ama ÖDP uzun süren bocalamalardan sonra ortacı bir tutum 
takınarak ( Ne RefahYol Ne Hazır Ol ) bu ihtimallerin gerçekleşme şansını ortadan kaldırdı. Gazi Mahallesi gibi semtlerde etkili olan ve o dönem aslında bir 
hayli güçlü olan sol grupların ise kendi ayrı dünyaları vardı ve ülkede yürüyen meseleler karşısında genel olarak siyasetsiz bir duruş sergiliyorlardı. 

Solun geri kalan ana gövdesi, DİSK gibi burjuvaziyle doğrudan aynı cepheye düştü. Belki TÜSİAD ile aynı platformlara imza koymadılar ama fiili mücadele 
bunu yaptılar. Örneğin İşçi Partisi 28 Şubat sürecinde öyle hızlı bir şekilde sağa savruldu ki grubun ulaştığı noktanın artık solla bir ilişkisi kalmamıştı. 
Diğer taraftan o zamanki adı SİP olan TKP üniversitelerde türban yasağını zorla uygulattıran güvenlik kuvvetlerine dönüşmüştü. Üniversite kapılarında biriken 
SİP’li öğrenciler türbanlı öğrencileri okullara sokmamak için rektörlük ve güvenlik  kuvvetleri ile tam işbirliğine soyunmuşlardı. SİP de bu süreçle beraber hızla sağa savruldu. Süreç TKP (SİP)’yi cumhuriyetin kazanımları korunmalı mantığıyla kırmızı beyaz Yurtsever Cepheler örgütleyip Türk bayraklarıyla eylemler yapmaya ve ülkemizi ABD’ye böldürtmeyiz noktasına kadar götürdü. 

Solun geri kalanı ise mütkiş bir basiretsizlikle 28 Şubat sürecini TÜSİAD ile yeşil sermayenin bir kapışması olarak anlıyor ve bu perspektifle tarafsız kalmayı 
salık veriyordu. Cılız mı cılız yeşil sermayenin TÜSİAD, TSK, ABD ve AB gibi bir blokla boy ölçüştüğünü iddia eden analizler, sadece ve sadece iddia sahiplerinin sınıf mücadelesinden pek de bir şey anlamadığını ortaya seriyordu. İşin arkasın da belki de suya sabuna dokunmama kolaycılığı da vardı. Zira sosyalist solun tabanı da öyle veya böyle yaratılan şeriat umacasından ciddi şekilde etkilenmişti ve bu yüzden 28 Şubat tabanda genel olarak olumlanıyordu. 
Bu yüzden 28 Şubat’a karşı net bir tavır almak tabanda pek hoş karşılanmaya bilirdi. Aslında ÖDP’nin “ Ne Refah Yol Ne Hazır Ol ” sloganına denk düşen bu tarafsızlık devrimcilikle pek alakası olmayan orta yolculuğun belirtisiydi. 

Sosyalistler, 28 Şubat karşısında (İşçi Demokrasisi gibi örgütler ile bazı aydınları bir kenera koyarsak) iyi bir tavır sergilemediler. Bu süreçte solun sağa kayışı 
büyük bir ivme kaydetti. 

Sosyalistlerin yanı sıra artık CHP’ye dönüşen sosyal demokrasinin de hızla sağa kayarak ulusalcı bir pozisyona sürüklendiğini ve bu süreçten sonra ülkede 
sosyal demokrat bir partinin artık var olmadığını belirtmek gerekir. CHP’yi bir kenera bırakırsak sosyalistler 28 Şubat’a karşı Susurluk eylemlerinin etkisini 
kullanarak ve KESK gibi sendikaları da devreye sokarak mücadele etseydi büyük fark yaratmış olacaklardı. Ülkenin ve bu arada solun sağa doğru kayışına fren konulacağı gibi hemen boyun eğen, sonra da ana ekseni AB-ABD rotasına giren İslamcıların kaypaklığı da gün gibi ortaya çıkmış olacaktı. 
28 Şubat’ın bugünleri belirlemede birincil faktör olduğu hesaba katılırsa sosyalist solun şimdikine kıyasla hem daha güçlü hem de daha prestijli olması gayet 
mümkün olabilirdi. 

İslamcı Harekette Ayrışmanın Kökenleri ve Gelişimi ve AKP’ye Yolların Açılması 

28 Şubat süreci Milli Görüş açısından da bir tıkanma noktasını ifade ediyordu. Süreç adeta Erbakan’ın yaptığı ve yapabileceğinin sınırlarını çizmişti. 
Kafasına vurulunca Erbakan hemen pısmış, partisi kapatılmış, kendisi siyasi yasaklı olmuş, ama neticede durumu kabullenmişti. Şimdi yeniden ipler kendi 
ellerinde olmak kaydıyla yeni bir parti kurup yoluna devam etmek istiyordu Erbakan. Fazilet Partisi kurulmuş, liderliğine emanetçi olarak silik bir tip olan Recai Kutan getirilmişti. Bu durum Milli Görüş kadrolarının önemli bir kısmı tarafından hoş karşılanmayacaktı. Bunların başında da İstanbul belediye başkanlığında yıldızı parlamış olan Tayyip Erdoğan geliyordu. 68 öğrenci hareketinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nde başı çekmiş ve sonrasında Milli Görüş hareketinde en yüksek noktalarda bulunmuş olan Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener gibi simalar diğer öne çıkan isimlerdi. Bu lider kadroların öncülüğünde Milli Görüş içerisinde Yenilikçiler olarak adlandırılan bir eğilim zamanla güçlenecek ve partiden koparak yeni bir parti kuracaklardı. Kuruluşundan itibaren roket hızıyla yukarılara çıkan bu parti Türkiye’nin sonraki yıllarına damgasını vuracaktı. 

Milli Görüş’ten kopan bu oluşumun bu kadar yükselebilmesinin sırrı neydi? Erbakan, TSK-TÜSİAD-ABD ve AB bloğu tarafından el birliğiyle alaşağı edilmişti. 
Oysa, T.Erdoğan tam tersine TSK hariç bu bloğun geri kalanlarınca yoğun bir şekilde desteklendi. Öyle ki siyasi yasaklı olduğundan hiçbir resmi ünvanı 
olmayan RTE Washington’larda bir başbakan gibi konuk edildi. Daha sonraysa ABD-AB-TÜSİAD bloğunun birlikte TSK’nın tepesine çökecekleri bir süreç 
yaşanacaktı. 

Dengelerin bu kadar kökten değişmesini mümkün kılan siyasi İslamın yaşadığı bölünme ve ayrılan grubun geçirdiği metamorfozdu. Milli Görüş ideolojik açıdan 
anti-batıcı, anti-semitik, küçük burjuvanın tepkiselliğini yansıtan anti-tekelci bir örgütlenmeydi. Bunun yerine İslam birliğine dayalı kalkınmacı milliyetçi bir 
rota çizilmesini savunuyordu. İktidara geldiğinde bile kendisini küçük düşürecek işler yapmak zorunda kalmıştı, ama yolundan sapmamıştı. 

Bu yüzden de iktidardan indirilecekti. 

Gelgelelim bir zamanlar en fazla orta ölçekli olan Erbakan’ın yaslandığı sermaye kesimleri artık iyiden iyiye büyümüşler ve bizzat kendileri tekellere  dönüşmüşler di. Her cemaat aynı zamanda holdinglere sahip bir kapitalist işletme olmuştu. Bu yüzden de bu kesimlerin küçük burjuva radikalizminin hayaller dünyasından kopmak istemesi ya da tersinden uluslararası sermaye ile intibaka yönelmesi eşyanın tabiyatı gereğiydi. 

Nitekim cemaatler ve MÜSİAD, 28 Şubat sürecinde Erbakan’ı fazla ileri gitmekle açıktan eleştiriyorlardı. Büyük sermayeye iyiden iyiye yaklaşan İslami  holding lerin hepsi acımasız bir neoliberalizm yanlısıydı. AB’ye sıcak bakıyorlar, ABD’nin bölgedeki gücüne karşı durarak bir yere varılamayacağından dem vuruyorlardı. (“Siyasi İslamcılığın bu burjuva yönü, zaman içinde gelişerek, merkez sağ partilerin iflasıyla tabanını da geliştirmek suretiyle İslamcı harekete „  Burjuva. damgasını vuracaktır. 12 Eylül sonrası bu tabanda örgütlenen MÜSİAD, özel finans kuruluşları ve holdingleşme çabaları, bu gelişmenin göstergeleri olarak anlamlıydılar. Bu gelişme, fikir hayatına da tesir etmiş, radikal İslamcılık törpülenirken, İslam ve iktisat arasındaki ilişkiler sosyalizmin tesirinden çıkarak, piyasa ve verimlilik üzerinden temellendirilmeye başlanmıştır.” MTSD, s. 639) 

Bütün bu maddi dönüşümler Meyvesini Milli Görüş’ün tıkanma noktasında verecek ve AKP doğacaktı. AKP, Irak’ın işgalinde ABD ordusunun Türkiye sınırlarını kullanarak K.Irak’a girmesi için çırpınacak ( Üstelik karşı yöndeki büyük toplumsal baskılara rağmen), T.Erdoğan BOP’un Eşbaşkanıyım diyecek, 
İran’a karşı İsrail’i koruyan füze kalkanını Kürecik’e yerleştirecekti. Dış politika daki ABD işbirlikçiliğinin listesi uzar gider, içeride de işçi sınıfının haklarına en azgın saldırıları gerçekleştiren büyük patron siyasetinin ateşli bir uygulayıcısı olur AKP. Emperyalist kapitalist sistemin ajanlığını yerine getirilirken bal tutan parmağını yalar misali semirdikçe semirmek zaten kimseyi şaşırtmaz. 

AKP’nin tarihsel misyonunun en önemli ayağı, ulusalcı refleksleriyle uluslararası sermayeyeyle tam entegrasyon önünde engel teşkil eden Kemalist odakların 
tasfiyesinin onca sancılı süreçlerin sonunda gerçekleştirilmesidir. Bu iradeyi sadece AKP gösterebileceği akılda tutulduğunda AKP’nin emperyalist kapitalist 
sistem için değeri daha iyi anlaşılabilir. 

Kaynakça: 

1- Gencay Şaylan, “Türkiye’de Laiklik”, Tuses, st 
2- Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, İletişim: 2004 
3- Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis: 1990 
4- Sencer Ayata, “Patronage, Party and State:The Politicization of Islam in Turkey”, Middle East Journal, cilt:50, sayı:1, 1996 



****

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1


      28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1

       

Veli Umut Arslan 
3 Mart 2012 



28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile başlayan post-modern darbe olarak da adlandırılan sürecin üzerinden 15 yıl geçmiş durumda. 
28 Şubat'ın 15.yıldönümünün AKP hükümeti ve genel olarak burjuva medya tarafından "demokrasi düşmanlığı" olarak hararetli bir şekilde mahkûm edilmesi ve konunun uzun uzadıya işlenmesini 28 Şubat'ın yarattığı karşı dalganın mutlak muzafferlikten gelen özgüveniyle açıklamak gerekir. 

28 Şubat'ın önderliğini yapan Kemalist TSK ve bürokrasideki diğer müttefikleri nin öyle veya böyle 28 Şubat'ın bir ürünü olan AKP tarafından (kaderin cilvesine bakın!) mutlak biçimde ezilmesi, geçtiğimiz bir iki yılda "vaka" haline geldi. Biliyoruz ki bu süreçte AKP'nin arkasında olan güçler 28 Şubat'ın da arkasınday dı. Bugünü belirleyen olayları dizisini anlamak ve sosyalistlerin hangi noktalarda hatalar yaptığını görmek için sürece sınıflar mücadelesi gözlüğüyle bakmak gerekiyor. 

İslamcılar, 12 Eylül’ün Kazananı 

12 Eylül’ün en büyük kaybedeni kuşkusuz sosyalistlerdi. 12 Eylül’ü hazırlayanlar (Generaller, Büyük sermaye, ABD) kontgerilla ve ülkücü çeteler eliyle darbeye 
kadar binlerce sosyalisti, onlarla beraber emekçi halktan yüzlerce demokrat aydını ve diğer sol unsurları katletmişlerdi. 

12 Eylül’de düzenlenen darbesi ise her şeye rağmen hala güçlü olan sosyalist hareketin üstüne adeta bir balyoz gibi indi. Yüz binlerce sosyalist gözaltına alındı, on binlercesi tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü… Sadece sosyalistler değil emekçi halkın kendisini savunabilecekleri sendikalar ve diğer demokratik örgütlerin hepsi darbeyle ezildi. Böylece emekçiler açılan yeni dönemde kendilerini bekleyen patronların acı reçetelerine boyun eğeceklerdi. 

12 Eylül’de nasıl acı çektiklerini ballandıra ballandıra anlatan faşist hareketin durumuna gelirsek. 12 Eylül askeri cuntası, kendisini siyaset üstü bir devlet 
gücü biçiminde sunmak zorunda olduğundan devrimcilerin yanı sıra faşist tetikçileri de bir nebze de olsa cezalandırmak zorundaydı. Faşist katillerin arasında 
asılanlar bile oldu, bir çoğu 12 Eylül zindanlarında işkencelerden geçirildiler, kimileri uzun seneler hapiste kaldı. Tabi en sert durumda bile çektikleri 
sosyalistlerin çektikleriyle mukayese edilemezdi ama durum gereği gerçekleşen bu göstermelik cezalandırmaları bir kenera bırakıp dönemin gerçek analizini 
yaparsak bu tarz karşılaştırmalar anlamını yitirir. Örneğin Türkeş’in “biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidarda” söylemi dönemin iç yüzünü anlatması açısından 
çarpıcıydı. Onlar da biliyorlardı ve sonrasında da ifade ettikleri gibi “kullanıldılar ve şimdi durum gereği kendilerine eziyet ediliyor, ama darbe amacına ulaştı, 
memleketi komünist tehlikeden kurtardı!”. Zaten 12 Eylül’ün ilk şok dalgaları atlatıldıktan sonra bu faşist çeteler iş adamları, ülkücü mafya, milletvekili, 
bürokrat vb.leri oldular. Türkiye’de egemenler tosuncuklarına sahip çıkacağını hep göstermişlerdir, Son örnek Hrant’ın katili Ogün Samast, Yasin Hayal, 
Erhan Tuncel olayında olduğu gibi. 

Peki, 12 Eylül dendiğinde duygu seline kapılan, darbeyle hesaplaşmanın kahramanı kesilen İslamcılar’ın durumu neydi? Darbe politik radikalizmin her kesimine yönelmiş gibi yapacaktı ama bu açıdan bile İslamcılar hem mağdur sayısı olarak hem de mağduriyetin ölçüleri açısından en şanslı kesimdi. 
Hatta o dönemin ölçülerine göre yaşadıkları hesaba katılacak düzeyde bile değildi. (Askeri yönetimin 1982 Anayasasına evet oyu vermeleri için tarikatlarla 
pazarlık yapması (Saylan, s.22), Nur cemaati lideri Fethullah Gülen.in hakkındaki sıkıyönetim komutancılığının tutuklama emrine rağmen yakalan (a) maması ve faaliyetlerine devam etmesi, sıkıyönetim komutanlığınca laiklik karşıtı girişimleri nedeniyle Süleymancı, Nurcu, Nakşibendi ve MSP.nin Akıncılar grubundan toplam 2015 kişi göz altına alınırken aynı dönemde 250 binden fazla kişinin solcu olduğu için gözaltına alınması askeri rejimin İslamcı kesimle “sola karsı bir ittifak içinde” olduğunu göstermektedir(Saylan, s.27).) 

Bugünün demokrasi şampiyonları Fethullahçılar ya da Nazlı Ilıcaklar’ın ise yatacak yerleri yok, çünkü bunlar o sıralar darbe şakşakçılarının başında geliyorlardı ( “Yaklaşan komünizm  tehlikesine karşı asker eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa Selam, Sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan basa binlerce selam. Ümidimizin tükendiği yerde hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe istihalenin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5). 

Ama mesele yine bu burada bitmiyordu. 12 Eylül’ün Türkiye’ye açtığı yeni dönemde dinin önemli bir yeri olacaktı. Komünizmin panzehiri zaten dindi, ayrıca büyük birader ABD, Ortadoğu’da SSCB’yi güneyden Yeşil Kuşak projesiyle çevrelemeye çalışıyordu. Türkiye de bu kuşağın önemli bir kolu olacaktı. 

Kenan Evren her gittiği yerde Kuran’dan ayetler okurken, O’ndan sonra koltuğu devralacak Özal, zaten bir Nakşibendî tarikatı üyesiydi, abisi bu tarikatın 
önemli kişisiydi. Sözü fazla uzatmayalım. İslami cemaatler 12 Eylül’den sonra giderek güçlendiler. Devlette İslamcı kadrolaşma alıp başını giderken, yeşil sermaye olarak bilinen İslamcı iş çevreleri devlet desteğiyle ve ülke dışından Körfez semayesinin de yardımlarıyla bir atılım içerisine girecekti. 

(ANAP.taki Nakşibendî grubu Arap sermayeli finans kuruluşlarının Türkiye ye girişine Korkut Özal eliyle kilit rol oynamış; 1984 te ilk olarak Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco.nun yan kuruluşu olan Al Baraka Türk Korkut Özal ve ANAP İl Başkanı ve ANAP Malatya Milletvekili Talat İcoz.un öncülüğünde kurulmuştur. 

Takiben MSP milletvekilliği yapmış Salih Özcan ve MSP kurucusu Tevfik Paksu.nun kurucularından olduğu Faisal Finans faaliyete geçmiştir.) 
Kuran kurslarının sayısında patlama yaşanacak, din dersleri zorunlu hale getirilecek, Alevi köylerine zorunlu cami yapımlarına hız verilecekti. 
12 Eylül’ün açtığı yeni dönemde İslamcıların sıçrama yapması için şartlar böylece olgunlaşıyordu ama 1980’lerin sonuna doğru yükselişe geçen işçi hareketi, 
toplumsal muhalefetin bayraktarlığı için ilk fırsatı yine sola verecekti. 

89 Bahar Eylemlikleri, SHP’nin Çıkışı ve Çöküşü 

12 Eylül rejimi, işçi hareketini ve sosyalistleri tamamen etkisiz hale getirdikten sonra işçi haklarına ve emeğin kazanımlarına azgın bir saldırı dalgası 
anlamına gelen ve bugün de sermayenin esas programı olmayı sürdüren neoliberal politikaları hayata soktu. Bunun karşılığı sömürünün yoğunlaşması ve 
emekçilerin hızlı yoksullaşmasıydı. İşçi haklarına yönelik fiziki saldırılar, serbest piyasa ideolojisinin değer yargılarının topluma enjekte edilmesiyle el ele 
gidiyordu. Dönemin sembol ismi T.Özal büyük çoğunluğu yoksul olan bir ülkede “ben zengini severim” diyebiliyor, memurların zor durumda olması gibi şikayetler karşısında “benim memurum işini bilir” çıkışını yapabiliyordu. Bu iklimde yolsuzluklar tavan yaparken, Türkiye banker skandallarıyla tanışıyor, vurgunlarla türedi zenginler peyda olurken köşe dönmecilik genel kural olarak topluma dayatılıyordu. Özal, eşi Semra Özal ile yeni Boğaz Köprüsü’nden kendisinin kullandığı son model Mercedes ile geçerken karısından teype İbrahim Tatlıses’in kasetini koymasını istiyor, arka fondaki yanık Tatlıses türküsüyle bütün bunlar TRT’den tüm ülkede “gelişen Türkiye” şeklinde pazarlanıyordu. 

Emekçilere yönelen köklü saldırılar ve serbest piyasa değerlerinin ucuzca topluma enjekte edilmesi, geniş yığınların vahşi kapitalizmi iliklerine kadar 
hissetmesine yol açtı. Bu durumda hoşnutsuzluğun yayılması kaçınılmazdı. Örgütlü proletarya 86’dan itibaren yavaş yavaş baskı dalgasını kırmaya başlarken grev hareketleri 89’da zirve yapacak ve temposunu 1991’e kadar sürecekti. Grev ve greve katılan işçi sayısı anlamında rakamlar 1970’lerdeki rakamların bile üzerindeydi. (1989-93 işçi eylemleri sürecinde Zonguldak maden işçileri grevi ve büyük yürüyüşü ile alevlenen süreçte 1.5 milyondan fazla işçi greve çıktı.) 

Ama politik radikallik anlamında durum hiç de öyle değildi. Bunun iki nedeni vardı kuşkusuz. Birincisi işçi hareketinin zirve yaptığı bu yıllar aynı zamanda 
SSCB’nin çözüldüğü yıllardı ve bu atmosferde tüm dünyada komünizmin bittiği ve başarısız olduğu düşünülüyordu. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist 
hareketler 12 Eylülde aldıkları ağır yenilginin ardından toparlanamamışlardı. Üstelik SSCB’nin çözülmesinin ardından hala sosyalizmde ısrarcı olduklarını vurgulayan örgütler de çöken Stalinist formüllere körü körüne sadık olduklarından köhnemiş bir görüntü çiziyorlardı ve yeni dönemde ihtiyacı 
karşılayacak bir dinamik oluşturamayacaklarını zaman gösterecekti. Dolayısıyla 89 İşçi Hareketi kitlesellik anlamında çok parlak olsa da politik radikallik 
anlamında neoliberalizme karşıtlığı seviyesini genel olarak geçemeyecekti. Bütün bunlardan ötürü işçi hareketinin yarattığı rüzgârın meyvelerini esas olarak Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) toplayacaktı. Öyle ki Özalizmi eleştiren 12 Eylül baskılarına karşı çıkan SHP, 89 yerel seçimlerinde o zamanki 67 ilin aralarında 3 büyük ilin de olduğu 39’unun belediye başkanlığını kazanacaktı. Özellikle kırsal kesimden göç alarak büyümeye devam eden işçi kentlerinin büyük çoğunluğunu (Kayseri dâhil) SHP kazanacaktı. Örneğin Ankara’da tüm ilçe belediyelerini ( Sincan ve Keçiören dâhil ) kazanarak 6-0 yapacaktı. 

Durum açıktı. 

İşçi sınıfı ve kent yoksulları terchini neoliberalizme ve 12 Eylüle karşı duruşuyla SHP’den yana yapmışlardı. Bir örnek daha vermek gerekirse bugün CHP’nin 
kalesi olan İzmir’de orta sınıfların ikamet ettiği kıyı semtlerine yaklaştıkça CHP’nin oylarının arttığı içerilere gidildikçe azaldığı gözlemlenirken 89 yerel seçimlerinde durum tam tersiydi: Kıyılar oylarını Özal’ın ANAP’ından yana yaparken içerilere daha yoksul semtlere gidildikçe SHP’nin oyları artmaktaydı. 
89 yerel seçimleri, sınıfsal kimlikle politik tecihlerin örtüşmesi anlamında Türkiye’deki belki de son seçim oldu diyebiliriz. 

Bu anlamda 1991’de yapılan genel seçimlerden SHP’nin genel olarak yine güçlü çıktığını %24 oy elde ederek iktidara geldiğini hatırlatalım. Peki artık hem 
belediyelerde hem de hükümette iktidar olan SHP’nin performansı nasıldı? Kendilerini iktidara taşıyan emekçiler açısından tek kelimeyle rezaletti. 
SHP’li belediyeler emekçilerin hakları konusunda değil ama yolsuzluklar ve kötü yönetim konusunda iddialı olduklarını icraatlarıyla bir güzel ispatladılar. 

SHP’nin müteahhit partisine çıktı. Dahası DYP-SHP koalisyon hükümetinin yaptıklarıydı. Bu dönemde 12 Eylülle hesaplaşmak şöyle dursun SHP’nin iktidar yılları kontrgerillanın Kürt hareketine ve sosyalistlere kan kusturduğu yıllar oldu. DEP’li Kürt milletvekilleri senelerce yatmak üzere hapislere gönderilirken SHP bu durumu destekledi. Dahası 1994’teki Türkiye tarihinin en ağır krizlerinden birisinin faturasını tümüyle emekçilere kesen 5 Nisan kararlarının altında 
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın imzası vardı. Artık bu kadar fiyaskodan sonra SHP’nin işi adeta bitmişti. 89 başlayan işçi hareketinin son yılı 1991’di, 
zirve noktası da Zonguldak madencilerinin dev Ankara yürüyüşüydü. Kürt sorunun el yaktığı Körfez Savaşı’nın kapıda olduğu sırada radikal bir işe girmiş 
sendikal bürokrasi şöyle bir etrafına bakındığında yanında pek de tesirli olmayan sosyalistler dışında kimseyi bulamayınca on binlerce işçi tanklarla çevrildikleri 
Mengen önlerinden boyunları bükük şekilde Zonguldak’a geri döndüler. Gelecekte onları bekleyen yüzlerce işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlamaları, 
maden havzalarının çürümeye terk edilmesi ve genel olarak batı Karadeniz sanayisizleştirilmesi olacaktı. 

RP’nin Yükselişi 

Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi, Türkiye’de siyasal İslam davasının geleneksel partilerini kurmuş, bu yüzden de İslamcı hareketin 
genel anlamda liderliğini yürütmüştür. 1970’lerde Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP), oy tabanını Orta ve Doğu Anadolu illerindeki tutucu küçük burjuva 
katmanlarda buluyordu. Büyük kentlerde çok marjinal bir durumdaydı ve ülke çapındaki toplam gücü %10’u geçmiyordu. Diğer taraftan o sıralarda ülkede 
%10’luk seçim barajı bulunmadığından MSP, parlamentoya girebiliyor, değişik hükümetlerde başbakanlık yardımcılığı ve çeşitli bakanlıklar alıp yüksek siyasetin temel taşlarından birisi olabiliyordu. Ama Erbakan’ın başa güreşeceği o zamanlar kimsenin aklına gelmezdi. Gelgelelim 1990’da işler epey değişmişti ve 
Refah Partisi (RP) bütün dengeleri alt üst ederek liderliğe oynuyordu. 

Bu nasıl mümkün olmuştu? 

Erbakan 1990’ların başından itibaren taşra kent ve kasabalarının tutucu küçük burjuvalarının dışında, bundan daha geniş bir taban bulmuştu kendisine. 
1980 ve 90’larda devam eden yoğun göçlerle büyük kentler artık en şişkin halini almıştı. Milyonlarca insan neoliberal sistemin acımasızlığı karşısında tam 
anlamıyla savunmasızdı. İşsizlik ve yoksulluk varoşlarda kol geziyordu. Sosyal devlet kırıntıları da artık ortadan kaldırılmıştı, işçi hareketi durulmuş, 
etrafına insanları toplayacak bir enrjisi kalmamıştı, sosyalist gruplar ise Gazi Mahallesi gibi birkaç Alevi semti dışında yoksul halktan kopuk durumdaydılar, 
genel olarak zayıftılar ve ülkede gündeme müdahil olma kapasiteleri yoktu. 

İşte Refah Partisi burada devreye giriyordu. RP bir kere ülkede gündeme müdahil olma kapasitesine sahipti, ayrıca yaygın örgütlülüğüyle kent yoksullarına doğrudan ulaşabiliyordu. Asıl kritik olansa RP’nin kullandığı muhalif dildi. Erbakan öteden beri kullandığı siyasal İslam diline sol jargondan ödünç aldığı kavramları da ekleyince ortaya etkili bir kampanya çıkmıştı: 

Adil Düzen. 

( “Köle düzeni, milyonlarca insanı geçim sıkıntısı, açlık, sefalet, işsizlik ve geri kalmışlığa mahkûm ederek ezmekte; bunların hakkını haksız olarak ellerinden 
alıp emperyalizm, dünya siyonizmine ve onların işbirlikçisi ufak bir mutlu azınlığa aktarmaktadır. 
Bunun neticesi olarak büyük çoğunluk gittikçe fakirleşmekte, ufak bir azınlık ise gittikçe zenginleşmektedir. 
Bu durum, ülkeleri sosyal patlamalara götürmekte, yeryüzünde huzur ve güvenliği ortadan kaldırmaktadır.” Adil Ekonomik Düzen kitapçığı, 1991: s. 11-12) 
Erbakan bir yandan “ Hıristiyan Kulübü ” ABD ve AB’ye yüklenirken asıl vurguyu hep pusuda yatan en büyük düşman siyonizme yapıyordu. 

Erbakan’ın sunduğu menü esasında tutarsızlıklarla dolu lafazanlıklardan ibaretti. Sol retoriklerle emekçilere de seslenebilen İslamcılar, sistem karşıtı 
bir dil tutturuyor, Kürt sorununda da asker eleştiriliyordu. Ekonomik kriz ve ardından devreye sokulan 5 Nisan kararları, kent yoksullarının Adil Düzen 
sloganı etrafında RP’ye kaymalarında bir diğer önemli etkendi. İktidarda neo liberalizm e ve derin devlete teslim olan SHP kelimenin gerçek manasında rezil olurken, SHP’nin çekildiği yerleri RP dolduracaktı. 1994’teki yerel seçimlerde RP büyük başarı göstererek İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları ile daha birçok belediye başkanlığını kazandı. Bu yerel seçim zaferinin uzun erimli hatta bugün de devam etkileri olacaktı. Belediyelerin sahip oldukları geniş ekonomik kaynaklara erişen RP, kent yoksullarına yaptıkları kömür, gıda vb yardımlarla fark yaratacaktı. Sosyal devletin çekildiği alanları böylece İslamcı belediyeler ve diğer cemaatlerin dayanışma ağları doldurmuş oluyordu. 
Erbakan ve diğer cemaatlerin böylece yoksul halkın itaatkar minnettar lığını siyasal ranta çeviriyorlardı. 

Bu arada yoksul halkın önünde fazladan gerçek bir alternatifin olmadığını söylemek gerekir.) 

“ Seksenli yıllar boyunca, hızla hayata geçirilen serbest piyasa politikaları, bunların sonucu daha çok ihtiyaç duyulur hale gelen sosyal politikasızlık, dahası 
artan kuralsızlık, yolsuzluk sonucu oluşan tepki ve memnuniyetsizlik, önce ANAP.ı inişe geçirdi. Bu dönemde, siyasal yasakların kalkmasıyla eski parti ve 
politikacıların, bu arada Süleyman Demirel.in DYP.sinin alternatif merkez sağ parti olarak devreye girmesi, iddia edildiğinin aksine merkez sağı zayıflatmak 
bir yana, bir süre daha çöküşünü ertelemeye yaramıştır. Refah partisi.nin oylarının yüzde yirmilere ulaşması, merkez sağın, DYP.nin bir alternatif olarak 
algılanmaktan çıkması ve merkezde geciken çöküşünün sonunda gerçekleşmesi ile oldu. Bu Türkiye.de radikal politik İslam.ın yükseliş dinamiklerini anlamak 
açısından önemli bir husustur.” Modern Türkiye.de Siyasi Düşünce (MTSD), s.418) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.   OKUMAK İÇİN MAUSLA TIKLAYINIZ..


***