TÜRKİYENİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYENİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2018 Cumartesi

DEĞİŞEN GÜVENLİK ANLAYIŞLARI VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİSİ

DEĞİŞEN GÜVENLİK ANLAYIŞLARI VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİSİ

Hazırlayan: Dr. Atilla Sandıklı
RAPOR NO: 2



Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge adamların bulunduğu görülmektedir. Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmaktadır. Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir.
Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik  Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. BİLGESAM’ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri ve teşkilatı http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır.
BİLGESAM, Bilge Adamlar Kurulu’nun ilk toplantısında alınan kararlar doğrultusunda çeşitli konularda raporlar hazırlamaktadır. Dr. Atilla SANDIKLI tarafından hazırlanan “Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi” başlıklı Rapor faydalanılmak üzere yayınlanmıştır.
SUNUŞ
Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı,


Atilla Sandıklı 1957 yılında İzmir’de doğdu. 1976 yılında (İzmir) Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra Kara Harp Okuluna girdi. Sırasıyla Kara Harp Okulu, Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler akademisinde eğitimine devam etti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü’nde ve Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü’nde doktora derslerine iştirak etti. İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde doktora eğitimini tamamladı.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde karargâh subayı ve komutan olarak görev yaptı. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nde müşavirlik, Harp Akademileri Komutanlığı’nda uluslararası ilişkiler öğretim üyesi ve uluslararası ilişkiler bölüm başkanlığı görevlerinde bulundu. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kuruluşunda görev aldı ve bir süre bu enstitünün müdürlüğünü yaptı. Kur. Kd. Alb. rütbesinde kendi isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli olduktan sonra Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM’ın kuruluşunda genel müdür olarak görev aldı ve bu merkezi kurdu. Bu görevi ve Stratejik Öngörü Dergisi’nin editörlüğünü 4 yıl sürdürdü. TASAM’dan ayrıldıktan sonra Türkiye’nin akil adamlarını bir platform içinde bir araya getirmek maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezini kurdu. Halen BİLGESAM başkanlığı görevini sürdürmektedir.

Çok sayıda ulusal ve uluslararası sempozyum ve kongrenin düzenlenmesinde birinci derece görevler üstlendi. Çeşitli makaleleri ve 15 kitabı yayınlandı. Askeri ve sivil yaşantısında madalya dahil çok sayıda başarı ödülü aldı.

İngilizce ve Fransızca bilen Atilla SANDIKLI evli ve iki çocuk babasıdır.

Dr. Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı
Dr. Atilla Sandıklı



GÜVENLİK KAVRAMI


20’nci Yüzyılın sonunda ve 21’nci Yüzyılın hemen başında siyasi, ekonomik, teknolojik ve sosyo-kültürel alanlarda meydana gelen hızlı değişimler güvenlik kavramını derinden etkilemiştir. Bu dönemde soğuk savaş sona ermiş, teknoloji, özellikle iletişim alanında yaşanan baş döndürücü gelişmeler küreselleşme olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu gelişmeler yaşanırken 11 Eylül’de ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırılar bütün dünyada şok etkisi yaratmıştır. Bu olaylar uluslararası ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, “tehdit” ve buna bağlı olarak “güvenlik” kavramlarını temelden sarsmış ve büyük oranda değişime zorlamıştır.
Yeniden şekillenmekte olan günümüz dünyasında büyük güçler arasında büyük
zayiat ve tahribata neden olabilecek savaş ihtimalinin ortadan kalktığını söylemek Değişen güvenlik anlayışları ve Türkiye’nin güvenlik stratejisi mümkündür. Ancak bölgesel ve etnik kökenli savaşlar hala önemini korumaktadır.

Asimetrik tehdit olarak terörizm ön plana çıkmış, terörist örgütler herhangi bir zamanda dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkarak saldırıda bulunabilme olanak ve yeteneğine ulaşmışlardır.

Güvenlik kavramının değişmesiyle birlikte, güvenliğin boyutları ve kapsamı da
değişmiştir. Güvenlik de bir yerde küreselleşmiştir. Çünkü küresel ekonomi ve küresel güvenlik birbirini tamamlayan iki önemli kavram olarak ortaya çıkmıştır. Dünyadaki büyük şirketler ve finans çevreleri konunun ekonomik boyutuyla ilgilenirken, büyük devletler güvenlik boyutu üzerinde yoğunlaşmışlardır. “Güvenlik boyutu”, ülke güvenliği kavramından uluslararası güvenlik şeklinde tanımlanan bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına kaymıştır. Ayrıca güvenlik olgusunun kapsamı genişlemiş; savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma hallerinin dışında başta ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitim alanları güvenlik kavramına dahil olmuştur.

Bu nedenlerle 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2’nci
maddesinde milli güvenlik; “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının ve bütünlüğünün milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasıdır” şeklinde tanımlanmıştır.

TÜRKİYE’NİN MİLLİ MENFAATLERİ VE MİLLİ HEDEFLERİ

Güvenlik kavramındaki değişim ve gelişime uygun olarak; devletin bekası, bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetin korunması, milletin refahı, ülke ve bölge barışının sağlanması, yurtdışındaki soydaşlarımızın güvenlik ve refah içinde bulunması Türkiye’nin hayati milli menfaatleri olarak sıralanabilir. Çoğulcu demokrasi, insan haklarına saygı ve geçirilen evrim sonunda ulaşılan ve benimsenen sosyal ve yasal hayat biçiminin sürdürülmesi, milli gücümüzün geliştirilmesi, ekonominin serbest piyasa prensipleri ve istikrar içinde büyümesi, dünya ile entegre hale getirilmesi, refahın tabana yayılması yine milli menfaatlerimiz arasında yer alması gereken hususlardır. Ayrıca güvenliğin garanti altına alınabilmesi için menfaat birliğine sahip olduğumuz ülkelerle
müşterek tehdide karşı dayanışma ve ortak ittifak sistemi içinde bulunulması
önem arz etmektedir.

Bu kapsamda Türkiye’nin milli hedeflerini aşağıdaki şekilde belirtebiliriz.
Devletin Anayasal düzenini, milli varlık ve bölünmez bütünlüğünü, uluslar arası
alanda siyasi, askeri, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil tüm menfaatlerini ve ahdi hukukunu her türlü iç ve dış tehlikelere karşı korumak ve kollamak,
Yurt içinde milli birlik ve beraberliği, huzur güven ve istikrarı sağlamak,
Vatandaşların Anayasa ile teminat altına alınan hak ve hürriyetlerini korumak,
hayat şartlarını ve refah seviyelerini demokratik düzen içerisinde ve sosyal adalet ilkelerine uygun olarak geliştirmek, Bağımsızlık, hürriyet, adalet ve hak eşitliğine dayanan bir dünya düzeni içerisinde, yurtdışında Türkiye’nin de güvenliğini sağlayacak şekilde sürekli ve adil bir barışın tesis ve idamesine yardımcı olmak, Türkiye’nin etrafında bir barış kuşağı oluşturmak,

Türkiye Cumhuriyetini siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, bilimsel ve teknolojik gücü ile bütün dünyada tanınan ve sayılan itibarlı ve güçlü bir mevkie kavuşturma çabalarına devam etmek, böylece Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak, Türkiye’yi silah, araç ve gereç bakımından dışa bağımlı olmaktan kurtarmak, Yurt dışındaki Türk vatandaşlarının ve soydaş topluluklarının güvenlik ve refahına  yardımcı olmak.

KÜRESEL GÜVENLİK BOYUTU

Değişen güvenlik anlayışı çerçevesinde gelecekte küresel kırılmalara aday bölgeleri incelediğimizde, bu bölgelerin başında Uzak Doğu gelmektedir. Uzak Doğu’da, Çin ve ABD’nin gelecekte siyasi, ekonomik nedenlerle Tayvan veya Kuzey Kore sorunlarından dolayı karşı karşıya gelmeleri için yeterli potansiyel mevcuttur. Asya’da devletler arası büyük çatışma olasılığı diğer bölgelerden daha yüksektir.

Yine bir başka küresel kırılma hattı da zengin enerji kaynaklarına sahip Orta Asya ve Kafkasya’ya bölgeleridir. Soğuk Savaş sonrası küresel güç olma vasfını kaybeden ancak son yıllarda süratli bir şekilde toparlanan ve geleceğin küresel güç adaylarından Çin’le de yakın bir işbirliği içerisine giren Rusya bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelebilecektir.

Dünya enerji kaynaklarının büyük bir bölümünün bulunduğu, çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü Ortadoğu bölgesi ise, daima dünyanın öncelikli konusu olagelmiştir.

Bu bölgede, bölgesel bir kırılmaya yol açabilecek enerji birikimini sağlayacak
gerginliklerin daima var olacağı unutulmamalıdır. Gelecekte bu bölgede enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda küresel bir kırılma yaşanabilir.
Günümüzde klasik tehdit algılamaları dışında küresel güvenlik ortamının en
önemli asimetrik tehdit algılamalarından birisi uluslararası terörizmdir. Son derece organize bir yapıya sahip terörist örgütler, gelişen ve ulaşılması daha da kolay bir hale gelen teknolojiler sayesinde, büyük bir imkân ve kabiliyete ulaşmışlardır.

Kitle imha silahlarının kontrolsüz olarak yayılması ve bunların uluslararası sistem
dışında kalan, uluslararası hukuka saygılı olmayan devletlerin veya terörist örgütlerin eline geçmesi önemli bir risk oluşturmaktadır.

Ayrıca uluslararası organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı
gibi konular uluslararası güvenlik politikalarında dikkate alınması gereken tehdit ve riskleri oluşturmaktadır. Çevre sorunları ve salgın hastalıklar riski de her geçen gün önemini artırmaktadır.

BÖLGESEL GÜVENLİK BOYUTU

Türkiye dünyanın en istikrarsız bölgeleri olan Ortadoğu ve Kafkaslara komşudur.
Ortadoğu tarihi ve kültürel varlığı, zengin petrol kaynakları ve dünya ulaştırma yollarının kesişme noktasında bulunması gibi özelliklere sahip olmasına rağmen, bitmeyen bir şiddetin merkezi hâline gelmiştir. Başta bölge insanları olmak üzere, bütün dünyanın güvenlik ve refahını etkileyen Ortadoğu’daki istikrarsızlığın olumsuz yansımaları en çok Türkiye’de hissedilmektedir.

Kafkaslarda ayrılıkçı bölgeler ile mücadelesini sürdüren Gürcistan, Acaristan
problemini çözmüştür. Ancak Güney Osetya ve Abhazya her zaman için büyük
problem kaynakları olmaya devam etmektedirler. Rusya’nın gelişmelere müdahale etmesi risk faktörünü arttırmaktadır. Gürcistan’ın ulusal birliği ve toprak bütünlüğü, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliği ve Türkiye’nin Orta Asya açılımı açısından büyük önem arz etmektedir.

Doğu komşumuz Ermenistan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamakta,
uluslararası arenada asılsız Ermeni soykırımı iddialarının tanınması için girişimde
bulunmakta, BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgali altında bulundurmaktadır.

Diğer doğu komşumuz İran teokratik bir rejime sahiptir ve geçmişte rejimini,
Türkiye de dahil olmak üzere mücavir ülkelerdeki rejimleri etkilemek için kullandığına dair kuşkular vardır. Ayrıca İran’ın nükleer çalışmalarını diğer ülkeler gibi Türkiye de kaygıyla izlemektedir. İran’ın, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan gizli olarak nükleer tesisler inşa etmiş olduğu ve uranyum zenginleştirme çalışmaları yaptığı saptanmıştır. Kuzey Kore’den başlayıp, Hindistan, Pakistan ve İran üzerinden geçen ve bölgemizdeki diğer muhtemel nükleer güçlere uzanan nükleer eksen, Türkiye açısından büyük bir hassasiyet teşkil etmektedir.

Güney komşumuz Irak’ın siyasi ve toprak bütünlüğü Türkiye için hayati öneme
sahiptir. Irak’taki gelişmelerin iki yönü vardır. Birinci husus, PKK terör örgütünün
Irak’ın kuzeyindeki varlığıdır. PKK burayı bir sığınak olarak kullanmaktadır. Irak’ın kuzeyindeki PKK teröristleri Türkiye’ye sızarak eylemler yapmaktadır. İkinci önemli husus ise, Kerkük’le ilgilidir. Kerkük, içinde birçok etnik gurubu barındıran bir şehirdir.

Kerkük aynı zamanda önemli petrol kaynaklarına sahiptir. Kerkük’ün ve zengin
petrol kaynaklarının belirli bir gruba mal edilmesi bölgedeki yangının daha da büyümesine neden olabilir.

Suriye ile uzun yıllar boyunca karşılıklı tehdit algılamasına dayanan soğuk ilişkiler yerini, 1998 yılında imzalanan “Adana Mutabakat Belgesi” ile bir iyileşme sürecine bırakmıştır. Bu olumlu ilişkiler her geçen zaman daha da iyiye gitmektedir. Türkiye Suriye ile İsrail’in görüşme masasına oturmasını sağlamış ve ara bulucu görevi üstlenmiştir. Türkiye Lübnan’daki gelişmeleri de yakından takip etmiş ve ülke içindeki çatışmaların sonlandırılmasına önemli katkılar sağlamıştır. Orta Doğu’da baş ağrıtan bir başka önemli sorun da İsrail-Filistin sorunudur.

Balkanlara geldiğimizde ise; bu bölgenin en fazla sorun teşkil eden bölgesi Kosova’dır. Kosova bağımsızlığını ilan etmiş ve bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiada yerini almıştır. Ancak buradaki tansiyonun yükselme ihtimali hala mevcuttur.

Yunanistan ile ilişkilerde olumlu yönde gelişmeler olmasına rağmen Yunanistan
Milli Savunma Politikasını, tehdidin doğudan (Türkiye’den) geldiği varsayımına dayandırmaktadır.

Bu kapsamda adaları silahlandırmakta, 6 millik kara suları üzerindeki
hava sahasının 10 mil olduğu iddiasında bulunarak Ege uluslararası hava sahasını daraltmakta ve özellikle de Ege Denizinin bir Yunan denizi olduğunu çağrıştıracak şekilde ülkemizden FIR’ı geçerek uluslararası hava sahasına giren her askeri uçağımızı silah yüklü uçaklarla önlemektedir. Bu durum bölgede her zaman bir kriz çıkma olasılığını gündemde tutmaktadır.

Kıbrıs konusuna gelince; Kıbrıs, Türkiye’nin milli menfaatleri ve uluslararası antlaşmaların kendisine yüklediği sorumluluklar açısından hiçbir zaman ilgisinin azalmaması gereken konuların başındadır. Güvenlik açısından Kıbrıs’ın önemi iki temel esasa dayanmaktadır. Bunlardan birincisi; Türkiye Cumhuriyeti’ne ve TSK’ne Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuz güvenlik sorumluluğudur. İkincisi ise, Garanti ve İttifak Antlaşmalarında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’deki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır.

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyesi olduğu AB nezdinde Türkiye’yi
zor durumda bırakacak girişimlerde bulunmaktadır. Türkiye ile olan sorunlarını
AB’nin sorunları haline getirmeye çalışmakta, Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesini ve müzakere sürecinin ilerlemesini engellemektedir. Türkiye ile mevcut sorunlarını AB’yi kullanmak suretiyle kendi lehine çözmeye çalışmaktadır.
Çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü Ortadoğu bölgesi uluslararası terör örgütlerinin barınma ve uygulama merkezi durumuna gelmiştir. Asimetrik bir tehdit olan terörizm bu bölgede gelişmekte ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eylemlerde bulunmaktadır. Kıtalar arası geçiş yolları üzerinde bulunan bölge, terörist faaliyetlerin yanı sıra organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yumuşak güvenlik konularında risk ve tehditlerle karşı karşıyadır. Ayrıca bölge çevre sorunları, su kaynakları ve salgın hastalıklar konularına karşı da hassastır.

ÜLKE GÜVENLİĞİ BOYUTU

Türkiye yeni güvenlik algılamaları çerçevesinde soğuk savaş döneminde olduğu
gibi ülke topraklarına yönelik bir istila tehdidi ile karşı karşıya değildir. 

Ancak Türkiye; çok boyutlu, çok yönlü, öngörülmesi güç ve sınır tanımayan asimetrik tehdit ve risklerin yaşandığı, istikrarsız bölgelerin merkezinde yer almaktadır. Türkiye’nin güvenlik algılamaları; komşu ülkelerde oluşabilecek istikrarsızlıklar, Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkabilecek istenmeyen oluşumlar, Türkiye’nin menfaatlerine indirilebilecek büyük darbeler; su sorunu ve Kitle İmha Silahları (KİS) tehdidi gibi simetrik risk ve tehditleri içermektedir. Ayrıca terörizm, bölücü ve irticai faaliyetler, uluslararası uyuşturucu trafiği ve yasa dışı göçle mücadele gibi asimetrik özellikli risk ve tehditler de bu geniş yelpaze içinde yer almaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütünlüğünü, birlik ve beraberliğini, Anayasa
ile belirtilen demokratik parlamenter düzeni, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı amaçlayan PKK Terör Örgütü’nün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve zaman zaman da büyük şehirlerde gerçekleştirdiği bölücü terörist faaliyetler günümüzde Türkiye’nin güvenliğine yönelik en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Bazı dış güçlerin desteği ve Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun coğrafi yapısı, ekonomik ve sosyal durumu terör örgütünün varlığını devam ettirebilmesinin en önemli nedenleridir. Ülke içinde kurtarılmış bölge tesis etmenin imkânsızlığını gören terör örgütü Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğun faydalanarak bu bölgede yerleşmiş, halk üzerinde korku ve panik ortamı yaratarak siyasallaşma sürecine girmiş, dış ülkelerde çeşitli isim ve şekillerde örgütlenerek dış platformlarda etkinliğini artırmaya çalışmaktadır.

Cumhuriyet’in temel niteliklerinden olan laikliğe karşı bazı faaliyetler toplumda
irtica tehlikesi ile ilgili kaygıları artırmıştır. Devletin Anayasa’da tarif edilen niteliklerini değiştirmeye yönelik her hareket gibi irtica da devlete ve rejime yönelik bir tehdittir.

Laiklik ülkemizde aynı zamanda iç barışın da önemli bir şartıdır. İrtica ile mücadelede insan haklarına aykırı olarak halkın temel inançlarına ve değerlerine karşı çıkılması ve farklı inanç ve değerlerin halka dayatılması Türkiye’deki birlik ve beraberliğe zarar vermektedir. Çağdaş laik anlayışa aykırı olarak bu görüş ve eylemlerin sistematik bir hal alması ve halk üzerinde baskı oluşturulması da Türkiye’nin birlik ve beraberliğine yönelik önemli bir tehdidi oluşturmaktadır.

Ülke içindeki siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal istikrarın bozulmasına yönelik gelişmeler de yeni güvenlik anlayışlarında güvenliğe yönelik tehditler olarak değerlendirilmektedir. Devlet erkleri ve kurumları arasında uyumsuzluk, hukuk devleti yerine kanun devleti anlayışının benimsenmesi ve hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı eylemlerde bulunulması, demokrasi karşıtı otoriter yönetim yaklaşımları doğrultusunda girişimlerde bulunulması, farklı inanç, görüş ve etnik kültürlere karşı hoşgörüsüzlüğün yaygın bir hal alması ve bu anlayışın eylemlere dönüşmesi Türkiye’de güvenliği tehdit eden önemli gelişmelerdir. Toplumda bütün bunların birbirleriyle sinerji sağlayacak şekilde uygulandığına yönelik kaygıların artması gelişmelerin tehdit boyutuna ulaştığını göstermektedir.

Ayrıca uluslararası organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı
gibi faaliyetler, doğu-batı, kuzey-güney geçiş yolları üzerinde bulunan Türkiye için yumuşak güvenlik tehditleri olarak değerlendirilmektedir. Çevre sorunları ve salgın hastalık riskleri de diğer bölgelere nazaran Türkiye’yi daha fazla etkilemektedir.

MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI

Türkiye’nin Milli Güvenlik Politikası milli değerleri ve mili çıkarları partiler üstü
olarak ele almaktadır. Milli güvenlik açısından Türkiye’nin çıkarları; Türkiye’nin savunulması, elverişli dış ilişkiler ve düzenlemeler oluşturulması, ekonomik refahın sağlanması, demokratik değerlerin geliştirilmesi şeklinde dört ana kategoride toplanabilir.

Türk milli güvenlik politikasının, milli gücün kullanılması suretiyle elde edilmesini
öngördüğü hedefler ise şunlar olmalıdır.

Ülkenin hürriyet, bağımsızlık ve bölünmez bütünlüğünün korunması, Anayasa ile belirlenen düzenin, ilke ve değerlerin idamesi, Halkın huzur, refah ve güvenliğinin sağlanması, Ülke içinde ve civarında insan hakları, demokrasi ve serbest ekonomiye dayanan sürekli bir barış, istikrar ve güven ortamı oluşturulması, Diğer ülkelerle dostluk ve ittifak ilişkilerinin geliştirilmesi,
Ülke ekonomisinin içte ve dışta gelişip büyümesi. Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi nin temelini dinamik bir dış politika, caydırıcılık, kolektif güvenlik ve kriz yönetimi oluşturmalıdır.

Türkiye bölgesel barış ve istikrarın korunması amacıyla dinamik bir dış politika
yürütmeli, jeopolitik imkânlarını etkin bir şekilde kullanmak suretiyle bölgesel inisiyatif sahibi ülke konumunu güçlendirmelidir. Bölgenin en güçlü ülkelerinden biri olarak, uluslar arası sorunlara ağırbaşlı, sabırlı ve sorumluluk duygusu içinde yaklaşmalı, komşularıyla işbirliği sağlamak, yakınlaşmak ve olumlu ilişkiler geliştirmek için her türlü fırsattan istifade etmeli, bölgesinde barış ve güvenliğe katkıda bulunmalıdır.

Türkiye’nin Lübnan’daki iç çatışmaların sonlandırılmasına ve Suriye-İsrail barış görüşmelerinin başlamasına yaptığı katkılar güzel örneklerdir. Bu kapsamda Rusya- Gürcistan, Ermenistan-Azerbaycan ve Makedonya-Yunanistan sorunların da da inisiyatif alınabilir.

Başta bölge insanları olmak üzere, bütün dünyanın güvenlik ve refahını etkileyen
Orta Doğu’daki istikrarsızlığın, 21’inci yüzyılın en büyük sorunlarından biri hâline
geldiği görülmektedir. Tarihi ve kültürel varlığı, zengin petrol kaynakları ve dünya ulaştırma yollarının kesişme noktasında bulunması gibi özelliklerine rağmen, bitmeyen bir şiddetin merkezi hâline gelen Orta Doğu’da; barış, istikrar ve refahın sağlanması, dış politika önceliklerimiz arasında yer almalıdır. Bu çerçevede Türkiye, uluslararası toplumla birlikte bölge ülkelerinin karşılaştığı sorunların aşılması için her türlü girişimde bulunmalıdır.

Türkiye, demokratik, laik yapısı, hukukun üstünlüğünü esas alan yönetim biçimi,
güçlü devlet geleneği, pazar ekonomisi, sosyal ve kültürel yapısı ile Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu üçgeninin ortasında bir istikrar adası olmaya devam etmelidir.

Türkiye bölgesel bir güç ve bir dünya devleti olma hedefi doğrultusunda çalışırken içte hem ekonomik yönden, hem de birlik ve beraberlik yönünden daha güçlü olmak zorundadır. İçte, güvenlik ve istikrarın devam ettirilmesi milli güç unsurlarına çarpan etkisi yapmakta ve etkinliğini artırmaktadır. Ülke içinde huzur, güven ve istikrar ortamının oluşturulması için demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde kültürel hoşgörü geliştirilmeli, devlet kurumları arasında uyum sağlanmalıdır.

Caydırıcılığın sağlanabilmesi için modern bir silahlı kuvvetlere sahip olmak zorunludur.

Ayrıca soğuk savaş sonrasında her geçen gün önemi artan yumuşak güvenlik
konularında gerekli tedbirlerin alınabilmesi için iç güvenlik güçlerinin geliştirilmesi de gereklidir. Silahlı güç ile birlikte siyasi, ekonomik, teknolojik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal gücün birbirleriyle uyumlu ve dengeli olarak geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Güçlü demokrasi, güçlü ekonomi ve güçlü savunma Türkiye’nin milli güvenlik politikasının temellerini oluşturmalıdır.
Güvenliğin uluslararası bir şekil alması kolektif güvenliği gerekli kılmaktadır.

Bu sayede caydırıcılık ve güvenliğin etkinliği arttırılırken maliyetler düşürülmeli dir. Bu çerçevede Türkiye Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Avrupa Birliği başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlarda ve bölgesel oluşumlarda aktif olmalıdır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası içerisinde yer almak Türkiye için stratejik bir önem ve önceliğe sahiptir. Avrupa ile bütünleşmiş Türkiye, jeopolitik avantajını kullanarak Avrupa Birliği’nin geliştirdiği Ortak Dış ve Güvenlik Politikasıyla, dünyanın sorunlu bölgelerinde küresel aktör olma gayretlerine önemli katkı sağlayabilir.

Batı’daki bazı ülkelerin Türkiye’yi dünyanın problemli bölgelerine karşı bir cins
tampon devlet olarak görme eğilimlerine rağmen Türkiye, Batı’nın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Jeopolitiğin bir gereği olarak Türkiye diğer açılımlarını da etkin olarak kullanmalıdır. Ancak bu açılımlar Batı’ya karşı bir alternatif olmamalıdır. AB ile ilişkilerinin olumlu yönde gelişmesi Türkiye’nin diğer açılımlarında öncü rol oynamasına önemli katkılar sağlar. Aynı şekilde Türkiye’nin diğer açılımlarını etkin olarak geliştirmesi Türkiye-AB ilişkilerine olumlu yansımalar yapacaktır.
Türkiye, içinde bulunduğu jeostratejik mevki itibariyle, belirsizlik ve potansiyel
risk ve tehlikelerle tanımlanan bir bölgenin merkezinde, barış ve güvenliğe katkıda bulunabilecek bir istikrar adası durumundadır. Bu nedenle Türkiye’nin içinde olmadığı bir Avrupa güvenlik ve savunma mimarisinin eksik kalacağı açıktır.

Hızla değişen güvenlik ortamında meydana gelebilecek krizlere süratle çözümler
üretebilmek, oluşan risklere tedbirler getirilirken fırsatlardan da yararlanmak için etkili bir kriz yönetim sistemi geliştirilmelidir. Kriz yönetim sistemi kapsamında istihbarat kurumları, askeri ve diğer güvenlik güçleri arasında etkili bir koordinasyon oluşturulurken, milli güç unsurlarından sinerji sağlayacak şekilde dengeli ve etkili olarak faydalanılmalıdır.

Ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik iç ve dış
tehdit odaklarından kaynaklanan simetrik ve asimetrik tehditlerin mümkün olduğu kadar erken teşhis ve tespit edilmesi maksadıyla, istihbarat faaliyetlerindeki etkinliğin ve istihbarat kurumları arasında işbirliğinin arttırılması önem arz etmektedir. Ayrıca bölge ülkeleri istihbarat kurumları arasında işbirliği olanaklarının araştırılması da gereklidir.

Meydana gelebilecek fiilî tecavüzler, sınır ötesinden itibaren karşılanarak, en kısa
sürede ve asgari kayıpla bertaraf edilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için etkin istihbarat, erken ikaz ve uyarı sistemine ihtiyaç vardır. Ayrıca proaktif bir kriz yönetim sistemi ile süratli ve etkili müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.

Günümüzün güvenlik ortamında Türkiye’nin güvenliğine yönelik en önemli tehdit
terörizmdir ve bunu destekleyen bölücülüktür. Irak’ın kuzeyindeki durum ise bu
tehdidin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Bu tehdide karşı Türkiye son zamanlarda olduğu gibi uluslararası desteği arkasına almalı, güvenlik güçleriyle PKK terör örgütüne karşı mücadelesini aralıksız sürdürmelidir. Bu mücadeleye paralel olarak bölgede terörün gelişmesine neden olan olumsuz koşulların düzeltilmesi amacıyla kapsamlı bir planın bir parçası olarak ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal tedbirler alınmalıdır. Ekonomik hayatın gelişmesi, işsizliğin önlenmesi, sağlık imkanlarının yaygınlaştırılması ve eğitim konularında alınacak tedbirler ile devletin bölgedeki varlığı artırılmalı, devlet ile halkın kucaklaşması sağlanmalıdır.

Ülke içindeki siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal istikrarın sağlaması ve korunması güvenlik açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu alanlarda istikrarın bozulması ülke güvenliğine yönelik en önemli tehdidi oluşturmaktadır. Günümüz koşullarında güvenlik ve istikrar ülke içinde demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleştirilmesi ve demokrasi kültürünün geliştirilmesi ile mümkün olmaktadır. Devlet erkleri ve kurumları arasında uyumun sağlanması, çağdaş anlayışa uygun olarak hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmesi, farklı inanç, görüş ve etnik kültürlere karşı hoşgörü kültürünün oluşturulması istikrar için olmazsa olmaz koşullardır.

SONUÇ

20. yüzyılın sonunda ve 21. Yüzyılın başında hızla değişen güvenlik ortamına uy-
gun olarak güvenlik anlayışları da büyük değişim göstermiştir. Güvenliğin boyutları ülke güvenliği kavramından uluslararası güvenlik olarak tanımlanan bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına kaymıştır. Ayrıca güvenliğin kapsamı genişlemiş savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma hallerinin dışında ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyokültür ve eğitim alanları da güvenlik kavramına dahil olmuştur.

Milli Güvenlik Politikası’nın dayandığı temel düşünce, milli güvenliğin sağlanması
ve milli hedeflerin elde edilmesinde tüm milli güç unsurlarının birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmasıdır. Ekonomik güç, milli güvenlik politikaların da giderek merkezi bir unsur durumuna dönüşmüştür. Dünyadaki ve ülke içindeki ekonomik gelişmeler güvenlik politikalarına doğrudan etki yapmaktadır. Türkiye’nin savunma gücünün ekonomik büyüme ve kalkınma ile ilişkili olduğu dikkate alınmalıdır.

Ayrıca iç ve dış politikalar da gittikçe artan şekilde birbirinden ayrılmaz bir hale gelmektedir. Ülke içindeki siyasi gelişmeler dünyadaki gelişmelerle uyumlu olmak zorundadır. Bu kapsamda dünyadaki demokratik gelişmelere uyum sağlanması ve insan haklarına saygının geliştirilmesi önem arz etmektedir. 

Dolayısıyla Türkiye’nin milli güvenlik, dış, iç, ekonomik ve milli savunma politikalarının birbirine bağımlı, uyumlu ve koordineli yürütülmesi gerekmektedir.

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi klasik tehdit algılamaları kapsamında ülke topraklarına yönelik bir istila tehdidi ile karşı karşıya değildir. Ancak Türkiye; ulusal ve uluslararası güvenliği etkileyen çok boyutlu, çok yönlü, öngörülmesi güç ve sınır tanımayan asimetrik tehdit ve risklerin yaşandığı, istikrarsız bölgelerin merkezinde yer almaktadır. İçinde bulunduğu zor coğrafyada Türkiye için risk ve tehditler, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır.

Uluslararası, bölgesel ve ulusal güvenlik ortamı değerlendirildiğinde Türkiye’nin Güvenlik Stratejisinin temelini; dinamik bir dış politika, caydırıcılık, kolektif güvenlik ve kriz yönetimi oluşturmalıdır. Bu strateji ise altı temel sütun üzerine oturtulmalıdır.

Bunlar;

Bölgesel barış ve istikrarın korunması amacıyla dinamik bir dış politika yürütülmesi,

Ülke içinde huzur, güven ve istikrar ortamının oluşturulması için demokrasi,

İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde kültürel hoşgörünün geliştirilmesi, devlet kurumları arasında uyumun sağlanması, Etrafımızdaki simetrik tehditlere karşı mevcut dengeleri ve milli menfaatlerimizi korumak için caydırıcı bir gücün oluşturulması, Ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik tehditlere karşı gerekli tedbirlerin alınması, Doğu Akdeniz’deki güvenliğimizin temel noktasını teşkil eden Kıbrıs’taki hak ve menfaatlerimizin korunması, Uluslararası yeni risk ve asimetrik tehditlerin, özellikle uluslararası terörün ülkemizdeki faaliyetlerinin önlenmesi ve ülke dışındaki menfaatlerimize zarar vermesinin engellenmesidir.

    Bu çerçevede; Türkiye bölgesinde barış ve güvenliğe katkıda bulunmalı ve çevresindebir “Barış ve Güvenlik Kuşağı” oluşturmalıdır. Bulunduğu bölgeye yönelik tüm stratejileri etkileyebilecek, strateji ve güvenlik üreten bir ülke olmalıdır. Bölgesinde bir güç ve denge unsuru olarak işbirliği, yakınlaşma ve olumlu ilişkiler geliştirmek için, her türlü fırsattan istifade etmelidir.

   Çağdaş güvenlik anlayışları çerçevesinde, milli güç unsurlarının yanında kolektif güvenliğin sağlayacağı imkânlardan da azami istifade edilmelidir. Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlarda ve bölgesel oluşumlarda aktif olunmalıdır.

    Avrupa Birliği üyesi olma yolundaki vizyonunu sürdüren Türkiye için, Avrupa
Güvenlik ve Savunma Politikası içerisinde yer alınması stratejik bir önem ve önceliğe sahiptir. Avrupa ile bütünleşmiş ve bulunduğu coğrafyanın avantajını da kullanan Türkiye, Avrupa Birliği’nin geliştirdiği Ortak Dış ve Güvenlik Politikasıyla, dünyanın sorunlu bölgelerinde küresel aktör olma gayretlerine önemli katkı sağlayabilir.

    Gelinen aşamada; bir yanda NATO’nun Avrupa Birliğine desteği, diğer taraftanda Avrupa Birliği üyesi olmayan müttefiklerin, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na(AGSP’ye) katılımı konusunda hassas bir denge kurulmuş tur. Türkiye, buhassas denge içerisinde yer alan ülkelerden biri olarak, Avrupa’nın savunma ve güvenliğiyle doğrudan veya dolaylı ilgisi bulunan, tüm çok uluslu operasyonlarda fiilenve etkin olarak yer almaya devam etmelidir. Bunlar; Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlikve İşbirliği Teşkilatı ve NATO çerçevesinde icra edilen operasyonlar olabileceği gibi, Avrupa Birliği’nin NATO imkân ve yeteneklerini kullanarak, tek başına icra edeceği askerî operasyonları da içermelidir.

Sonuç olarak; Türkiye’nin güvenlik stratejisi bir yandan vatanın ve milletin ebedî varlığını ve devletinin bölünmez bütünlüğünü muhafaza ederken diğer taraftan halkın refahına, maddî ve manevî mutluluğuna hizmet etmelidir. Türkiye’nin dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olmasına ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasına yönelik güvenli ve güvenilir bir ortam hazırlamalıdır.


***

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 2




TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 2




     Değişen koşulların diğer Orta Doğu ülkelerini de etkilediği göz önüne alınırsa, artık Soğuk Savaş’ın stratejik koruyuculuğuna sahip olan şemsiyesini üzerlerin de hissetmeyen Suriye, Irak ve İran gibi ülkeler, bu dönemde Türkiye’ye yönelik dış politika amaçlarına ulaşabilmek için PKK kartını manivela olarak kullanmaya başlamışlardır, üstelik de adı geçen bu ülkelerde belli oranlarda Kürt varlığı olmasına rağmen. Bu grift ilişkiler ağı sonucunda Türkiye, 1990 sonrasında İsrail ile ilişkilerini daha açık ve daha sıkı bir hâle getirdi. Özellikle, bu dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin en önemli boyutunu stratejik askerî işbirliği oluşturmuş tur. 23 Şubat 1996’da imzalanan Askerî Eğitim Anlaşması karşılıklı olarak  pilotların eğitim uçuşlarının gerçekleştirilmesini, ortak tatbikatlar yapılmasını ve istihbarat alışverişini öngörmektedir.25 Ankara, bölgede kendisini ‘yalnız’ hisseden bir başkent olarak diğer ‘yalnız’ Tel Aviv ile daha önce varolmayan düzeyde işbirliğine gitmesini kolaylaştıran bir etken bu dönemde Arap – İsrail yakınlaşması olmuştur. Fakat, yine de Araplar bu yakınlaşmaya tepkisiz kalmamıştır, özellikle Araplarla İsrail’in arası açılmaya başladıktan sonra işbirliği düzeyinin düşürülmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Türk – İsrail ilişkileri, İsrail devleti, 
kurulduğundan bu yana hiç bu düzeye ulaşmamıştır ki, bu düzey Türkiye’nin tarafsızlık politikasıyla çelişmektedir. Fakat, Arap devletlerinin tepkilerinin artması üzerine bu işbirliğinin düzeyinde belli bir miktar azalma görülmesi denge ve tarafsızlık politikalarının tamamen göz ardı edilmediğini göstermektedir. 

Soğuk Savaş sonrası Suriye ile ilişkilere bakıldığında ise yukarıda değinilen faktörün etkisiyle 1990’lı yılların ilk yarısında ilişkilerin, Suriye’nin, PKK terör örgütünü desteklemesi, su sorununda PKK’yı bir manivela olarak görmesinden dolayı gerginleştiği görülecektir. 1998’de Abdullah Öcalan’ın, Şam’da barındığı ispatlanınca, ilişkiler gerginleşmiş ve aynı yılın sonlarına doğru diplomatik trafik hızlanmıştır. 

Türkiye’nin kararlı tutumu ve gerekirse bir savaşı göze alabileceği yönündeki sinyalleri sonrası Suriye geri adım atmak zorunda kalmıştır. 

Çünkü Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Sovyetler Birliği’nin eski ideolojik güdüleriyle şekillenen desteğini bu ülkeye vermemiş ve sonuç olarak Suriye, terör örgütü liderini ülkesinden çıkarmak zorunda kalmıştır.26 Suriye’yi böyle davranmaya iten bir diğer faktör ise Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşma stratejinin başarılı olmasıdır. Abdullah Öcalan’ın, Suriye’den çıkarılması sonrası iki ülke arasında Adana Mutabakatı imzalanmıştır.27  Bu mutabakat sonrasında ilişkilerde görece bir iyileşme meydana geldiği söylenebilir. Suriye açısından 
bakındığında, Hatay, Suriye’den kopartılmıştır, Fırat nehri âdil bir şekilde paylaşılmamaktadır ve 1990’lı yıllarda Türkiye’nin İsrail ile askerî – güvenlik anlaşmalar imzalaması ilişiklerdeki diğer sorunlardır.28 Fakat ilişkilerde sözü edilen bu iyileşme sorunların çözülmesine yardımcı olamamıştır. Özellikle, Başer Esad’ın ülke yönetimine geçmesinden sonra sorunlara çözüm bulma yönünde iradesinin bulunduğu fakat ülkenin kontrolünü henüz tam anlamıyla eline geçireme-diğinden ve Suriye’de etkin insanların hâlâ Hafız Esad’ın kuşağından 
geliyor olmasından dolayı bu iradenin gerçeğe dönüştürülmesinde zorluklarla karşılaştığı söylenmektedir. 

Türkiye’nin, 1990 sonrası Irak, İsrail ve Suriye ile ilişkilerinde keskin değişiklikler olduğu için bu üç ülke ile ilişkileri kısaca değerlendirilmiştir. 

Şimdi irdelenecek konu ise, Irak krizi dolayısıyla Orta Doğu ülkelerinin Türkiye’nin inisiyatifiyle bir araya geldikleri 2003 İstanbul Toplantısı olacaktır. 

İstanbul Toplantısı: Çıkarların Kesiştiği Nokta mı? 

İstanbul Toplantısı’na geçilmeden önce bir durum tespitinin yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu toplantı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak ile ilgili politikalarının artık savaşla sonuçlanacağının kesinleşmeye başladığı bir dönemde, biraz da geç kalınmış olduğu anlaşılan bir şekilde hayata geçirilmiştir. Artık, ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı kararının29 müdahalede bulunmak için yeterli bir karar olduğunu ikinci bir BM kararına gerek olmadığını iddia ettiği30 bir dönemde bu toplantı fikri kabul görmüştür. Gerçekten de Washington, BM silâh denetçileri şefi Hans Blix tarafından Irak’ın kitle imha silâhlarıyla ilgili Irak’ta ‘dumanı tüten silâh’ bulamadıkları yönündeki açıklamasına sert tepki göstermiş ve silahların gizli olduğu için bulunamadığını iddia etmiştir.31 Irak ile ilgili politikalarında dünya kamuoyundan destek görmediği için giderek sertleşen bir tavır içine giren ABD, gerekirse Irak’ı tek taraflı vurabileceklerini sıkça tekrar etmeye başlamıştır. Bu mevcut durum, ABD’nin 11 Eylül saldırılarının üzerinden çok geçmeden Irak’ın bu saldırılarla ilişkisi bulunduğuna yönelik açıklamalarıyla başlayan süreçte artık sona yaklaşıldığının kanıtlarını olarak görülebilir. Sonuç olarak, ABD, Irak’ta bir savaş sonrası Saddam Hüseyin rejimini yıkma ve onun yerine kendi kontrolünde bir yönetim getirme stratejisini uygulamaya koymuş ve adımlarını da buna uygun olarak atmaktadır. Çünkü ABD, kurduğu ve devamının menfaatlerine uygun olduğunu tespit ettiği uluslararası düzene en ciddi meydan okumanın Orta Doğu’dan geldiğini düşünmektedir.32 Bu stratejinin karşısında ise, Irak’a karşı bir savaşın bölgenin dengelerini değiştireceğini iddia eden bir Orta Doğu muhalefeti oluşmuştu. Fakat bu bloğun çok da etkin olduğunu söylemek oldukça güçtür. 

Bu bloğu etkinleştirmek işlevi ise bir anlamda bölgeye hiçbir zaman tam olarak eklemlenmemiş olan Türkiye’ye düşmüştür. 

2003 Ocak ayının başlarında Suriye ile başlayan bir Orta Doğu gezisine çıkan Başbakan Abdullah Gül, daha sonra Mısır, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan’ın nabzını yoklayarak barış için bölgesel bir girişim başlatmıştır. Türkiye; Mısır, Ürdün, İran, Suriye, Suudi Arabistan ve İran’a, Irak Krizi’ne barışçı bir çözüm yönünde çalışmalarda bulunmak için bir zirve toplantısına ev sahipliği yapmayı önermiştir. Ürdün ve Suudi Arabistan’ın son anda kabul ettiği zirve önerisi bütün teklif götürülen devletlerce kabul edildi. Her birinin ortak çıkarı olarak 
gözüken savaşın önlenmesi için yapılacak bir toplantının dışında kalmak istememeleri kabul etmeleri için yeterince güçlü bir sebep olarak görünmektedir. Toplantı önerisini kabul eden devletlerin hepsi, olası bir Irak Savaşı’nın hassas bölgesel dengeleri olumsuz etkileyecek şekilde etnik ve dinî temelde kaotik bir durum ortaya çıkarmasından endişe duymaktaydı. Gerçekten de, toplantıya katılan devletlerin böyle bir ortak çıkar algılamasında oldukları söylenebilir. Fakat daha derinlemesine bir analiz yapıldığında, toplantıya katılan her devletin Irak’ın parçalanmasından dolayı duyduğu endişenin farklı olduğu anlaşılacaktır. 

Irak’ın etnik temellere dayalı olarak parçalanmaması, İstanbul Toplantısı’na katılan her devlet için kapsayıcı bir çıkar olsa da, bu çıkar her devlet için aynı öncelikde değildir. Türkiye dışındaki Arap ülkelerinin asıl çekindikleri nokta, ABD Orta Doğu politikasının Irak’tan başlayarak bir değişikliğe gitmesidir.33 Bunun nedeni, ABD’nin bölgeye dönük algılamalarında değişikliğe gitme emarelerini göstermesidir. 

Arap dünyasının anti-demokratik rejimlerle yönetilmesi sonucu yaşadığı meşruiyet problemi sonrası bu ülkelerin ABD destekli hükümetlerine 
karşı ciddî bir toplumsal baskı gelişmiştir. Bu baskının gelişmesinin temelinde ise İsrail-Filistin uyuşmazlığında Amerika’nın sürekli İsrail’in menfaatlerini koruyan politik tercihler yapması yatmaktadır. İktidarlarını ABD’ye borçlu olan bu devletler, aynı zamanda iktidarlarının meşruiyet temellerinin kaybolmasında ABD’nin Orta Doğu politikalarının bulunması gibi bir paradoksla karşı karşıyalardır. ABD, Orta Doğu’daki mevcut siyasî yapının kendi aleyhine olduğunu fark edip bu yapıyı değiştirerek bölgedeki varlığını sürdürmenin hesaplarını yapıyor gibi görünmektedir. Bu değişikliği de bölge kamuoyuna daha fazla önem vererek yapması muhtemeldir. Kamuoyuna verdiği önemi 
belli etmek için olası bir Irak savaşı sonrası İsrail – Filistin sorununa barışçıl ve adil bir çözüm getirmek için politikalar yürütme ihtimali oldukça yüksektir. Fakat, objektif olarak bakılırsa, ABD’nin olası bir Irak müdahalesinden önce bu sorunu çözüme kavuşturmasa bile bu yönde adımlar atıyor olduğunu göstermesi, kendisinin bölgede daha geniş bir hareket alanını kullanmasına yardımcı olacağı düşüncesini mantıklı kılmaktadır. Toplumsal harareti ve ABD düşmanlığını etkisizleştirecek böyle bir stratejinin uygulamaya konulması halinde ise mevcut hükümetlerin, krallıkların iktidardan uzaklaştırılmasına neden olabileceği düşünülürse bu ülkelerin neden Irak’ta bir savaşa karşı çıktıları 
daha iyi anlaşılabilir. Arap devletleri dışında kalan İran’ın da bu tür bir algılama içinde olması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü İran, ABD’nin zaten 1979’dan beri ‘düşman’ı olarak algılanmaktadır. Bunlar dışında ise toplantının gözle görülebilen bir amacı da kamuoylarındaki savaş karşıtlığını yatıştırarak savaşı önlemek için ellerinden gelen çabayı gösterdikleri mesajını vermektir. 

Toplantıya katılan devletlerin İran hariç hepsi ABD müttefiki ülkeler olması, bu devletlerin son tahlilde olası bir Irak müdahalesinde ABD’nin yanında yer alacağının önemli bir delilini ortaya koymaktadır. Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Suriye’nin belli bir noktaya kadar ABD’ye direnme gücü vardır. Fakat ABD’nin 11 Eylül sonrası yaptığı açıklamaya göre “öteki” olmayı da göze almaları oldukça zordur. 11 Eylül, Soğuk Savaş sonrası belirsizliğin üzerindeki örtünün kalkmasını sağlayan ve dünyanın gerçek gidişatını göstren bir turnusol 
kağıdı görevi görmüştür.34 Açıkçası, Toplantıdan ABD’ye yönelik sert bir uyarı çıkmayacağı daha başından göze çarpmaktaydı. Batılı kaynaklara göre Toplantı’nın en önemli mesajı Saddam Hüseyin’e verildi ve savaşı ancak Irak liderinin tavrının önleyebileceği üzerinde duruldu.35 “Irak’ta bir savaş ihtimali giderek daha da görünürlük kazanmaktadır. Bölge ülkeleri yeniden bir başka savaş ve bu savaşın tüm yıkıcı sonuçlarını tekrar yaşamayı arzu etmemektedir.” ifadeleriyle barış çağrısı yapan 6 ülkenin dışişleri bakanları, İstanbul girişiminin barışçı çözüm için bir süreç olduğunu vurguladı.36 Bundan sonra ise Irak’tan, BM Güvenlik Konseyi'nin kararına uygun olarak işbirliğini sürdürmesi ve elindeki 
kitle imha silâhı yetenekleri hakkında bilgi ve malzeme sağlamaya yönelik daha aktif bir yaklaşım sergilemesi, süregelen izleme ve doğrulama sürecine ilişkin BM Güvenlik Konseyi'nin ilgili kararları altındaki yükümlülüklerini teyit etmesi, bir belirsizliğe yer vermeyecek şekilde, komşularında güven yaratacak bir politika izlemeye başlaması ve komşularıyla arasındaki anlaşmalara uygun olarak, uluslararası tanınmış sınırlara saygı göstermesi, ülkesinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü muhafaza edecek bir ulusal uzlaşmanın sağlanması yolunda, 
somut adımlar atması istendi. Buna ek olarak, Güvenlik Konseyi’nin sürece katılımının tam ve kapsayıcı olması gerektiği öne sürülerek, Güvenlik Konseyi’nin bu altı ülkenin ortaya koyduğu perspektifle uyumlu hareket etmesi istemiştir.37 


 <  Bu mesajlar tamamen Saddam Hüseyin’e yönelik mesajlar olup Amerika Birleşik Devletleri tarafından da sonuç bildirisi memnuniyetle karşılanmıştır. >


    Görüldüğü gibi, bu mesajlar tamamen Saddam Hüseyin’e yönelik mesajlar olup Amerika Birleşik Devletleri tarafından da sonuç bildirisi memnuniyetle karşılanmıştır.38 

Bu metin aynı zamanda Avrupa Birliği tarafından da desteklenmiş ve AB Komisyonu yetkililerinin yorumlarına göre Irak konusunda sergilenen tutum 
Avrupa Komisyonu’nun tutumuyla tamamen bağdaşmaktadır.39 Bu mesajlardan içerik olarak farklı olarak adı sonuç metninde geçmeyecek şekilde İsrail’e de bir gönderme yapılarak bölgenin kitle imhâ silahlarından arındırılması gerektiği üzerinde durulmuştur ve Filistin sorununun çözülmesine yönelik BM kararlarına bağlı kalmaya devam edileceği nihaî bildiriye eklenmiştir. 

İstanbul Toplantısı’nın sonuçlarına bakacak olursak, bu zirveye katılan devletlerin ortak çıkarlarının bölgede bir savaşın çıkmasını engellemek olduğu söylenebilir. Fakat hem bu amaca ulaşacak olanaklara tam olarak sahip olmadıklarının hem de savaşın patlak vermesi sonrası stratejik çıkarlarının kesişmediği nin farkında oldukları fikrine sahip olunabilir. Bu nedenle savaşı önleme misyonuna sahip olduğu iddia edilen bu zirvenin amacına ulaşması zor idi. 

Buna karşın, Türkiye’nin bu zirveden kazanımları olduğu ve kaybettiği hiçbir şey olmadığını söylemek gerçekçi bir yaklaşım olabilir.40 

Ayrıca bu toplantıdan çıkan belki de en önemli ve yararlı sonuç, ülkeler arasında görüşmelerin devam edeceği ve bunun bir sürece dönüşeceğinin vurgulanması dır. Çünkü, savaşı önleyemese de bu girişim savaş sırasında ve sonrasında Irak'la ilgili gelişmelerde bölge ülkelerinin ortak tavır geliştirilmesi yolunda bir adım olabilir.41 Böylece, Türk dış politikasının, Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle sürdürmek zorunda olduğu çok yönlülüğün bir alanında manevra alanı genişlemiş olur denebilir. Zirvenin, Ankara’daki karar alıcılar açısından bir yararı da, yüzde sekseninden fazlası Irak’ta olası bir savaşa karşı olduğu bilinen Türk kamuoyuna savaşın önlenmesine için elden gelen âzami gayretin gösterildiğine 
dâir verilen mesajdır. 


Değerlendirme 

Soğuk Savaş sonrası değişen parametreler sonucu, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan belirsizlik ortamı, yeni stratejilerin belirlenmesini ve bunların zamana yayılarak uygulanmasını bir zorunluluk haline getirmiştir. Türkiye’yi, bu açıdan tam anlamıyla başarılı olarak kabul etmek objektif bir bakış olmayacaktır. Daha çok mevcut konjonktürün gerektirdiği zorunluluklar ışığında stratejilerini belirleyen Türkiye, kapsamlı bir ilkeler manzumesini tam ortaya koyamamış ve sonuç olarak da bunun eksikliğini hissetmiştir. 

Bu genel çerçeveden daha özele inerek, Orta Doğu politikalarına baktığımızda ise yukarda anlatılanlardan çok farklı bir davranış şekli geliştirilmediği görülecektir. Modern Türkiye’nin kurulduğu andan itibaren, Orta Doğu’ya karşı genel olarak istikrarlı bir dış politika izlediği söylenebilir. 

 < 1990 Sonrası bölgeye bu bağlamda daha fazla ilgi göstermek zorunda kalan Türkiye, Esasen 1990’ lara kadar sürdürdüğü denge ve tarafsız lık politikalarını devam ettirmiştir. Fakat, bu kez Türkiye geleneksel dış politikasına ek olarak, kendini ‘aktif denge’ politikası izlemek zorunda hissetmiştir.  >


  Bölgeye dönük olumlu ya da olumsuz bakış açılarının gelişmesinde, ilginin artıp azalmasında bazen Türkiye’nin kendi iç politika süreci bazen de Orta Doğu bölgesinde ve uluslararası konjonktürde oluşan talep, baskı, gelişme ve değişme etkili olmuştur.42 1990 sonrası bölgeye bu bağlamda daha fazla ilgi göstermek zorunda kalan Türkiye, esasen 1990’lara kadar sürdürdüğü denge ve tarafsızlık politikalarını devam ettirmiştir. Fakat, bu kez Türkiye geleneksel dış politikasına ek olarak, kendini ‘aktif denge’ politikası izlemek zorunda hissetmiştir. 

Örneğin, Türkiye’nin, Suriye’nin karşısına İsrail’i bir denge unsuru olarak çıkartması, Suriye’yle 1998’de başlayan bir yakınlaşma sürecine girilmesinde etkili olmuştur. Suriye örneğine ek olarak, 1990 sonrasında, Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta daha etkin bir dış politika geliştirmesi ve 24 Ocak 2003 tarihindeki İstanbul Zirvesi, ‘aktif’ politikasının ilk bakışta göze çarpan iki göstergesidir. Zaten, 1960’ların ortalarından itibaren uygulanan ‘denge’ politikasının olumlu sonuçları göz önüne alınırsa, bu politikanın sürdürülmesi gereği de ortaya çıkar. 
Türkiye’nin, Orta Doğu’ya yönelik politikalarında geleneksel hale gelmiş denge unsuru ve Soğuk Savaş sonrası şartların bir anlamda gerekli kıldığı aktiflik, ‘aktif denge’ politikası olarak formüle edilebilecek bir tespit yapılabilmesinde ana dinamikleri oluşturmuştur. Şu anki konjonktür, Türkiye’nin bölgede daha etkin olmasına olanak vermektedir ki son günlerde ABD ile süren Amerikan askerlerinin Türk topraklarından geçirilmesi ile ilgili gerginliğin temelinde de bu farkında oluş yatmaktadır. Jeopolitiğinin ve şu anki konjonktürün getirdiği avantajları, 1991 Körfez Savaşı’ndan aldığı derslerle daha iyi kullanan bir 
Türkiye ile karşılaşılmaktadır. 

Buna rağmen, Türkiye jeopolitik konumunun getirdiği avantajı gözden kaçırarak Batı uygarlığı dışındaki diğer Orta Doğu medeniyetlerine gereken önemi verememiştir. Halbuki, akıllıca izlenecek bir politika, Batılılaşma projesini sekteye uğratmayacağı gibi bu projenin daha sağlıklı yürümesine katkıda bulunabilirdi. Bu anlamda çok yönlü dış politika izleyebilmenin birçok şartına sahip bir ülkenin kendisini tek bir yöne kanalize etmesi pek de akıllıca olmayan bir davranış biçimi olarak görülebilir. 

Çok taraflı izlenebilecek dış politikanın bir tarafı olan Orta Doğu ile ilişkileri geliştirmek de, işte bu açıdan önem kazanmaktadır. Orta Doğu ile ilişkilerin geliştirilmesi için Türkiye’nin izleyebileceği politikalar şunlardır: 

• Bölgeye yönelik diplomatik açılımları olumsuz yönde etkileyen engellerin aşılması, 
• Bölgesel gelişmeleri yakından takip eden ve derinlikli projeksiyonlarla değerlendirebilen araştırma merkezleri, üniversite enstitüleri gibi kurumların oluşturulması, 
• Bölgeyi bütünüyle kuşatıcı projeler üretilmesi, 
• Bölge barışında jeopolitik ve jeokültürel risk alanlarının ve risk alanlarını oluşturan karşı milliyetçi bloklaşmaların engellenmesi, 
• Orta Doğu barış süreci başta olmak üzere bütün bölgesel problem alanlarında etkin, aktif ve inisiyatif gücü yüksek bir yaklaşımın benimsenmesi, 
• Türkiye’nin bölgedeki imajını güçlendirecek ilişkilere ve iletişime ağırlık verilmesi, 
• Bölge barışını güçlendirecek ortak çıkar alanlarının oluşmasına öncülük edilmesi.43 

 <  AKP hükümetinin, Müslüman dünya ile ilişkilerde daha duyarlı olması beklenebilir. Fakat Türk Devleti’nin temel politikalarını kökten değiştirmesi beklenmemelidir.  >

Açıktır ki, bu politikaların hayata geçirilebilmesi için Türkiye’nin muhataplarının da bu çabaları karşılıksız bırakmamaları gerekmektedir. İstanbul Toplantısı’nı 
bu politikalar çerçevesinde değerlendirmek mümkün görünmektedir. Bölgesel ilişkileri geliştirmek adına atılmış bu adımın konjonktürel zorunluluklardan dolayı olma olasılığını da unutmamak gerekir. İlişkilerin gelişmesi için Türkiye ve bölge ülkelerinin karşılıklı samimiyet ve hüsnüniyet göstermeleri gerekmektedir. Eğer, bölge ülkeleri ile Türkiye’nin karar alıcıları sorunları çözme yönünde siyasî irade geliştirirlerse, sorunların çözülmesi için gereken alt yapı oluşur. 

Eklenmesi gereken bir diğer nokta da, İstanbul Toplantısı’nın, AKP hükümetiyle ilintisinin birebir olmadığının hatırlanmasıdır. 

Sonuç olarak, Türkiye Soğuk Savaş sonrası konjonktürün ortaya çıkardığı fırsatlar ve olanaklardan yararlanarak orta ölçekli bir güç olmak gibi bir stratejiye sahipse, ki böyle bir potansiyele sahiptir, bu hedefine ulaşmak için, sadece Orta Doğu bölgesine yönelik değil, jeopolitik konumunun olanak sağladığı bütün bölgelerde çok daha aktif bir dış politika izlemelidir. 


DİPNOTLAR;

1 Hüseyin Bağcı, ‘ Demokrat Parti’nin Orta Doğu Politikası’, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, (İstanbul, Der Yayınları, 1998), s. 104. 
2 Fahir Armoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 11. Baskı, 1-2 Cilt, ( İstanbul, Alkım Yayınevi, 1996,) s. 332-333. 
3 Ramazan Gözen, Amerikan K›skac›nda Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası, (Ankara, Liberte Yayınları, 2000), s. 3-4. 
4 Gözen, Amerikan..., s. 5 
5 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, ‘Orta Doğu’yla İlişkileri, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, 
   Cilt 1, 1. Baskı, ( İstanbul, İletişim Yayınları, 2001), s. 615 
6 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘ Orta Doğuyla ’..., Cilt 1, s. 615. 
7 Bağdat Paktı hakkında daha fazla bilgi için bkz., Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman ve Suat Bilge ve Duygu Sezer, ‘Bağdat Paktı ve Orta Doğu Devletleriyle
 İlişkilerimiz’, Mehmet Gönlübol (der), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919 -1995), 9. Baskı, ( Ankara, Siyasal Kitapevi, 1996), ss. 251-271. 
8 Gözen, Amerikan..., s. 11 
9 M. Hakan Yavuz, ‘İkicilik (Duality): Türk-Arap İlişkileri ve Filistin Sorunu (1947-1994)’, Faruk Sönmezoğlu (der), Türk Dış Politikasının Analizi, (İstabul, 
   Der Yayınları, 1998), 2. Baskı, s. 572 
10 Gözen, Amerikan..., s.12 
11 Yavuz, ‘ İkicilik..., s.573 
12 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘ Orta Doğu ’yla...’, Cilt: 1, s.790 
13 Stephen Larrabee ve Ian O. Lesser, Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty, (Santa Monica, RAND Publishing, 2003), s. 131. 
14 Fırat ve Kürkçüoğlu, ‘Orta Doğu’yla..., Cilt 1, s.795. 
15 Atilla Eralp ve Özlem Tür, ‘İran’la Devrim Sonrası İlişkiler’, Meliha Benli Altunışık (der), Türkiye ve Orta Doğu Tarih Kimlik ve Güvenlik, (İstanbul, Boyut Kitapları, 1999), s. 74. 
16 Yavuz, 'İkicilik..., s. 578. 
17 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, (İstanbul, Küre Yayınları, 2001), s. 326 
18 Davutoğlu, Stratejik..., s. 327 
19 Davutoğlu, Stratejik...., s. 397 
20 Tozun Bahcheli, ‘Turkey, the Gulf Crisis, and the Word Order’,Tarek Y. Ismael ve Jacqueline Ismael (edi.), The Gulf War and the New World Order: 
Internetional Relations of Middle East, (Florida, University Pres of Florida, 1994), s. 438. 
21 Bahcheli, ‘Turkey..., s.436. 
22 Larrabee ve Lesser, Turkish..., s. 127. 
23 Serhat Erkmen ve Hasan Yılmaz, ‘Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürt Gruplarla İlişkileri: 10 Yılın Anatomisi ve Geleceğe İlişkin Beklentilerİ’, Stratejik Analiz, 
Cilt.3, No.30, ( Ekim 2002), s. 45. 
24 Ümit Özdağ, ‘Yeniden Yapılanan Orta Doğu’, Stratejik Analiz, Cilt.3, No.31, Kasım 2002, s.24 
25 Meliha Benli Altunışık, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye – İsrail İlişkileri’, Meliha Benli Altunışık (der), 
    Türkiye ve Orta Doğu Tarih Kimlik ve Güvenlik, ( İstanbul, Boyut Kitapları, 1999 ), s. 204. 
26 İhsan Bal ve Önder Aytaç, ‘Soğuk Savaş Sonrası Yeni Düşman Tanımlamaları Bağlamında Terörizm Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri’, içinde, 
    İdris Bal (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası,  ( İstanbul, Alfa Yayınları, 2001), s. 690. 
27 Adana Mutabakatı hakkında daha fazla bilgi için bkz., Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “ Orta Doğu’yla ilişkiler ”, Baskın Oran (der.), Cilt: 2, s. 566 
28 Şaban Abboud, “ Yeni Türkiye ve Suriye Arasında Pragmatik Yakınlaşma”, As-Safir Gazetesi, 3 Ocak 2003 
29 Krararın Tam Metni için Bkz. http://www.un.int/usa/sres-iraq.htm 8 Kasım 2002. 
30 ‘Armitage: İkinci bir BM Kararına Gerek Yok ’, Hürriyet, 23 Ocak 2003. 
31 ‘Powell: Kanıt Bulmak Şart Değil’, NTVMSNBC, 11 Ocak 2003. 
32 Şanlı Bahadır Koç, ‘İyi, Kötü, ve Çirkin: Amerika’nın Orta Doğu Politikaları’, Stratejik Analiz, Cilt 2, No. 21, Ocak 2002, s. 6. 
33  Muna Shuqair, ‘İstanbul Konfreransı: Bir Sonuçsuzluk Değerlendirmesi’, The Daily Star, 02 Şubat 2003. 
34  Serhat Erkmen, ‘SSCB’nin Yıkılması ertesinde Moskova – Bağdat İlişkileri’, Stratejik Analiz, Cilt.3, No. 26, Temmuz 2002, s. 69. 
35 ''İngiliz Basınında İstanbul Zirvesinin Yankıları'’, NTVMSNBC, 24 Ocak 2003. 
36  Abdülhamit Bilici ve Salih Boztaş, ‘İstanbul Zirvesi’nden Irak’a Uyarı ABD’ye Dolaylı Barış Mesajı Çıktı’, Zaman, 24 Ocak 2003. 
37 ''Komşulardan Son Uyarı'’, Hürriyet, 24 Ocak 2003. 
38 ‘ABD ‘ Barış Zirvesi’nden Memnun’, NTVMSNBC, 25 Ocak 2003. 
39 ‘AB’den İstanbul Deklarasyonu’na Destek’, NTVMSNBC, 24 Ocak 2003. 
40 Salih Boztaş, ''Fischer: Zirveyi Takdirle Karşılıyoruz'’, Zaman, 25 Ocak 2003. 
41 http://www.avsam.org/haftalikanaliz/20-24_01_2003/ 20- 24 Ocak 2003. 
42 Gözen, Amerikan..., s.1. 
43 Davutoğlu, Stratejik..., ss. 452-453. 


***

14 Şubat 2015 Cumartesi

TÜRKİYE'NİN SURİYE KÜRTLERİNE BAKIŞ AÇISI ( SÖYLEŞİ )




TÜRKİYENİN  SURİYE KÜRTLERİNE BAKIŞ  AÇISI ( SÖYLEŞİ )



IMPR Başkanı Doç. Dr. Veysel Ayhan Cenevre 2, Suriye ve Rojava (Batı) Kürdistan’daki gelişmeler hakkında Rojeva Kurd’e bir söyleşi verdi. Ayhan Rojava’daki halkın isteklerine dikkat çekip, Rojava’nın Kürdistan Federal Hükümetinden beklentilerine de dikkat çekti. Söyleşinin yayına hazırlanmasını IMPR Okul Gazi Üniversitesi Temsilcisi Leyla Kaya gerçekleştirilmiştir.
Cenevre 2 Konferansı Suriye üzerinde nasıl bir sonuç ve etki yaratır?
Cenevre 2 süreci hala devam etmektedir. Cenevre 2 ile ilgili dört konu önem kazanmıştır. Bunlardan birincisi Geçiş Hükümetinin kurulmasıdır. İkinci konusu ise İnsani boyuttur. Üçüncüsü ise ikincisiyle ilişkili taraflar arasında bazı bölgelerde ateşkes sağlanmasıdır. Dördüncüsü ise tüm aktörleri bir masa etrafında toplanmalarını sağlamaktır. Geçici Hükümetin kurulması şimdilik mümkün görünmüyor; çünkü Suriye’deki bütün kesimler Cenevre’de temsil edilmemektedirler. Kürtlerin, İran’ın, İslami Cephe ve DAİŞ (Devletil İslami-IŞID) temsilcileri Cenevre’de bulunmamaktadır. Şayet bir bölgede savaşan tarafların barış görüşmelerinden dışlanması söz konusu olursa, görüşmelerden siyasi bir sonuç elde edilmesini beklemek oldukça güçtür. Çünkü, Cenevre’de alınacak herhangi bir kararı uygulayacak olan güçlerde nihai aşamada Suriye içerisinde güç kullanan aktörler olduğu açıktır. Ancak, insani yardımlar ve geçici ateşkes için, Cenevre 2’nin bir etkisi olabilir. Ama yine de bütün tarafların katılımı ve oluşumları önemlidir. Aynı zamanda Esad rejiminin temsilcileri de oradadır, bundan üç sene önce bazı ülkeler biz Esad’ı tanımıyoruz, hiçbir meşrutiyeti yok ve haftalar içinde düşecek diyorlardı. Ama bugün görüyoruz ki onunla oturuyorlar, ilişki kuruyorlar ve bu da Esad’ın kendini kabul ettirmeyi başardığını göstermektedir.
Neden Kürtler orada değildiler ve katılan Kürtler kimdi, ne istiyorlardı?
Cenevre 2’den önce Yüksek Kürt Konseyi, Kürtlerin üçüncü taraf olarak katılması gerektiğini ifade etmişti. Aynı zamanda Rusya da bunu yönelik açıklamalarda bulunmuştu. Eğer Kürtler üçüncü taraf olarak katılsaydılar, Dünya da onları meşru bir güç olarak kabul edecekti. Irak’taki Kürtler gibi, çünkü Irak’taki Kürtler de 1991-2003 arası dönemdeki tüm müzakere süreçlerine bağımsız katılmışlardır. Bu yüzden Irak Kürtleri bugün hepimizin tanık olduğu gelişmişlik seviyesini yakalamayı başarmışlardır. Suriye’de her halkın ve kesimin kendi çıkarlarını diğerlerinden daha iyi koruyacağı açıktır.
Kantonların ilan edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu Kantonların bir örneği var mı?
Kanton ismi Ortadoğu’da yeni olan bir kavram olmasına karşın toplumsal yaşamlarına baktığımızda buna uygun olduklarını görmekteyiz. Halı hazırda ilan edilen sistem incelendiğinde kısmı düzeyde İsviçre’nin sistemine benzediğini düşünmekteyim. Şimdilik iki Kanton’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Cizîrê ve Kobanê ve sonra da Efrîn Kantonu ilan edilecek. Kantonların en önemli özelliği kantonlar düzeyinde Yasama, Yürütme ve Yargı’nın yerel otoriteye devredilmiş olmasıdır. Ayrı ayrı olarak her üç Kanton’un kendine ait bir parlamentosu olacak. Her Kanton kendi içinde Irak’taki Kürdistan bölgesi gibi özerk olacaktır. Kanton hükümetleri kendi içinde sağlıktan eğitime, asayişten sınırların korunmasına kadar geniş bir alanda tek yetkili organ olacaktır. Bu yönüyle Kanton içinde yaşayan halklar kendi kendilerini yöneteceklerdir. Esasında bu sistem halı hazırda Suriye’de farklı isimler ve şekillerde vücut bulmuş bulunmaktadır. Örneğin IŞID aynı yöntemle Rakka’yı yönetmektedir. Tevhid, Halep’in bir kısmını yönetmekte, Baas rejimi ise diğer bölgede. Dolayısıyla Suriye’de halı hazırda farklı rejimlerin ve otoritelerin oluştuğu görülmektedir.
Sizler Suriye’deki Kürtlerin, Kürdistan Bölgesi Hükümetinden ne istedikleri hakkında bir raporu kısa süre içerisinde yayınlayacaksınız. Bu kapsamda Rojava’daki Kürtler Güney’den ne istiyorlar?
Suriye’deki Kürtler diyorlar ki, üç tarafımız sarılmış ve ölümlerle kaplıdır. Ancak Güney bizim açımızdan nefes alacağımız bir vatandır. Biliyoruz ki Kürdistan halkı bizimledir, bizim başarılı olmamızı istiyorlar ve yürekleri bizlerledir. Suriye halkıyla yapılan görüşmede Suriyeliler açık bir şekilde yıllarca kimliksiz yaşadıklarını bugün Dünya tarafından tanındıklarını ifade etmişlerdir. Suriyeli Kürtler Suriye içerisinde yaşanan Şii-Sünni, El Kaide ve diğerlerinin arasındaki savaşta taraf olmadıklarını belirtmişlerdir. Mücadelelerinin Rojava’nın korunmasına odaklı olduğunu ve Suriye’nin geri kalanında yer almadıklarını belirtmektedirler. Bazıları bu savaşta yanlışlıkların olabileceğini çünkü ağır bir savaş yaşandığını ifade etmişlerdir. Özellikle insani yardım konularında büyük bir yokluk ve kıtlık yaşandığını ve Kürt hükümetinin kendilerine yardım elini uzatması gerektiğini belirtmişlerdir. Siyasi partilerin farklı beklentileri elbette vardır; ancak halk insani yardımların olmasını istiyor.
Türkiye’nin Rojava’daki rolü nedir?
Suriye Kürtlerinin algısına bakıldığında simdiye kadar Türkiye’nin rolü olumsuzdur. Suriye Kürtlerinin önemli bir kısmına göre Türkiye El-Kaide’ye yardım etti ve Rojava’daki mücadeleyi etkisizleştirmek istedi. Cenevre 2’de Kürtlerin temsilcilerinin orada olmamasını, insani yardımlar konusunda, duvar örülme politikası gibi bazı konularda yanlışlar yapıldığını düşünmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin siyasetine güvenmiyorlar; Türkiyenin onlara yardım eli uzatmadığını ileri sürmektedirler.
Türkiye’nin Rojava politikasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Bir asırdır Kürt sorunu Türkiye’deki en büyük sorunların başında geldiği açıktır. Irak’taki özerk bölgenin Irak Anayasasında var olmasına rağmen uzun bir süre tanımama sorunu yaşandı. Şimdi de Suriye’de özerk bölgeler oluşmaktadır. Irak ve Suriye’den sonra gündemde Türkiye’deki Kürtlerin de statüleri söz konusu olacağı düşünülmektedir. Barış görüşmelerinde de Türkiye Kürtlerin istekleri, Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarından farklı bir şey olmayacağını öngörebiliriz. Eğer Suriye’deki Kürtler otonomilerini elde etseler, Türkiye’deki Kürtler de otonomiyi isteyeceklerdir. Suriye ve Irak Kürtlerinden daha alt düzeyde bir hakkı kabul etmeleri biraz güç gözüküyor. Daha açık bir deyişle Suriye’de Kürtlerle ilgili her gelişme doğrudan Türkiye Kürtlerini de ilgilendirme ve ikisi de birbirlerinden etkilenmektedirler.
http://www.impr.org.tr/rojeva-kurd-rojavadaki-kurtler-cenevre-2-ve-kanton-yonetimleri/#.VN93K_msWSo