A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3
ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar,
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir.
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir.
Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa
gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez.
Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır.
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir.
Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir.
ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir-büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir.
ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir.
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir.
Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesi nin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir.
Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler.
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler.
Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi,
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar.
Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında kato-
lik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8
ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları gözlenmektedir.9
Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD,
günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı
karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin
Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar.
Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır.
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman
merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir.
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamak-tadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa
buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır.
Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir.
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır.
ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir.
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin,
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken,
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir.
Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir.
Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da,
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir.
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir,
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır.
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu
açacaktır.
Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir.
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür.
ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların,
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir.
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11
DİPNOTLAR;
1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d.
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995.
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military
Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d.
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd.
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32.
http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/233-251%20anil%20cecen.PDF
***