TÜRKİYEDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYEDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2015 Perşembe

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11




TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 11


İBDA-C

Son dönemde birahanelere molotoflu saldırılarla, bombalama, adam dövme gibi eylemleri ve radikal ama düzeysiz, küfürlü söylemiyle dikkat çeken, şeriatçı gruplar arasında "mahalle kabadayıları", sol gruplar tarafından kenar mahalle aristokratları diye adlandırılan İBDA-C hakkında İstanbul polisinin tuttuğu kayıtlar ilgi çekici. Polis kayıtlarındaki bilgi şöyle:
"1973 yılında, Şair Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu fikriyatını ortaya atması ile MHP'den ayrılan grup temelde İslam esasına dayanan ve Kürt sorununa da ağırlık veren doğu ile batının birleşmesi ile meydana gelebilecek federe devletlerden oluşan Büyük İslam Birliği Devleti'ni meydana getirmek için çalışmalarına başlamış, bu çalışmalar 1980 yılı Bayrak harekatına kadar devam etmiş, Bayrak harekatı ile çalışmalarına ara vermişlerdir.
O dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in yanında yetişen ve Necip Fazıl'ın ölümü ile Büyük Doğu fikriyatının temsilcisi olduğunu iddia eden Salih Mirzabeyoğlu sahte isimli Salih İzzet Erdiş'in liderliğinde Büyük Doğu Fikriyatı'nı da içine alan İBDA-C adlı örgüt kurulmuş; örgüt 1985 yılından bu yana İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Konya, Denizli, Adapazarı, Şanlıurfa, Muş ve Diyarbakır gibi illerde faahiyet göstermektedir."
İstanbul emniyetinin elindeki önemli bir bilgiye göre, Taraf adlı aylık derginin, örgütün yayın organı olduğu ileri sürülüyor ve örgütün dergi aracılığıyla Irak yönetimiyle ilişki halinde olduğu belirtiliyor.
Polis kayıtlarına göre İBDA-C, İstanbul dışında 19 merkezde çalışma yapıyor. Bu iller Ankara, Amasya, Adıyaman, Burdur, Bursa, Düzce, Erzurum, İzmir, Kahramanmaraş, Elazığ, Kayseri, Malatya, Muş, Konya, Gaziantep, Sakarya, Tokat, Trabzon ve Urfa. Örgütün Gaziantep ekipleri eylem veya bildirilerinde İBDA-C Ultraforce (Üstün vurucu güç) imzasını kullanırken, Urfa birimleri İBDA- C Şark, İBDA-C Kürdistan ve İBDA-C Birecik imzalarını "Ehli Sünnet Militanları" genel başlığıyla kullanıyorlar. Örgüt, Avrupa'da Almanya'nın Berlin, İsveç'in ise, Göteborg kentlerinde örgütlenmiş durumda.
Polis kayıtları, İBDA-C'nin örgütlenme şemasını şöyle çiziyor:
Genel Başkan: Salih Erdiş (Mirzabeyoğlu)
Mali Sorumlu: Kazım Albayrak
Eylem Sorumlusu: Ali Osman Zor.
Bu yapıya göre eylem sorumlusu Ali Osman Zor, dört ayrı birimi yönetiyor. Bunlardan silah sorumlusu olarak görev yapan M.Tahir Başarıcı'nın kadrosunda Şahin Zor ve Mehmet Zor yer alıyor. Ali Osman Zor'a bağlı ikinci birim 'İslami Kısas Kıtaları' (İKK) adını taşıyor ve bu birimde Kemal Şişman, Mehmet Zengin, Ender Toz, Serdar Ataş, Süleyman Dal ve İbrahim Tatlı görev yapıyorlar.
Eylem sorumlusuna bağlı üçüncü birim, 'İslami Kısas Timi' (İKT) adını taşıyor ve polisin dokümanlarına göre Metin Aslantürkiyeli, Alaattin Baki Aytemiz, Mehmet Fırat, Gürsel Avcı, Şükrü Sak, Malik Aslantürkiyeli ve Ahmet Aslan'dan oluşuyor.
Polise göre, örgütün İstanbul'daki eylem bölge sorumlulukları, "Çarşamba- Karagümrük Mahalle Sorumlusu: Mehmet Taşkesen", "Sanayi Mahallesi Sorumlusu: Murat Erbaşlı", "Çeliktepe Mahallesi Sorumlusu: Ümmet Meğer", "Seyrantepe Mahallesi Sorumlusu: Şaban Çavdar" olarak belirlenmiş.
Ali Osman Zor'un emrinde olduğu ileri sürülen son birimin adı 'İslam Gerilla Ordusu' (İGO) da ise Unsal Zor, Mevlüt Dal, Abdullah Talu, Abdullah Kargılı, Hüseyin Avcı ve Mehmet Tatlı bulunuyorlar.
Polis kayıtlarındaki İBDA-C örgütlenmesinde, doğrudan Salih Mirzabeyoğlu'na bağlı olarak görev yapan bir Eğitim Kadrosu birimi bulunuyor. Bu birimin Ak Zuhur ve Taraf dergileriyle 'Kıvam Hukuk Bürosu'ndan oluştuğu, polisin bir başka iddiasını oluşturuyor.


...VE TURAN DURSUN VE BAHRİYE ÜÇOK VE...

-4 Eylül 1990: Gazeteci, din araştırmacısı ve eski müftü Turan Dursun, Koşuyolu'ndaki evinden çıkışta, ucuna susturucu takılmış bir silahla kurşunlanarak öldürüldü.
Tahran Radyosu, cinayeti ilk haber olarak verirken şöyle diyordu: "Türkiye'nin Salman Rushdi'si, sol eğilimli Yüzyıl Dergisi yazarlarından Turan Dursun, bugün tanınmayan kişilerce kurşunlanarak öldürüldü. Dursun'u öldüren failler olaydan sonra kaçtılar. Hatırlatmak gerekir ki, Turan Dursun yazılarında yüce İslam dini ve Hz. Muhammed'e defalarca ihanet ve edepsizlikte bulunmuştu."
-6 Ekim 1990: Cağaloğlu'ndaki Sosyal Yayınlar binası molotof kokteyli atılarak kundaklandı. Çok sayıda kitap yandı.
-6 Ekim 1990: SHP Parti Meclisi Üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok, İstanbul'dan gönderilen bir paketin içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu parçalanarak yaşamını yitirdi. Laik yayınları ve siyasal yaşamıyla tanınan İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyesi Doç. Üçok, şeriatçıların öfkesini 1988 yılında yayınlanan bir tesettür açıkoturumunda çekmiş, sürekli tehdit edilir olmuştu. Bahriye Üçok'a Expres Kargo'dan gelen paketin, 3 Ekim 1990'da İstanbul, Perşembepazarı, Hırdavatçılar çarşısı, No: 104, Karaköy-İstanbul adresinden gönderildiği ortaya çıktı. Ne var ki, paketin üzerinde gönderenin kimliği, 'İlmi Araştırmalar Vakfı' olarak belirtilmişti ve vakfın adresle ilişkisi yoktu.
Üçok cinayeti hala karanlıkta...
-14 Ekim 1990: MİT Müsteşarı Teoman Koman, Cumhuriyet'e İslamcı Terör tehlikesine ilişkin açıklamalar yaptı. Koman şunları söylüyordu:
"İslami terör örgütlerinin yurt içinde ve dışında kampları var. Buralarda askeri eğitim yapıldığı yolunda elimizde bilgiler mevcut. Türkiye nüfusunun yüzde 99'u Müslümandır. Gidin bir köye, din adına şapka açın, ceplerinde ne varsa verirler. Bu sayede okullar, ticarethaneler açılıyor. Dindar kitlenin temiz duygularını istismar edip teröre bulaştıranlar da var. Para sıkıntıları yok. Büyük tehlike oluşturuyorlar. Şimdi, 'İslami terör yoktur' diyemeyiz. Üstelik önemli ölçüde, çevre ülkelerden destek sağlanmaktadır. Bunun nereden olacağını da çok iyi biliyorsunuz."
-28 Ekim 1990: 1960'ların irtica simgesi, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı Said-i Nursî için, Nurcuların gazetesi Yeni Asya Ankara Kocatepe Camii'nde mevlid düzenledi. Mevlidin gerekçesi, ölümünün 30. yılında Nursî'yi anmaktı. Oysa Nursî 28 Ekim'de değil, 23 Mart 1960'ta ölmüştü. Bu açıkça, bir gün sonra 67. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan Cumhuriyete karşı bir gövde gösterisiydi.
Mevlide DYP milletvekillerinden Mardin Süleyman Çelebi, İsparta Ertekin Durutürk, Kütahya Cavit Erdemir, Elazığ İsmail Köse, Elazığ Ali Rıza Septioğlu, Erzurum Tahir Şaşmaz ve ANAP milletvekillerinden Balıkesir İsmail Dayı, Siirt Kudbettin Hamidi, Kayseri Mehmet Kaşıkçı katılmışlardı. DYP Genel Başkanı Süleyman Demirci, geceye şu telgraf mesajıyla katıldı:
"Büyük alim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said-i Nursi için okunacak mevlidi Allah kabul etsi.ı. Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi olan Bediüzzaman Said-i Nursî'ye Allah rahmet eylesin. Saygılar."
-4 Kasım 1990: Cumhuriyet gazetesi, İslamcı yayın organlarının bir çağrısını haber olarak yayınladı. Barolar Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kadın Haklarını Koruma Derneği, Türk Kadınlar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve TÜSİAD gibi kuruluşları siyonistlikle suçlayan ve hedef gösteren ortak bildiride şunlar söyleniyordu:
"Laiklik, demokrasi, çağdaşlık ve benzeri ne anlama geldiği belli olmayan, herkese göre değişebilen süslü kavramların artfasına gizlenerek sürdürülen bu şer kampanyası, yüce kitabımızın hak ve batılın birbirinden ayrı olduğunu ve birarada bulunamayacağını belirten ayetlerine uygun olarak, Allah'a dost olanlarla düşman olanları apaçık bir biçimde ayırıcı yönde gelişmektedir. Halkımızı hiçbir şekilde temsil etmeyen, şımarık bir mutlu azınlığın çıkar ve özlemlerini temsil eden bu laik cephe, ülkemizin tarihi boyunca laiklik ve Atatürkçülük paravanası altında Müslümanlara saldırarak neyi hedeflemektedir?..."
"...1920'lerden beri, İslamı temsil eden ne varsa yok etme politikası uygulanmıştır. Müslümanların okulları kapatılmış; dilleri, kılık kıyafetleri, takvimleri ortadan kaldırılmış; buna karşı çıkan binlerce Müslüman, İstiklal Malıkemeleri'nde sorgusuz sualsiz idam edilmiştir. Tek parti diktatörlüğü ezanı yasaklamış,
Kur'an'ı Kerim'leri meydanlarda açıkça yakmış, camilerimizi kiliselere benzetmeye çalışmış ve yine karşı çıkan binlerce müslüman ya hapsedilmiş ya da sürgün edilerek zulme uğramıştır. Laik düzen, Müslüman kızlara okul kapılarını kapatarak, başörtü yasağı gibi iğrenç bir yasakla zulmünü değişik bir yönden sürdürmektedir.
...Ama rabbimizin vaadi gereği, zulmün ve zalimlerin telaşı boşunadır. Çünkü İslamın zaferi yaklaşmaktadır.
Laik şer cephesi, Müslümanlara saldırmayı bırakıp, Cumhuriyet tarihi boyunca işlediği sayısız zulmün ve ülkemizi kafir güçlere satmanın hesabını vermeye hazırlanmaktadır." İşte bu ortak bildirinin altında;
Akademi Yayınları, Birim Basım-Yayın, Dava Dergisi, Dünya Yayınları, Girişim Dergisi. İmza Dergisi, İşaret Yayınları, Kamuoyu, Kardelen Dergisi, Kimlik Gazetesi, Med-Zehra, Mektup Dergisi, Objektif Dergisi, Sena Organizasyon, Şafak Dağıtım, Şura Yayınları, Teklif Dergisi, Tevhid Dergisi, Tohum Neşriyat, Yeryüzü Dergisi, Yıldız Kervan ve Yönetim Yayınları'nın imzası vardı. Ortak bildiri, "İnananlar Allah yolunda, küfredenler tağut uğruna savaşır, öyleyse siz şeytanın dostlarıyla savaşın" sözleriyle son buluyordu. Toplantılarında, "Bekleyin laikler, geliyoruz" diye marşlar söyleyen İslamcılar, gelişlerinin artık uzun vadeye değil orta vadeye, hatta kısa vadeye bağlandığını ilan ediyorlar ve şeytanın dostları dedikleri laiklere açık savaş ilan ediyorlardı.
-4 Kasım 1990: Diyanet İşleri Başkanı Said Yazıcıoğlu, cami sayıları ve cami yaptırma konusuna ilişkin ilginç bir demeç verdi. Yazıcıoğlu, "Türkiye'de bugün 65 bin cami var. Bu camilerde 80 bin dolayında kadrolu personel bulunuyor. 7 bin dolayında personel açığı var. Her köye bir cami yeterliyken, neredeyse 100 metre arayla yapılıyor. Ne kadar az cami yaparsak, vatandaş arasındaki bölünmeyi önlemiş oluruz", diyerek adını başı cami yapılmasına karşı çıkıyordu.
-20 Kasım 1990: Yıldız Üniversitesi'nde kendilerine "Müslüman Gençlik" adını veren 300 kişilik bir grup gösteri yaptı. Üniversite yemekhanesinde bulunan Atatürk rölyefinin üzerinde yer alan "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sözleri, grup tarafından "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır", biçiminde değiştirildi.
-2 Şubat 1991: Körfez Savaşı'nda Türkiye'nin müttefik kuvvetlere destek vermesi; İstanbul, Diyarbakır, Batman, Nusaybin ve Tatvan'da cuma namazından çıkan İslamcıların gösterileriyle protesto edildi. Atılan sloganlar arasında "Saddam Bahane, Dökülen İslam Kanı" ve "Kahrolsun İsrail" dikkati çekti.
-2 Şubat 1991: Refah Partisi Genel Başkam Necmettin Erbakan'ın Suudi Arabistan Kralı Fahd'a gönderdiği telgraf, Suudi televizyonunda okundu. Telgrafın tam metni şöyle:
"Harameyn-i Şerifeyn Hamidi Kral Fahd bin Abdulaziz Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu Kuveyt'in kurtarılması ve Saddam fitnesinin ortadan kaldırılması uğrundaki savaşların başladığı haberini büyük bir mutluluk ve sevinç ile karşıladık. Bu arada, Saddam'ın, Suudi Arabistan'ın emniyet ve selametini ihlal ederek, roketleriyle Suudi kentlerini bombalamasını, selamet içinde yaşayan halka korkulu anlar yaşatmış olmasını da, biz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman büyük bir endişeyle karşıladık. Saddam Hüseyin, bir zamanlar mübarek toprakların ve bu emniyet ve selamet ülkesinin kutsallığının korunmasına büyük ihtimam gösterdiği hakkındaki kulakları sağır eden iddialarını da çiğnemiştir. Bu hoş bir sürpriz olmamıştır. Saddam Hüseyin, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yoketmeye çabalayan zalim bir diktatördür. Zira o, tanındığı andan itibaren sapıklık yolunda büyümüş, şüpheli eller tarafından yetiştirilmiş, hayatlarını İslam düşmanlığına, İslam din ve adamlarının ortadan kaldırılmasına adamış, sapık cereyan ve karanlık adamlarının gölgesinde gelişmiş ve böylece ortaya, fasit bir bitki ve salih olmayan bir amel çıkmıştır.
İttifak kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt'in kurtarılmasına ve bu fitnenin ortadan kaldırılmasına kıyamınız, Allah'a yaklaşmanın en büyük derecesidir.
Genel olarak Türk Müslümanları, özel olarak RP adına, biz, bu icraatlarınızı destekliyoruz. Hatta, mübarek Tevhid sancağı olan 'Lailahe İllallah Muhammedün Resulullah' bayrağınız altında bu cihadınıza nusrette görevimizi yerine getirmeye ve mübarek topraklar uğrunda canlarımızı sizinle birlikte her zaman fedaya hazırız.
Cenab-ı Hak, sizi, nusreti ve muvaffakiye teyid buyursun." (TEMPO Dergisi, 17 Şubat 1991)
Her zaman, antiemperyalist olduğunu söyleyen ve ABD karşıtlığıyla övünen İslamcıların partisinin lideri, bu mesajla ne demek istiyordu? Mesaj, şu anlama geliyordu: Ortadoğudaki varlığını ABD çıkarlarıyla özdeşleştiren, varlığını emperyalistlerin çıkarlarına armağan eden Suudi Arabistan'dan yana tavır almak, antiemperyalist bir partinin takınacağı bir tutum değildir.
Dolayısıyla Refah Partisi antiemperyalist değildir. İkincisi; Suudi Arabistan, İrak'taki Müslüman halka bombalar yağdıran batılı müttefik güçleriyle birlikte hareket etmektedir. Onlarla birlikte hareket eden Suudi Arabistan'a, bu olayda bu denli angaje olan bir partinin, İslamcıların partisi olduğundan da kuşku duyulmalıdır. Sonuç: Refah Partisi sahte islamcı, dışa bağımlı bir partidir.
-12 Nisan 1991: 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesini yürürlükten kaldırdı.


ŞERİATÇILIK VE 163. MADDE

"Yazılarımızda zaman zaman kendimizi yineleyerek laiklikten, şeriatçılıktan, Türkiye'nin bağımsızlığından söz ediyorsak, bunun nedeni, tutucu iktidarların ve kimi politikacıların tutumlarıdır. Ülkemizde, ne yazık ki, hukuka bağlı devlet, anayasal aksaklıklar, kişisel iktidar eylemleri, insan hakları, enflasyon, ülke ormanlarının yok edilmesi gibi çok önemli ve yaşamsal sorunlar temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze geliyor, getiriliyor. İşte Türk Ceza Yasası'nın 141., 142 ve 163. maddeleri de böyle süreğen (müzmin) sorunlardan biridir. Ne yapalım, susalım mı? Elbet düşüncelerimizi açıklamak zorundayız. 141 ve 142. maddeleri geçen hafta ele almıştık; bugün 163. maddenin bağlantılı olduğu konu ve sorunları bu madde ile birlikte irdelemek istiyoruz.
Şeriatçılık ile 163. madde arasında ilişki olsa da, bunlarla son zamanlarda Avrupa basınında sık sık yer alan Sevr Antlaşması arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Avrupa basınının sık sık sözünü etmeye başladığı Sevr Antlaşması, artık ortadan kalkmış olan Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabul ettiği, daha doğrusu karşılıklı bir anlaşma değil, Batılılarca Osmanlı Devleti'ne dikte edilmiş bir belgedir. Bu politik belge ile 163. madde arasındaki bağlantı şöyle belirlenebilir: Bu madde, Atatürk devriminin temel öğelerinden biri olan laiklik ilkesini koruyup şeriatçı akımların önlenmesi amacıyla konulmuştur. Sevr Antlaşması'nı Türk ulusu değil, Osmanlı Parlamentosu da değil, şeriatçılığı korumakla görevli Padişah Vahdettin'in çağrısı üzerine, onun başkanlığı altında toplanan Saltanat Şurası kabul etti.
Bu şura üyelerinin büyük çoğunluğu, emekli Osmanlı paşalarından ve eski devlet adamlarından oluşmuştu. Padişah, aynı zamanda Halife olduğu için Osmanlı devleti, elbette şeriatçı nitelik taşıyordu. Son Osmanlı Parlamentosu olan İstanbul Mebusan Meclisi, 16 Mart 1920'de İstanbul'un İngilizler ve savaş ortaklarınca eylemli olarak işgal edilmesinden sonra kapatılmış; milliyetçi üyeler, İngilizler tarafından Malta Adası'na sürülmüş; Anadolu'ya kaçabilenler ise Ankara'ya varıp ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katılmışlardı. Ancak, son Mebusan Meclisi'nin gördüğü çok önemli bir iş vardı ki, o da Ulusal Ant'ı (Misak-ı Milli'yi) kabul etmiş olmasıydı. Bu ant, Türkiye'nin değişmez sınırını Türk halkına ve bütün dünyaya ilan eden belgedir. Sevr Antlaşması ise Osmanlı Devleti'ni birkaç ilden oluşan küçük bir emirlik, bir hanlık durumuna getiriyordu; İstanbul'da İngilizlerle işbirliği yapan şeriatçılar ise bunu benimsemişlerdi. Sevr Antlaşması'm reddedip Yunanlıları Anadolu'dan çıkarmak için Türk ulusunun önünde çarpışan Mustafa Kemal Paşa hakkında idam fermanı verenler, şeriatçılardı. Yunanlılar karşısındaki Türk direnişini kırmak için, Anadolu'daki bazı haym ve gafilleri kandırıp yer yer isyan çıkararak Türk ordusunu arkadan vurup çökertmek isteyenler de başta Padişah Vahdettin olmak üzere, yine şeriatçılardı.
Günümüzde, Atatürk'ün çağdaş Türkiye için koymuş olduğu sağlam ilkelerle başa çıkamayıp onun kişiliğini karalamaya çabalayanlar, yine şeriatçılar değil midir?
Güncel bir örnek daha vereyim: Nevşehir belediye seçimleri sırasında "Kanımız aksa da zafer İslamındır" diye tekbir getirerek kentin sokaklarında avaz avaz bağıranlar kimlerdir? Elbette şeriatçılar. Çünkü onlar için Türk yok, İslam vardır; ulus yok, ümmet vardır.
Şu halde, 163. maddenin hem, şeriatçılık hem de yeni kurulan Cumhuriyet'in yırttığı (ki, bu yırtılış, Lozan Barış Antlaşması ile belgelenmiştir) Sevr Antlaşması ile çok yakın ilgisi var. 163. maddenin kaldırılmasına, ben, işte bu nedenle karşıyım. Şeriatçı partilerin açık, gizli hilafet propagandalarının yeniden yaygınlaşması bu ülkeyi felakete götürür de, ondan. Bu konudaki düşüncelerimi daha Önce de bu sütunlarda birkaç kez açıkladığımı yinelemeyeceğim.
Şimdi de 163. maddenin metnini okuyalım:
"Madde 163- (Değişik 2787-21.1.1983)
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya siyasi veya hukuki teme! düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan onbeş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne surettte olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Şahsi nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri veya dini kitapları alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı fiilleri devlet daireleri, belediyeler veya sermayesi kısmen veya tamamen devlete ait olan iktisadi teşekküller, sendikalar, iş;i teşekkülleri, okullar, yüksek öğretim müesseseleri içinde veya bunların memur, müstahdem veya mensupları arasında işleyenler hakkında verilecek ağır hapis cezası üçte bir nispetinde arttırılır.
Üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı fiiller, yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde arttırılır."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Stalin'in Türkiye'den toprak ve üs istemesi sonrasında, 1947'de, T.C. hükümetinin ABD ile ikili anlaşmaları gündeme geldi. Daha sonra, ABD'nin gittikçe artan yoğunlukta ve öteki batı devletlerinin katılmasıyla bizi yeniden yarı sömürge durumuna getirecek tutumu karşısında "Tam Bağımsızlık İstiyoruz" diye haykıran üniversite gençlerine ne yapıldı? Kıyım, dayak, işkence, hapis... Öyle zamanlar oldu ki, ABD'nin herhangi politik bir eylemini eleştirenler bile hapislere atıldı. Buna karşılık şeriatçıların sırtları hep sıvazlandı. Bugünkü tehlikeli ortama, böyle sürüklendik.
1980 askeri darbesinden sonra devlet başkanı olan Kenan Evren, doğudaki meydan konuşmalarından birinde, "Tam bağımsızlık diye bir şey tutturmuşlar" diyerek yazarları ve gençleri suçlamadı mı? Kafalar ne kadar şartlanmıştı ki, solcuların vatansever olduğu bir türlü kabul edilemiyordu; korkunç bir ayrımcılıktı bu. Günümüzde "komünizm ihraç eden ülkeler" kalmadı, ama yöremiz şeriat ihraç eden ülkelerle sarılıdır.
Burada beklenen bir soruya (sual-i mukaddere) yanıt vereyim: Denebilir ki, geçen pazar yazınızda 141 ve 142. maddelerin düşünce özgürlüğünü kısıtlaması nedeniyle kaldırılmasından yana idiniz. 163. maddenin düşünce özgürlüğünü kısıtladığını düşünmüyor musunuz?
163. madde din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamıyor, düşünce özgürlüğünü de kısıtlamıyor. Hilafetçiliğe kadar gidebilecek propagandalar yapma olasılığı bulunan siyasal partilerin kurulmasını engelliyor. Başka bir soru da yöneltilebilir: Parlamentodaki partiler yelpazesinde sol uç kanadın boşluğunu doldurmak için komünist partilerin kurulmasından yana olduğunuzu geçen hafta açıkladınız; peki sağ uç kanattaki şeriatçı partilere niçin karşı çıkıyorsunuz?
Çünkü; komünizmin karşıtı şeriatçılık değil, kapitalizmdir; partiler yelpazesinde sağ kanat, kapitalizm ideolojisi ile yeterince doldurulmuştur, o uçta boşluk yoktur. Şeriatçılık ülkemiz bakımından büsbütün ayrı bir nitelik taşır. Geçmişimizde komünist gelenek yok ama şeriatçı gelenek vardır ve her an hortlayabilir. Şeriata dayanan İslamcı devletlerde ise düşünce özgürlüğünün ne kertede kısıtlı olduğunu gazete okuyan herkes bilir.
Okurlarımın 163. maddeyi dikkatle okuyup bu sorunları, parça parça değindiğim noktaların ışığı altında değerlendirmesini, Atatürkçü aydınlarımızın da, halkı bu yönde aydınlatmaya çalışmasını dilemekteyim.
Bir tutsaklık ve utanç belgesi olan Sevr Antlaşması"nı tam bağımsızlık belgesi olan Lozan Antlaşması'na üstün tutan düşünce eğer şimdi de ülkemizde varsa, bu tür düşünce taşıyanlar, mütareke döneminin haym mirasçılarıdır." (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet: Cumhuriyet, 14 Nisan 1991, Sf.2)


LAİK CUMHURİYETE ÖLÜM YEMİNİ VE
UĞUR MUMCU

-31 Ekim 1991: Yenilevent İstanbul'daki Harp Akademileri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral İzzettin İyigün imzalı 31.10.1991 tarih ve 3500-23-91/İsth. ve İKK Şb. 557 sayılı yazının kısa metninde şöyle bir sunuş var:
"Alınan bir duyum üzerine tespit edilen Kur'an Kursu Andı metninin fotokopisi ekte gönderilmiştir. Bilgi edinilmesini arz ederim."
Tümgeneral'in ekte gönderdiği Kur'an Kursu Andı metni ise şöyle:
"Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkartılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan Şeriat Devleti'nin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma dinim, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kassem ederim."
-20 Eylül 1991: Yaklaşan Genel Seçimlerle ilgili çalışmalar sürerken, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ve Islahatçı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali, bir seçim protokolü imzaladılar.
Hedefleri, adaylarını RP çatısı altında seçimlere sokmak ve artık "Kutsal İttifak" olarak anılmaya başlayan ittifakı iktidara taşımaktı. Bunu umuyorlardı da. Umutları, imzalanan protokol metninden anlaşılabiliyordu:
"Milli İttifak'ın kurucusu üç liderin ortak yetki ve sorumluluğu ile ittifakın kanatlarının bir partide veya yeni kurulacak bir partide kemaliyle temsil edilmesi, kurumlaşması, genişletilmesi, milli ve manevi değerlere bağlı hüsnüniyet sahibi bütün grup ve vatandaşlarımızın ittifak oluşumunda yerlerini almalarını sağlayacak, Türkiye'nin milli, manevi ve bilimsel potansiyelini harekete geçirebilecek, Model, Usul, Zamanlama, Program, Strateji, Temsil, Yetki, Sorumluluk konularında yeni bir mutabakata, bir protokole ihtiyaç duyulmaktadır. Açıkladığımız amaçları gerçekleştirmek üzere, yeni bir protokol hazırlanmasına ve gereğinin yapılmasına karar verdik. 20.11.1991.
Prof.Dr.Necmettin Erbakan. Alparslan Türkeş. Aykut Edibali." Ancak umulan olmadı. Necmettin Erbakan'ın, son bin yılın olayı dediği ittifak, yüzde 16.7 oyla 62 milletvekili çıkararak DYP, ANAP ve SHP'nin ardından dördüncü parti oldu. İttifakın 62 milletvekilinden 19'u MHP'nin, 3'ü IDP'nin, 40'ı RP'nindi. Nitekim Türkeş, kendi arkadaşlarıyla 15 Kasım 1991'de; Edibali ise iki arkadaşıyla, 25 Ocak 1992'de ittifaktan ayrıldılar.
-24 Ocak 1992: Fatih Cami-i'nde yaklaşık 150 kişilik bir grup tarafından "Cezayir Katliamını Tel'in Mitingi" düzenlendi. Toplantıya güvenlik güçlerinin müdahale etmek istemesi sonucu çıkan çatışmalar sırasında, gösterici grubun "Satılmış Polis" diye slogan attığı görüldü.
-l Mart 1992: Cizreli Şeyh Zeki Atak'ın Hizbullahi müridleri, Galata'daki Neve Şalom Sinagog'unu bombaladı. Eylemin, İsrail'in Filistin halkına zulmetmesini protesto amacıyla yapıldığı açıklandı.
-20 Ekim 1992: Refah Partisi Kocaeli Milletvekili, eski Adalet Bakanlarından Şevket Kazan ve 11 arkadaşı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na bir suç duyurusunda bulundular. Suç duyurusu dilekçesindeki görüşler, RP'lilerin cinselliğe, ahlak normlarına, topluma bakış açılarına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Bu nedenle; Şevket Kazan, Kemalettin Göktaş, Ömer Faruk Ekinci, Abdüllatif Şener, Musa Demirci, Hüsamettin Korkutata, Mehmet Elkatmış, Kemalettin Göktan, A.Remzi Hatip, Bahattin Elçi, İbrahim Halil Çelik, Zeki Ünal ve Kazım Ataoğlu imzalı suç duyurusunun kimi bölümlerini aktarıyorum:
"1. 17 Ekim 1992 tarihli Hürriyet gazetesinin Ankara ekinin 2. sahifesinde yer alan ve daha önceleri de pekçok kez muhtelif basın-yayın organlarında emsalleri neşredilmiş bulunan 'seks aletleri'ni havi ilanda; Ankara Sens baş bayii olarak ör j inal muhtelif seks aletlerinin (büyütücüler, üç ayrı başlıklı masaj aletleri, uyarıcılar, pilli-motorlu suni vaginalar, lezbiyenler ve değişiklik isteyenlere çok özel ilişkiler için protez organlı külotlar, pilli- motorlu orgazm makinaları vb.) isteyen her kişiye posta ile gönderileceği veya motorlu kurye ile teslim edilebileceği belirtilmekte; ayrıca 200 çeşit cinsel mamulün verilen adreste teşhir edildiği, isteyenlerin görüp, arzu ettiği seks mamulünü alabileceği ifade olunmaktadır..."
"...Müstehcenlik, toplumlarda tarih boyunca tartışılmış ve genelde yadırganmış ve de tasvib görmemiştir. Müstehcenliğin bütün çeşitleri arasında ortak bir özellik bulunmakla, o da cinsi arzuları tahrik, galeyana getirmek ve bunu istismar etmektir. Bu da insanlarda diğer bazı duyguları özellikle fazilet hislerini köreltmekte, cinsi arzulan galeyana getirmekte, dolayısıyla kişinin ve kişiliğin dengesi bozulmakta, toplumlarda, ailelerde, bilhassa çocuk ve gençlik çağındakilerde bunalımlara ve huzursuzluklara ve suç işleme temayülüne yol açmaktadır. Türk toplumu müstehcenlik karşısında, tarihin derinliklerine kök salan asil ve ciddi bir anlayışa sahiptir. Bu anlayış, günümüzde de ana çizgileri ile devam etmektedir. Türk milletinin bu anlayışı, müstehcenlik konusundaki spekülasyonlara zıt; fakat ahlaki, psikolojik, sosyolojik, pedagojik ilmi gerçek ve tesbitlere uygundur. Bugün batı aleminde, aile müessesesinin dumura uğramasında, fuhuşun yaygınlaşıp AİDS ve benzeri hastalıkların süratle çoğalmasında; buna bağlı olarak uyuşturucu madde alışkanlığının toplumları sarsacak çapta tırmanmasında; müstehcen alet ve yayınların, kısaca pornografinin küçümsenmeyecek bir rolü vardır. Bugün Türkiye'deki müstehcenlik (halkın ar ve haya duygularını incitme veya cinsel arzuları tahrik ve istismar etme), suç duyurusunu yaptığımız Sex-Shop'ların açılmaya başlanması ve büyük tirajlı gazetelerde ilanlarla duyurularak aleniyet kazandırılmasıyla sınırsız ve kontrolsüz bir sürece girmiş bulunmaktadır..."

"...Toplumumuzun müstehcenlik konusundaki asil anlayışının bundan sonra da sürmesi konusunda, müstehcenlik sınırını dahi aşıp müstekreh (iğrenç, tiksinti verici) hale gelen pornografiye karşı insanımızı korumak için hukuki tedbir ve teşebbüslerde bulunmak bir Anayasa icabıdır. Bu konuda gerekli tedbir alınmadığı takdirde, her türlü müstehcenlik ve pornografinin serbest ve aleni olduğu ve ticaret metaı yapıldığı, anılan sex-shop ve bürolar zaman içerisinde Türkiye'nin en ücra köşelerine kadar yayılacak, kolaylıkla bir dükkan gibi umumi mahallerde, bulvarlarda açılıp burada her türlü pornografik yayın, alet ve gereçler halka teşhir edilip satılabilecek; işte o zaman, iş işten geçmiş olacak ve belki geriye de dönüş mümkün olmayacaktır..."

..

TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 9





TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 9



İSTANBUL'DAKİ HİZB-ÜT TAHRİR

İstanbul Emniyet Müdürlüğü arşivlerindeki bilgilerle hazırlanan bir brifing dosyasında, Hizb-üt Tahririn İstanbul'daki örgütlenmesi, örgüte yönelik operasyonlar ve örgütle bağlantılı olduğu kanısıyla yakalanan kişilere ilişkin şu bilgiler veriliyor:
"Kökü yurt dışında bulunan bu örgütün kurucusu Takuyiddin Nebhani'dir. Takuyiddin Nebhani 1953 yılında Ürdün'de yasal olarak bu partiyi kurmuştur. 1957 yılında, Ürdün hükümeti tarafından partinin kapatılması ile parti illegaliteye düşmüş, Lübnan şubesi başta olmak üzere Ürdün, Suriye, Irak, Mısır, Tunus ve Sudan'da faaliyet göstermeye başlamıştır. 1957 yılında, Takuyiddin Nebhani'nin ölümü üzerine Abdülkadim Zellum geçmiş ve halen başkan olarak, partiyi bu şahıs yönetmektedir. 1967 yılından sonra yurdumuzda da faaliyet gösteren bu örgütün amacı, merkezi Türkiye olmak üzere bütün Müslüman devletlerin dahil olduğu şer'i bir İslam devleti kurmaktır. İstanbul'un yapısı itibariyle, Türkiye'deki örgütlenme bu şehirde başlamıştır. Örgütün silahlı eylemleri bulunmaktadır. Örgüt eylemlerini hükümet ve devlete karşı kışkırtmayı hedef alan bildiriler dağıtmak suretiyle halka şeklinde faaliyet göstermektedir. 1967 yılından beri,zaman zaman örgüt hakkında takibata girişilmiş, en son olarak da 1985 yılında örgütün tüm elemanları ve arşivleri ele geçirilerek örgüt çökertilmiştir.
Halen ilimizde bu örgütün herhangi bir faaliyeti bulunmamaktadır. 1967 senesinde yapılan operasyonda ilimizde bu örgüte adı karışan şahıslar şunlardır:
1- Ali Nihat Eskioğlu, 2- Turhan Özyılmaz, 3- Bekir Yıldız, 4- Ali Yıldız, 5- Mehmet Şevket Eygi, 6- Erdoğan Tınaztepe, 7- Mehmet
Sıralar.
24.9.1980 yılında yakalanarak haklarında düzenlenen tahkikat evrakı ile 1.10.1980 tarihinde l. Ordu ve Sk.Ynt. Komutanlığınca gözaltına alınan şahıslar:
1- Muhammed Gasem Hüseyin, 2- Bedreddin Hüseyin, 3- Haşim Ebubekir, 4- Muhammed Ebuergup, 5- Muhammed El Kürdi.
12 Eylül 1980 tarihinden sonra Hizb-üt Tahrir örgütü muhtelif yerlerde Türkiye Vilayeti' başlıklı bildiriler dağıtmak suretiyle varlığını ortaya koymuştur. İlimizde 17 Eylül 1985 gününden itibaren devlet düzenimize yönelik yıkıcı ve bölücü mahiyetteki bildirilerin atılması olayından sonra yapılan sıkı bir çalışma neticesinde, 20-21 Eylül 1985 gecesi devam eden seri operasyonlarla örgüt üyesi 17 şahıs, örgütün arşivi, örgüte ait teksir makinesi, üç adet daktilo ve 4341 dolarla birlikte yakalanmışlardır."

-
22 Eylül 1985: Hizb-üt Tahrir üyesi 10 kişiyi de Ankara Emniyet Müdürlüğü ekipleri yakaladılar.
-27 Eylül 1985: Nakşibendi tarikatının etkin kişilerinden Şeyh İsmet'in Siirt'le yapılan cenaze törenine 20 bin kişi katıldı.
-26 Ekim 1985: Denizli'nin Çivril ilçesinde Belediye Başkanı, belediye hoparlöründen dini yayın yaptırdı. Konuyla ilgili olarak, DGM Savcılığı'na ifade veren Belediye Başkanı Servet Özel, duanın sekiz aydır, her perşembe günü yayınlandığını söyledi. Açılan dava beraatle sonuçlandı.
-28 Kasım 1985: Ankara Keçiören Belediyesi, genel tuvaletlerin kapısına astığı talimatnamede, tuvaletlere girerken ve çıkarken okunacak duaları ve dini kurallara göre uyulması gereken diğer kuralları belirtti.
-18 Mayıs 1986: Devlet Bakanı Kazım Oskay, "Amaçlarının her üniversiteye bir ibadet yeri açmak" olduğunu söyledi.
-6 Eylül 1986: İstanbul Kuledibi'ndeki Neve Şalom Sinagog'una silahlı dört kişi tarafından yapılan saldırıda, ayinde bulunan Musevi vatandaşlardan 23'ü öldü. Sabah 09.15 sıralarında sinagoga giren saldırganlar, önce kapıdaki görevliyi, sonra da iç kapıdaki bir başka kişiyi öldürdüler; ardından kapıları kapatıp katliama başladılar.
Kanlı saldırıdan sonra Beyrut, Lefkoşe Rum Kesimi ve İstanbul'daki haber ajanslarını arayan kimliği belirsiz kişiler, saldırıyı İslami Direniş, Filistin İntikam Örgütü ve Kuzey Arap Birliği Teşkilatı adlı örgütler adına üstlendiklerini söylediler. İçişleri Bakanı ve hükümet yetkilileri ile İstanbul polisi, saldırganların iki kişi olduğunu ve gerçekleştirdikleri intihar eylemi sırasında parçalanarak öldüklerini belirtirken; görgü tanıkları teröristlerin dört kişi olduğunu ve ikisinin eylemden sonra kaçtığını öne sürdüler. İstanbul, Ortadoğu kökenli örgütlerin şiddete dayalı siyaset ve katliam alanı olmuştu.
-Kasım 1986: Kasım ayında aylık ve haftalık İslamcı yayınların tiraj toplamı 500 bini aştı. Nurcuların 'Zafer'i 10 bin. yine Nurcuların 'Köprü' 5 bin, Nurcuların 'Sur'u 20 bin, Nakşibendilerin kadın dergisi 'Mektup' 30 bin, Nakşibendilerin 'Altınoluk'u 25 bin, yine Nakşibendilerin 'İslam'ı 100 bin, Nakşibendilerin kadın dergisi 'Aile ve Kadın' 60 bin, Nakşibendilerin 'İlim ve İnsan'ı 5 bin, Kadirilerin Trabzon'da yayınladığı 'Öğüt' dergisi 30 bin, yine Kadiriler tarafından çıkartılan 'İcmal' 70 bin, Konya'da yayınlanan 'Ribad' 20 bin, Nakşibendilerin radikallerinin çıkardığı 'Mektep' 5 bin, belli ölçüde radikal ve bağımsız 'Girişim' 7 bin, MHP'nin islamcı kanadının yayınladığı 'Yazı' dergisi 2 bin, 'Kitap' 10 bin, 'İktibas' 7 bin, İran yanlısı 'İstiklal' 3 bin tiraja ulaştılar.
- l Aralık 1986: Cumhurbaşkanı Kenan Evren, tarikat yurtlarının Milli Eğitim'e devredilmesini istedi. Evren, Denizli'de yaptığı konuşmada şunları söyledi:
"Türk milletini geri kalmışlık seviyesine tekrar götürmek, kalkınmamızı geciktirmek için bazı güçler seferberlik ilan ettiler. Eğer çağdaş ülkeler seviyesine gelmek istiyorsak, kendimizi geçmişin hurafelerinden kurtarmak gerekiyor. Yeter ki çocuklarımızın beyinlerini yıkamayalım. Onları kötü ellere teslim etmeyelim. Bugün Türkiye'de birçok hayırsever yurt, okul, hastane yapıyor. Ama Türkiye çapında görüyorum ki bazı dernekler hayır yapıyoruz diye gençlerin beyinlerini yıkıyorlar. Şimdi, buradan anne babalara seslenmek istiyorum. Belki geniş imkanlar var, bedavaya yatak, bedavaya yemek veriyorlar diye çocuklarınızı bu tür yurtlara verebilirsiniz. Ama bu yurtlarda neler aşılandığını bilmezseniz, çocuklarınıza kötülük etmiş olursunuz.
Ben derim ki, eğer okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıysa, memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu varsa, yurtların yani burada okuyan çocuklarımızın kalacağı yurtların idaresi Milli Eğitim Bakanlığı'na ait olmalıdır. Eğer lalettayin kişilere veya birtakım derneklere çocuklarımızı teslim etmeye kalkarsak, işte o zaman kötü bir örnek teşkil eder ve çeşit çeşit dernekler oluşur. Bu dernekler vasıtasıyla çocuklarımızın arasına sağ-sol ve anarşi tohumlan ekilebilir. Eğer o yurtları yaptıran dernekler, bunu bir hayır maksadıyla yaptırıyorsa, kendi okulunu kendin yap kampanyası gibi yurdu yapanlar bunu Milli Eğitim'e teslim ederler, siz bunu yönetin derler. Bunun bir yolunu bulmak lazım. Eğer bunun için bir kanun lazımsa kanun çıkarmak gerekir. Eğer çocuklarımızı yanlış yollara sürüklemek istemiyorsak, yurtların idaresini devletin yönetimine vermek gerekir.
Çocuklar yaş ağaçtır; nasıl eğilirlerse o biçimi alırlar. Bunu bildikleri için onlara el atmaktadırlar. Çünkü bazı konular vardır, kısa vadeli, bazıları uzun vadelidir. Uzun vadeli çalışanlar ileriyi görerek bazı tedbirleralırlar. O halde bunları bilerek, o tehlikeleri sezerek gerekli tedbirleri tümden almak gerekir."
Evet. Evren'in söyledikleri doğru. Yurt dediği Kuran kurslarını yaptıranların amacı, hayrat değil şeriat. Bu da tamam. Bu çalışma şeriatçıların uzun vadeli bir planıdır. Evet. Tevhid-i Tedrisat Yasası varsa Kur'an kurslarının olmaması, buraları Milli Eğitim'in yönetmesi esastır. Evet Bunların hepsi, doğru saptamalar. Tamam da. Eski general, yeni Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 12 Eylül 1980'de, bu ülkede darbe yaptı. Darbeden sonra yaklaşık dört yıl, ülkenin mutlak hakimiydi. İstediği her şeyi yapabiliyordu. Elli küsur kişiyi beslemeyip asma kararı kendilerinden çıkıyordu. O zaman, Kur'an kurslarının durumundan, Tevhid-i Tedrisat Yasası'ndan, uzun vadeli planlardan, diğer bir dolu şeriatçı çalışmadan haberi yok muydu? Eski bir MSP adayını kendisi yönetimin en önüne getirmedi mi? Halkın her karşısına çıktığında nasihatlerini ayetlerle, surelerle inandırıcı kılmaya çalışmadı mı? Tüm siyasileri Zincirbozan'a, cezaevlerine tıkarken, Adıyaman'ın Menzil köyündeki Şeyh Raşit Erol'a gücü yetmeyen kendisi değil miydi? Türk imamların maaşlarının şeriatçı Suudi örgütü Rabıta tarafından ödenmesine ilişkin kararnameyi imzalayan kimdi? Doğanın ve toplumun boşluğu affetmediğini ve bir yolla doldurduğunu, sosyalist, sosyal demokrat, demokrat, devrimci, laik, çağdaş, ilerici kim var kim yoksa ülkenin mutlak hakimi olduğu dönemde nasıl ezdiğini, şeriatçıların da bu boşluğu doldurarak hızla geliştiğini anlayamadı mı?
Neyse. Biz şeriatçıları da, Evren'i de tanırız.
-8 Aralık 1986: Resmi Gazete'de 'Bereket Vakfı'nın kuruluşu ilan ediliyor. Kurucuları: Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Al Baraka Özel Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, Mehmet Demirtaş, Adnan Büyükdeniz, Yalçın Öner, Mehmet Cahit Sürmeli, Kemal Unakıtan, Abdullah Tıvmıklı, Abdullah Sert, Muammer Dolmacı, İlhan Kımık'tan oluşan vakfın amacı; dinsel eğitim bursları vermek, konferanslar düzenlemek, dinsel amaçlı yayınlara mali destek sağlamak. Vakfın kurucularından Topbaş'lar, Nakşibendi tarikatının iki büyük kolundan biri olan Erenköy dergahının şeyhleridir. Erenköy Nakşibendilerinin büyüklerinden Eymen Topbaş ise Anavatan Partisi'nin İstanbul İl Başkanlığı'nı da yapan önemli bir kurucusudur. Vakfın, Topbaşlar dışındaki diğer kurucularından Kemal Unakıtan, Eymen Topbaş ve Korkut Özal'ın Suudilerle birlikte kurduğu Hak Yatırım ve Ticaret A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Üyesi, Yalçın Öner aynı şirketin Genel Müdürü.
-8 Ocak 1987: Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Hüseyin Varol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'yı türban yasağı nedeniyle sert bir dille eleştirdi ve "Doğramacı kafirdir, adamın esas dini nedir, bilinmiyor", dedi.
-26 Aralık 1986: Kara Kuvvetleri Komutanlığı Okullar ve Eğitim Merk. Daire Başkanlığı'nın 3950-38-86/ Ortaöğrt. Ş.2687 sayılı yazısı:
"Son günlerde kamuoyunda güncelliğini koruyan irticai faaliyetler ile ilgili haberler arasında, askeri liselerdeki Nurculuk faaliyetlerine de geniş yer verilmiş ve askeri liselerdeki uygulamalara ait doğruya yakın bilgilerin basında yer aldığı görülmüştür.
Özellikle Nokta dergisininin 51. sayısında askeri liselerle ilgili açıklamaların, içimizden birisi tarafından sızdırıldığı intibaını vermektedir.
Okul komutanlıklarınca bu veya buna benzer her türlü konuda, basınla, sivil veya askeri dernekler ile muhatap olunmayacak ve bu tür müracaatların Genelkurmay Başkanlığı'na yapılması gerektiği münasip bir dille belirtilecektir.
Öğrencilerin irticai ve diğer yıkıcı-bölücü akımlara katılmamaları için Atatürkçülük ve T.C. İnkilap Tarihi dersinde; Atatürk ilkeleri ve milli değerlerimizin öğretilmesine ağırlık verilecektir.
Ayrıca, okul komutanlıklarınca tespit edilecek öğretmenler tarafından, özellikle sosyal derslerde, ders başlangıcında veya bitiminde 5-10'ar dakikalık faaliyet içerisinde, işlenen konu ile bağlantılı olarak ve özellikle milli günlerimiz vesile edilerek Atatürk'ün görüş ve düşünceleri ile milli değerler konularında konuşmalar yapılacaktır."
-16 Ocak 1987: Cuma namazı kıldıktan sonra yürüyüşe geçen 4 bin kişilik bir kalabalık, Eminönü'nden Cağaloğlu'ndaki vilayete kadar yürüyüşe geçti. "Müslüman Türkiye" diye slogan atan grup, başörtüsü yasağını protesto etti.
-17 Ocak 1987: İslamcı Kurtuluş Örgütü, Ankara Bahçelievler'deki bir parfümeri mağazasına saldırdı. Mağazaya molotofkokteyli atan saldırganlar, olay yerine "Bacılarımız örtünemeyecekse, metresleriniz de süslenemeyecek" yazılı bir pankart bıraktılar.
-l Şubat 1987: İslami anlayışa aykırı hareket ettiği ileri sürülen taksi şoförü Zafer Toplu, ciğerleri sökülerek öldürüldü. Toplu'nun cesedi Yalova'dan denize atıldı.
-9 Şubat 1987: 'Muzır Müzikal' adlı oyunun sahneye konulduğu Şan Tiyatrosu kundaklandı. Sanatçı Ferhan Şensoy, oyun boyunca tehdit edilmiş hatta olaydan kısa bir süre önce şeriatçı gençler oyun sırasında tiyatroyu basmışlardı.
-26 Mart 1987: Cumhuriyet gazetesindeki küçük bir haber, "İstanbul Üniversitesi'nin de desteklediği kitaptan: Atatürk, İslama en zarar veren saldırıların öncüsü" başlığını taşıyor. Habere göre, Mevlana Seyid Ebul Ala Mevdudi'nin anısına biraraya getirilen 22 makaleden oluşan kitap, 1979 ve 1980 yıllarında iki kez basıldı. Basımı İngiltere'deki İslam Vakfı ve Cidde'deki Suudi Yayınevi tarafından ortaklaşa üstlenildi. Kitabın girişinde "Hamiler Komitesi"nin listesi yayınlandı. Listeye göre, kitap dönemin Suudi Arabistan Yüksek Eğitim Bakanı Şeyh Hasan İbn Abdullah El Şeyh, Endonezya eski Başbakanı Muhammed Nasır, Pakistan Adalet Bakanı A.K.Brohi ve İstanbul Üniversitesi İslam Araştırmaları Enstitüsü Direktör Yardımcısı Salih Tuğ'un himayelerinde, Hurşid Ahmet ile Zafer İshak Ensari tarafından yayına hazırlandı. İslam Perspektifleri adını taşıyan kitabın 313. sayfasında, Hamid Algar tarafından kaleme alınan "Said Nursi ve Risale-i Nur: Günümüz Türkiye'sinde İslama Bakış" adlı makaleye yer verildi. Algar, 22 sayfalık makalesinin girişinde şu görüşleri dile getiriyor: "Mustafa Kemal Paşa'nın modern dünyada İslama en erken ve zarar verici saldırıların öncüsü olduğu çok iyi bilinir. Halifeliğin kaldırılması, aşırı bir milliyetçiliğin desteklenmesi, şeriat hükümleri yerine ithal Avrupa yasalarının getirilmesi, medrese sisteminin kaldırılması, tarikatların yasaklanması sonucunda Türkiye'de geleneksel İslam yaşamı darmadağın edildi. Türkiye'de İslamdan uzaklaşma, diğer Müslüman ülkelerden çok daha hızlı gerçekleşti."
Bu satırların hamisi olan komitedeki İ.Ü.İslam Araştırmaları Enstitüsü'nün Rabıtat-ül Alem-ül İslam (Rabıta) ile işbirliği yaptığı Uğur Mumcu tarafından kanıtlanmıştı.

KARA SES'İN MEDRESESİNDE TECAVÜZ EDİLEN KIZIN ÖYKÜSÜ

-28 Mart-5 Nisan 1987: Çankaya Müftüsü Nuri Yılmaz, Çorum Alaca Müftüsü İsmail Dere, Van Müftüsü Mehmet Erpolat ve Kula Müftüsü Ahmet Erdoğan'dan oluşan irşat ekibi; Van ilindeki askeri birliklerde, 100. Yıl Üniversitesi'nde, Erciş ve Atatürk liselerinde ve camilerde vaaz verdi.
-Mayıs 1987: TC HV.K.K. 2.Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı tarafından "İrticai Faaliyetler" konulu, İSTH:3590-87İKK.Ş. numaralı yazılı emirde şöyle deniyor:
"1.İlgili emir ile lojmanlar bölgesinde bazı personel ve ailelerinin, sosyal seviyemize uygun olmayan, belirli tarikatların simgesi haline gelmiş kıyafetler ile dolaştığı, Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı tutum ve davranışlar içerisinde olduğu belirtilmiştir.
2. Durum yakından takip edilmektedir. Tutum ve davranışlarını değiştirmemekte ısrar eden personel, her kademedeki amir ve komutanlar tarafından ikaz edilecektir. İkaza rağmen düzelme olmadığı takdirde, o personel hakkında yasal işlem yapılacaktır.
3. Dış ve İç Nizamiye'de çarşaflı, sıkma başlı, tarikat kıyafeti şeklinde uzun ve kapalı giyimli kişiler ismen tespit edilecek, varsa lojman giriş kartları alınacak ve lojman bölgesine sokulmayacaklardır.
4. Bu emir, tüm personele tebliğ edilecek ve toplu olarak okunacaktır. Rica ederim. Siyanıi Taştan, Hava Korgeneral. Komutan."
- 3 Mayıs 1987: Şirin Tekin 17 yaşındaydı. Öğrencilerin demokratik haklarını savunuyordu. Oruç tutmuyordu. O, ramazan günü Van 100. Yıl Üniversitesi'nin karşısındaki kahvede oturuyordu. Elli kadar bıçaklı, sopalı şeriatçı geldiler. Kendilerine "İslamın Bekçileri" diyorlardı. Kendilerine mukalete (öldürüşme) emrolunduğuna inanıyorlardı. Şirin Tekin, oruç tutmadığı için öldürülmüştü.
- 17 Haziran 1987: Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapan İran Başbakanı Mir Hüseyin Müsavi, programında Anıt-Kabir ziyareti varken, ani bir değişiklikle Konya'ya giderek Anıt-Kabir yerine Mevlana türbesini ziyaret etti. Ana muhalefet konumundaki SHP'nin Genel Başkanı Erdal İnönü, "Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucusuna saygı göstermelidirler. Biliniyorlarsa öğretmek gerekirdi. Saygı göstermeyenlere bu saygıyı öğretiriz. Göstermeyenleri buraya almayız. Türkiye tarihinde böyle bir olay olmadı", diyerek, Başbakanlık binasına siyah çelenk bıraktı. Başbakan Turgut Özal ise Müsavi'ye tepki göstereceğine, İnönü'ye bu hareketi yakıştıramayacağını söylüyordu. Mir Hüseyin Müsavi, bu tavrın nedenini soran bir gazeteciye, "Türkiye'nin kurucusu Atatürk ile temeldeki görüşlerimiz tamamen farklı, biz ondan çok ayrı düşünüyoruz. Bu görüş ayrılıkları varken, Anıt Kabir'i ziyarete gitseydik, münafık olurduk. İki yüzlü davranmış olurduk", yanıtını veriyordu.

6 EYLÜL REFERANDUMU- ESKİLER DÖNÜYOR

- 6 Eylül 1987: 12 Eylül darbecilerinin eski politikacılara koyduğu 10 yıllık siyaset yasağının kaldırılması tartışmaları, öyle boyutlara ulaştı ki, Başbakan Turgut Özal, konunun bir referandumla çözülmesini önerdi. Öneri kabul edildi.
Referandum, 6 Eylül 1987 günü yapıldı. Seçmenlerin yüzde 50.25'i, yani 11 milyon 654 bin 696 seçmen yasakların kalkmasını, yüzde 49.77'si, yani 11 milyon 548 bin 016 seçmen ise yasakların devam etmesini istiyordu. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan ve yasak kapsamına giren diğer eski politikacılara, politikaya dönüş yolu açılmıştı.
-25 Eylül 1987: Siyaset yasağı kaldırılan Necmettin Erbakan ve 17 eski MSP'li, düzenlenen bir törenle Refah Partisi'ne üye oldular.
-11 Ekim 1987: Refah Partisi 2. Olağan Genel Kurulu yapıldı. Genel Başkanlığa tek aday olan Necmettin Erbakan getirildi.
-22 Ekim 1987: Tercüman gazetesinde Tahir Hacıkadiroğlu imzasıyla çıkan "Kaplan, İran'ın hizmetine girdi" başlıklı habere göre, Kaplan grubu 1987 yılında Ahmet Polat grubunun ayrılmasıyla çatladı. Ahmet Polat, Selahattin Yazıcı, İbrahim Kaba, İzzet Özdemir, Mustafa Özçelik, Mahmut Çolak ve Alaattin Özdemir bir bildiri yayınlayarak; Cemaleddin Kaplan'in Sünnilikten ayrılıp Şii olduğunu ve yolsuzluk yaptığını belirttiler. Ahmet Polat ve arkadaşlarının bildirisinde, Kaplan'ın, 60 bin Mark ile ortak oldukları Kar-Bir şirketinin iflas fetvasını nedensiz verdiğini ileri sürüyorlar; Köln Ulu Cami-i'de 44 bin Mark yolsuzluk yapan bir kişiyi sadece taraftarı olduğu için koruduğunu belirtiyorlardı. Polat ve arkadaşlarının bildirisinde Kaplan'ın, toplanan paralarla oğluna son model bir otomobil aldığı öne sürülürken, Kaplan'ın yönetimindeki bir medresede bir kızın tecavüze uğradığı da açıklanıyordu.
İslamcı siyaset akımı incelendiğinde, şeriatçı kadroların en büyük özelliklerinden biri olarak "hedonizm" kavramıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Demirel'in "kendim için bir şey istiyorsam nağmerdim" sözünü, şeriatçılarda "her şeyi Allah adına istiyorum" biçiminde görebiliyoruz. Her şeyi Tanrı adına istiyor görünmenin cilası kazındığında ise, karşımıza, "her şeyin şeriatçı kişi veya örgütlenmenin kendi adına" istenmesi gerçeği çıkıyor. Her şeyi kendi adına veya şeriatçı örgütlenme adına isteme keyfiyeti, "bu dünyada" daha iyi ekonomik ve siyasal egemenlik ilişkileriyken, "öbür dünyada" ise sınırsız zevk ortamı sunan cennetin elde edilmesi oluyor.
Bu verileri "hedonizm" olarak yargılayabilir miyiz? Evet yargılayabiliriz ve formülasyonu, "Aslında her şeyi kendim için istiyorum" halinde görebiliriz. Yıllardır, kamuoyunda "Kara Ses" olarak bilinen Cemalettin Kaplan (Daha sonra beğenmeyerek Hocaoğlu yaptı) ile ilgili bu olayı da hedonizmin bir yansıması olarak değerlendirebiliriz.
Ne yapmış Kaplan?
Kaplan'ın ne yaptığını kamuoyu ilk olarak 1987 yılında Kaplan grubundan ayrılan ekibin 1987 Ekim'inde yazıp yayınladıkları mektuptan öğreniyoruz. Yıllarca Milli Görüş adlı şeriatçı örgütte, daha sonra da ayrılarak kurdukları İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliği'nde Kaplan'ın en yakın çalışma arkadaşları olan İbrahim Kaba, İzzet Özdemir, Ahmet Polat, Selahattin Yazıcı, Mustafa Özçelik, Mahmut Çolak, Alaattin Özdemir adlı hocalar tarafından Cemalettin Kaplan'a hitaben yazılan mektubun 15. maddesinde şöyle deniliyor:
"Cemaatın parasından 60 bin DM'Iık bir meblağ ayırarak ortak olduğunuz Kar-Bir'in iflasını hangi fetvaya göre verdiniz? Bu firmaya alın terini silerek kazancından 65 bin DM koyan Ahmet Çiftçi'nin bu alın terini haşa İslamda olmadığı halde neye göre hatırdınız?
Yine Kar-Bir firmasını çalıştırmak için gerek birtakım şahıslardan alınan paraları ve gerekse bankadan faizle alınan parayı neye göre aldınız ve nasıl hallettiniz? Köln Ulu Cami'deki 44 bin DM, takriben 25 milyon TL. yapıyor; (1987 hesabına göre 25 milyon, 1994 kuruna göre 880 milyon lira eder. HN) yolsuzluğu yapan kişiyi sadece taraftarınız olduğu için İslami hangi kaideye göre himaye ettiniz? Sekiz nüfustuk bir aile, ki şu anda iki dairede oturmaktadır, bütün masraflarıyla ayda 6 bin 500 DM'Iık (1994/ Ağustos kuaına göre 130 milyon TL) bir harcama yapıldığı halde kendinizi halka 'sahabe hayatı yaşıyorum' demek suretiyle acındırmaya çalıştınız. Bizim hiç birimizin altında değil son model, eski bir araba bulunmadığı halde oğlunuza son model Renault taksiyi, nereden ve kimin parasıyla aldınız?
Stuttgart'ın Ebersbach kentinde bulunan Yağmur Yağmur isimli bir müslümanın cemiyete verdiği para ki, bu cemiyet kendi idarendedir, parasını alması hususunda yazdığı mektuplar cevapsız kalınca bizatihi size 'Hocam, sen İslam devleti kursan böyle mi idare edeceksin? İslam dininde başkalarının hakkını yemek var mıdır? Yoksa İslam devletinde, güçlü olan zayıf hakkını vermeyecek midir?' diyerek sizi sıkıştırdığı anda 'Ben emir veririm, paranı ödesinler, fazla uzatma' dediğin halde şu ana kadar bu adamın parasını neden ödettirmediniz?"
Mektuptaki, Cemalettin Kaplan'a yönelik suçlamalar yenilir yutulur gibi değil. Bir defa, açıktan açığa Kaplan'in 109 bin Alman Markını çevresindekilerle birlikte amiyane tabirle "iç ettiği" iddiası hangi ideolojiye, hangi örgütlenme modeline, hangi liderlik anlayışına sığar; anlamak mümkün değil. Satır aralarına dikkat edildiğinde İslamcı ekonominin temel yasaklarından biri olan faizin, Kaplan tarafından alındığı ve zimmete geçirildiği iddiası da cabası. Vaazlarında, nutuklarında, konferanslarında "faiz haramdır" diyen bir örgüt liderinin faiz alması nasıl açıklanabilir?
İslamcı örgüt için şeriat mücadelesi yolunda kullanılmak üzere toplanan paralarla Hocaefendi Hazretlerinin oğluna otomobil aldığı, ayrıca geçimini ayda 130 milyon civarında bir paraya el koyarak sağladığı iddiaları da müthiş. Bu açıdan bakıldığında şeriatçılık, iyi bir "meslek" olarak görünmüyor mu?
Kaplan'in radikalizminin sebebi hikmetinin altında mesleğini sürdürebilme çabasını arama hakkımız doğuyor mu, doğmuyor mu? Bu bildiri/mektup üzerine, gazeteci Tahir Hacıkadiroğlu Kaplan'la bir görüşme yapıyor. Yolsuzluklar konusu sorulduğunda Kaplan sadece ve sadece dört tümcelik bir yanıt veriyor:
"Bu iftiralar yalan üzerine bina edilmiş. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bizden ayrılanlar yalanla, iftirayla benim işimi bitirecekleri düşüncesindeydi. Yüzümüz açık, kimseden çekindiğimiz yok."
Yanıt bu kadar. 100 bin Alman Markının ne olduğuna ilişkin hiç bir açıklama yok. Hepsi de yuvarlak laflara dayanan dört tümceyle bu kadar hesap veriliyor.
Öyle ya, o hesabını öbür dünyada, 'Mahkeme-i Kübra'da vermeyi düşünüyor. Mahkeme-i Kübra dedik de... Orada verilecek bir hesap daha var galiba. Tahir Hacıkadiroğlu imzasıyla yayınlanan habere dönersek, medresede okuyan bir kızın imam nikahı ile, zorla evlendirilmesi olayı var. Bu konuyu biraz açmakta yarar var. Olayın aslı faslı şu: Cemalettin Kaplan'ın, Köln'de, "savaşçı kadrolarımızı yetiştiriyoruz" dediği bir "medresesi"; yani yatılı şeriat okulu var. Burada, 16-22 yaş grubundan 90 kadar Türk kızı ve 100'den fazla erkek bulunuyor. Yurtta öğrenim gören kızlardan 18 yaşındaki Hatice Kıroğlu, Emir-ül Umum Cemalettin Kaplan'ın Baş Polis (Emniyet Genel Müdürü) ilan ettiği Hasan Basri Kökbulut ile zorla ve imam nikahıyla evlendiriliyor. Hatice, bu evliliği evlilik olarak kabul etmiyor. Namusuna bir saldırı olarak değerlendiriyor ve intihara kalkışıyor. Genç kız olayı şöyle anlatıyor:
"Nikah 24.7.1987 Cuma günü kıyıldı. Vaize gidiyoruz diye medreseden çıktık. Sabah dokuz sıraları idi. Metin Kaplan'ın evine vardık. Aşağı kattan şahit getirdiler, ya nikahı kıydırırsın, ya elimizden kurtulamazsın dediler. Aslında nikaha asla razı olmadım. Bana ilk teklif ettiklerinde, 'hayır' söyledim.
Sonradan nasıl oldu ise kendimden haberim yoktu, sanki uyuşturucu madde almış gibi iki dünya arasında yaşıyordum. Bizi ilk görüştürdükleri vakit 'Cemalettin Hoca'nın her şeyden haberi var' dediler. Hocan, senin için hiç kötü düşünür mü, dediler."
Tehdit var. Nitekim uygulanıyor da. Hatice'nin babası bu ara izinli olarak Türkiye'ye gideceğinden henüz nikah kıyılmadan kızını da götürmek istiyor. Kaplan, kızın derslerini bahane ederek Hatice'yi alıkoyuyor. Hatice anlatıyor:
"Babamlar Türkiye'ye izine gitmişlerdi. Sonradan Türkiye'ye gittim uçakla...
Babamlara hiçbir şey söyleyemedim. Bunalım içinde yaşıyordum, intiharı bile gözönüne aldım."
Ailenin tepkisi üzerine Cemalettin Kaplan, Hatice'nin babası Dursun Kıroğlu'na bir mektup yazıyor:
"Mektubu size yazmaktaki kastım: Bu işten son derece üzgün olduğumu ve bu işte, benim asla haberim olmadığını ve benim böyle bir işe evet dememe, ne şahsımın ne de bulunduğum mevkiin müsaade etmediğini ve böyle işlerin medreseye zarar vereceğini bildiğimi size bildirmektir...
...Hatta akdin yapıldığını da bugünlerde duydum. Böyle bir noktaya gelindiğini henüz tahkik de etmiş değilim ve Metin ve çocuklarının o tarafa gelip hanımının Tübingen'de ileri geri konuştuğunu bu akşam duydum. Canım iyice sıkıldı. Ve şu andaki kanaatim odur ki, bu işte suçlu Metin'in karısı ile Hatice'dir. Kur'an da öyle demiyor mu: Kadınların hilesi büyüktür."
Hocaefendi olayı çözüyor!.. Hem de nasıl... Kızcağızın isteği dışında imam nikahı ile evlendirildiğini inkar etmiyor. Şimdi bırakalım bu kavramları ve olayın adını koyalım. Cemalettin Kaplan, oğlu Metin Kaplan'ın evinde, kendi Emniyet Genel Müdürü Hasan Basri Kökbulut'un genç kıza tecavüz ettiğini kabul ediyor ve buna canının çok sıkıldığını söylüyor. Sonra da suçluyu buluyor: Metin'in karısı ile genç kız...
Bunu da Kur'an'a dayandırıyor:Kadınların hilesi büyüktür...
Nasıl mantık ama? Hem tecavüze uğruyorsunuz, hem suçlu çıkıyorsunuz. Başta söylediğimizi tekrarlayabiliriz. Bütün bunlar İslamcılık giysisi giydirilmiş bir kandırmacanın apaçık göstergeleridir.
-10 Kasım 1987: Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Atatürk'ün ölüm yıldönümünde Gaziantep'te şunları söyledi:
"İktidara gelmemiz halinde başörtüsünü milli kıyafet yapacağız. Her ilçeye bir İmam Hatip Okulu açacağız. Kuran kurslarının sayısını arttıracağız. Lise ve dengi okullarda din derslerinin yanısıra tefsir ve hadis derslerini de okutarak manevi kalkınmayı sağlayacağız."
-29 Kasım 1987: Erken genel seçimlerin arefesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Adıyaman'ın Menzil (Durak) köyünde Şeyh Raşit Erol'u ziyaret etti. Aynı günlerde, ANAP'lı Hasan Celal Güzel de Şeyda Hazretleri'nin ziyaretindeydi.
-10 Ocak 1988: "Ordu, birliklerini uyardı", "Fetullahçılara Dikkat" başlığıyla 2000'e Doğru dergisinde yayınlanan haberin ekinde, 3. Kolordu Komutanlığı'nın 25 Kasım 1987 tarihli raporuna yer veriliyor. Fetullahçıların çalışma yöntemlerini anlatan rapor şöyle:
"Fetullah Gülen yanlısı Nurcu kesimin tasarı ve metodları.
1. Yaygın ve yapılmaya bağlı olarak geniş bir taraftar kitlesine sahip oldukları yurt içinde ve yurt dışında toplam 4 milyon civarında mensupları bulunduğu bizzat Gülen'ci çevreler tarafından ifade edilmektedir.
2. Nihai amaçları, diğer irticai unsurlarda da olduğu gibi Türkiye'de şeriat düzenini hakim kılmaktır. Ancak bu amaç oluşturmaya yönelik çalışmalarda "İslamiyetin Yaşanması" olarak belirtilmektedir.
3. Fetullah Gülen yanlısı grubun başlıca özelliği; propaganda, eğitim ve kadrolaşma sürecini takip eden dönemde İslami bir devrim ile amaca ulaşmaktır.
4. Muhtemel devrim için iki temel unsurun gerçekleşmesine bağlı olduğu kanaatindedirler.
a. Yurt içinde oluşturulacak zemin.
b. Yurt dışından temin edilecek imkanlar.
5. Yurt içinde propaganda ile Türk halkının bilinçlendirilmesi, bu kitlenin kayıtsız şartsız desteğinin sağlanması için eğitim ve finansman teminine yönelik faaliyetlere hız verilmiştir.
6. Yurt dışından temini planlanan imkanlar ise Suudi Arabistan ve Mısır gibi bazı ülkelerin desteklerinin sağlanmasıdır.
7. Devrime hazırlık süresince:
a. Siyasi ve idari kadrolarda görev alan Nurcu kişilerin, hükümetleri şeriat ilkeleri paralelinde yönlendirmeye çalışacakları
b. Nur şakirtlerinden (öğrenciler) 3000 kişilik intihar komandosu grubu yetiştirilerek devrime hazır hale getirileceği.
c. Orduya sızılarak subay, astsubay ve askeri öğrenciler arasında taraftar kazanılacağı.
d. Diğer irticai unsurlarla işbirliği imkanının aranacağı ve ülkücü kesimle Türk-İslam sentezinde diyalog kurulduğuna dair haberler intikal etmiştir.
8. Bilinçlendirilen gençliğin, davaya sağlayacağı faydalar nedeniyle kadrolaşma çalışmalarında faaliyet alanı olarak; a. Askeri okullar b. Polis kolejleri c. Öğretmen okulları ve bazı fakülteler hedef olarak seçilmiştir.
9. Öğretim kurumlarının sıralamasında askeri okulların ilk sırayı alması, anılan kesimin orduya sızma konusundaki kararlılığını göstermektedir.
10. irticai faaliyetleri nedeniyle ilişkileri kesilen askeri öğrencilere rağmen, hala askeri öğrencilerin mevcut olduğu, hatta pek çok sayıda Nurcu subayın orduda faaliyet gösterdiği anılan kesim yanlılarınca ifade edilmektedir.
11. Nurcu kesime ait olduğu belirlenen bazı okullardaki öğrencilerin askeri okullara girebilmelerini temin maksadıyla devlet okullarına kaydırılmaları ve buradan mezun olmalarının sağlanmasına çalışılmaktadır.
Aslı Gibidir. İbrahim Çuhadar. Top.AIb. İKK ve Emn.Sb. Aslının Aynısıdır.Türkyaşar Yanık. Top.Kur.Öyzb.İsth. ve İKK Ş.Md.V.
Aslı Gibidir.A.Nazmi Solmaz. Top.Kur.Kd.Alb.İsth. ve İKK Ş.Md."



..







TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 8






TÜRKİYE’DE ŞERİATIN KISA TARİHİ, 8





"ŞU MANTIĞA BAKIN!"DAN PASAJLAR

'El Şehet' (Şehit), Humeyni İran'ında her ay iki kez yayınlanan, Arapça bir dergi. Yayın organı Arap ülkelerine de propaganda amacıyla ya açık ya da gizlice gönderilmekte. Bu bağnaz dergi bir süredir Atatürk'ü diline dolamış. Atatürk'e olmadık saldırılarda bulunuyor. En hafifinden bazılarına şöyle gözatalım:
"Milliyetçilik ve laiklik için savaşan Atatürk devrinin başlamasıyla birlikte Türkiye'de alçaklık ve zulüm daha da fazlalaştı. Bundan amaç ise, Türkiye'yi İslam dininden ve dünyasından uzaklaştırmaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun tutarsızlığının bu nedenden ileri geldiği unutularak, söz konusu durum devam ettirildi. Böylece Atatürk'ün devrinin üzerinden yıllar geçti. Tek amaç Türkiye'yi Batılılaştırmak ve İslam dininden uzak tutarak geliştirmekti..."
Bir başka sayıda yine Atatürk konusu ele alınıyor ve şöyle deniyor:
"İşte Türkiye.
İslam dünyası ve hür Müslümanlar için birçok ders ve ibret verici olmaktadır. Atatürk yüzünden iki kuşak Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarını bilmediler. Yollarını şaşırdılar. Buna neden, Atatürk'tür. İslam Dünyası içinde Türkiye, şimdi laiklik kısırlığına başlıca örnek oluyor."
(...)
"Atatürk yüzünden iki kuşak Doğulu mu Batılı mı olduklarını bilemediler, yollarını şaşırdılar" diyen şaşkın, artık Batıcılık-Doğuculuk tartışmasının geride kaldığının, sorunun çağdaşlaşma sorunu olduğunun farkında değil. Atatürk devrimleri oluşurken Batı, çağdaşlaşmanın tek mümkünü olarak görülüyordu. Çünkü o zaman başarıya erişmiş olan tek örnekti Batı'da. Bugün ise sorun o boyutları aşmıştır. Artık değişik sosyal ve politik sistemlerden ülkelerin de, bir zamanlar batı içinde sayılmayan ülkelerin de çağdaşlaşma yolunda çok büyük aşamalar yaptıkları kanıtlanmıştır. Hiç kuşkusuz, düşünen kafalar çağdaşlaşma ile batıyı ille birbirine karıştırmamaktadır artık. Ne demek, Batılı mı yoksa Doğulu mu olduğunu bilmemek? Japonya'nın böyle bir sorunu mu var? Japonya "Ben Batılı mıyım? Yoksa Doğulu mu" diye düşünüyor mu?
Japonya, Japonya olarak varlığını ve benliğini sürdürürken, ekonomide hızla en gelişmişleri bile geride bırakıyor, bazı alanlarda çağdaş teknolojinin öncülüğünü yapıyor. Ama kimse bu olayı Batılılaşmak ya da DoğHulaşmak diye yorumlamıyor. Yalnız herkes Japonya'nın ekonomisi, teknolojisi, parlamenter sistemi, özgür partileri ve seçim yasalarıyla, düşünce özgürlüğü ve insan haklarına saygısıyla çağdaş bir ülke olduğunu söylüyor.
(...)
(SİRMEN, Ali: Şu Mantığa Bakın! Cumhuriyet. 22 Ocak 1983)

-26 Mayıs 1983: Gelmiş geçmiş en önemli şeriatçılardan şair, yazar, mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek'in cenaze namazı Fatih Cami-i'nde kılındı. "Şeriat gelmiş ve gelecek nizamların üstünde tek yoldur! diye haykırmanın hürriyetine malik miyiz?" diye soran ilk şeriatçılardan biri olan Kısakürek'in cenaze namazında en ön safta, altı gün önce Anavatan Partisi'ni kuran Turgut Özal yer alıyordu.
Kısakürek, 1905 yılında İstanbul'da doğdu. Deniz Lisesi'nde okudu. Türkiye ve Fransa'da felsefe eğitimi gördü. 1943 yılında, Büyük Doğu dergisini yayınlamaya başladı. O tarihten sonra yazarlıkla uğraştı. Türk şiirinin önemli adları arasına girdi. Gençliğinde bohem bir yaşam sürdü. 1934 yılında, Nakşibendi Şeyhi Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanıştı. Bu kişinin etkisi ile İslamcı ideolojiyi benimsedi. Türkiye'de bu kesimin önde giden entellektüellerinden ve örgütçülerinden biri oldu. İlim Yayma Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı'nda rolü oldu. Cumhuriyet devrimine eleştirileri nedeniyle gerek tek parti döneminde, gerekse Demokrat Parti döneminde hapse girdi. Kısakürek, günümüzde İBDA-C'nin bayraklaştırdığı bir kişilik olarak göze çarpıyor.
-19 Temmuz 1983: Refah Partisi'nin kuruluş dilekçesi, İçişleri Bakanlığı'na verildi. Amblemin, hilal içinde başak, genel başkanın Ali Türkmen adlı bir avukat olarak bildirildiği Refah Partisi'nin programı Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi'ne çok benziyordu. Partinin 33 kişilik kuruluş listesi şöyleydi:
Zeki Büyüközer (Mali Müşavir), M. Reşit Emre (Avukat), M. Nuri Kahraman (Tüccar), İ. Sinan Kılıç (Tüccar), Ali Türkmen (Avukat), Ahmet Topaloğlu (Emekli), Numan Kılıç (İşçi), Adil Seyrek (Avukat), Ahmet Küçükdere (Sanayici), Abdülkerim Şebik (Avukat), Ah-jnet Tekdal (Avukat), Ahmet Ertok( Makina Mühendisi), Rıza Ulucak (Avukat), Mustafa Koç (Emekli), Mehmet Polat (Makina Mühendisi), Abidin Çetin (Harita Mühendisi), A. Rıza Ener (Avukat), Kemal Yılmaz (Çiftçi), Nuri Aksoy (Çiftçi), Halil Meyvalı (İşçi), Mehmet Özde-mir (Esnaf), Osman Aslan (İşçi), Oktay Yel (İşçi), Osman Çolak (Esnaf), Muharrem Kuru (Esnaf), Ö. Lütfi Uzunözmen (Emekli), Ali Vural (Mühendis), Abdurrahman Serdar (Serbest), Mehmet Özyol (?), Abdullah Aşağıpınar (Esnaf), Numan Çoban (Çiftçi), Hasan Yıldız (Nakliyeci)
Milli Güvenlik Konseyi, kuruculardan 29'unu veto etti. İlk listeden geriye Ahmet Tekdal, Ahmet Topaloğlu, Mehmet Özdemir ve Abdurrahman Serdar kalmıştı.
RP, derhal 29 yeni isim bildirdi. Yeni kurucular listesi şöyleydi: Mustafa Kadri Öztürk, Recep Gürcan, Bekir Erdircan, Zeki Tokat, Mahmut Adil, İlyas Özgün, Ahmet Yılmaz, Abdülgazi Konsuk, Nazır Özdemir, Mehmet Güler, Mehmet Karabekir, İbrahim Ethem Gülbay, Mehmet Erdoğan, İlyas Türkuş, Mükremin Karakoç, Yaşar Poyraz, Bakır Erköseoğlu, Mevlüt Badel, Bilal Kayaalp, Ahmet Yavuz, Kazım Dökmen, Ali İlhan, Abdullah Erken, M. Nebil Atahan, İbrahim Erdaş, Hasan Gürel, Muammer Boyran, Coşkun Sungur, Numan Uçar. Milli Güvenlik Konseyi, listeyi 20 günde incelemesi gerekirken 21. gün yeni listeden 25 kişiyi daha veto etti. Partiler seçime katılabilmek için 24 Ağustos gününe kadar kurucularını tamamlamak zorundaydılar. Derhal, yeni bir liste daha verdiler. 29 Ağustos günü yeni vetolar çıktı ve RP, 7 Kasım 1983 seçimlerine katılamadı.
-11 Ağustos 1983: Milli Güvenlik Konseyi, Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın önerisiyle 2876 sayılı yasayı çıkararak Atatürk zamanında dernek olarak kurulmuş olan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nu Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu adıyla devletleştirdi. Böylece, Atatürk'ün vasiyeti yasa ve anayasayla ortadan kaldırılarak bu kurumların gelirlerine de el konuluyordu. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun başına, 14 Ekim 1983 günü emekli Korgeneral Suat İlhan getirildi.
-13 Ağustos 1983: Federal Almanya'nın Köln kentindeki Barbo-ros Camii'nde "Devlete gidiş yolu parti mi, değil mi?" başlıklı bildiriyi dağıtmak isteyen Cemaleddin Kaplan yandaşlarıyla Milli Görüş yandaşları arasında kavga çıktı. Daha sonraları 'Barboros Hareketi' olarak adlandırılacak olay, Kaplan'a göre, "şeriatın ruhuna uygun bir çığırın açılması, parlak bir devrin başlaması" noktasıdır.
- 6 Mayıs 1984: Yugoslavya'nın Eurovision Şarkı Yarışması için hazırladığı tanıtım filminde genç bir çiftin üstsüz görünmeleri, TRT'yi tedirgin etti. TRT Genel Müdürlüğü, tanıtım filmini yayınlayamayacağını bildirdi. Aynı günlerde Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, Türkiye'ye gelen turist kadınların top-less güneşlenmelerine karşı çıkıp, sutyensiz denize girmek isteyen turistlerin Türkiye'ye gelmemesini istemişti.

HİTİT ANITI'NA CAMIZ DİYENLER...

-19 Mayıs 1984: Gençlik ve Spor Bayramı törenleri, Özal hükümetinin "tesettür" anlayışı nedeniyle paçalı donla kutlandı. Aynı günlerde, Ankara'da, Lozan alanında bulunan Hitit Anıtı için "Bu camızları kaldıracağız" denerek Ankara Belediyesi Meclisi tarafından imha kararı alındı. Karar, tepkilere neden oldu:
Vedat Dalokay: "Her zaman böyle kültür yobazları olmuştur."
Ali Dinçer: "Etibank'ın, Sümerbank'ın adlarını ne zaman değiştirecekler?"
Süleyman Önder: "Yeni meydanlar yapıp yeni adlar koysunlar. Yeni anıtları da eskilerin yerine değil başka alanlara diksinler. Hitit Güneşi, Ankara Belediyesi ile Ankara Üniversitesi'nin de amblemidir."
-14 Haziran 1984: Bira savaşlarını ANAP'lı muhafazakarlar kazandı. ANAP'lıların verdiği önerge, alkolizmi körüklediği, ahlâkı kemirdiği gibi gerekçelerle bira reklamlarının yayınlanmamasını ve biranın kahvehanelerde yasaklanmasını öngörüyordu. Bira firmaları ise gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarda, sorunun alkol tüketiminde değil, Atatürk ilkelerini kemirmekte olduğunu ima eden sözler kullandılar. Sonunda ANAP'lıların dediği oldu.
-5 Ağustos 1984: Merkezi İstanbul'da bulunan, 5 milyar lira sermayeli Al Baraka Türk özel finans kurumunun kurulmasına olanak tanıyan Bakanlar Kurulu Kararı, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal'ın imzalarıyla Resmi Gazete'de yayınlandı. Aynı Resmi Gazete'de Faisal Finans Kurumu'nun kurulmasına ilişkin ayrıntılı bir kararname daha yayınlandı. Bunların anlamı şudur: Ortadoğu ülkelerinde laikliğe yönelen ülkelere sermayesiyle girerek laik gelişimleri önlemeye çalışan ve son 30 yıldır Türkiye'yi de hedef alan Suudi Arabistan, ABD ile ortak olduğu Aramco adlı şirketi aracılığıyla sermayesini Türkiye'ye sokmaktadır. Türkiye'ye sermaye getiren dört Suudi kuruluşu var.
Birincisi, tercihli kuruluşlara mali yardım getiren 'Rabıtat-ül Alem-ül İslam', ya da kısa adıyla Rabıta. Rabıta, yurt dışındaki Türk imamların maaşlarını ödüyor, cami yaptırma derneklerine yardımda bulunuyor, Doğu Türkistan Göçmenleri Derneği ve Milliyetçi Türk Öğrenciler Derneği ile İstanbul Üniversitesi İslam Araştırma Enstitüsü'ne mali destek sağlıyor. Rabıta'nın şeriatçı bir kuruluş olduğu ve şeriatın ihracı için çalıştığı konusunda kimsenin kuşkusu yok. Yatırım sermayesi ise Faisal Finans Kurumu, Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu, İslam Kalkınma Bankası aracılığı ile Türkiye'ye giriyor. Faisal Finans Kurumu'nun kurucu Türk üyeleri Salih Özcan ve Ahmet Tevfik Paksu. Salih Özcan, Ahmet Gürkan'la birlikte aynı zamanda şeriatçı Suudi kurumu Rabıtat al-Alam İslami'nin de 41 kişilik kurucu meclisinde yer alıyor. Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu, Aramco'nun Al Baraka Inc. grubunda yer alan şirketlerden biri olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu grubun içinde Al Baraka Inc. (S. Arabistan), Al Baraka Inc. Co. (Londra), Al Baraka Inter Ltd. (Londra), Al Baraka Islamic Insurance Bank (S. Arabistan), Ürdün İslam Yatırım ve Finans Kurumu ve International Islamic Investment (Danimarka) gibi şirketler yer alıyor. Doğrudan Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco'nun yan kuruluşu gibi kabul edilebilecek olan Al Baraka Türk'ün kurucu ortakları Korkut Özal, Eymen Topbaş ve Talat İçöz gibi isimlerden oluşuyor. Aramco'nun Körfez Ülkeleri ve Suudi Finans Grubu içinde yer alan İslam Kalkınma Bankası, Dubai İslam Bankası, Katar İslam Bankası, Bahreyn İslam Bankası ve Ürdün İslam Bankası'yla birlikte anılan İslam Kalkınma Bankası'nın danışmanlığını da Korkut Özal üstlenmiştir. Suudi sermayesi bir yandan orta çaplı kredilerle İslamcıları palazlandırırken, diğer yandan vakıflara ve İslamcı demeklere destek olarak şeriatçılığın yayılmasına en büyük mali olanakları sağlıyor. Bunu onaylayan da Atatürkçülük adına darbe yapan generaller yönetimi ve onların göreve getirdiği Turgut Özal.
-8 Eylül 1984: Turgut Özal Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak Almanya'ya yaptığı gezide, bayram namazını İslam Kültür Merkezleri'nin denetimindeki Hamburg'daki Ulu Camii'de kıldı. Turgut Özal cumhuriyet tarihinin en çok haccave umreye giden Başbakanı olarak tarihe geçti. Cenaze töreninde şeriatçılar tekbir sesleriyle askeri bandoyu susturmaya çalışıp "Müslüman Özal" diye bağırırken Özal'ın bu özelliklerinden yola çıkıyorlardı.
-30 Eylül 1984: İstanbul'da '3. İslam Tıp Konferansı' toplandı. Konferans, Başbakan Turgut Özal'ın besmelesiyle açıldı. Birleşik Arap Emirlikleri delegesi Dr. Selim Ahmet Ali-Al Yafai, İngiltere'de yayınlanan bir tıp kitabının girişinde, İslam tıbbını kötüleyen sözler bulunduğunu belirterek, getirilen kitabı bir tepsi içinde yaktı. Yafai, kitabı yakarken şunları söylüyordu:
"Bir tıp kitabının önsözünde, günümüzde Batı medeniyeti zirveye erişmiştir, dendiğini gördüm. Gerçekte Batı medeniyetleri, İslam alemine baktıkları zaman gerçek kudretlerini İslam'da bulmuşlardır. Geçen 400 yıl içinde İslam tababetinin ansiklopedisi, ruhu ve metotlarını, İslamiyetin temellerini yoketmeye çalışmışlardır. Oysa bizim bütün kuvvetimiz Kur'andan çıkmaktadır. Bizim dinden kopuşumuz, zayıf noktamızı teşkil etmiştir. Batı aleminde İbni Sina'nın bile kitaplarını yakmışlardır. Batı medeniyeti daha başlangıcında İslam medeniyetine saldırmıştır. Ben de sizin önünüzde bu kitabı yakıyorum."
Dr.Selim Ahmet Ali-Al Yafai, l Ekim 1984 günü Cumhuriyet'te yayınlanan röportajında eylemini şöyle savunuyordu:
"Son iki yıldan beri ben ve arkadaşlarım, bu kitabı İslam kongrelerinde yakmayı kararlaştırmıştık. İlk defa, burada yakılıyor bu kitap. Arkadaşlarım bunu, benim niye Avrupa'da, Mekke'de, Kahire'de yakmadığımı sordular. Kitabı İstanbul'da yakmamın üç nedeni var. En önemlisi, İstanbul; halifeliğin, Fatih Sultan Mehmed'in başşehri. Avrupa medeniyeti, halifeliği ortadan kaldırarak İslamın bölünmesini buradan başlatmıştır. İkinci neden, 1527'de Avrupalı doktor Paracelsus, İsviçre'nin Basel kentinde İbn-i Sina'nın Tıbbın Kanunları adlı ve öteki kitaplarını toplayarak yaktı. O sırada, İbn-i Sina'nın kitapları ve doktrinleri bütün Avrupa aleminin tıbbı öğrendiği, çıkış noktası yaptığı kitaplardır. Paracelsus, İbn-i Sina'nın kitabını yakarken, 'İslamın bilim ve tıbbıyla ilişkilerimizi kesiyoruz, bu tarihten itibaren biz kendi bilgilerimizle konuşacağız', demiştir. Bunu yakmakla İbn-i Sina'nın intikamını burada almış oluyorum. Bu kitabı 400 yıl önce yakmışlardı. 400 yıl sonra intikamını aldım. Şunun için: Batıyla, Batının tıp alemiyle hiç bir ilişkimiz kalmasın. Sembolik olarak yaktım. Üçüncü neden, Batı alemi, Türkiye'nin Batı ülkesi olduğunu ve İslam Birliği içinde yeri olmadığını düşünüyor. Ben, bu kitabı İstanbul'da yakarak meşaleyi başlattım. Türkiye, İslam aleminin lideri olacak kudrette bir ülkedir. Bu kitabı büyük bir mutlulukla ve severek yaktım."
Dr. Yafai, açıkça, bir provakatör olduğunu ve laik cumhuriyetle Batı ülkeleri arasındaki ilişkileri bozmaya çalıştığını söylüyor. Laik cumhuriyetin bir kenti olan İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed'in başşehri olduğunu anlatıyor. 400 yıl öncenin intikamını aldığını açıklıyor. Kimse kendisinden bunların hesabını sormuyor. O da, eylemini övünerek üstleniyor. Yıl 1984. Kenan Evren Cumhurbaşkanı, Turgut Özal Başbakan'dır.
-3 Ekim 1984: Cumhuriyet gazetesinde Tan Oral'ın karikatürü yayınlandı: 'Elhamdülillah Laikiz...'
-25 Kasım 1984: Eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı ve emekli Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan (Hocaoğlu) kendisini Genel Emir, Ahmet Polat ve Selahattin Yazıcı'yı Emir Yardımcıları yaparak İslam Cemiyet ve Cemaatler Birliği (İCCB)'ni Almanya'nın Köln kentinde resmen kurdu. Cemalettin Kaplan kuruluşun hemen ardından kendi deymiyle 35 tane kitap okuyup "İslam Anayasası"nı hazırladı. Kaplan'ın İslam Anayasası'nın bazı maddeleri şöyle:

"l- Devletin ismi İslam Devleti'dir.
2- Devletin idare şekli İslam'dır.
3- Devletin siyasi, içtimai, harsi, hukuki, iktisadi ve saire gibi temel yapılarında ve bütün müesseselerinde İslam dinini esas alır.
4- Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Devlet Reisi, bu hakimiyeti İslam Kanunlarına göre ve Allah adına icra ve murakebe eder.
13- Şer'i hükümler için asıl kaynak; kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bunlardan başkası şer'i hükümlere kaynak olamaz.
38- İslam devletinin başlangıç tarihi, İslam'ın Peygamberi Hz. Muhammed'in (S.A.V.) hicretidir. Hicri kameri de hicri şemsi de takvimde muteberdir. Ancak devlet dairelerinin çalışması şemsi takvime göredir.
47- Mal ve mülk yalnız Allah'ındır. Allah, insanı yerine göre vekil bırakmış ve bu surette insanın mülkiyet hakkı olmuştur. Bu itibarla, mal ve mülk edinme izni veren de Allah'tır. Ve bu özel izinle mülkiyet hakkı meydana gelmiştir.
90- Ülkede İslam kültürü tam manasıyla tahakkuk edinceye kadar özel okullara müsaade edilmez.
110- Devletin başında devlet reisi bulunur. Devlet reisine "imam, halife ve emir-ul numunin" gibi unvanlar da verilebilir."
-Mart 1985: Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler Darwin'e savaş açtı. Dinçerler, okullara kendi yazısının da yer aldığı bir rapor göndererek, ünlü İngiliz bilim adamı Charles Darwin'in "evrim kuramı"na karşı çıktı ve ders kitaplarında konuya "bir kanun gibi yer verilmemesini" istedi. Dinçerler, rapordaki yazısında, "Evrim teorisi, ilim ile dini görüşlerin çatışması fikrini ima edici sonuçlar doğurmuştur" görüşünü savundu.

"BACILARIMIZ ÖRTÜNEMEYECEKSE METRESLERİNİZ DE SÜSLENEMEYECEK."

-15 Şubat 1985: İstanbul'da ölen Cerrahi Tarikatı Şeyhi Muzaffer Özak'ın cenazesi, binlerce tarikat mensubunun katıldığı bir törenle, Karagümrük'teki Nureddin Bey Tekkesi'nde toprağa verildi. Defin izni, 14 Şubat 1985 tarihinde alelacele toplanan Bakanlar Kurulu'nun 985/9916 sayılı kararıyla verildi.
Cenaze törenine Nakşibendi Tarikatı Şeyhi "Sultan Mahmut Efendi" ve ölen Cerrahi Şeyhinin halefi olduğu belirtilen Alman asıllı Haydar (Heiner) Frederic de katıldılar. Cerrahi tarikatının kurucusu Nureddin Mehmed, 1678-79'da İstanbul Cerrahpaşa'da doğdu. 1696-1697'de Ramazaniye tarikatı şeyhi Ali Köstendili'nin öğrencisi oldu ve 1703'te buradan icazet aldı. Şeyh Ali Köstendili, Nureddin Mehmed'e Cerrahi adını verdi. Padişah III. Ahmed'e başvuran Cerrahi Nureddin, padişahın desteğiyle Karagümrük'te bir mescid satın alarak tekkeye dönüştürdü.
İlk Cerrahi tekkesi, 5 Aralık 1703'te açıldı. İlk Cerrahi Şeyhi Nureddin, l Ekim 1721'de öldü. Nureddin'in ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca, İstanbul'da Cerrahi tekkeleri çok yayıldı. Nureddin'in halifelerinden Yahya Moravi kanalıyla devlet yönetiminde rol alan Cerrahiler'in son şeyhi Muzaffer Özak, gömüldüğü tekkenin şeyhliğini Fahreddin Efendi'den aldı. Şeyh Muzaffer Özak, 1981 yılında Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı'nı kurdu. Muzaffer Efendi'nin sahaflardaki sahaf dükkanı, tarikatın önemli bir parçasıydı. Karagümrük'teki tekke, Şeyh Nureddin'den bu yana, bütün Cerrahi şeyhlerinin gömüldüğü yer olduğu için kutsal sayılır.

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE YEŞİL KUŞAK PROJESİ

-l Nisan 1985: Bülent Ecevit'in Hamburg Denizleraşırı Kulübü'nde yaptığı konuşma, ABD'nin Yeni Dünya Düzeni adına ortaya koyduğu "Yeşil Kuşak Projesini" ve bunun Türkiye'deki yansımaları demek olan ılımlı İslama kayış, ya da Türk-İslam Sentezi politikalarını önemli ölçüde çözümlüyordu. Önce Ecevit'in bu konuşmasını izleyelim:
"1980 yılında, Türkiye'de demokrasinin askıya alınmasından ve askı süresinin giderek uzamasından sonra Türkiye'nin Batı ile olan ilişkileri ve organik bağı, kaçınılmaz olarak sarsılınca Türkiye dış ilişkileri açısından dört seçenek ile karşı karşıya kaldı.
1- Tarafsız bir tavır takınmak.
2- Batı ile ilişkilerini asgariye çekerek ya da kopararak Sovyetler Birliği'ne yaklaşmak.
3- Ortadoğu'daki İslam ülkeleri ile bütünleşmek.
4- Giderek daha fazla Amerika'nın yörüngesine sürüklenmek. Eğer ikinci dünya savaşından sonra Stalin'in saldırgan politikası olmasaydı, Türkiye tarafsız bir yol seçebilirdi. Fakat o şartlarda Türkiye bağlantısız, tarafsız bir politikayı riskli buldu.
Sovyetler Birliği'ne yaklaşmak seçeneğinin ise birinci seçenekten bile daha az şansı vardı, çünkü bunu sadece tarihten aldığı derslerden dolayı bağımsızlığı ve güvenliğini tehlikeye atmamak için yapamazdı. Zaten bu, Sovyetler Birliği'ni de rahatsız ederdi.
Sovyetler Birliği; elbette, güneyinde Batı'dan soyutlanmış ve Sovyet desteğiyle ayakta duran anlayışlı bir Türkiye görmekten mutluluk duyar. Fakat dünya barışının hassas bir denge ile ayakta durduğu bir bölgede olduğumuz gözönüne alınırsa, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinde keskin bir rol değişikliğine gitmesinin bölgedeki hassas güçler dengesini değiştireceğini Sovyetler Birliği de bilir.
Doğu Avrupa'daki, küçük sosyalist ülkeler bile böyle bir ihtimal karşısında endişeye kapılırlar. Çünkü eğer Türkiye saf değiştirerek Sovyet etkisine girerse bu Sovyetlerin kendileri üzerindeki baskısını arttırmakla sonuçlanır.
Nitekim gerek başbakanlığım döneminde, gerekse muhalefet lideri olarak Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerin liderleri ile görüşmelerimde, hiçbir zaman bu ülkelerin, Türkiye'nin NATO'dan ayrılması yolunda bir arzuya sahip oldukları izlenimini edinmedim.
Ancak, Sovyetler Birliği Türkiye'nin NATO ya da ABD ile ikili savunma işbirliği çerçevesinde oynayabileceği bazı rollerden rahatsız olabileceğini hissettirdi. Türkiye'deki bazı askeri ve elektronik tesislerden rahatsız olduklarını hissettirmekten geri kalmadı. Fakat bu rahatsızlık Türkiye'nin NATO dışı kalması yolunda bir istek belirtmelerine hiçbir zaman uzamadı.
Bu yüzden, yukarıdaki dört maddeden geriye son ikisi kalıyor. Ortadoğu'daki İslam ülkeleri ile yakınlaşmak ve giderek daha fazla ABD'nin yörüngesine girmek. Bu iki seçenek birbirine o kadar zıt değil, birarada yaşayabilir ve nitekim bugünkü şartlarda da öyle oluyor." (GÜLDEMİR, Ufuk: Çevik Kuvvet'in Gölgesinde Türkiye. 1980-1984. Sf. 20-21. Eylül 1986)

Ecevit'in çizdiği panorama ve uygulanan siyaseti bir yana koyalım ve Reagan yönetimine yakınlığıyla bilinen bir askeri stratejisi olan Barry Rubin'in yeni stratejiyi doktrine ettiği sözlerine bir göz atalım:
"l- Ortadoğu'da, bloklararası bir çatışma vardır.
2- Amerikan askeri zihniyeti, bölgeye Amerikan askeri sevkedilmesi fikrine kendini alıştırmalıdır.
3- İslamın yükselen sesinin bölgede, komünizme karşı yürütülecek strateji içinde kullanılmasının yolları araştırılmalıdır." (a.g.e: Sf. 20)
Bu fikrin, yani SSCB'nin güneyini çevreleyen Pakistan, Afganistan, İran, Türkiye ve körfezde Suudi Arabistan'da denetlenebilir, "kanun dairesindeki İslam" ile ABD çıkarları arasındaki doğal kesişmenin son tahlilde SSCB'ye karşı bir 'İslam Kartı' olarak kullanılabileceği fikrinin Carter yönetimi içindeki şampiyonu, Başkanın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Zbigniev Brezezinski'ydi.
"Brezezinski, 1977 yılından beri, irticanın komünizme karşı bir kalkan olduğu görüşünü savunuyordu. İran devrimi sonrasında New York Times'a verdiği demeçte, Washington'un İran devrimini memnuniyetle karşılaması gerektiğini; çünkü son tahlilde İslam'ın bölgedeki Sovyet yanlısı fikirlerle ideolojik çatışma halinde olduğunu söylemişti." (a.g.e: Sf. 23)
Aralık 1979'da Brezezinski planı, SSCB'nin güneyindeki Müslüman bölgelerine radyo yayınlarını arttırarak yürürlüğe sokuldu. Plan; bölgede Pakistan, Suudi Arabistan, Türkiye arasında anlayış birliği kurulmasını öngörüyordu. Middle East Treaty Organization (METO) planının meyveleri, Türkiye'de hızla olgunlaşıyor artık.
-9 Temmuz 1985: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1739 sayı ile Milli Eğitim Temel Kanunu'nun 55. maddesi gereğince incelediği İslam Mecmuasını lise ve dengi okul öğrencilerine eğitim ve öğretim açısından tavsiye etti. İslam Mecmuası, Nakşibendi Tarikatı'nın en büyük kolu olan İskenderpaşa Dergahı tarafından yayınlanıyor. Derginin sahibi olarak, 13 Kasım 1980'de ölen Şeyh Mehmet Zait Kotku'nun damadı ve dergahın yeni şeyhi olan Prof. Esat Coşan görülüyor. Derginin MEB tarafından tavsiye edilen 38. sayısındaki yazılardan bazı pasajları aktarırsak, 1985 yılında ulusal eğitimin durumu hakkında bir fikir edinebiliriz:
"Şarkı söyleyen veya seyredenleri tahrik edecek durumda olan bir kadının videoya alınması ve seyredilmesi de elbette ki haram olacaktır."
"Müzik aleti, İslamın kabul ettiği bir alet ise, örneğin kaval ve def yani kudüm dediğimiz aletlerle müzik yapılmışsa, bunun sakıncası yoktur. Veya ney diyelim. Bu aletlere bazı alimler fetva verdiği için, açıkça caizdir. Ama diğer çalgı aletlerini kullanmak hem Şafii'ye, hem Hanefi'ye hem de Maliki'ye göre haramdır."
'Bir kafirin, örneğin Firavun'un, Karun'un veya Ebu Cehil'in rolüne girerek küfre düşüren sözler rol gereği söylenirse, bu durumda bu rollerdeki oyuncular küfre düşmüş olurlar. Çünkü küfrün şakası da küfürdür."
-11 Temmuz 1985: Uşak'ın Banaz İlçesi, Kızılcasöğüt İlköğretim Ortaokulu öğretmeni Ramazan Koca, derste Darwinist felsefe propagandası yaparak öğrencilerin zihinlerini bulandırdığı gerekçesiyle Banaz Kaymakamı Bekir Kaya tarafından maaşının onda birinin kesilmesi cezasına çarptırıldı.
-24 Temmuz 1985: Ürdün Büyükelçiliği birinci katibi Ziad Sati, evinden işyerine giderken kimliği belirlenemeyen silahlı bir saldırgan tarafından Çankaya'da öldürüldü. Olaydan sonra Associated Press'in Ankara bürosuna telefon eden ve düzgün bir Türkçeyle konuşan biri tarafından 'İslami Cihad' örgütü adına üstlenildi. Telefondaki kişi, "Sati'yi emperyalizmin uşağı olduğu için öldürdük. Bundan sonra da bu tür kişilere saldırılarımız sürecektir" dedi. Olay, Şii terörünün Ürdün'ün Ortadoğu'da barış planına bir saldırısı olarak yorumlandı.
-27 Ağustos 1985: İsrail Havayolları El-Al'ın Elmadağ'daki bürosu bombalandı. Olayı 29 Ağustos günü İslami Cihad adlı örgüt üstlendi.
-15 Eylül 1985: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakam Metin Emiroğlu, Ankara'da yaptığı açıklamada, "Türkiye Cumhuriyeti'ndeki laiklik, Osmanlılardaki laikliğin tekamül etmiş şeklidir" dedi.
-18 Eylül 1985: İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura, "Tarikat olayı Atatürk düşmanlığı değildir" dedi.
-21 Eylül 1985: l.Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yapılan açıklamada, İstanbul'daki operasyonlarda Hizb-üt Tahrir örgütüne mensup 10 kişinin yakalandığı belirtildi.




..