30 Ağustos 2018 Perşembe

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 
AVRASYA DOSYASI




Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 

Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 
Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından 
birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir 
değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci 
çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte 
ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin 
çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu 
gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve 
rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon 
güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu 
sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek 
eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde 
yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç 
gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha 
üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o 
zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına 
sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, 
kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü 
ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve 
yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 
Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak 
değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde 
yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru 
girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi 
tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları 
işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, 
ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. 

Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir 
ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD 
dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği 
yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun 
olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın 
tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir 
dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu 
nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile 
beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya 
düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden 
de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmek tedir. 

Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği 
Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir 
hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin 
dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. 
Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici 
olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp 
gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi 
çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet 
dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir 
dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi 
için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 
Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, 
bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek 
biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini 
bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, 
kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, 
böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, 
onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için 
birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi 
iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine 
neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan 
ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 
Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde 
birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin 
oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. 
ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş 
altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu 
adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu 
ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları 
izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu 
gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine 
yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili 
değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu 
durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha 
etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da 
siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. 
Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve 
yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik 
bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin 
oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük 
ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek 
yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta 
kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin 
izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu 
tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak 
gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden 
herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne 
çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak 
biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde 
yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine 
bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi 
herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, 
süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu 
dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper 
önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü 
ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi 
bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 
Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu 
denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmak-
tadırlar. Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki 
Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus 
devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder