ASAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ASAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2018 Perşembe

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3













ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki 
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol 
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, 
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi 
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. 
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. 

Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa 
gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik 
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi 
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre 
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. 
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak 
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin 
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya 
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. 

Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi 
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir 
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa 
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir-büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü 
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik 
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek 
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni 
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün 
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. 
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel 
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu 
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. 

Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesi nin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi 
çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir 
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte 
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 

Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli 
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, 
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında kato-
lik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel 
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni 
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride 
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik 
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin 
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden 
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların 
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine 
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 

ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından 
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de 
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, 
günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı 
karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin 
Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 
Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri 
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek 
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye 
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına 
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan 
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları 
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin 
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas 
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman 
merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 

Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamak-tadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa 
buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. 

Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak 
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. 
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine 
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden 
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa 
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok 
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her 
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta 
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce 
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi 
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına 
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir 
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci 
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail 
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC 
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin 
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, 
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya 
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç 
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, 
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını 
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 

Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da 
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda 
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile 
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte 
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda 
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç 
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, 
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu 
açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz 
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu 
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini 
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak 
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği 
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda 
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan 
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, 
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek 
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama 
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper 
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini 
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere 
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına 
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları 
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military 
   Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 


http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/233-251%20anil%20cecen.PDF

***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2













ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel 
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve 
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik 
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri 
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece 
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. 
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine 
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin 
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama 
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç 
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 

Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası 
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal 
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu 
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını 
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu 
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir 
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki 
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile 
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra 
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha 
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona 
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a 
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri 
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı 
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, 
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine 
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci 
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile 
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, 
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere 
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin 
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci 
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan 
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD 
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu 
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve 
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin 
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve 
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir 
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz 
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın 
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi 
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında 
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen 
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini 
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı 
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için 
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde 
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal 
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir 
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve 
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin 
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya 
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme 
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, 
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında 
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk 
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek 
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal 
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde 
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile 
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan 
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde 
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa 
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu 
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin 
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu 
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin 
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması 
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine 
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine 
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve 
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da 
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak 
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak 
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye 
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve 
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip 
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper 
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin 
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen 
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya 
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, 
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper 
gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa 
yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin 
varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça 
göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, 
Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine 
gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük 
ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan 
gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri 
altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın 
büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet 
için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal 
devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından 
önemli güvenlik sorunları çıkartabilecektir. Bunu farkeden başta 
Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa 
Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme 
getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi 
egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit 
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin 
Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu 
koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk 
hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini 
kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını 
sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre 
Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, 
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni 
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak 
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde 
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman 
Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü 
konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma 
öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde 
yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 
Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını 
merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir 
anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği 
yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, 
ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı 
ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz 
İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, 
dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış 
olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra 
bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi 
ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları 
da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı 
planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi 
eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda 
yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; 
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak 
eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde 
getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde 
yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen 
olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları 
ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri 
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen 
olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde 
kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engelle
meye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday 
olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD 
açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk 
ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki 
oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü 
koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 

Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını 
merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel 
ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 
AVRASYA DOSYASI




Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 

Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 
Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından 
birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir 
değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci 
çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte 
ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin 
süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin 
çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu 
gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve 
rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon 
güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu 
sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek 
eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde 
yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç 
gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha 
üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o 
zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına 
sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, 
kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü 
ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve 
yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 
Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak 
değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde 
yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru 
girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi 
tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları 
işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, 
ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. 

Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir 
ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD 
dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği 
yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun 
olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın 
tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir 
dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu 
nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile 
beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya 
düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden 
de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmek tedir. 

Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği 
Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir 
hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin 
dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. 
Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici 
olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp 
gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi 
çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet 
dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir 
dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi 
için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 
Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, 
bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek 
biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini 
bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, 
kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, 
böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, 
onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için 
birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi 
iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine 
neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan 
ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 
Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde 
birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin 
oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. 
ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş 
altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu 
adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu 
ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları 
izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu 
gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine 
yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili 
değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu 
durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha 
etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da 
siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. 
Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve 
yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik 
bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin 
oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük 
ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek 
yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta 
kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin 
izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu 
tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak 
gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden 
herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne 
çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak 
biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde 
yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine 
bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi 
herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, 
süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu 
dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper 
önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü 
ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi 
bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 
Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu 
denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmak-
tadırlar. Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki 
Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus 
devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 2




TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 2




     Değişen koşulların diğer Orta Doğu ülkelerini de etkilediği göz önüne alınırsa, artık Soğuk Savaş’ın stratejik koruyuculuğuna sahip olan şemsiyesini üzerlerin de hissetmeyen Suriye, Irak ve İran gibi ülkeler, bu dönemde Türkiye’ye yönelik dış politika amaçlarına ulaşabilmek için PKK kartını manivela olarak kullanmaya başlamışlardır, üstelik de adı geçen bu ülkelerde belli oranlarda Kürt varlığı olmasına rağmen. Bu grift ilişkiler ağı sonucunda Türkiye, 1990 sonrasında İsrail ile ilişkilerini daha açık ve daha sıkı bir hâle getirdi. Özellikle, bu dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin en önemli boyutunu stratejik askerî işbirliği oluşturmuş tur. 23 Şubat 1996’da imzalanan Askerî Eğitim Anlaşması karşılıklı olarak  pilotların eğitim uçuşlarının gerçekleştirilmesini, ortak tatbikatlar yapılmasını ve istihbarat alışverişini öngörmektedir.25 Ankara, bölgede kendisini ‘yalnız’ hisseden bir başkent olarak diğer ‘yalnız’ Tel Aviv ile daha önce varolmayan düzeyde işbirliğine gitmesini kolaylaştıran bir etken bu dönemde Arap – İsrail yakınlaşması olmuştur. Fakat, yine de Araplar bu yakınlaşmaya tepkisiz kalmamıştır, özellikle Araplarla İsrail’in arası açılmaya başladıktan sonra işbirliği düzeyinin düşürülmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Türk – İsrail ilişkileri, İsrail devleti, 
kurulduğundan bu yana hiç bu düzeye ulaşmamıştır ki, bu düzey Türkiye’nin tarafsızlık politikasıyla çelişmektedir. Fakat, Arap devletlerinin tepkilerinin artması üzerine bu işbirliğinin düzeyinde belli bir miktar azalma görülmesi denge ve tarafsızlık politikalarının tamamen göz ardı edilmediğini göstermektedir. 

Soğuk Savaş sonrası Suriye ile ilişkilere bakıldığında ise yukarıda değinilen faktörün etkisiyle 1990’lı yılların ilk yarısında ilişkilerin, Suriye’nin, PKK terör örgütünü desteklemesi, su sorununda PKK’yı bir manivela olarak görmesinden dolayı gerginleştiği görülecektir. 1998’de Abdullah Öcalan’ın, Şam’da barındığı ispatlanınca, ilişkiler gerginleşmiş ve aynı yılın sonlarına doğru diplomatik trafik hızlanmıştır. 

Türkiye’nin kararlı tutumu ve gerekirse bir savaşı göze alabileceği yönündeki sinyalleri sonrası Suriye geri adım atmak zorunda kalmıştır. 

Çünkü Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Sovyetler Birliği’nin eski ideolojik güdüleriyle şekillenen desteğini bu ülkeye vermemiş ve sonuç olarak Suriye, terör örgütü liderini ülkesinden çıkarmak zorunda kalmıştır.26 Suriye’yi böyle davranmaya iten bir diğer faktör ise Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşma stratejinin başarılı olmasıdır. Abdullah Öcalan’ın, Suriye’den çıkarılması sonrası iki ülke arasında Adana Mutabakatı imzalanmıştır.27  Bu mutabakat sonrasında ilişkilerde görece bir iyileşme meydana geldiği söylenebilir. Suriye açısından 
bakındığında, Hatay, Suriye’den kopartılmıştır, Fırat nehri âdil bir şekilde paylaşılmamaktadır ve 1990’lı yıllarda Türkiye’nin İsrail ile askerî – güvenlik anlaşmalar imzalaması ilişiklerdeki diğer sorunlardır.28 Fakat ilişkilerde sözü edilen bu iyileşme sorunların çözülmesine yardımcı olamamıştır. Özellikle, Başer Esad’ın ülke yönetimine geçmesinden sonra sorunlara çözüm bulma yönünde iradesinin bulunduğu fakat ülkenin kontrolünü henüz tam anlamıyla eline geçireme-diğinden ve Suriye’de etkin insanların hâlâ Hafız Esad’ın kuşağından 
geliyor olmasından dolayı bu iradenin gerçeğe dönüştürülmesinde zorluklarla karşılaştığı söylenmektedir. 

Türkiye’nin, 1990 sonrası Irak, İsrail ve Suriye ile ilişkilerinde keskin değişiklikler olduğu için bu üç ülke ile ilişkileri kısaca değerlendirilmiştir. 

Şimdi irdelenecek konu ise, Irak krizi dolayısıyla Orta Doğu ülkelerinin Türkiye’nin inisiyatifiyle bir araya geldikleri 2003 İstanbul Toplantısı olacaktır. 

İstanbul Toplantısı: Çıkarların Kesiştiği Nokta mı? 

İstanbul Toplantısı’na geçilmeden önce bir durum tespitinin yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu toplantı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak ile ilgili politikalarının artık savaşla sonuçlanacağının kesinleşmeye başladığı bir dönemde, biraz da geç kalınmış olduğu anlaşılan bir şekilde hayata geçirilmiştir. Artık, ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı kararının29 müdahalede bulunmak için yeterli bir karar olduğunu ikinci bir BM kararına gerek olmadığını iddia ettiği30 bir dönemde bu toplantı fikri kabul görmüştür. Gerçekten de Washington, BM silâh denetçileri şefi Hans Blix tarafından Irak’ın kitle imha silâhlarıyla ilgili Irak’ta ‘dumanı tüten silâh’ bulamadıkları yönündeki açıklamasına sert tepki göstermiş ve silahların gizli olduğu için bulunamadığını iddia etmiştir.31 Irak ile ilgili politikalarında dünya kamuoyundan destek görmediği için giderek sertleşen bir tavır içine giren ABD, gerekirse Irak’ı tek taraflı vurabileceklerini sıkça tekrar etmeye başlamıştır. Bu mevcut durum, ABD’nin 11 Eylül saldırılarının üzerinden çok geçmeden Irak’ın bu saldırılarla ilişkisi bulunduğuna yönelik açıklamalarıyla başlayan süreçte artık sona yaklaşıldığının kanıtlarını olarak görülebilir. Sonuç olarak, ABD, Irak’ta bir savaş sonrası Saddam Hüseyin rejimini yıkma ve onun yerine kendi kontrolünde bir yönetim getirme stratejisini uygulamaya koymuş ve adımlarını da buna uygun olarak atmaktadır. Çünkü ABD, kurduğu ve devamının menfaatlerine uygun olduğunu tespit ettiği uluslararası düzene en ciddi meydan okumanın Orta Doğu’dan geldiğini düşünmektedir.32 Bu stratejinin karşısında ise, Irak’a karşı bir savaşın bölgenin dengelerini değiştireceğini iddia eden bir Orta Doğu muhalefeti oluşmuştu. Fakat bu bloğun çok da etkin olduğunu söylemek oldukça güçtür. 

Bu bloğu etkinleştirmek işlevi ise bir anlamda bölgeye hiçbir zaman tam olarak eklemlenmemiş olan Türkiye’ye düşmüştür. 

2003 Ocak ayının başlarında Suriye ile başlayan bir Orta Doğu gezisine çıkan Başbakan Abdullah Gül, daha sonra Mısır, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan’ın nabzını yoklayarak barış için bölgesel bir girişim başlatmıştır. Türkiye; Mısır, Ürdün, İran, Suriye, Suudi Arabistan ve İran’a, Irak Krizi’ne barışçı bir çözüm yönünde çalışmalarda bulunmak için bir zirve toplantısına ev sahipliği yapmayı önermiştir. Ürdün ve Suudi Arabistan’ın son anda kabul ettiği zirve önerisi bütün teklif götürülen devletlerce kabul edildi. Her birinin ortak çıkarı olarak 
gözüken savaşın önlenmesi için yapılacak bir toplantının dışında kalmak istememeleri kabul etmeleri için yeterince güçlü bir sebep olarak görünmektedir. Toplantı önerisini kabul eden devletlerin hepsi, olası bir Irak Savaşı’nın hassas bölgesel dengeleri olumsuz etkileyecek şekilde etnik ve dinî temelde kaotik bir durum ortaya çıkarmasından endişe duymaktaydı. Gerçekten de, toplantıya katılan devletlerin böyle bir ortak çıkar algılamasında oldukları söylenebilir. Fakat daha derinlemesine bir analiz yapıldığında, toplantıya katılan her devletin Irak’ın parçalanmasından dolayı duyduğu endişenin farklı olduğu anlaşılacaktır. 

Irak’ın etnik temellere dayalı olarak parçalanmaması, İstanbul Toplantısı’na katılan her devlet için kapsayıcı bir çıkar olsa da, bu çıkar her devlet için aynı öncelikde değildir. Türkiye dışındaki Arap ülkelerinin asıl çekindikleri nokta, ABD Orta Doğu politikasının Irak’tan başlayarak bir değişikliğe gitmesidir.33 Bunun nedeni, ABD’nin bölgeye dönük algılamalarında değişikliğe gitme emarelerini göstermesidir. 

Arap dünyasının anti-demokratik rejimlerle yönetilmesi sonucu yaşadığı meşruiyet problemi sonrası bu ülkelerin ABD destekli hükümetlerine 
karşı ciddî bir toplumsal baskı gelişmiştir. Bu baskının gelişmesinin temelinde ise İsrail-Filistin uyuşmazlığında Amerika’nın sürekli İsrail’in menfaatlerini koruyan politik tercihler yapması yatmaktadır. İktidarlarını ABD’ye borçlu olan bu devletler, aynı zamanda iktidarlarının meşruiyet temellerinin kaybolmasında ABD’nin Orta Doğu politikalarının bulunması gibi bir paradoksla karşı karşıyalardır. ABD, Orta Doğu’daki mevcut siyasî yapının kendi aleyhine olduğunu fark edip bu yapıyı değiştirerek bölgedeki varlığını sürdürmenin hesaplarını yapıyor gibi görünmektedir. Bu değişikliği de bölge kamuoyuna daha fazla önem vererek yapması muhtemeldir. Kamuoyuna verdiği önemi 
belli etmek için olası bir Irak savaşı sonrası İsrail – Filistin sorununa barışçıl ve adil bir çözüm getirmek için politikalar yürütme ihtimali oldukça yüksektir. Fakat, objektif olarak bakılırsa, ABD’nin olası bir Irak müdahalesinden önce bu sorunu çözüme kavuşturmasa bile bu yönde adımlar atıyor olduğunu göstermesi, kendisinin bölgede daha geniş bir hareket alanını kullanmasına yardımcı olacağı düşüncesini mantıklı kılmaktadır. Toplumsal harareti ve ABD düşmanlığını etkisizleştirecek böyle bir stratejinin uygulamaya konulması halinde ise mevcut hükümetlerin, krallıkların iktidardan uzaklaştırılmasına neden olabileceği düşünülürse bu ülkelerin neden Irak’ta bir savaşa karşı çıktıları 
daha iyi anlaşılabilir. Arap devletleri dışında kalan İran’ın da bu tür bir algılama içinde olması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü İran, ABD’nin zaten 1979’dan beri ‘düşman’ı olarak algılanmaktadır. Bunlar dışında ise toplantının gözle görülebilen bir amacı da kamuoylarındaki savaş karşıtlığını yatıştırarak savaşı önlemek için ellerinden gelen çabayı gösterdikleri mesajını vermektir. 

Toplantıya katılan devletlerin İran hariç hepsi ABD müttefiki ülkeler olması, bu devletlerin son tahlilde olası bir Irak müdahalesinde ABD’nin yanında yer alacağının önemli bir delilini ortaya koymaktadır. Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Suriye’nin belli bir noktaya kadar ABD’ye direnme gücü vardır. Fakat ABD’nin 11 Eylül sonrası yaptığı açıklamaya göre “öteki” olmayı da göze almaları oldukça zordur. 11 Eylül, Soğuk Savaş sonrası belirsizliğin üzerindeki örtünün kalkmasını sağlayan ve dünyanın gerçek gidişatını göstren bir turnusol 
kağıdı görevi görmüştür.34 Açıkçası, Toplantıdan ABD’ye yönelik sert bir uyarı çıkmayacağı daha başından göze çarpmaktaydı. Batılı kaynaklara göre Toplantı’nın en önemli mesajı Saddam Hüseyin’e verildi ve savaşı ancak Irak liderinin tavrının önleyebileceği üzerinde duruldu.35 “Irak’ta bir savaş ihtimali giderek daha da görünürlük kazanmaktadır. Bölge ülkeleri yeniden bir başka savaş ve bu savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını tekrar yaşamayı arzu etmemektedir.” ifadeleriyle barış çağrısı yapan 6 ülkenin dışişleri bakanları, İstanbul girişiminin barışçı çözüm için bir süreç olduğunu vurguladı.36 Bundan sonra ise Irak’tan, BM Güvenlik Konseyi'nin kararına uygun olarak işbirliğini sürdürmesi ve elindeki 
kitle imha silâhı yetenekleri hakkında bilgi ve malzeme sağlamaya yönelik daha aktif bir yaklaşım sergilemesi, süregelen izleme ve doğrulama sürecine ilişkin BM Güvenlik Konseyi'nin ilgili kararları altındaki yükümlülüklerini teyit etmesi, bir belirsizliğe yer vermeyecek şekilde, komşularında güven yaratacak bir politika izlemeye başlaması ve komşularıyla arasındaki anlaşmalara uygun olarak, uluslararası tanınmış sınırlara saygı göstermesi, ülkesinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü muhafaza edecek bir ulusal uzlaşmanın sağlanması yolunda, 
somut adımlar atması istendi. Buna ek olarak, Güvenlik Konseyi’nin sürece katılımının tam ve kapsayıcı olması gerektiği öne sürülerek, Güvenlik Konseyi’nin bu altı ülkenin ortaya koyduğu perspektifle uyumlu hareket etmesi istemiştir.37 


 <  Bu mesajlar tamamen Saddam Hüseyin’e yönelik mesajlar olup Amerika Birleşik Devletleri tarafından da sonuç bildirisi memnuniyetle karşılanmıştır. >


    Görüldüğü gibi, bu mesajlar tamamen Saddam Hüseyin’e yönelik mesajlar olup Amerika Birleşik Devletleri tarafından da sonuç bildirisi memnuniyetle karşılanmıştır.38 

Bu metin aynı zamanda Avrupa Birliği tarafından da desteklenmiş ve AB Komisyonu yetkililerinin yorumlarına göre Irak konusunda sergilenen tutum 
Avrupa Komisyonu’nun tutumuyla tamamen bağdaşmaktadır.39 Bu mesajlardan içerik olarak farklı olarak adı sonuç metninde geçmeyecek şekilde İsrail’e de bir gönderme yapılarak bölgenin kitle imhâ silahlarından arındırılması gerektiği üzerinde durulmuştur ve Filistin sorununun çözülmesine yönelik BM kararlarına bağlı kalmaya devam edileceği nihaî bildiriye eklenmiştir. 

İstanbul Toplantısı’nın sonuçlarına bakacak olursak, bu zirveye katılan devletlerin ortak çıkarlarının bölgede bir savaşın çıkmasını engellemek olduğu söylenebilir. Fakat hem bu amaca ulaşacak olanaklara tam olarak sahip olmadıklarının hem de savaşın patlak vermesi sonrası stratejik çıkarlarının kesişmediği nin farkında oldukları fikrine sahip olunabilir. Bu nedenle savaşı önleme misyonuna sahip olduğu iddia edilen bu zirvenin amacına ulaşması zor idi. 

Buna karşın, Türkiye’nin bu zirveden kazanımları olduğu ve kaybettiği hiçbir şey olmadığını söylemek gerçekçi bir yaklaşım olabilir.40 

Ayrıca bu toplantıdan çıkan belki de en önemli ve yararlı sonuç, ülkeler arasında görüşmelerin devam edeceği ve bunun bir sürece dönüşeceğinin vurgulanması dır. Çünkü, savaşı önleyemese de bu girişim savaş sırasında ve sonrasında Irak'la ilgili gelişmelerde bölge ülkelerinin ortak tavır geliştirilmesi yolunda bir adım olabilir.41 Böylece, Türk dış politikasının, Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle sürdürmek zorunda olduğu çok yönlülüğün bir alanında manevra alanı genişlemiş olur denebilir. Zirvenin, Ankara’daki karar alıcılar açısından bir yararı da, yüzde sekseninden fazlası Irak’ta olası bir savaşa karşı olduğu bilinen Türk kamuoyuna savaşın önlenmesine için elden gelen âzami gayretin gösterildiğine 
dâir verilen mesajdır. 


Değerlendirme 

Soğuk Savaş sonrası değişen parametreler sonucu, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan belirsizlik ortamı, yeni stratejilerin belirlenmesini ve bunların zamana yayılarak uygulanmasını bir zorunluluk haline getirmiştir. Türkiye’yi, bu açıdan tam anlamıyla başarılı olarak kabul etmek objektif bir bakış olmayacaktır. Daha çok mevcut konjonktürün gerektirdiği zorunluluklar ışığında stratejilerini belirleyen Türkiye, kapsamlı bir ilkeler manzumesini tam ortaya koyamamış ve sonuç olarak da bunun eksikliğini hissetmiştir. 

Bu genel çerçeveden daha özele inerek, Orta Doğu politikalarına baktığımızda ise yukarda anlatılanlardan çok farklı bir davranış şekli geliştirilmediği görülecektir. Modern Türkiye’nin kurulduğu andan itibaren, Orta Doğu’ya karşı genel olarak istikrarlı bir dış politika izlediği söylenebilir. 

 < 1990 Sonrası bölgeye bu bağlamda daha fazla ilgi göstermek zorunda kalan Türkiye, Esasen 1990’ lara kadar sürdürdüğü denge ve tarafsız lık politikalarını devam ettirmiştir. Fakat, bu kez Türkiye geleneksel dış politikasına ek olarak, kendini ‘aktif denge’ politikası izlemek zorunda hissetmiştir.  >


  Bölgeye dönük olumlu ya da olumsuz bakış açılarının gelişmesinde, ilginin artıp azalmasında bazen Türkiye’nin kendi iç politika süreci bazen de Orta Doğu bölgesinde ve uluslararası konjonktürde oluşan talep, baskı, gelişme ve değişme etkili olmuştur.42 1990 sonrası bölgeye bu bağlamda daha fazla ilgi göstermek zorunda kalan Türkiye, esasen 1990’lara kadar sürdürdüğü denge ve tarafsızlık politikalarını devam ettirmiştir. Fakat, bu kez Türkiye geleneksel dış politikasına ek olarak, kendini ‘aktif denge’ politikası izlemek zorunda hissetmiştir. 

Örneğin, Türkiye’nin, Suriye’nin karşısına İsrail’i bir denge unsuru olarak çıkartması, Suriye’yle 1998’de başlayan bir yakınlaşma sürecine girilmesinde etkili olmuştur. Suriye örneğine ek olarak, 1990 sonrasında, Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta daha etkin bir dış politika geliştirmesi ve 24 Ocak 2003 tarihindeki İstanbul Zirvesi, ‘aktif’ politikasının ilk bakışta göze çarpan iki göstergesidir. Zaten, 1960’ların ortalarından itibaren uygulanan ‘denge’ politikasının olumlu sonuçları göz önüne alınırsa, bu politikanın sürdürülmesi gereği de ortaya çıkar. 
Türkiye’nin, Orta Doğu’ya yönelik politikalarında geleneksel hale gelmiş denge unsuru ve Soğuk Savaş sonrası şartların bir anlamda gerekli kıldığı aktiflik, ‘aktif denge’ politikası olarak formüle edilebilecek bir tespit yapılabilmesinde ana dinamikleri oluşturmuştur. Şu anki konjonktür, Türkiye’nin bölgede daha etkin olmasına olanak vermektedir ki son günlerde ABD ile süren Amerikan askerlerinin Türk topraklarından geçirilmesi ile ilgili gerginliğin temelinde de bu farkında oluş yatmaktadır. Jeopolitiğinin ve şu anki konjonktürün getirdiği avantajları, 1991 Körfez Savaşı’ndan aldığı derslerle daha iyi kullanan bir 
Türkiye ile karşılaşılmaktadır. 

Buna rağmen, Türkiye jeopolitik konumunun getirdiği avantajı gözden kaçırarak Batı uygarlığı dışındaki diğer Orta Doğu medeniyetlerine gereken önemi verememiştir. Halbuki, akıllıca izlenecek bir politika, Batılılaşma projesini sekteye uğratmayacağı gibi bu projenin daha sağlıklı yürümesine katkıda bulunabilirdi. Bu anlamda çok yönlü dış politika izleyebilmenin birçok şartına sahip bir ülkenin kendisini tek bir yöne kanalize etmesi pek de akıllıca olmayan bir davranış biçimi olarak görülebilir. 

Çok taraflı izlenebilecek dış politikanın bir tarafı olan Orta Doğu ile ilişkileri geliştirmek de, işte bu açıdan önem kazanmaktadır. Orta Doğu ile ilişkilerin geliştirilmesi için Türkiye’nin izleyebileceği politikalar şunlardır: 

• Bölgeye yönelik diplomatik açılımları olumsuz yönde etkileyen engellerin aşılması, 
• Bölgesel gelişmeleri yakından takip eden ve derinlikli projeksiyonlarla değerlendirebilen araştırma merkezleri, üniversite enstitüleri gibi kurumların oluşturulması, 
• Bölgeyi bütünüyle kuşatıcı projeler üretilmesi, 
• Bölge barışında jeopolitik ve jeokültürel risk alanlarının ve risk alanlarını oluşturan karşı milliyetçi bloklaşmaların engellenmesi, 
• Orta Doğu barış süreci başta olmak üzere bütün bölgesel problem alanlarında etkin, aktif ve inisiyatif gücü yüksek bir yaklaşımın benimsenmesi, 
• Türkiye’nin bölgedeki imajını güçlendirecek ilişkilere ve iletişime ağırlık verilmesi, 
• Bölge barışını güçlendirecek ortak çıkar alanlarının oluşmasına öncülük edilmesi.43 

 <  AKP hükümetinin, Müslüman dünya ile ilişkilerde daha duyarlı olması beklenebilir. Fakat Türk Devleti’nin temel politikalarını kökten değiştirmesi beklenmemelidir.  >

Açıktır ki, bu politikaların hayata geçirilebilmesi için Türkiye’nin muhataplarının da bu çabaları karşılıksız bırakmamaları gerekmektedir. İstanbul Toplantısı’nı 
bu politikalar çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir. Bölgesel ilişkileri geliştirmek adına atılmış bu adımın konjonktürel zorunluluklardan dolayı olma olasılığını da unutmamak gerekir. İlişkilerin gelişmesi için Türkiye ve bölge ülkelerinin karşılıklı samimiyet ve hüsnüniyet göstermeleri gerekmektedir. Eğer, bölge ülkeleri ile Türkiye’nin karar alıcıları sorunları çözme yönünde siyasî irade geliştirirlerse, sorunların çözülmesi için gereken alt yapı oluşur. 

Eklenmesi gereken bir diğer nokta da, İstanbul Toplantısı’nın, AKP hükümetiyle ilintisinin birebir olmadığının hatırlanmasıdır. 

Sonuç olarak, Türkiye Soğuk Savaş sonrası konjonktürün ortaya çıkardığı fırsatlar ve olanaklardan yararlanarak orta ölçekli bir güç olmak gibi bir stratejiye sahipse, ki böyle bir potansiyele sahiptir, bu hedefine ulaşmak için, sadece Orta Doğu bölgesine yönelik değil, jeopolitik konumunun olanak sağladığı bütün bölgelerde çok daha aktif bir dış politika izlemelidir. 


DİPNOTLAR;

1 Hüseyin Bağcı, ‘ Demokrat Parti’nin Orta Doğu Politikası’, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, (İstanbul, Der Yayınları, 1998), s. 104. 
2 Fahir Armoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 11. Baskı, 1-2 Cilt, ( İstanbul, Alkım Yayınevi, 1996,) s. 332-333. 
3 Ramazan Gözen, Amerikan K›skac›nda Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası, (Ankara, Liberte Yayınları, 2000), s. 3-4. 
4 Gözen, Amerikan..., s. 5 
5 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, ‘Orta Doğu’yla İlişkileri, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, 
   Cilt 1, 1. Baskı, ( İstanbul, İletişim Yayınları, 2001), s. 615 
6 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘ Orta Doğuyla ’..., Cilt 1, s. 615. 
7 Bağdat Paktı hakkında daha fazla bilgi için bkz., Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman ve Suat Bilge ve Duygu Sezer, ‘Bağdat Paktı ve Orta Doğu Devletleriyle
 İlişkilerimiz’, Mehmet Gönlübol (der), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919 -1995), 9. Baskı, ( Ankara, Siyasal Kitapevi, 1996), ss. 251-271. 
8 Gözen, Amerikan..., s. 11 
9 M. Hakan Yavuz, ‘İkicilik (Duality): Türk-Arap İlişkileri ve Filistin Sorunu (1947-1994)’, Faruk Sönmezoğlu (der), Türk Dış Politikasının Analizi, (İstabul, 
   Der Yayınları, 1998), 2. Baskı, s. 572 
10 Gözen, Amerikan..., s.12 
11 Yavuz, ‘ İkicilik..., s.573 
12 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘ Orta Doğu ’yla...’, Cilt: 1, s.790 
13 Stephen Larrabee ve Ian O. Lesser, Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty, (Santa Monica, RAND Publishing, 2003), s. 131. 
14 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘Orta Doğu’yla..., Cilt 1, s.795. 
15 Atilla Eralp ve Özlem Tür, ‘İran’la Devrim Sonrası İlişkiler’, Meliha Benli Altunışık (der), Türkiye ve Orta Doğu Tarih Kimlik ve Güvenlik, (İstanbul, Boyut Kitapları, 1999), s. 74. 
16 Yavuz, 'İkicilik..., s. 578. 
17 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, (İstanbul, Küre Yayınları, 2001), s. 326 
18 Davutoğlu, Stratejik..., s. 327 
19 Davutoğlu, Stratejik...., s. 397 
20 Tozun Bahcheli, ‘Turkey, the Gulf Crisis, and the Word Order’,Tarek Y. Ismael ve Jacqueline Ismael (edi.), The Gulf War and the New World Order: 
Internetional Relations of Middle East, (Florida, University Pres of Florida, 1994), s. 438. 
21 Bahcheli, ‘Turkey..., s.436. 
22 Larrabee ve Lesser, Turkish..., s. 127. 
23 Serhat Erkmen ve Hasan Yılmaz, ‘Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürt Gruplarla İlişkileri: 10 Yılın Anatomisi ve Geleceğe İlişkin Beklentilerİ’, Stratejik Analiz, 
Cilt.3, No.30, ( Ekim 2002), s. 45. 
24 Ümit Özdağ, ‘Yeniden Yapılanan Orta Doğu’, Stratejik Analiz, Cilt.3, No.31, Kasım 2002, s.24 
25 Meliha Benli Altunışık, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye – İsrail İlişkileri’, Meliha Benli Altunışık (der), 
    Türkiye ve Orta Doğu Tarih Kimlik ve Güvenlik, ( İstanbul, Boyut Kitapları, 1999 ), s. 204. 
26 İhsan Bal ve Önder Aytaç, ‘Soğuk Savaş Sonrası Yeni Düşman Tanımlamaları Bağlamında Terörizm Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri’, içinde, 
    İdris Bal (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası,  ( İstanbul, Alfa Yayınları, 2001), s. 690. 
27 Adana Mutabakatı hakkında daha fazla bilgi için bkz., Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “ Orta Doğu’yla ilişkiler ”, Baskın Oran (der.), Cilt: 2, s. 566 
28 Şaban Abboud, “ Yeni Türkiye ve Suriye Arasında Pragmatik Yakınlaşma”, As-Safir Gazetesi, 3 Ocak 2003 
29 Krararın Tam Metni için Bkz. http://www.un.int/usa/sres-iraq.htm 8 Kasım 2002. 
30 ‘Armitage: İkinci bir BM Kararına Gerek Yok ’, Hürriyet, 23 Ocak 2003. 
31 ‘Powell: Kanıt Bulmak Şart Değil’, NTVMSNBC, 11 Ocak 2003. 
32 Şanlı Bahadır Koç, ‘İyi, Kötü, ve Çirkin: Amerika’nın Orta Doğu Politikaları’, Stratejik Analiz, Cilt 2, No. 21, Ocak 2002, s. 6. 
33  Muna Shuqair, ‘İstanbul Konfreransı: Bir Sonuçsuzluk Değerlendirmesi’, The Daily Star, 02 Şubat 2003. 
34  Serhat Erkmen, ‘SSCB’nin Yıkılması ertesinde Moskova – Bağdat İlişkileri’, Stratejik Analiz, Cilt.3, No. 26, Temmuz 2002, s. 69. 
35 ''İngiliz Basınında İstanbul Zirvesinin Yankıları'’, NTVMSNBC, 24 Ocak 2003. 
36  Abdülhamit Bilici ve Salih Boztaş, ‘İstanbul Zirvesi’nden Irak’a Uyarı ABD’ye Dolaylı Barış Mesajı Çıktı’, Zaman, 24 Ocak 2003. 
37 ''Komşulardan Son Uyarı'’, Hürriyet, 24 Ocak 2003. 
38 ‘ABD ‘ Barış Zirvesi’nden Memnun’, NTVMSNBC, 25 Ocak 2003. 
39 ‘AB’den İstanbul Deklarasyonu’na Destek’, NTVMSNBC, 24 Ocak 2003. 
40 Salih Boztaş, ''Fischer: Zirveyi Takdirle Karşılıyoruz'’, Zaman, 25 Ocak 2003. 
41 http://www.avsam.org/haftalikanaliz/20-24_01_2003/ 20- 24 Ocak 2003. 
42 Gözen, Amerikan..., s.1. 
43 Davutoğlu, Stratejik..., ss. 452-453. 


***