Yrd.Doç.Dr. Ali Galip ALÇITEPE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yrd.Doç.Dr. Ali Galip ALÇITEPE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2020 Perşembe

GÜVENLİK , TERÖR VE ETNİK TERÖR

GÜVENLİK , TERÖR VE ETNİK TERÖR 



İhsan BOZKURT 
Yrd.Doç.Dr.Ali Galip ALÇITEPE 

MANİSA 2013 

Güvenlik Kavramı 

TERÖR, PKK VE DIŞ DESTEK., 

ÖZET 

   Özellikle 2. Dünya savaşından sonra dünya dengelerindeki değişim ve uluslar arası ilişkilerde farklılaşmalar sıcak savaşların yerini soğuk savaşlara bırakmasına neden oldu. Soğuk savaşın gereği olarak ortaya çıkan psikolojik savaş ve bu savaşın vazgeçilmez unsuru, düşük yoğunluktaki çatışmalar, 
Amerika’ ya yapılan saldırı ile “Küresel Terör” şeklini aldı. Bu gün Terörizm tüm devletler, etnik yapılar ve toplumun tamamını tehtid eden çok önemli bir sorundur. Türkiye’ de Terörün sebebi içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanmaktadır ve dışarıdan desteklenmektedir. Bu çalışma Kürdistan işçi partisi (PKK) Terör örgütünün düşüncelerini, örgütsel yapısını ve siyasal şiddet stratejisini inceleyecektir. Kürt milliyetçiliğinin üzerine oturduğu, sosyal, ekonomik ve siyasi faktörler bağlamında son dönemde bu fikir sahipleri PKK Terör örgütünün ve uluslar arası güçlerle ilişkilerini de göz önüne alarak Tarihsel süreci anlatılmaktadır. 

   Yüksek Lisans tezi olarak sunduğum “TERÖR, PKK VE DIŞ DESTEK” adlı çalışmanın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım eserlerin bibliyografyada gösterilen eserlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanmış olduğumu belirtir ve bunu onurumla doğrularım. 

Tarih 
11/04/2013 

İhsan BOZKURT 


ÖNSÖZ., 

     Bağımsız bir devletin varlığı ve bekası öncelikle sağlam temellere dayanmasına ve güvenlik politikalarının uygun bir biçimde hazırlanmasına bağlıdır. 
Aynı zamanda iç ve dış güvenliğin toplumsal huzurun tam tesisi ile ilgilidir. Günümüzde özellikle jeopolitik ve jeo stratejik öneme haiz devletler diğer 
devletlere göre bu konuda daha dezavantajlı durumdadır. Türkiye iç ve dış dinamikleri ile jeopolitik değeri ile ve imparatorluk bakiyesi olması sebebi ile hedef ülke konumundadır. Bunun tarihi, kültürel, ekonomik ve politik nedenleri vardır. Bu çalışmada yüzyıllar boyunca birlikte yaşamış insanların, hangi 
amaçlarla ve nedenlerle bir terör sarmalı içine konduğunu irdeleyeceğiz. Bölücü terörün son dönemde merkezini oluşturan PKK Terör örgütü araştırmamızda önemli bir yer almıştır. Araştırmada özellikle PKK Terör örgütünün hangi dış destekleri aldığı ve dış destekli terör faaliyetlerinin neler olduğunu ortaya 
koyacağız. 

Dış Destekli bölücü terör ülkemizin sosyal, kültürel, ekonomik, askeri ve siyasi yapısını bozmayı hedefleyen faaliyetler bütünü olmuştur. Ülkemizi bölmek isteyen bu devletlerin amacı Türkiye’nin Jeopolitik değerinden kaynaklanan bölgesel avantajını kullanmasını önlemek, Türkiye’nin büyük ve güçlü 
devlet olmasını önlemek, gelişimini yavaşlatmak, hatta durdurmaktır. 

Araştırmada öncelikle güvenlik ve terör kavramlarını kapsamlı olarak incelemeye çalışacağız. Bununla birlikte jeopolitik kavramı ve Türkiye’nin Jeopolitik değeri ile ilgili bilgiler vereceğiz. İkinci bölümde Kürtçülük faaliyetlerinin tarihsel 
analizini yaparak, 1960 lı yıllarda Türk solu içerisinde filizlenen Kürtçü yapılardan başlayarak PKK Terör örgütünün kuruluşu, Kongre ve konferansları, kronolojik olarak PKK tarihi ele alınacaktır. PKK’nın tarihte meydana gelen diğer Kürt isyanlarının devamı olduğu ortaya konmaya çalışılacak, PKK’ ya destek veren ülkeler teker teker incelenecek ve teröre verdikleri destekler somut olarak ortaya konacaktır. Bir sosyal ve siyasi hareketi anlamaya çalışmak, toplumsal yapı, toplumsal değişme, kültür, ideoloji, politika gibi sosyal bilimlerin temelini oluşturan bu kavramlarla yakından ilgilidir. Biz bu çalışmada Terör hareketlerini anlamaya ve çözüme nasıl ulaşılacağı ayağında da terörün beslendiği parametreleri ortadan kaldırmaya matuf bir çalışma yapmaya çalıştık. Araştırma sırasında özellikle konunun hazırlanmasında yapıcı eleştiriler ve yol gösterici tutumlardan dolayı Tez danışmanım Yrd.Doç.Dr. Ali Galip ALÇITEPE’ 
ye teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. 

GİRİŞ 

 Fransız İhtilal’ i neticesinde Avrupa’da ulus devlet ve milliyetçilik kavramları ortaya çıkmıştır. 
Ulus devlet ve milliyetçilik özellikle içerisinde değişik etnik grupları barındıran imparatorluklar açısından sancılı bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Osmanlı Devletinin sınırları içerisindeki yabancı milletler bağımsızlıklarını birer birer alarak imparatorluktan kopmuşlardır. 1829 yılında Yunanistan, 
1878’de Sırbistan, Romanya, Karadağ, 1908’ de Bulgaristan ve 1912’ de Arnavutluk bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarında başta Rusya olmak üzere, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin etkileri olmuştur. Avrupa’da bunlar olurken sanayi devrimi neticesinde ham madde ihtiyacı olan İngiltere orta doğuya yönelmiş, Araplar üzerinde yaptıkları istihbarat operasyonlarıyla Orta doğuda da bir milli bağımsızlık harekâtı başlatmışlardır. Osmanlı’nın parçalanma süreci 1. Dünya Harbinin sonuna kadar devam ettirilmiş, İstanbul’un işgali ile noktalanmıştır. 

 19.yüzyılın başlarından itibaren Rusya ve Avrupalı devletler. Kürdistan ve Ermenistan tezlerini de ortaya atmışlardır. Özellikle Kürtlerin Türklerden farklı oldukları konusunda çalışmalar yaparak bir Kürt bilinci oluşturmaya çalışmışlar dır. Öncelikle 1800 yılların başından itibaren Osmanlı Topraklarında yaşayan Kürtler merkezi otoriteye karşı isyanlara teşvik edilmiş, Devlete vergi vermeme, orduda asker görevlendirmeme gibi sebeplerle bu isyanlar kışkırtılmıştır. 

Bu isyanlarda her türlü desteği ayrılıkçı Kürt aşiretlere veren bu devletler gerek misyonerlik faaliyetleri gerekse istihbarat operasyonlarıyla Kürt cemiyetler kurdurmuş ve propaganda amaçlı yayın organları bastırtarak bağımsız Kürdistan fikrini Anadolu topraklarına yaymışlardır. 1.Dünya savaşı sonrası ortaya atılan Wilson Prensipleri, manda fikri ve Sevr sürecinde sözde Kürdistan hep bu devletlerin gündeminde olmuştur. Cumhuriyet kurulmasından sonra da bu devletler “Kürdistan meselesini” Musul ve Hatay meselelerinde kendi lehlerine bir koz olarak kullanmışlar, Şeyh Sait ve Koçgiri gibi isyanlar çıkararak Masada ellerini güçlendirmişlerdir. 1960 ve 1970 yıllara gelindiğinde SSCB nin ideolojik etkisiyle Kürtçülük faaliyetleri Türk solu içerisinde kendine faaliyet alanı bulmuş ve SSCB’ den destek görmüştür. Bu süreçte Kuzey Irak’taki Barzani ailesinin etkisiyle bazı örgütler kurulduğu ve teşkilatlan dığı gibi, PKK gibi Marksist ideolojinin etkisi ile Terör Örgütleri kurulmuştur. Otuz yılı aşkın bir süredir Türkiye’de Terörist faaliyette bulunan PKK Terör örgütü sözde bağımsız Kürdistan hayaliyle başladığı yolu bugün Demokratik özerklik talebiyle devam ettirmektedir. 

Güvenlik, insanların toplu olarak yaşamaya başlamaları ve devletler kurmalarıyla bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmış, kavram olarak bilimsel çalışmalara ancak İkinci Dünya Savaşından sonra konu olmuştur. Güvenlik kavramı, başlangıçta yalnız askeri ihtiyaçlar ve düzenlemeler için kullanılırken, günümüzde bir sosyal bilim kavramı olarak kullanılmaya başlanmıştır. İnsanların ve toplumların en temel 
güdüsü ve en ilkel ihtiyacı olan güvenlik karşılanamadığı takdirde, toplumların özgürlük ve refah arayışlarını gerçekleştirmeleri mümkün olamamaktadır. Bu nedenlerden dolayı devletlerin güvenliği sağlamaları varoluşsal bir önem arzetmektedir. 

Devletler, varlıklarının doğal bir gereği olarak içeride ve dışarıda dost ve düşman unsurlara sahiptirler. Bu düşman unsurlar dışta bir devlet olarak karşımıza çıkarken içeride ise mevcut rejim ve yönetimden hoşnut olmayan veya dış unsurların etkisinde kalan kişi ve gruplar olarak belirmektedir. Bu gruplar devletlerin sahip olduğu potansiyel güçleri, yer altı ve yerüstü zenginlikleri, jeopolitik ve jeostratejik konumundan istifade ederek tamamen hukuk dışı zora dayalı yollarla sonuca ulaşmak isteyeceklerdir. 

Devletlerin varlığının bir gereği olarak ortaya çıkan içteki ve dıştaki bu düşman lar karşısında devlet, kendi koruma mekanizmasını geliştirmek zorunda kalmaktadır. İç ve dış düşman unsurların faaliyetlerinin vatandaşları olumsuz yönde etkilememesi için devlet gerekli bütün düzenlemeleri yapmak ve tedbirleri almak zorundadır. Devletin en önemli görevlerinden biri vatandaşlarının can ve mal güvenliğini korumaktır.Güvenliğin zaafa uğradığı toplumlarda bu durum siyasi yapıyı olduğu kadar sosyal ve ekonomik yapıyı da derinden etkilemektedir. Dolayısıyla devlet kendi vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamak, içten ve dıştan gelebilecek her türlü tehditlere karşı korumak zorunda olduğundan bunun için gerekli düzenlemeleri yapmakla, her türlü tedbiri almakla yükümlü kılınmaktadır. 

Milli Güvenlik (Topyekûn Güvenlik ) : İçten ve Dıştan gelebilecek her türlü tehditlere, saldırılara, güvenliği tehlikeye düşürücü her türlü faaliyetlere, teşebbüslere, doğal afet ve benzeri toplumu olumsuz yönde etkileyen olaylara karşı gerekli tedbirleri alabilmek, devlet otoritesini muhafaza ve devam 
ettirmek ve tehlike ve tehdidin giderilmesi için devletin bütün unsurlarıyla bir bütün halinde seferber edilmesi olarak anlaşılmaktadır. 

Milli Güvenlik Kavramı ülkelerin her birinde değişik zamanlarda, değişik kapsam ve organizasyonlarla gündeme gelmişse de Milli Güvenlik kavramının evrensel boyut kazanması, barışta ve savaşta topyekun bir savunma anlayışını getirmesi 1.Dünya harbiyle başlamış, 2.Dünya Harbi ve sonrasında tamamlanmıştır. Kavramdaki bu gelişim beraberinde politik, sosyal, ekonomik ve askeri 
güçler arasında yeni dengeler oluşturmuş ve bu husus devlet yönetiminde vazgeçilmez bir yere sahip olmuştur.

Küreselleşmenin yarattığı dinamik ortamın da etkisiyle ulusal ve uluslararası güvenliğe yönelik tehditler farklılaşmış ve bu durum klasik güvenlik kavramını değiştirmiştir. Nitekim BM Genel Sekreteri tarafından "Tehditler, Riskler ve Değişim" konusunda görevlendirilen 'Akil Adamlar Grubu', 2 Aralık 2004 tarihli "Daha Güvenli Bir Dünya: Ortak Sorumluluğumuz" başlıklı raporlarında, "Dünyanın BM'nin kurulduğu dönemde öngörülemeyen tehdit ve risklerle karşı karşıya olduğunu, tehdit / risklerin artık hiçbir sınır tanımadığını, birbirleri ile bağlantılı olduğunu ve ulusal düzeyde olduğu gibi küresel ve bölgesel düzeylerde ele alınmayı gerektirdiğini vurgulamıştır. Söz konusu rapora göre, büyük çaplı  ölümlere veya yaşam şansının azalmasına yol açan ve uluslararası sistemin temel birimi olan devleti zayıflatan herhangi bir olay veya süreç uluslararası güvenliğe tehdittir. 

Bu çerçevede, dünyanın ilgilenmesi gereken altı tehdit / risk grubu bulunmakta dır. Bunlar, terörizm, ülkeler arası çatışma, iç savaş, soykırım ve diğer büyük çaplı şiddet olayları dâhil iç çatışma, nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar, sınır aşan organize suçlar, açlık, bulaşıcı hastalık ve çevre sorunları dâhil ekonomik ve sosyal tehdit / risklerdir.

Güvenlik kavramı, önüne ve arkasına aldığı eklerle elliden fazla yerde ve biçimde kullanılmaktadır. Güvenlik, bu kadar geniş bir alanda kullanılan bir kavram olmasına karşın net olarak tanımı yapılamamıştır. Türkçe sözlükte, güvenlik ile emniyet kelimeleri anlam bakımından aynı ve birbirinin yerine kullanılmaktadır. Dietrich Fischer, güvenliği, “sadece savaştan korunmak ya da savaşı engellemek demek değildir. Aynı zamanda hayatta kalabilmemizi ve refahı etkileyen muhtemel tehlikelerden korunmayı da içerir. Savaştan korunmanın tek yolu askeri tehditlere karşı koymaktan geçmez. Muhtemel savaş nedenlerine dikkat etmek ve muhtemel çatışmaları öngörebilmek ve bunları bir 
savaşa yol açmadan önce çözebilmek, güvenliği sağlamak için doğru yaklaşımlardır” 3 şeklinde ifade etmektedir. 24 Ağustos–11 Eylül 1987 tarihleri arasında düzenlenen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından düzenlenen Silahsızlanma ve Kalkınma Arasındaki İlişki Üzerine Uluslararası Konferansta 
benimsenen ve sonuç belgesinde yer verilen tanımda, "Ulusal güvenlik, askeri boyutuna ek olarak siyasal, ekonomik, sosyal, ekolojik ve insan haklarına ilişkin yönleri de bulunan bir kavram olarak nitelendirilmiştir

Güvenlik kavramının en yalın tanımı “varlığı sürdürme” olarak yapılmakta, varlığın sürdürülmesini engelleyecek her türlü unsur ise tehdittir. Güvenlik çalışmalarında varlığını sürdürmesi gereken tek aktör “devlet” kabul edilmiş, onun varlığına yönelen tehditler askeri yöntemlerle bertaraf edilebileceğine inanılmıştır. Bir başka ifadeyle, devletin toprak bütünlüğünün ve varlığının 
sürdürülmesinin öncelik arz ettiği uluslararası sistemde, onun varlığına ve bütünlüğüne yönelik tüm tehditlerin askeri güç ve kapasiteyle üstesinden gelineceği düşünülmüştür. Bu yüzdendir ki, güvenlik çalışmalarına Soğuk Savaş sonrası döneme kadar devleti özne kabul eden, askeri boyutlu çalışmalar 
damgasını vurmuştur.

Güvenlik kavramının bugünkü algılanma biçimini aktardıktan sonra tarihsel gelişimini de aktarmak gerekmektedir. Acaba güvenlik neden bu kadar gereklidir? “Güvenlik” kavramını, hukuk ve siyaset felsefesinin merkezine oturtan Hobbes.a göre; bir devlet yapılanmasının en önemli meşruluk 
kaynağı, devletin, insanların acil gereksinimlerini karşılayabilmesidir. Hobbes düşüncesinde ivedi olan ve öncelikle giderilmesi gereken ihtiyaç ise, “sivil barış”tır. Bu durumda, sivil barışı kurup devam etmesini sağladığı ve böylelikle insanların “güvenlik” ihtiyaçlarını temin ettiği oranda bir devletin meşru olduğu 
kabul edilir. Bir başka anlatımla, yüksek bir meşruluk düzeyine sahip olabilmek için bir devletin yapması gereken temel şey, insanlara emniyetli bir ortam sunmaktır. Zira insanlar, kendilerini korkudan bağımsız kılan bir devletin yapıp etmelerini daha rahat kabullenirler. Buna mukabil, insanların korkularına bir son 
veremeyen ve onların her daim endişe içinde yaşamalarına neden olan bir devletin düşük profilli bir meşruiyeti bulunur ki, bu neviden bir devletin ise, insanları kendi faaliyetlerine ikna etmesi son derece zorlaşır. Bu meyanda, bir devletin kendi iktidarını ve güvenliğini garanti altına almasının, yönetimi 
altında tuttuğu insanlara ne nispette güvenlik sağladığıyla direkt bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür. 

İnsanların siyasal bir toplum haline gelmeden önce, her düzeyine çatışma ve şiddetin egemen olduğu bir doğal yaşam sürdürdüklerini belirten Hobbes.a göre, her bir insanın kendi bilek zorundan ve yaratıcılığından başka bir dayanağının bulunmadığı doğal yaşam, özü itibariyle bir “Savaş dönemidir.” Sürekli bir savaşın hüküm sürdüğü bu ortamda “çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir. Dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur; ne denizcilik, ne deniz yoluyla ithal edilecek malların kullanılması; ne rahat yapılar; ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gereken şeyler; ne yeryüzü hakkında bilgi, ne zaman hesabı; ne sanat; ne yazı; ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yanız, yoksul, kötü vahşi ve kısa sürer.”

“Herkesin herkese karşı savaş verdiği” bu tabiat halinde, insanlar -birbirlerine karşı herhangi bir güven hissiyatına sahip olmadıklarından- kendilerini korumak için güç kullanmaktan, sahtekârlığa başvurmaktan imtina etmezler ve kendileri haricindeki herkesi tahakküm altına almaya çabalarlar. İnsanlığın bu doğal durumunda, adil-gayri adil veya doğru-yanlış gibi ayrımlar yapmanın imkânı 
olmadığı gibi, özel mülkiyete sahip olmayı mümkün kılacak bir ortam da söz konusu değildir: “Bu herkesin herkese karşı savaşının bir sonucu da, böyle bir savaşta hiçbir şeyin adalete aykırı olamayacağıdır. Orada, doğru ve yanlış, adalet ve adaletsizlik kavramlarına yer yoktur. Genel bir gücün olmadığı yerde yasa yoktur; yasa olmayan yerde de adaletsizlik yoktur… Herkesin herkese karşı savaşının bir başka sonucu; mülkiyetin, egemenliğin, benim ve senin ayrımının bulunmaması; sadece herkesin eline geçirebildiği şeye, onu elinde tutabildiği sürece sahip olmasıdır.”7 

Sonuç olarak, hiç kimsenin ne can ne de mal emniyetinin bulunduğu bu kargaşa manzarasının ilânihaye devam etmesi düşünülemez. Nitekim Hobbes, akıl sahibi insanların bencil tutkularının harap edici etkilerinden kurtulmak için aralarında bir sözleşme yaptıklarını ve tüm yetkilerini bir egemene (devlete) devrederek artık çekilmez bir hal alan doğal yaşamdan kurtulduklarını söyler. İnsanlar -saldırıya uğradıklarında bunu cezalandırma hakkı dışında- tüm doğal haklarını karşılıklı olarak devrettikleri dışsal otorite, artık “egemen taraf” vasfını kazanır; bu egemen bir Leviathan.dır.

Eşsizliği ve sınırsız muktedirliği nedeniyle Hobbes tarafından Leviathan olarak adlandırılan devlet; mutlak, ebedi ve bölünmez yetkilerle donatılmıştır. Devlet artık Tanrı katındadır. O; yargılama, anlaşmazlıkları çözme, barışa veya savaşa karar verme, ödüllendirme veya cezalandırma, şeref veya paye ihsan etme, insanlara nelerin öğretileceğini ve onlara nasıl davranılması gerektiğini belirleme gibi hakların tek sahibidir. Buna karşın uyrukların; yönetim şeklinin değişmesini talep etmeleri, egemene karşı durmaları, hiçbir surette egemeni eleştirmeleri veya cezalandırmaları mümkün değildir: Egemenin devasa gücü karşısında 
buyruklara bir tek egemene boyun eğmek kalır.

Halkın bu yeryüzü tanrısı formundaki devlete itaat etmesinin nedeni; devletin, sivil barışı ve insanların güvenliğini sağlamasıdır. Hobbes, sınırlı bir yönetimin düzeni koruyamayacağına inandığından, düzeni korumak ve güvenliği gerçekleştirmek için mutlak bir egemenliği kabul etmekten başka akılcı bir seçeneğin olmadığı kanaatindedir. Ona göre, mutlak bir yönetimin, insanı doğal 
özgürlüklerinden alıkoyduğu doğrudur. Ama unutulmaması gereken; bu nitelikteki bir yönetimin, insanlara hemcinslerinin baskısından uzak sınırlı-sivil bir özgürlük alanı bahşettiğidir. İnsan yaşamının huzura varabilmesi için, yönetimin çekişmelere son vermede mutlak bir tekelinin bulunması icap eder. 

Bu tekelin bazı kötü sonuçlara yol açtığı doğrudur ama devletin mutlak egemenlikten mahrum edilmesi daha kötü sonuçlara, hatta kötülerin en kötüsü olan savaş durumuna dönmeye sebep olur. “Hobbes, bedeli ne olursa olsun sürekli barış ve huzur arayışında olmamız gerektiğini öğretir. Burada mutlak yönetimin sıkıntıları., ödemek zorunda olduğumuz bir bedelin parçasıdır.”10 

Özgürlük-güvenlik ilişkisinde asıl üzerinde durulması gereken nokta, güvenliği sağlamak için özgürlükleri kısıtlamanın (hatta bazı aşırı örneklerde olduğu gibi özgürlüklerden vazgeçmenin) doğru bir tercih olup olmadığıdır. İki nedenden ötürü, bunun doğru bir tercih olmadığı söylenebilir: 

İlk olarak; herhangi bir sorunlu alanda özgürlükleri azaltmak ve yasakları derinleştirmek, başlangıçta kısa süreli rahatlamalar meydana getirebilir. Fakat zaman içinde yasaklanan görüşe, inanca, nesneye olan merak sürekli artış göstererek giderek daha da güçlenir ve sonunda yasaklar üzerine inşa 
edilen sistemi zorlar hale gelir. Dolayısıyla özgürlükleri sınırlama veya inkâr etme yoluyla sağlanan düzen çok kısa bir süre için güvenliği temin etse bile kamusal güvenliği sürekli kılamaz. 

İkinci olarak, “güvenlik” kavramının fetiş bir kavram haline getirilmesinin, devlet aygıtının bireysel yaşamlara daha fazla müdahale etmesine ve daha baskıcı olmasına sebep olduğunu belirtmek gerekir. Abartılmış bir güvenlik vurgusu, devletleri kamusal güvenliği sağlamak adına özgürlükleri daraltmaya ve özgürlüklerin kullanılmasını imkânsız kılan yeni suç kategorileri oluşturmaya götürür. 

Bunun nihai sonucu, devletin birey ve toplumdan soyutlanarak doğa-üstü bir varlık olarak algılanmasıdır. 
Kuşkusuz bu anlayış içerisinde devlet, bireyin hizmetinde bir araç olmaktan çıkar ve başlı başına bir amaç haline getirilir ki; insan yaşamı için en büyük tehdit budur. Çünkü 20. yüzyılın tarihsel deneyimi, insan hayatına ve mutluluğuna yönelik en büyük tehditlerin özgürlüklerden değil; güvenlik adına özgürlüğü 
boğan ve kendini “yüce bir amaç” olarak gören Nazi Almanyası, Stalin Rusyası ve Mao Çini gibi zalimce güçlü merkezi devletlerden geldiğini çok açık ortaya koymuştur. 

DİPNOTLAR;

1 MGK Genel Sekreterliği,‘Devlet’in Kavram ve Kapsamı’, Yayınları No:1,Ankara,1990,s.40-41 
2 Mgk.gov.tr 
3 İzci, Rana, ‘Uluslararası Güvenlik ve Çevre’, Uluslararası Politikada Yeni Alanlar Yeni Bakışlar, 
   Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul 1998, s.404 
4 Ülman, Burak, ‘Türkiye’nin Yeni Güvenlik Algılaması ve Bölücülük’, En Uzun On Yıl, Türkiye’nin 
   Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, Derleyenler: Gencer Özcan, Şule 
   Kut,Büke Yayınları, İstanbul, 2000, s.100 
5 Aka, H.Burç , ‘Küresel Güvenlik Bağlamında Sağlık’, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 11,2007, s.126 
6 Hobbes, Thomas , Leviathan, Çeviri: Semih Lim, Yapı Kredi Yayınları, 1995, İstanbul, s. 94 
7 Hobbes, s. 95–96 
8 Hobbes, s. 225 
9 Hobbes, s. 131–138 ‘Devletin amacı bireysel güvenliktir. Doğal olarak özgürlüğü ve başkalarına 
   egemen olmayı seven insanların devletler halinde yaşarken kendilerini tabi kıldıkları kısıtlamanın nihai 
   nedeni, amacı veya hedefi, kendilerini korumak ve böylece daha mutlu bir hayat sürmek; insanları korku 
   içinde tutacak ve onları, ceza tehdidiyle, ahitlerini ifa etmeye ve doğal yasalarına uymaya zorlayacak 
   belirgin bir güç olmadığında, insanların doğal duygularının zorunlu sonucu olan o berbat savaş 
   durumundan kurtulmaktır.’ Hobbes, s. 127. ‘İster bir monark olsun ister bir meclis, egemenin görevi, 
   kendisine egemenlik gücünün veriliş amacında, yani halkın güvenliğinin sağlanmasında yatar…’ Hobbes, 
   s. 234 
10 Amhart, Larry, ‘Siyasi Düşünce Tarihi’, Adres Yay., Çeviri:Ahmet Kemal Bayram,2005,Ankara, s.213 


***