A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN*
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi
AVRASYA DOSYASI
Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi?
Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir.
Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından
birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır.
İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır.
Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir
değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin
bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci
çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte
ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin
süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin
çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu
gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve
rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon
güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu
sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek
eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde
yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç
gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha
üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o
zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına
sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç,
kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü
ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve
yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır.
Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak
değişime ve gelişime yol açmışlardır.
Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde
yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru
girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi
tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları
işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak,
ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir.
Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir
ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD
dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği
yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun
olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın
tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir
dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu
nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile
beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya
düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden
de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmek tedir.
Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği
Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir.
Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir
hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin
dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir.
Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici
olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp
gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi
çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet
dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir
dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi
için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir.
Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1
Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD,
bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek
biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini
bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için,
kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte,
böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak,
onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir.
ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için
birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi
iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine
neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan
ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir.
Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde
birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin
oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir.
ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş
altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu
adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu
ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları
izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu
gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine
yönelmesine izin vermeyecektir.
ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili
değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu
durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha
etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da
siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir.
Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve
yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik
bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin
oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük
ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek
yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta
kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin
izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir.
ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu
tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak
gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden
herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne
çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak
biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde
yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine
bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi
herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince,
süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu
dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper
önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü
ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi
bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır.
Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu
denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmak-
tadırlar. Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki
Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin,
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya
çıkmıştır.
ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus
devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir.
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken,
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi,
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD,
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek,
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir.
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder