Ziya GÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ziya GÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2017 Pazar

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2




Üç büyük jeopolitik ilgi ya da üstünlük alanından Asya-Pasifik ile Avrupa ve Amerika’yı bağlayan Atlantik düzlemlerinin arasındaki (enerji 
başta olmak üzere doğal kaynaklarca zengin ve pek çok kritik eksenin kavşağı ve geçiş yolu konumunda olan) merkez bölgesi; Akdeniz, Orta 
Doğu, Afrika, Karadeniz ve Orta Asya bağlantılarıyla en önemli coğrafyayı oluşturmaktadır. ABD’nin bölgedeki varlığı da yalnızca petrolle ya da İsrail’in 
beka ve genişleme planının desteklenmesiyle açıklanamayacak sebeplere bağlı bulunmaktadır. Küreselleşmenin bu eylemsellikteki katkısı ise 
uyumlulaştırma ve satın alma (özellikle toprak alımları ve özelleştirmeler) yönündendir. Dolayısıyla belki de küreselleşme ile yeni dünya düzeni 
arasındaki başlıca farklılık burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü küreselleşme, büyük sermayenin denetimindeki dünyasal sistemi ve tüm 
ülkeleri bu sistemle bütünleştiren mekanizmaları kapsarken GOP alanında buna bağlı süreç işlemekle kalmamakta; (Türkiye dâhil) bölge ülkelerinin 
bölünmesine yönelik bir eylem planı da yürütülmektedir. Böylesi bir geçişkenlikle sağlanmak istenen, kuşkusuz herkes için bir ölçüde farklıdır; 
ama sonuçta bunun asıl bedelini bu dikenli coğrafyada yaşayanlar ödemektedir.19 

2023’e doğru jeopolitik öngörüler, çok kutuplu bir küresel denge oluşabileceği savını da gündeme getirmektedir. Buna dair görüşlerin 
rakamsal göstergeleri bir yana bırakılırsa (hesaplanabilir büyüklüklerle her noktada örtüşmeyen ama başat iradelerin çatışması olgusuyla pekalâ 
bağdaşan) üç başlık altında toplanması mümkündür. İlki, klasik mahiyetteki alan hâkimiyeti kuramına dayanan ve küresel üstünlük açılımlarını 
dengeleme (durağanlaştırma) dönemine taşıyacak gelişmelerin hız kazanacağını ifade eden geleneksel yaklaşımdır. Buna göre Asya’da Çin- 
Rus güç birliği,20 Atlantik, Pasifik ve Orta Doğu’daki ABD-İngiliz güç birliğini dengelerken Alman-Fransız ortaklığı çekim alanındaki AB, çok yönlü 
bağlantıları olan Hindistan ve Asya-Pasifik alanının en büyük ekonomik merkezi konumundaki Japonya her iki taraf arasında, kendi güvenliklerine, 
kaynak ve pazar gereksinimleriyle ilgi ve nüfuz alanları üzerindeki hesaplarına denk düşecek ve çoklu denge dinamiklerinden yarar sağlayacak 
tarzda siyasetler izleyebileceklerdir. Bu savın geçerli olabileceğini doğrulayan örnekler hiç de az değildir (ABD’nin Orta Asya’da varlık 
göstermesi karşısında Rusya’nın aynı bölge ülkeleri, Ukrayna ve İran’la ilişkilerini geliştirmesi, Çin’in Afrika açılımı ve ŞİÖ içindeki faaliyetlerini 
yoğunlaştırması, Japon-Çin yakınlaşması gibi). İkinci sav, küresel denge olgusunu tamamen sistemin coğrafi ayaklarının çatallaştırılması ve hâlen tek 
merkez tarafından denetime alınmaya çalışılan küresel kaynak ve piyasaların işletilişine ilişkin mekanizmaların, iki-üç ana merkez ve sayıları 
otuza varacak olan mega kent ağının marifetiyle yürütülebileceği görüşlerini dile getirmektedir. Devletlerin ikinci planda kalacağı ve Brezilya ile 
Hindistan’ın yeni ana merkezleri oluşturabileceği varsayımı da (otuz megakent arasında İstanbul’u da gösteren) bu görüş kapsamındadır. Kısacası söz 
konusu savın temelinde, küreselleşmenin ulus-devlet ve kıtasal ya da bölgesel güçlerin jeopolitik rollerine ve denge oluşturabilme açılımlarına şans 
tanımayacak bir küresel bütünleşme ile 2023’e gidileceği düşüncesi yer almaktadır (Brezilya ile ilgili öngörüyü Pof. Dr. Anıl Çeçen de geçerli 
bulmaktadır.). ABD’nin ağır yükümlülükleri taşımada zorlanacağı (bir anlamda sürmenaj olacağı) görüşü dikkate alındığında (bu ikinci sav gibi) bir 
üçüncüsünün de varit olabileceğini ileri sürmek de hayli gerçekçi görünmektedir. Hem birinci savla hem de ikincisiyle bazı benzerlik ve 
farklılıkları olan “Yeni Yapılanmaları ve Küresel İlişkileri Beraberce Barındıran Eklemlenmiş Ülkeler Dünyası” GOP ile yeni bir aşamaya varan 
jeopolitik üstünlüğü geliştirme sürecinin, yalnızca çatışma ve yayılma eksenlerini, coğrafi hedef ve cephe düzlemlerini (ya da fay hatları ile 
sınırlandığı söylenen alanları) değil, bu alanların içindeki ve berisindeki ülkeleri de kapsamaktadır. Bu seçenekteki belirleyici süreç, (Türkiye dâhil) 
hedefteki ulus devletlerin, başlangıçta federatif yapılanmaya, sonra bazı sınır değişiklikleriyle konfederatif bir eklemlenmeye evrilmelerini sağlamak ve bu 
programı yürütürken de medeniyetler çatışmasının kırılma hatları boyunca ülkeler içinde ve aralarında sürekli bir savaş hâlinin hüküm sürmesine 
yarayacak (!) tahrik ve tertiplerle küreselleşmeyi denetleyen ve ondan büyük çıkarlar elde eden güçlerin yumuşak eylemlerine daha iyi bir ortam 
oluşturmaktır. Böylece, (Yeni muhafazakârların yönetimde olduğu) ABD gibi büyük askerî güçlerin sert eylemlerini yayma ve yeni bir dünya savaşına 
gidebilecek tırmanmayı gündemden düşürme imkânını da bulacakları düşünülmektedir. Bu savın en zayıf noktası ise coğrafi bölünmelere fırsat 
yaratma ve konfederatif, dinsel veya başka türdeki yeniden eklemlendirme çabalarının ters tepmesi ve bölgesel birlikler ya da ittifaklar yoluyla 
egemenliğini ve bağımsızlığını koruma mücadelesine girebilecek ülkelerin ardı ardına sahneye çıkarak jeopolitik denklemleri bozabilecek olmasıdır. 

Geçmişten Hatırladıklarımız ve Günümüzde Karşı Karşıya Olduklarımız 

1923-38 döneminin Türk milleti için “altın çağ” olduğunu belirtmek, herhâlde abartılı bir tespit değildir. Ancak özellikle 1947’den itibaren, adım 
adım Batı sisteminin edilgen bir uzantısı hâline getirilmeye çalışıldığımız ve ATATÜRK dönemindekinin aksine, Ankara dışında alınan kararlara giderek 
daha fazla tabi olduğumuz açıktır. Biz, “Türk Övün! Çalış! Güven!” nidasındaki anlamı ve silkeleyici uyarıyı algılamakta gün be gün daha da 
vahimleşen bir acze düşerken Türkiye’yi (küreselleşme gerekleri (!) ötesinde hedef alanlar derin düşünceden şartları olgunlaştırmaya ve oradan da 
eyleme uzanan bir çökertme ve teslim alma sürecini çoktan başlatmış bulunmaktadırlar.21 Türkiye’de sermaye, tarikat, bürokrasi ve seçkinler 
gerçek mahiyetiyle değil kendi kıyaslamalarına göre değerlendirmekte ve sanayileşme için Türkiye’nin Rusya’dan gördüğü destek bahsinde, Türklerin 
uluslararası bir yenilenme programı yerine coşkulu bir milliyetçiliği yeğlediklerini … her şeyden önce Türkiye’yi güçlü ve çağdaş bir devlet hâline getirmeye 
çalıştıklarını ve bunun için daha gelişmiş ulusların örneklerini gözeten bir yol izlediklerini belirtmektedirler. 

Burada dikkati çeken, Sovyetlerle ilişkilerinden dolayı Türklerin başka bir şekilde nitelendirilmeyip onların milliyetçi olduklarına vurgu yapılması ve 
uluslararası “revolution” eksikliği (!) üzerinde durulmasıdır. 

Türkiye’nin 1949’daki durumunu ele alan çalışmalarında yazarlar iki ayrı Türkiye görünümünden söz etmekte; kalkınma hamlelerini 
( Kulüpçüler, bazı akademisyenler ve yazarlar ile bazı medya patronları ve siyasetçiler bu kümededir.) bugün ülkenin Avrupa Birliği’ne tek yanlı 
bağlanması eylemini yürüttüklerini belirten Erol Manisalı, “Sistemi iyi görmek gerekir.” diyerek dünyadaki gelir dağılımı adaletinin, sermaye, teknoloji, 
ticaret tekelleri ve silah gücünü elinde tutan (propaganda ve nüfuz araçlarına da hâkim) ülkelerce bozulduğunu ve bunu (bizim gibi ülkelere) iki şekilde 
yaptıklarını anlatmaktadır. İlki, az gelişmişlerden gelişmişlere net gelir aktarımı sağlamak; ikincisi ise az gelişmişlerdeki (görece) büyük sermayeyi 
ve eliti kendilerine bağımlı hâle getirmek yoluyla.22 

Bugün, karşı karşıya olduklarımızı değerlendirirken Türkiye’nin tehdit altında değil, planlı ve çok yönlü saldırılar altında olduğu gerçeğini 
vurgulamamızda isabet vardır. Çünkü ülkemizle ilgilenenlerin bunu genel ve özel amaçlarını (bazen her ikisini) gerçekleştirmek üzere yaptıkları 
izlenmektedir (Genel amaca örnek, küresel ağ yapılanması içinde Türkiye’yi kaynak, insan gücü ve pazar anlamında sömürmek iken özel amaç için 
ülkemizin Sevr koşullarına geriletilerek paylaşılmış ve tutsak edilmiş bir hâle getirme örneği verilebilir.). Her ikisinde de (ama özellikle ikincisinde) 
düşmanlık ve öç alma duygularının önemli bir etken olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Meselenin psikolojik derinliklerine inmeksizin ve ayrıntılara 
değinmeksizin, düşmanca ve teslim almaya yönelik yaklaşımların, Türkiye’mizin önüne biri kolay, diğeri zor mahiyette iki senaryo çıkardığını 
belirtmekle yetinebiliriz. Bunlardan kolay senaryo ulus devletimizi ve asil milletimizi, tatlı (!) bir rehavet içinde, çözülmeye, teslimiyete, kimliksizliğe ve 
sonuçta kıyımlara uğratıp uşaklığa razı olan zelil bir halk yığını hâline getirecektir. Zor senaryo ise ATATÜRK önderliğindeki mucizevi başarıyı bu 
kez o asırların dahisi önümüze düşmeksizin tekrarlamak uğruna katlanacağımız felâketleri, faciaları ve ödeyeceğimiz fevkalâde ağır bedelleri 
göze almamızı gerektiren bir Millî Mücadele hareketinin çetin ve acı öyküsüdür. Üstelik, kolay senaryoyu başkaları yazarken zor senaryoyu bizim 
yazmamız şarttır. Aksi takdirde bağımsızlık ve egemenlik diyerek içine atılacağımız savaşım hem hesapsız bir macera olur hem de başkalarının 
yazdığı senaryoda bize biçilen uygunsuz rolleri oynamak, yani kullanılmak. 

2023’e Doğru İlerlerken Stratejik Öngörüler, 

Dünyanın gidişatına bakıldığında, ilerlemelere yön veren fikirlerin ve buluşların gelecekte de önem taşıyacağı; ama asıl belirleyici gücü (bugün 
olduğu gibi) küresel sermayeye hükmedenlerin ellerinde tutacağı tahayyül edilmektedir (Bu yüzden olacak ki “ideolojilerin artık tükendiği” savı öne 
sürülebilmektedir.). Gerçekten bunun böyle olduğuna inanmak ise (başka bir kanıt aranmaksızın) insanlığın manen tükendiği gibi bir iddianın geçersizliği 
yüzünden mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla yalnız aklı ve kazanımları ile değil maneviyatı ve hissiyatıyla da insanın geleceği şekillendirmede 
geçmişteki gibi başlıca etken olacağı; hatta bilgide, teknolojide ve sanatta (kendi özündeki yetenekler ve kültürel genlerine işlenen değerlerle) 
öngörülebilen veya hiç beklenilmeyen çıkışlarıyla tek tek veya aynı amaçlar etrafında toplanmış insanların yön verebileceği düşünülmektedir. 

ASAM tarafından düzenlenen bir sempozyumda, geleceğe ilişkin olarak farklı alanlardan katılımcıların dile getirdikleri bazı tespitler ve 
öngörüler de dikkat çekicidir. Örneğin, Ergin Yıldızoğlu, artık yüz yıllık gelişmelerin altı-yedi yıllık bir zaman dilimi içinde gerçekleşebildiğini; 
geleceği karartan (çevre felaketi ve kaynakların tükenmesi gibi) birtakım sorunların da hızla büyüdüğünü hatırlatırken 1997’den itibaren yumuşak güç 
ayağı aksayan ABD dayatmacılığının (çoğu paralı askerleriyle) sert güç siyasetini öne çıkararak (mali yöndeki sıkıntılarla iç içe) ciddi bir kriz 
olasılığına yol açabilecek bir süreci de başlattığına işaret etmektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemin, kritik bölgelerdeki küçük ve orta büyüklükteki 
devletlere ek zorluklar getireceği tahmininde bulunarak ABD’nin caydırıcı ve cezalandırıcı eylemlerinin de böyle bir krizi tetikleyici bir rol oynayabileceğine 
dikkat çekmektedir.23 Aynı toplantıda bilgi ve teknoloji çağının geleceğine değinen sunumunda Prof. Dr. Orhan Güvenen’in değindikleri de geleceği 
aydınlatması bakımından uyarıcı mahiyettedir. Bunlar arasında, bilimin, kültürün ve değerler sisteminin asıl lokomotif olduğu, ekonominin bunlara 
dayanmaksızın sonucu belirleyebilecek bir öneminin olamayacağı, bu yüzden ulusal araştırma merkezlerinin (buluşlara, yaratıcılığa, verim artışına 
vs.’ye yönelik çalışmalarıyla) öncü, yol çizici ve süreklilik sağlayıcı bir rolü olduğu, günümüzden geleceğe, özellikle nanoteknoloji alanındaki 
gelişmelerin sanayi ve bilgi (enformasyon) devrimleri ölçeğinde yararlar sağlayabileceği yer almaktadır. 

Stratejik öngörüler bahsinde, belirsizlikler ve olasılıklar meselesine de kısaca bir göz atıp gelecekten beklenenler üzerinde akıl yürütmemiz 
faydadan uzak değildir. Örneğin, 2020’lerde dünya buğday üretiminin tüm insanlığa yeteceği hesaplanırken buna temel alınan iklim verileri, nüfus 
tahminleri ve uygun dağıtım kanallarının durumu gibi değişkenler farklı bir tabloyla karşı karşıya kalınabileceğini düşündürmektedir. Belirsizliğin kanıtı 
ise hâlen dünyada bir milyara yakın insanın yetersiz beslendiğinin ve bunlardan bir bölümünün açlık çektiğinin BM raporlarına yansımış olmasıdır. 
Keza, “tarımsal üretim biyoteknoloji yardımıyla geliştirilecek” denirken bunun hangi ürünler için ne seviyede gerçekleşebileceği ve buna çevre felaketinin 
olası etkileri bilinmezler arasındadır. İçilebilir su kaynaklarının iklim değişmesiyle ilgili olan ve bunun dışındaki ne gibi etmenlere tabi olacağı da 
belli değildir. Sağlık alanındaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler için de ticari hesapların neyi göstereceği bilinmemektedir. Enerjide bor madeninin ve 
yenilenebilir kaynakların olası katkıları hayli geniş bir tahmin aralığında hesaplanabilmekte; ama yatırımcıların buna yeterince para ayırıp 
ayırmayacağı üzerinde henüz tam bir fikir birliği bulunmamaktadır. Eğitimi (daha doğrusu öğrenmeyi) etkinleştirmeye yönelik zihne nakşetme 
kolaylıkları geliştirilirken bu tür buluş, ürün ve yöntemlerin getirileri üzerinde de çok farklı öngörüler sunulabilmektedir. Belki biraz daha belirgin ya da 
belirsizlik dereceleri asıl sonucu değiştirmez gibi görünen teknolojilerin gri alanında araç ve kolaylıklarıyla taşımacılık, inşaat ve sınai üretim tesisleri, 
uydu teknolojileri gibi sivil ağırlıklı olası yenilikler yer alırken askerî ve güvenlik ağırlıklı çoğu teknolojiler de kalın bir sır perdesinin altında kaldıkları 
ve ancak fiilen (yaygın biçimde) kullanılmaya başlandıklarında (yani ileri tarihlerde) belirgin hâle gelebilecekleri için bu ikinci kümedeki buluşları da 
belirsizler arasına almak uygun olacaktır. Yine de birkaçından kısaca söz etmemiz mümkündür. Örneğin, bilgi işlem, kayıt ve karar yardımcısı 
sistemlerin gelişme göstereceği bellidir. Ama bu ilerlemenin ölçüsünü tahmin etmede (en azından insan-makine uyumunun sağlanma zorlukları 
dolayısıyla) ihtiyatlı olma gereği vardır. Uzaktan algılama, izleme ve dinleme sistemlerinin (istihbari ve askerî uydularla) gelişmişliği öyle bir noktadadır ki 
aynı yönde ek bir ilerlemeden çok farklı boyutlardaki yeteneklerle kullanılma ve kapasite artırımı gibi disiplinler arası yeni açılımlardan söz 
edilebilmektedir. 

Bu bahiste son olarak geleceğin ufkunu karartabilecek bir başka olasılıktan söz edilmemesi eksiklik olacaktır. Baş aktör rolündeki ABD’nin 
sürdürülebilir jeopolitik üstünlük eylemselliğinin (baş etmekte zorlanacağı mücadele alanlarının çoğalmasına bağlı olarak ve muhtemelen 2023’e 
varmadan) tıkanacağı görülmektedir. Hatta kendi iradesiyle çok kutuplu denge siyasetine dönüş yapması dahi mümkündür. Gerçi istihbarat 
örgütlerinin ve askerî gücünün üstlendiği küresel misyon bakımından derin dünya erkinin ona biçtiği rol, en erken 2030’lara kadar sahnede kalmasını 
veya kendi safında sağlam duracak müttefiklerle yola devam etmesini gerektirmektedir; ama ne gibi ara çözümler bulursa bulsun ABD denizin 
bittiği noktaya mutlaka gelecektir. Asıl sorun da bundan sonra ortaya çıkacaktır. Bu sorunun bir yüzü, üstün güç sıfatıyla Amerika Birleşik 
Devletleri’nin elinde tutmak zorunda olduğuna inandığı (ve buna kesin kararlı olduğu) coğrafi kesimleri ve kritik noktaları, savunma üsleri ve askerî 
varlığıyla muhafaza etmek uğruna dünya savaşı ölçeğinde bir çatışmayı göze alması veya kısmi bir çekilme programı uygulayıp ortamı yatıştırması 
ile ilgilidir. Öteki yüzü ise gerek (devlet olarak) kendi hesabına, gerekse büyük sermaye adına (savunmanın daha büyük çapta özelleştirilmesi demek 
olan) yeni bir programın hazır edilmesi ve devreye konulmasıyla ilgilidir. Çünkü bu sıkıntılı durumdan kurtulabilmesi için yalnızca yerel savaşları el 
altından körüklemesinin ve dikkati başka noktalara çekmesinin bir yerden sonra yararı olmayabilecek; üstelik küresel çıkarları için üretim, ticaret, 
kaynakların işletimi ile alım satım devamlılığı bakımından şirketler fevkalade riskli ve kargaşalı bir dünya tablosu görmeyi (herhâlde) istemeyeceklerinden, 
ya öncekilere benzer bir üçüncü dünya savaşı çıkarmayı kaçınılmaz bulacaklar ya da resmî güçler olmaksızın denizaşırı yatırımlarını ve 
bağlantıları koruyacak önlemleri (özel güvenlik ve savunma unsurlarıyla) kendileri alacaklardır. Elbette (önemli ölçüde belirsizlikler taşıyan) bütün bu 
olasılıklar, GOP çerçevesinde, kalpgâhı kuşatan çember boyunca ve dünyanın başka kritik mevkilerinde ABD (ve bağlaşıklarının) ne kadar 
başarılı( !) olabileceğine bağlıdır ve gerçek ağırlıklarıyla olası etkileri hesaba sığdırılamayacak pek çok bilinmezin yer alacağı denklemlerin 
çözümlenmesini gerektirmektedir. 

Sonuç 

1923’ten bugüne ve bugünden 2023’e, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına uzanan (tarihsel ve gelecek-bilimsel) çizgide, küreselleşme, 
emperyalizmin yeni yüzü, jeopolitik mülahazalar ve Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin hedefindeki Merkez Bölgesi ile Türkiye’nin ele alındığı bu 
çalışmada, ucu açık bırakılmak zorunda kalınan ve bildiri hacminin izin vermemesi nedeniyle tüm kapsamıyla aktarılıp tartışılamayan birçok hususa 
değinilmiştir. Türkiye gibi ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş bir ulusdevletin varlığı ve güvenliği meselesi kuşkusuz hem tarihiyle hem 
coğrafyasıyla hem de iktisadi önemiyle irtibatlıdır. Ancak yalnızca küresel sistemin götürdüklerine veya yalnızca jeopolitik ve siyasal anlamdaki 
kuşatılmışlığına bakılarak Türkiye’nin zor durumda olduğunun ileri sürülmesi de ciddi bir değerlendirme eksikliğine yol açabilir. Her şeyden önce, aynı 
mahiyetteki zorlukların, emperyalizmin ağına düşülmüş olması ve (bugünkünden farklı gibi görünse de) işgal altına girilmiş olması bakımından 
1923 öncesinde de yaşandığı hatırlanmalıdır. Düşünülmelidir ki içeriden ve dışarıdan, tek bayrak altında toplanmaları engellenmeye çalışılan, şaşkınlığa 
sürüklenen; yorgunluğu ve bezginliği bir yana, genç kuşaklarını savaşlarda ve salgın hastalıklar yüzünden yitirerek neredeyse tükenme noktasına 
gelmiş (ve henüz ulus olma bilincine dahi erişememiş) bir insan varlığıyla Milli Mücadele’ye girilmiş ve ATATÜRK’ün önderliğinde (yalnız askerî 
zaferlerle değil siyaseten ve iktisaden bağlayıcı tüm hükümleri geçersiz kılan bir barış antlaşmasıyla da) bağımsızlık ve egemenliğimiz kazanılmıştı. O 
akla ve hayale sığmayan başarı, anlaşılmaktadır ki (günümüzde de tekrarlanmaması için) aynı cenahtaki oyuncuların bize bugün farklı stratejiler 
uygulamalarında ve yumuşak güç yöntemleriyle sonuç almaya çalışmalarında da (onlar için) uyarıcı olmuştur. Bizim ise bu gerçeği ve içinde 
bulunduğumuz vahim durumu, devlet ve millet olarak tamamen idrak edebildiğimizi iddia etmek ne kadar inandırıcı olabilir? 

Türkiye’nin bu idrake vardığı gün, tıpkı ATATÜRK döneminde olduğu gibi bölge ve dünya çapında sözü geçer bir güç hâline gelme yoluna 
gireceğinden şüphe etmemek gerekir. Çevresinde dostluk ve iş birliği kuşağı oluşturmaktan, dünya meselelerinde söz ve etki sahibi olma konumuna 
yükselmeye kadar, jeopolitik değerini ve nüfuz gücünü vazgeçilmez kılacak tüm adımları güven duyarak ve güven vererek (kötü niyetlileri de bu 
emellerinden caydırarak) atabileceği kesin olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi plan ve programlarını bu esasa göre yapmasında (yarardan öte) 
zaruret vardır. Üstelik bu noktaya kadar değindiklerimiz de göstermektedir ki küresel huzur ve istikrar için tarihi bunun örnekleriyle dolu, kültürü dışlayıcı 
değil, kucaklayıcı ve başta insan gücü olmak üzere potansiyel imkân ve kabiliyetleri yüksek (Türkiye gibi) bir ulus devletin dünya çapında doğru 
dengeleri oluşturarak fiilî bir saldırmazlık ortamı oluşturmaya da büyük katkıları olabilecektir. Yalnız gerek bize yönelik tehlikelerin asıl mahiyetini ve 
olası etkilerini görebilmemiz gerekse buna göre en isabetli tertip ve tedbirleri içine alacak ilerleme yol ve yöntemimizi belirleyebilmemiz için (en geniş 
anlamıyla güvenlik nokta-i nazarından) bugün nelerle karşı karşıya olduğumuzu doğru isimlendirmemiz gerekir. Örneğin, artık tehdit altında 
olduğumuz gibi yanlış bir tanımlamayı düzeltmenin vakti gelmiştir (Türkiye tehdit altında değil düşmanca saldırılar altındadır. Bunların bir kısmı küresel 
mahiyette, bir kısmı jeopolitik mülahazalarla açıklanabilir mahiyette, bu ikincisiyle irtibatlı olarak bir kısmı da tarihî hak taleplerine ve Türk varlığını 
yok etmek emellerine bağlı örtülü ve açık düşmanlık mahiyetindedir. İstedikleri sonucu aldıkları sürece de illa askerî saldırı olmaları gerekmemektedir.). 

Özetle, 2023’e doğru Türkiye’nin, hem kendi varlığını ebediyen sürdürmek için hem de küresel barışa hizmet etmede, kendine yaraşır nazım 
rolü üstlenebilmesi için istiklaliyle ve istikbaliyle yaşaması, her ne pahasına olursa olsun (kendi evlatlarınca) temin edilmek zorundadır. 

DİPNOTLAR;

1 Suat İlhan, Türkiye’nin Zorlaşan Konumu, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 88. 
2 Onur Öymen, Geleceği Yakalamak (Türkiye’de ve Dünyada Küreselleşme …) Remzi Kitabevi İstanbul, 2000 s. 114. Yazar, “ doğa tükeniyor ” bahsinde atmosfere salgılanan karbondioksit gazının %23,4’ünün ABD’nden, %14,9’unun Çin’den, %7,0’ının Rusya’dan, %5,2’sinin Japonya’dan, %4,4’ünün Hindistan’dan ve %3,8’inin Almanya’dan kaynaklandığını belirtirken Türkiye için bu oranın, dünya üretimindeki payının altında kaldığına işaret etmektedir. Aynı eserin 31’inci sayfasında da elektronik (sanal) ortamda ve medyada saklı bilgilerin % 80’inin İngilizce; AB ülkeleri sinemalarında gösterilen filmlerin %63’ünün ABD yapımı ve başka dillere çevrilen eserlerin çoğunluğunun İngilizce yazılmış olduğunu açıklamaktadır. İnternet’te depolanmış çoğu sözlü müzik eserleri yine İngilizce olup TV müzik kanallarının önemli bir kısmı aynı dilde yapımlara ağırlık vermektedir. Zamanının bir bölümünü müzik dinlemekle,TV ekranı karşısında ve sinemada film izlemekle geçiren her ülkeden gençlerin kendi öz kültürlerine az ya da çok yabancılaştığı; bunlardan eğitimlerini İngilizce olarak görenler başta olmak üzere ulusal kültürlerine sahip çıkabileceklerin giderek azaldığı söylenebilir. 
3 Gülten Kazgan; Küreselleşme ve Ulus-Devlet, Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2000 s. 43. 
4 Birgül Ayman Güler; ATO Yayını Denge Dergisinin Temmuz 2003 sayısında yer alan söyleşi s. 10. 
5 Abdullah Özkan; Küreselleşme ve AB ile Bütünleşme Sürecinde Türkiye, Tasam Yayınları İstanbul, 2004, s. 12. 
6 a.g.e.; s. 14. Yazar, Baskın Oran’a atfen küreselleşmenin üç evreye ayrılabileceğini belirtmekte ve bunları 1490’lar, 1890’lar ve 1990’lar olarak sıralamaktadır. İlk evre vahşi sömürgeciliği, ikinci evre seri üretim yayılmacılığı ve işgalci emperyalizmi, üçüncü evre ise çokuluslu şirketler denetimindeki (askerî işgalsiz) sermaye ve kültür istilasını kapsamaktadır. 
7 İsmail Cem; Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1970 s. 127. 
8 Tarık Dursun Kakınç; Bir Damla Kan, Bir Damla Petrol, Kurul Yayınları, İstanbul, 1965, s. 93. Yazar, Osmanlı’nın son dönemine dair devletler arası (dışı) Zaharof örneğini vermekte bu aktörün Yunan saldırısındaki rolünden, Orta Doğu petrollerinin İngilizler (ve kendisi) yararına işletmeye açılması için yaptıklarından ve aynı sahnede boy gösteren başka bir aktör Gülbenkyan’dan söz etmektedir. Aktarılanlar, yalnız devletlerin değil bu tür sermayedarların da (bundan yüz küsur yıl önce dahi) küresel aktörler arasına girebildiğini göstermesi bakımından ilginç bulunmaktadır. 
9 Aziz Rıfkı Ateşer; Global Strateji dergisinin İlkbahar 2006 sayısında yer alan “Türkiye’nin Jeopolitik Seçenekleri” başlıklı makale (aynı adlı denemenin ilk bölümü) Ankara, s. 103. Burada, “Derin Dünya Erki”, küresel dönüşümü (yeni dünya düzenini) kurguladığı ve asıl karar ya da onay katmanını teşkil ettiği anlaşılan oligarşik sermayenin tepe örgütü şeklinde tanımlanmaktadır. 
10 Mustafa Yıldırım; Sivil Örümceğin Ağında, 5’inci Basım, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, Şubat 2005, s. 40-42. Yazar, bu adımları, kamuoyu oluşturacak ve milli hassasiyetleri deşecek aydın kimliklilerin devşirilmesi, uzaktan kumandalı dernek ve vakıflarla etkili bir örgütler ağı oluşturulması, yeni propaganda (yanıltma, perdeleme ve uyutma) aygıtlarının yerleştirilmesi, casuslar yerine açık bilgilenme (yayıncı eğitim) programlarının yürütülmesi, gençliğin, “düşünce özgürlüğü ve “siyasi katılımcılık” adına yönlendirilmesi, halkı çaresizliğe itecek (yolsuzlukları bahane ederek devlete olan güveni sarsacak) kampanyalar düzenlenmesi, iş adamlarının (merkezî devlet otoritesine karşı) örgütlenmesi/desteklenmesi, para piyasalarının (borç ekonomisini sık sık dalgalandırmak ve mali sermayenin spekülasyonlarına açmak üzere) denetlenmesi, ulusal bunalımlar yaratılarak bankaların ve devlet (kamu)
şirketlerinin yabancı sermaye egemenliğine geçirilmesi, “özelleştirme” ile büyük 
sanayi işletmeleri, enerji ve iletişim kurumlarının yabancı şirketlere devredilmesi ve yeni büyük yatırımların önlenmesi, silahlı gücün zayıflatılması, güvenlik güçlerinin ve orduların ulusal yapıları ile devlete ve millete sahip çıkmalarının (kışkırtma ve karalamalarla) önlenmesi, seçimle veya kitle gösterileri ve kargaşalarla devlet yönetiminin (uyumlu iktidara) aktartılması, belediye hizmetlerinin (yerel yönetimleri güçlendirme kampanyalarıyla) yabancı şirketlere devredilmesi, “Çok kültürlülük” propagandasıyla (ulusal kaynaşmanın temelindeki) ortak kültürün parçalanması gibi sıralamaktadır. 
11 10 Aralık 2006’da CNN Türk Televizyonunun konuyla ilgili olarak yaptığı yayından notlar. 
12 ATATÜRK’ün “…hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla ilerlesin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir." sözü bu gerçeğin en veciz ifadesidir . 
13 Hans Peter Martin-Harold Schumann; Globalleşme Tuzağı, Özden Saatçi Karadana ve Mahmure Kahraman’ın çevirisiyle, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 20. Yazarlar, yeni liberalizmin temel ilkesini, “Piyasa iyi, devlet müdahaleleri kötüdür.” şeklinde tanıtırken proletarya diktatörlüğünün ortadan kalkmasından bu yana dünya pazarları diktatörlüğü kurulması için çalışıldığını,… (ama) “Turbo Kapitalizm”in kendi var oluş ilkelerini zedelediğini, yani görevlerini yerine getirebilecek yetenekteki devlet(ler)i ve demokratik istikrarı sarstığını, … refah ülkelerinde doğal çevre ile ilgili değerlerden kendilerini ayakta tutan sosyal dayanışma değerlerine kadar çok şeyin tüketilmekte olduğunu belirtmekte; toplumsal çöküş olgusundan söz ederken de bunun ABD’nde her ülkedekinden fazla belirgin olduğu, Amerikan yurttaşlarının, özel korumalara, devletin polise ayırdığı paranın iki katını ödedikleri örneklerini vermekteler. 
14 Öymen; s. 80. Yazar bu rakamı Dünya Bankasının bir araştırmasına atıfta bulunarak vermektedir. Aynı eserin 23’üncü sayfasında ise ABD, Japonya ve AB 
ülkelerinin, dünyada bilimsel araştırmalar için harcanan paranın %77,2’sini sarf ettiklerini ve bilimsel yayınların dörtte üçünün bu ülkelerce yapıldığını belirtmektedir (Bu durum, genç kuşak “insan serveti”nin neden adı geçen ülkelere yönelebildiğini de açıklamaktadır.). 
15 a.g.e.; s. 73. 
16 H. Peter Martin, H. Schumann; s. 211. Yazarlar, çevre koruma siyasetinde hiçbir ilerleme olmadığını, devlete olan ihtiyaç devam etse de ekonominin siyaseti yuttuğunu ve küresel finans oyuncularının (kaba kuvvete ve suça eğilim göstermeleri beklenen gençlerin yaratacağı tehlikeleri ve çevresel bozulmanın katlanarak büyüyen olumsuz etkilerini gidermek üzere) eğitim ve istihdam yaratmaya; keza (çevre vergisi reformuyla) doğa felaketinin önünü almada destek sağlamaya mecbur edilmelerinin sorunu çözmeye yarayacağını belirtmekteler. 
17 Martin ve Schumann; s. 15. Yazarlar, “Çalışmaya Son” kitabının yazarı Jeremy Rifkin’e ve gelecek araştırmacısı John Naisbitt’e de atıfta bulunarak yüksek teknolojiye dayalı iletişim, düşük taşıma ücretleri ve sınırsız serbest ticaret dolayısıyla (üretimdeki emek payını azaltıcı yöntemlerin ve birim verimliliğin de geliştirilmesiyle) artık sosyal güvencesiz ve yetersiz ücrete razı olan kitlelerin dahi iş bulamaz hâle geldiğini hatırlatırken sosyal devleti savunanların umutsuzluğa düştüğüne, devlet bütçeleri açık verdikçe işsizliğin de artmakta olduğuna işaret etmekteler. Ayrıca, bu işsiz yığınları meşgul etmek için gönüllü kuruluşlara (vakıflar ve kulüpler aracılığıyla) şirketlerin mali destek sağlamakta olduğunu; ama bunun da sınırlı kaldığını belirtmekteler. 
18 Yaşar Hacısalihoğlu; Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye (Jeopolitik analiz), Çantay Kitabevi, İstanbul, 2001, s. 192. Yazar, burada (baş aktör) ABD’nin 
postmodernizm, ulus-devlete karşı federatif yapılar, alt kültür kimlikleri, hükûmet dışı örgütler gibi bir dizi kuruluş, kavram ve stratejiden yararlanarak küresel gücünü ve egemenliğini sürdürmek isteyeceğinden söz etmektedir. 
19 E.Alb. Ralph Peters’in ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan ve Bağımsız Kürdistan’la Ermenistan topraklarının önemli bir bölümünü Türkiye Cumhuriyeti’nden koparılacağı varsayılan yeni sınırlar hâlinde gösteren haritası gazetelerde de yer almıştı. Washington’daki Orta Doğu Enstitüsünde “Irak’ın Sonu” kitabını tanıtan E. Büyükelçi Peter Galbraith’in de “Türkiye, Kürt devletini engelleyemez” beyanı aynı niyet ve kararın geçerli olduğunu hatırlatması bakımından manidardır. 
20 Beijing Review; July 31 2000, s. 8-9. Derginin “Sino-Russian Beijing Declaration” başlıklı yazısında, 17-16 Temmuz 2000 tarihlerinde Pekin’de gerçekleştirilen Jiang Zemin-Vladimir Putin zirvesinde, bilim ve teknoloji alanındaki iş birliğinden terörle mücadeleye, ticari ve iktisadi iş birliğinin genişletilmesinden Tayvan’ın Çin’e ait olduğuna kadar pek çok konuda görüş birliği sağlandığı belirtilmektedir. 
21 Max Weston Thornburg, Graham Spry, George Soule; Turkey An Economic Appraisal , First reprinting, Greenwood Press, New York, 1968, s. 19. 
22 Erol Manisalı; Türkiye ve Küreselleşme, Der’in Yayınları, İstanbul, 2002, s. 65. 
23 ASAM’ın “Stratejik Öngörü 2023” başlıklı sempozyumunda alınan notlar (Ekim 2006). 


Kaynaklar 

AVCIOĞLU, Doğan; “Türkiye’nin düzeni (Dün, Bugün, Yarın)” Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969. 
AKLAR, Yılmaz; “Küresel Güvenlik Gelişmeleri ve Öngörüler” “Stratejik Öngörü 2023” Sempozyum Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
AYDOĞAN, Metin; “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” Otopsi Yayınları, İstanbul, Ekim 2000. 
BAŞKUT, Yaman; “Türkiye Vizyonu:2023” Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
BRZEZİNSKİ, Zbigniev; “The Grand Chessboard”, New York, 1997. 
ÇÖLAŞAN, Emin; “Bir Dönemin Perde Arkası”, Milliyet Yayınları, 1984. 
ÇULCU, Murat; “Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri”, 4’üncü Baskı, Erciyaş Yayınları, İstanbul. 
DAVUTOĞLU, Ahmet; “Stratejik Derinlik” Küre Yayınları, İstanbul, 2001. 
FORSYTHE, David P.; “The Internalization of Human Rights”, Lexington Books, Toronto, 1991. 
GÜLER, Ali; “Sorun olan Avrupa Birliği” Berikan Yayınları, Ankara, 2005. 
GÜNEY, Çetin; “21. Yüzyılda Dinler ve Medeniyetler” Tebliği, ASAM, 2006. 
İLHAN, Suat; “Türkiye’nin ve Türk Dünyasının Jeopolitiği”, Ankara, 1997. 
KENNEDY, Paul; “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri” Çeviren Birdane Karanakçı, İş Bankası Yayınları, Ankara, Ekim 1996. 
KONGAR, Emre; “Küresel Terör ve Türkiye”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2001. 
MANİSALI, Erol; “Küresel Kıskaç (Küreselleşme, Ulus Devlet ve Türkiye)” Otopsi Yayınları, İstanbul, 2001. 
MÜTERCİMLER, Erol; “21. Yüzyıl ve Türkiye” Erciyaş Yayınları, İstanbul, 1997. 
ÖZBEK, Osman; “Ilımlı Türkiye”, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2006. 
PEHLİVANTÜRK, Bahadır; “Asya-Pasifik ve Çin” Stratejik Öngörü 2023” Sempozyum Tebliği, ASAM, Ekim 2006. 
SAVAŞ, Vural; “Dip Dalgası”, Bilgi Yayınları, Ankara, Mart 2006. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Büyük Uyanış”, Otopsi Yayınları, İstanbul, Ekim 2004. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Hedef Türkiye”, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2002. 
SİNANOĞLU, Oktay; “Ne Yapmalı”, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2003. 
SOYSAL, Ertuğrul; “Çağı Arayanlar”, İstanbul, 1975. 
ŞİMŞEK, Halil; “Türkiye’nin Ulusal Savunma Stratejisi” İstanbul, 2002. 
TOPUZ, Hıfzı; “Globalleşme Nedir?” Cumhuriyet Gazetesi 4.6.2006 sayısı. 
TOURAİNE, Marisol; “Altüst olan Dünya (21. Yüzyılın Jeopolitiği)”, Çeviren Turhan Ilgaz, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1997. 
“U.S. DoD Critical Technologies Plan”; 1 May 1991. 
YENİÇERİ, Özcan; “AB/ABD’nin Gerileten Stratejileri ve Türkiye” Türkmeneli Vakfı Yayını “Global Strateji Dergisi” (Makale), Sonbahar 2006 Sayısı, Ankara. 

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE., BÖLÜM 1



SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )
Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


1923’TEN 2023’E KÜRESELLEŞME, MERKEZ BÖLGESİ VE TÜRKİYE 

Em. Hv. Kur. Alb. Aziz Rıfkı ATEŞER 

Tarihten Günümüze Küreselleşme 

Küreselleşme, yerküredeki tüm kaynaklara, pazarlara ve insanlara erişimin öyküsüdür. Ticari yerleşimlerin (kolonileşmenin) dünya ölçeğinde yaygınlaşma sıyla sömürgeciliğe basamak oluşturan alım satım merkezleri askerî anlamda berkitilerek ulaşım güzergâhları üzerindeki hâkim geçit, boğaz ve adalarda üsler kurularak ve kara birlikleri ile donanma refakatinden yararlanılarak ticari çıkarların korunmasına ve taşımacılığın güven altına alınmasına çalışıldığı bilinmektedir. İşte bu çıkar odaklı çabaların, küresel erişim ve rekabete konu stratejileri de gündeme getirdiği ve zaman içinde “küreselleşme” kavramı ile açıklanan bir dönüşüm sürecine altlık oluşturduğu söylenebilmektedir. E. Korg. Suat İlhan’ın, küreselleşmeyi, kaçınılmaz ve evrensel bir olgu şeklinde nitelendirdiği kitabında, bu oluşumun nedenleri, (özellikle iletişim ve ulaşımdaki) teknolojik gelişmelere, jeopolitik ortamın yeni bir mücadele düzlemi olarak algılanmasına, (ticaret hacmi ve mali sermaye akışkanlığının artması ve gümrüklerin neredeyse sıfırlanması gibi) ekonomik sebeplere ve uluslararası hukuk kurallarının hemen hemen bütün ülkelerde geçerlilik kazanmasına bağlanmaktadır.1 

Küreselleşme, günümüzde (ve yakın gelecekte), “Yeni dünya düzeni” adı altında, büyük sermaye sahiplerinin “Tek Pazar, Kaynak ve Piyasaları Tekellerine Alma ve Tek Kültür” hedefine erişmek uğruna, küresel çapta egemenlik tesisine yöneldikleri bir sürecin de adıdır. Söz konusu organize gücün, kendi emellerine vasıta ettiği sivil örgütler ve devletler eliyle demokratik (!) ikna yöntemlerine öncelik ve ağırlık veren; ama baskı, gerginlik, gözdağı ve saldırı eylem selliklerinden de geri kalmayan bir teslim alma programını, adım adım gerçekleştirmeye uğraştığı ve uğraşacağı belli olmaktadır. Görülenler, elbette bundan ibaret değildir. Küreselleşmeden asıl yararı sağlamakta olan sermaye gücü, üstünlük ve kazanma tutkuları peşinde, dünyanın ve insanlığın geleceğini karartan ve karartabilecek olan gelişme(!)lere de kayıtsız kalabilmektedir. Bunun bir kanıtı, hemen her konuda etkileyebildikleri ülkelerde yer alan enerji ve sanayi kuruluşlarını, doğal ve kültürel kıyım ölçüsündeki olumsuz gidişatı değiştirmeye zorlama maları dır.2 

Bir diğer eleştiri ise küreselleşmenin soyut ilişkiler Küreselleşmeyi, yönetilen bir süreç olarak niteleyen Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, kapitalizmin temel mantığını “eşitsiz gelişme yasası”yla ilintilendirmekte ve onu günümüzde inşa edilmeye çalışılan “yeni dünya düzeni”yle özdeş saymaktadır.4 Küreselleşmenin farklı tanımlarını, nedenlerini, etkilerini ve bütünleşme-ayrışma çelişkisini beraberce barındırdığını konu alan çalışmasında Dr. Abdullah Özkan’ın değindikleri arasında, bu sürecin stratejik bir çabanın ürünü olarak şekillendiği, batı kapitalizminin mal, hizmet ve para piyasalarında egemenlik arayışıyla 
geliştiği ve sermayenin akışkanlığına karşılık emeğin devinimsizliği üzerine kurulu bir mekân algılamasına dayandığı yer almaktadır.5 

Aslında, küreselleşmenin çok eski dönemlerde başladığına dair yorumlara da rastlanmaktadır. Örneğin, Murat Çulcu’nun “Spekülâtif Marjinal Tarih Tezleri” eserinde belirttiğine göre tarihte (Çin uygarlığının etki alanıyla beraber) en önemli ticaret alanlarının başında gelen Akdeniz havzası da Avrupa, Afrika ve Asya bağlantılarıyla günümüzdekine benzer özellikler taşımaktaydı. Görece ilkellikler dışındaki başlıca farklılık ise bu ticari ve kolonyalist işletmecilerin, sözü edilen mutlakiyetçilere (zaman zaman mali kudretlerini sınırlandırabilen ölçüde) kâr payı verme zorunda kalmalarıydı. Buna rağmen varlık ve etkinlikleri, bazı hâllerde çatışan tarafların başarı veya başarısızlıklarını belirleyebilecek kadar önemli bulunmaktaydı. Yine de tebaalar üzerinde nüfuz kurma ve monarşiler arasındaki anlaşmazlıklarda açıkça taraf tutma imkânından yoksun olmaları nedeniyle bu devlet-dışı unsurlar, erken kapitalizm dönemine kadar (servetlerine servet katsalar da) küresel dengeleri etkileyebilecek bir figür hâline gelememişlerdi. Daha sonra, (1490’larda) pazarlara çekidüzen veren “tek hukuk” uygulamasının hayata geçirilmesiyle bu unsurların, (kendi zenginlikleri ve devletlerin desteği sayesinde) Birinci Küreselleşme Evresi’ni başlatan açılımları gerçekleştirmede fiilen rol aldıkları bilinmektedir.6 

Küreselleşme düzlemindeki tarihsel gelişmelerin başka yönlerden de ele alınıp incelenmesi elbette mümkündür. Ancak burada (konumuz itibariyle) Orta-doğu ve Türkiye’yi etkileyen dinamikleri (emperyalizmin “yeni liberalizm” adı altında yeni dünya düzenine dönüşmesi bağlamında) kısaca gözden geçirmekle yetinip diğer bahislere geçmemiz, meselenin özüne daha uygun olacaktır. 

Türkiye’nin de içinde yer aldığı Merkez Bölgesi (Avrupa uzantıları, Kafkasya ve İran dışında) büyük ölçüde eski Osmanlı hâkimiyet coğrafyası ile örtüşen kara ve deniz alanlarından oluşmaktadır. 1550’lere kadar çok tutarlı ve dengeli bir nitelik taşıyan Osmanlı toplum ve iktisat düzeninin, toprak mülkiyeti rejiminin bozulması ile maliye, donanma ve fütuhatta (sonuçta devleti zaafa düşüren) nispi bir gerileme içine düşürülmesi, Batılı (sonradan Kuzeyli ve Batılıların güdümünde güneyli) güçler lehine olan olumsuz gidişatın başlangıcıdır.7 Takip eden dönemdeki deniz ve kara seferleri, bazı mirî toprakların ve tarımsal gelirlerin zenginlere devredilmesi, tımarlı sipahilerin tarih sahnesinden çekilmesi gibi gelişmeler, Celâli İsyanları ile beylerin ve ağalık düzeninin ortaya çıkmasıyla ve 1600’lerde geri kalmışlığı adeta kökleştirip Osmanlı memleketine yabancıların üşüşmesine yol açmasıyla devleti yarı-sömürge hâline getirmiştir. Osmanlı’nın (Tanzimat ve Islahat Fermanları ile) kapitüler haklarını genişlettiği ülkelerin tüccar ve iş adamları (ismi konulmamış) küreselliğin ciddi bazı adımlarını da bu coğrafyada atmaya başlamışlardır.8 Bununla beraber, Genişletilmiş Orta- 
Doğu Projesinin (GOP) hedefindeki (Fas’tan Endonezya’ya ve Sudan’dan Orta Asya’ya uzanan) geniş coğrafya dikkate alındığında, küreselleşme ya 
da yeni dünya düzeni ile şirketler ve sivil toplum örgütleri (1990’lardaki adıyla “Üçüncü Sektör”) ağının öne çıktığı gözlenmektedir. Örneğin, küreselleşme 
denince devletten devlete ilişkilerden çok (sayılan) bu unsurların tahkim hukukuna ve siyasal iş birliğine dayalı güvenceleri, işletme imtiyazları, ortak yatırım sözleşmeleri, satın alma ve uzun süreli kiralamalar yoluyla taşınmaz edinmeleri, banka, sigorta ve mali yatırım kurumlarının çoğunluk hisselerine 
birer birer sahip olmaları akla gelmektedir. 

GOP bağlamındaki demokrasi söylemlerinin gerçeği yansıtmadığına; (başta ABD) Batılı fikir kuruluşlarının, istihbarat örgütlerinin, uluslar ötesi medyanın, bölge 
ülkeleri içinde kendi ikbal veya çıkarlarını küresel güçlerle iş birliğinde gören bazı kişi, zümre, etnik grup, tarikat, cemaat gibi unsurların kaleyi içten fethetmesine 
yaradığına ve tasarının, “Derin Dünya Erki” güdümünde olduğuna ilişkin görüşler de giderek haklılık kazanmaktadır.9 

Bu noktada, küreselleşme sürecinin, GOP gibi geniş kapsamlı dönüşüm ve ayrıştırma tasarılarının gerçekleştirilmesine veya tam tersine engellenmesine ilişkin özelliklerine de göz atmamız gerekmektedir. Üç kategoride toplanabilecek özelliklerin birinci kesiminde küreselleşmenin büyük sermaye yararına, sıcak para eylemselliği dahil pek çok düzenlemeye ve uluslararası sınırları geçirgen hâle getirerek bireyler, ulusal kurumlar, meslek kuruluşları, yerel yönetimler, vakıflar, dernekler, dinî mahfiller, ulusal partiler, eğitim, bilim ve fikir kuruluşları gibi sayısız özne ya da temas noktası ile birebir ilişkiyi kolaylaştırmaya yönelik (gelişmiş ülkeler yararına) özelliği yer almaktadır. Bu ilk kategorideki bağlantılar ve uyum kanalları edilgenlikten çıkamamış ülkeler ve ulusal toplumlara kazanç sağlamaktan uzaktır. Tam tersine, onlar için: 

-Ulusal kültürü aşındırıcı, yozlaştırıcı ve özüne yabancılaşmaya götürücü, 
-Eldeki kazanımların yitirilmesine yol açıcı, 
-İrade ve öz güven zafiyeti doğurucu, 
-Kendi değerleri, edinimleri ve yararlarını gözetmeyi (yarattığı kavram karışıklığı ve aleyhte şartlandırma sonucu) zorlaştırıcı, 
-Hamaset ve maneviyat iklimini bozucu ve ulusal dayanışmayı çözücü, 
-Bütünleşme ve ortak zemini sağlamlaştırma yerine ayrışma ve hasım kamplara bölünmeyi teşvik edici (hatta toplumları darmadağın edici), 
-Korunma güdüsüyle ve çıkarını kollamaya dayalı katılım (aidiyet) duygusu ile hareket etmeyi özendirici (böylece hem başının çaresine bakma 
eğilimini hem de teslimiyetçiliği yaygınlaştırıcı), 
-Milliyet algılaması ve milliyetçi öz savunma azmi yerine bir yandan dar çevre mensubiyeti, diğer yandan insanlığı bütünüyle kapsadığı(?) telkin 
edilen dünyalılık (ülkeler ötesi küresel özne olma) öğretisini yayıcı vb. etkiler yaratmaktadır. 

Bu etkilerin, ulus devletlere dayalı küresel paylaşım ve denge karşısına, (çoğu ülkelerde) anayasal sorumluluk taşımayan (ve refah, güvenlik ve mutluluğa dönük asıl çabaları gündemden düşürebilen) yasal ve yasa dışı örgütlenmelerin (tam bir paralel iktidar gibi) çıkarılmasıyla daha da ağırlaştığını söylemek yanlış olmaz. Yeni durumu, “Darbenin küresel yüzü” olarak tanımlayan Mustafa Yıldırım, kamuoyu algılama dizgesi üretme süreci şeklinde adlandırdığı bir evreden geçildiğini belirtirken bunun on sekiz adımdan oluşan (aşamalı) bir demokrasi (!) açılımıyla gerçekleştirildiğini anlatmaktadır.10 Kuşkusuz, bu açılım yalnızca GOP coğrafyasına özgü değildir. Tüm kıtalardaki ulus devletleri (büyük sermaye oligarşisinin ana üssü konumundaki ülkeleri az çok kayırarak) küresel dönüşüme tabi tutma, sömürme ve merkezî yönetimlerini güçsüzleştirerek uyumlulaşmayı ve ayrışmayı kolaylaştıracak bir yeniden yapılanma süreci içinde, dışa bağımlı deneticiliğe, güvenlik supabı olmaya ve aracılık rolüne sevk etme 
bakımından, aşağı yukarı aynı stratejiler uygulanmakta; hedef toplumların şu veya bu dinden olması dahi umursanmamaktadır (Yine de bu coğrafya 
üzerinde daha fazla durulmakta olmasının nedenleri, küresel yeni düzeni oluşturma eylemselliğinin genel kuralları dışında aranmalıdır. Özellikle 
jeopolitik üstünlüğü ele geçirme, tarihsel düşmanlıklara ve şovenist hak taleplerine konu denklemleri, medeniyetler çatışması varsayımına göre sahte 
bir din özgürlükleri senaryosu yazarak çözme ve hareketten bereket umma gibi etmenler bu projeyi öne çıkarmaktadır.). 

İkinci kategoride, küreselleşmenin, her toplum ve bireyin yararlanmasına açık özellikleri ile ülkelerin ve muhtaç kesimlerin kalkındırılması ve yaşatılmasına yönelik tali mekanizmalar oluşturabilme özelliği yer almaktadır. Bunlardan ilki, bilgiye erişme ve iletişim kolaylığı sayesinde üretimden iş organizesine, ihtiyaç ve imkânlara uygun kaynak ve piyasaları belirleyebilmekten bilimsel ve teknik ilerleme veya yenilikleri izleyip değerlendirmeye kadar geniş bir yelpazede hareket etmeye kolaylık sağlama özelliğidir. Bir diğer ifade ile gerek iletişim ve erişim, gerekse seyahat ve ulaşım sayesinde (giderek kitleselleşen) yakınlaşmaların, kültür, fikir, haber ve bilgi alışverişi ortamını daha geçirgen hâle getirmesi sonucu (yalnız küresel istismarcılar için değil) sistem dışı girişimciler ve dünyanın, tüm değerleriyle daha yaşanılır kılınmasına çaba harcayanlar için de fırsatlar ufkunu genişletmesidir. Hatta bu sayede, küresel sermaye egemenliğinin karşısına, çaresizlik ve yılgınlıkları gidermeye çalışan farklı figürler de çıkabilmektedir. Bunlardan birincisi, Sosyal forum ve Yeşil Barış (Green peace) gibi medeni (sivil) ve organize hareketler; ikincisi ise Güney 
Amerika’da tipik örnekleri görülen (emperyalizme karşı) ulusalcılık hareketleridir.
Genel gidişatı değiştirebilecek mahiyette görünmese de üçüncü ilginç örnek, son “Nobel Barış Ödülü”nü alan, Bangladeş’ten Dr. Muhammed Yunus’un (Grameen Vakfı desteğiyle) yürüttüğü, kendi buluşu “Mikro Kredi” uygulamasıdır. Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde yaygınlaştırılmaya çalışılan bu proje, Türkiye’de de Diyarbakır ilinden ve Ankara’nın Mamak ilçesinden başlamak üzere yürütülmeye başlanmıştır. Aileler adına en ziyade evin hanımlarına verilen (100 ile 1000 YTL arasındaki sınırlı tutarlarda) küçük krediler, çok düşük faizlerle ve haftalık geri ödemelerle kapatılırken kullanıcıların emek ağırlıklı çalışma ve 
üretimlerini teşvik ederek (şimdilik) binlerce aileyi muhtaçlıktan ve ataletten kurtarıp toplumun katma değer yaratan kesimine dâhil etmeyi başarmıştır. 
Mikro Kredi kapsamında, (çoğu kadınlara yönelik) beş tür uygulama olduğu belirtilmektedir. Bunlar, bağış, kredi, “nasıl yapılır?” (know how) eğitimi, 
“işletmecilik” anlamında fiilen ortaklık tesisi ve sektörel bir üretim ağı kurulmasına öncülük şeklindedir.11 Proje bağlamında, yetmiş ilimizdeki 
üniversite gençliğini, toplumsal kalkınmaya katmayı öngören yeni bir aşamaya geçilmiş olması ise yarar-sakınca kıyaslaması yönünden incelenmeye değer bulunmaktadır. Yararlar, hem kırsal hem de kentsel (varoşlara dönük) atıl iş gücünün ekonomik üretim (ve tüketim) çarkına çekilmesi, erkek-egemen yapının çağdaş kıstaslara uygun hâle getirilmesi gibi yönlerden bir hayli fazladır. Ancak özellikle üniversite gençliğinin (ulusdevlet öncülüğünde değil de sivil örgütlerin inisiyatifiyle) toplumsal kalkınma seferberliğinde görev almaya teşvik edilmeleri, bu tür kuruluşların (şirket ve vakıfların) gücü ve etkinliği konusunda gençlerin abartılı bir izlenim edinmeleriyle merkezî devlete olan güven ve bağlılıklarının azalmasına yol açabilecektir. Nitekim bu projeyle “Açık Toplum Enstitüsü”nün de ilgilenmekte olması düşündürücüdür. Dolayısıyla böylesi tasarıların, bizim 
gibi toplumların temel değerleri dikkate alınarak yürütülmesi gerekir. Esasen, bu noktada, küresel (resmî kurum ve organlardan bağımsız gösterilen) 
hemen tüm “sivil inisiyatif” örgütlerinin, ulus-devlet nüfuz ve etkinliğini kırarak geçmişte başarısı kanıtlanmış ulus-devlet güdümlü çoğu girişimleri 
belleklerden silecek bir etkileme ve toplumsal yapıya doğrudan nüfuz etme yöntemi uyguladığı açıktır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin planlı karma 
ekonomi deneyimlerini, köy enstitülerine, halk evlerine, kamu hizmet yükümlülüğüne, imece ve kalkınma seferberliğine uzanan kaynaşmacı ve 
dayanışmacı ilerleme hamlelerini ya da köy-kentler, kooperatifler, üretici birlikleri, organize sanayi, KİT’ler ve gönüllü yardım kuruluşları gibi başarı 
örneklerini gözden kaçırmak isteyenlerin iyi niyetle çaba harcadıklarına inanmak mümkün değildir. Düşünülmelidir ki bu kökü dışarıda olan ve sakıncaları gözden kaçırılıp yararları abartılarak topluma sunulan albenili tasarılar, sonuçta halkı (ve ATATÜRK’ün Türkiye’yi emanet ettiği gençleri) kendi yörüngelerine çekme ve küresel dönüşüm planlarını gerçekleştirmeye hizmet dışında, bize esaslı bir yarar sağlayamaz. Bunun aksi yönündeki bir kanaat de akılcılıkla asla bağdaşmaz.12 

Üçüncü kategoride ise küreselleşmenin kendi içindeki ağ yapılanmasından ve bireyselliği teşvikinden, bunların (tümüyle öngörülmesi ve tepeden denetlenilme si zor) küresel etkileri veya belirleyiciliklerine kadar uzanan sıra dışı özellikleri bulunur. Bir bakıma, küreselleşmenin geçerliliği ve etkinliği aleyhine olan bu özellik, hem yeni düzen mekanizmalarının kendi içindeki zayıf noktalarla hem de küreselleşme karşıtı kısıtlayıcı ve engelleyici hareketlerle irtibatlıdır. Her şeyden önce, küresel mahiyetteki bazı girişimlerin tüm ülke ve toplumlara (keza gelişmiş ülkelerde yaşayan yabancılara) tamamen kapalı tutulma imkânı yoktur. Bu kanallarda, gerek küresel üstünlük kurgulamalarını bozmaya ve birtakım aleyhte dayatmaları veya tertipleri önlemeye, gerekse küresel ölçekteki siyasetlere yön verecek kararları etkilemeye yönelik (hatta pazarlık gücü çok yüksek) fırtınalar estirilebilir. İnsan yeteneklerinin, buluşlarının ve iradesinin bu alanda da (nihayetinde sistem içi bir unsur konumunda olsa dahi) bütünüyle veya peşinen kısıtlanabilmesi fevkalâde zordur. Bizatihi küreselleşmenin kendi kurgu ve işleyişinin zorakilikleri, insan doğasıyla bağdaşmazlıkları ve bazı 
kırılganlıklarından kaynaklanan bu temel zafiyet en azından sistemin ıslahı yönünde ciddi bir arayışa da zemin hazırlamaktadır.13 Kaldı ki küreselleşme 
karşıtlığı bir yandan suç örgütlerinin de küreselleşerek sistemi tehdit eden bir unsur hâline gelmesi, öte yandan sayılabilecek daha birçok (bilgi-işlem 
korsanlığından saklı gerçeklerin deşifre edilmesine kadar) baş ağrıtıcı örnekle yeni dünya düzeninin kendi çöküş sürecini tetikleyen dinamikleri de 
içinde barındırdığı söylenebilmektedir. 

Gelinen Aşamada Küreselleşme, Merkez Bölgesi ve Türkiye 

Konuya, küresel ortam ve koşullar itibariyle baktığımızda, geçmişten günümüze, sermaye hareketleri yönünden, ulaşım ve iletişim yönünden, yaygınlaşma, büyüklükler ve devlet denetimlerinin mahiyetindeki değişme yönünden olsun önemli farklılıklar (ve dönüşümler) meydana geldiği hükmüne varabiliriz. Yapım bilim yani teknolojik gelişmeler yönünden de güçlüler ve güçsüzler (ya da kalkınmışlar ve kalkınmakta olanlar) arasındaki eşitsizlik, azalmış gibi görünmemekte; aksine, takip mesafesinin arttığı yorumlarına hak verdiren bir tablo izlenmektedir. Bu da doğal sayılmalıdır. Çünkü yeryüzünün nitelikli beyinleri, çoğunlukla (kendi ülkelerinde dahi) küresel sermayenin ve çok uluslu şirketlerin ana üssü konumundaki ülkelerin (devletlerin) hizmetinde bulunmaktadırlar. Dünyada iktisadi değer taşıdığı hesaplanan toplam servetin yüzde altmış dördünü, eğitimli, girişimci, araştırıcı, verim artırıcı ve uygulayıcı insan emeği oluşturduğuna göre bu unsurun nerede çalıştığı kadar kime yarar sağladığı veya sağlayabileceği de önemlidir.14 Görünen odur ki bugün ve yakın gelecekte, küreselleşme (yeni dünya düzeni) çerçevesinde (ya da kıskacında) geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelerin “insan” unsurunu kendi ulusal yararları için etkinlikle kullanabilme şansları fazla değildir (Devrimsel nitelikte teknolojik yenilikleri ve sosyal etkinliği yüksek tasarıları kendi bünyesinde hayata geçirmeyi başarabilenler mutlaka çıkacaktır; ama bu ulus devletlerin kendi aralarında güç birliği oluşturmaları ve insanlığın hayrına küresel bir dönüşümü gerçekleştirmeleri pek kolay olmayacaktır.). 

Konuya, jeopolitik mahiyetteki küresel mücadele olgusunu bir kenara bırakarak baktığımızda günümüzden görünebilir geleceğe, temel değişkenler itibariyle çok önemli bir farklılık yaşanmayacağı belli olmaktadır. Merkez bölgesini ve Türkiye’yi de içine alacağı şimdiden kestirilen olası küresel gelişmeler şunları kapsayabilecektir: 

Doğal yıkımla ilgili süreçlerin, insanlık ve doğal yaşamın sağlıklı biçimde devamı açısından korkutucu bir aşamaya erişeceği (şimdiden) görülmektedir. Orman yangınları, çölleşme, gıda ve su kaynaklarının azalması ve iklimdeki olumsuz değişme gibi yerel ve küresel felâketlerden dolayı 1973’te 44 milyon insan yerlerinden olurken bu sayı 1993’te 175 milyona çıkmıştır15 (Aynı eğilimin, hız kazanmadan sürmesi hâlinde bile, 2023’e gelindiğinde 330 milyon dolayında insanı aynı akıbetin beklediği hesaplanmaktadır.). Kaldı ki gerek doğal afetlerin dolaylı etkileri nedeniyle gerekse (denetime alınması kolay olamayacak) zorunlu göçlerin yaratabileceği kargaşalar ve olası salgın hastalıklar (hatta açlık ve susuzluk) dolayısıyla bundan etkilenecek insan sayısı daha da artabilecektir.16 

Belki de (2023’e doğru) geleceği yeniden şekillendirme iddiasındaki en önemli eğilim “20:80 Toplumu” olarak tanımlanan “yeni uygarlık yolu”na girilmesi olacaktır. “Küresel Beyin Tröstü” şeklinde adlandırılan pragmatik grubun (güdüm merkezinin) üst düzey bir toplantıda aldığı kararlardan söz edilirken çalışabilir dünya nüfusunun yüzde yirmisinin 2000’lerde küresel ekonomiyi canlı tutmaya yeteceği; yüzde seksen için artık yalnızca “yiyecek yemeği olmak veya yem olmak” seçeneğinin kalacağı belirtilmekte ve bu insanları gerginlikten, düşünceden, tepki vermekten uzak tutacak oyalayıcı bazı etkinliklerin ve beslenme imkânının sağlanmasıyla sorunun hâlledileceği önermesinin benimsendiği nakledilmektedir.17 Bu yüzden, devletlerin varlık, büyüklük ve etkinlikleri ile şirketlerin erişebileceği daha işlevsel ve daha belirleyici konumun, geniş bir düzlemde (yerel, bölgesel ve küresel mahiyette) çok yönlü çatışmaları kaçınılmaz hâle getireceği, (2023’e uzanan perspektifte) bugünden kestirilebilmektedir. Nihayet, sebepler ve sonuçlar açısından her iki dönem arasındaki farklılaşmaya göz atıldığında, asıl cepheleşmenin 1923’te hangi çizgi üzerinde ise 2023’te de aynı çizgiye oturacağı anlaşılmaktadır. Bu çizgi, hem sömürgeleşmeme, tutsaklığa düşmeme ve ulusal toplum değerlerini muhafaza ederek var olma uğruna girişilecek asıl çatışmanın temas hattı, hem de bilimin ve aklın gösterdiği yöndeki çağdaş yarışma kulvarının çıkış çizgisidir. Dünya nüfusunun kabaca beşte dördü ve bizim için (1923’teki gibi 2023’te de) insanlık ülküsünün gerçekleştirilmesi, (küresel sarsıntılar yaratmak pahasına) ATATÜRK’ün Millî Mücadele ve onun sonrasında oluşturduğu devlet ve toplum modelinin öne çıkarılmasına bağlı olacak ve bu düzlemdeki çatışmalar dünya gündemini işgal edebilecektir. Dolayısıyla yüz yıllık bir zaman dilimi farkıyla aynı çizgiye dönülecek olması bakımından tam bir “aslına rücû etme” sürecinin 
yaşanacağı görülmektedir. Ancak şurası da bir gerçektir ki egemen güçler bu asıl cephe çizgisini daraltmak, kırmak, eğip bükmek, parçalamak, silmek ve daha geçirgen hâle getirmek için akla gelebilen her yolu ve yöntemi denemektedirler. Bir anlamda “denizin biteceği” 2020’lerde de aynı çabaları (küresel ağlarının ve teknolojik olanakların yardımı ile) gösterecekleri; ama çırpınışlarının (Türkiye’nin bağımsız ulus devlet varlığını kabul ve teslim etmek zorunda kaldıkları 1923’teki gibi) iradelerini (bu kez dünya çapında) geçerli kılmaya yetmeyeceği şimdiden fark edilmektedir. Kısacası, her iki dönem arasındaki nispi güç, araç ve jeostratejik avantaj eşitsizliklerine rağmen 1923’te ATATÜRK önderliğinde emperyalizme karşı başarıyla noktalanan Millî Mücadele başarısının özündeki, bağımsızlık ve özgürlük iradesini (yurt içinde kimseyi dışlamadan ve yurt dışında kimseye zarar vermeden) kendi topraklarına hâkim kılma felsefesinin yeniden hayat bulacağı belli olmaktadır. Bu itibarla (tüm insanlığın yararına işletilmek 
kaydıyla) belirli küresel sistemlerin korunup tek merkezli egemenlik iddialarının terk edilerek sağlıklı dengelerin, ulus devletler arasındaki egemen eşitliğe dayanılarak kurulması dışında bir seçenek kalmayacaktır. 

Konuya jeopolitik mücadele ve bunun derin dünya erki güdümlü kurgulamaları penceresinden bakınca merkez bölgesini ve Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren bir kuşatma, diz çöktürme ve ayrıştırma ya da ulusdevlet yapısını dönüştürme stratejisi ile karşı karşıya olduğumuz açıkça görülmektedir. Mevcut tekçil yapıyı dönüştürmek üzere dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik gruplar, yerel yönetimler, hatta aşiretler temeline dayalı ve devlet dışı otoritelerin programlarına tabi bir dönüştürme ve gevşetme eylemselliğinin hüküm sürdüğünü fark etmemek için ya gaflet ya da hıyanet içinde olmak gerekir. Nitekim Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da yaşanan insanlık faciaları bir yana, bu ülkelerde (ve daha önce Yugoslavya coğrafyasında) kamplaşma, çatışma ve fiili bölünmelere yol açan üzücü gelişmeler ortada iken derin erk buyurganlığındaki planların yürürlükte olmadığını öne sürmek akla yakın değildir.18 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

IRAK`IN İŞGALİNİN BÖLÜCÜ TERÖR BAĞLAMINDA BÖLGEYE VE TÜRKİYE`YE ETKİLERİ ,

IRAK`IN İŞGALİNİN BÖLÜCÜ TERÖR BAĞLAMINDA BÖLGEYE VE TÜRKİYE`YE ETKİLERİ ,



SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )
Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


IRAK`IN İŞGALİNİN BÖLÜCÜ TERÖR BAĞLAMINDA BÖLGEYE VE TÜRKİYE`YE ETKİLERİ ,

J. Binbaşı Erhan DEMİR
* Tatvan J. Komd. Öz. Hrk. Tb. K. 


Neredeyse çeyrek yüzyıldır Türkiye Cumhuriyeti’ni uğraştıran PKK terör örgütü dış destek olmadan devam ettirmesinin mümkün olmadığı vekalet savaşı sürecinde tüm örgütlerin aksine çok verimli ve yönlü bir yardıma mazhar olmuştur. 1979’ta başlayan Suriye ve Lübnan macerası 1992’den sonra büyük ölçüde yön değiştirerek Irak’a kaymış, o günden beri Irak, terör örgütü için değişmez bir geri cephe vazifesi görmüştür. Bu dönemde terör örgütüne taktik kaygılarla göz yuman Irak ise İran ile devam eden savaştan dolayı Türkiye’nin sınır ötesi harekâtlarına güvenlik protokolü 
uyarınca onay vermiştir. 

Sıcak takip anlaşmasının yenilenmediği 1988’de PKK ve Bağdat arasında gizli bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre PKK, KDP ve KYB’yi etkisizleştirecek, buna karşılık Kuzey Irak bölgesi PKK’ya tahsis edilecekti.1 Engebeli yapısıyla geçit vermeyen Irak’ın kuzeyi, Saddam Hüseyin’in 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin müdahalesi sonucu otorite boşluğu da eklenince terör örgütüne birçok imkânın altın tepside sunulduğu bir bölge oluverdi. 

Körfez krizi öncesi, güç bela sözde Botan’da faaliyetlerini sürdürebilen PKK, diğer bölgelerde ise ancak mevcudiyetini devam ettirmeye çalışıyordu. 

Kriz sonrasında örgüt, birdenbire büyümeye gelişmeye ve yayılmaya başladı. Sözde Botan eyaletinin kurtarılmış bölge olması artık gündeme geliyordu.2 1990’lı yıllar boyunca terör örgütünün artan eylem trafiği karşısında Türkiye sınır ötesi harekâtlar ile köprübaşını yok etmeye çalışmış, diğer yandan da K. Irak’ta bir otorite tesisine çaba göstererek örgütün hayat sahasını kapatmaya uğraşmıştır. Aktörlerin ve ilişkilerin çok karmaşık olduğu ortamda Türkiye’nin girişimleri taktik veya stratejik düzeyde kesin bir çözüm getirmemiştir. 

Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının stratejik amacı ise bir Kürt devletinin kurulmasını önlemeye yönelik oldu. Çünkü böyle bir devlet, Türkiye’deki Kürt kökenliler için ‘kötü’ bir emsal oluşturacak; ayrıca yayılmacı milliyetçilik düşüncesini uygulayarak diğer üç ülkedeki Kürtlerin yaşadığı toprakları kendisine katmaya kalkışabilecekti. Türkiye’nin bu amacının gerçekleştirmesi de içinde çelişkiler taşımaktan uzak kalmadı. Çekiç Güç’e izin vermek, Kuzey Iraklı Kürtlere yardım etmek ve Batılı NGO’lara geçiş izni vermek zorunlulukları yüzünden Türkiye, burada oluşmaya başlayan Kürt devleti oluşumunu kendi eliyle beslemiş oluyordu.3 

İnişli çıkışlı politikalar, sınır ötesi operasyonlar, terör örgütünün eylemleri, Çekiç Güç-Kuzeyden keşif harekâtı ve KDP-KYB-Saddam üçgeninde dönen entrikalarla geçen çalkantılı süreç Öcalan’ın 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ve ardından teröristlerin 1 Eylül 1999 itibari ile Irak’ın kuzeyine çekilmeye başlaması, olayları yeni ama çok değişik mecraya sürükleyecekti. Terör örgütünün, teröristlerinin büyük bölümü Kandil dağı merkezli olarak Irak’a çekmesi eylem yapmama kararının alınması ile şiddetin yerini nispi bir sessizliğe bıraktığı ortam, 11 Eylül saldırıları ve ABD’nin teröre açtığı global savaşı gerekçe göstererek 20 Mart 2003’te başlattığı Irak’ın işgal süreci sonrası, yerini yeniden Türkiye`nin doğusunu da ihtiva eden şiddete bıraktı. 

İlk Körfez krizinden bu yana zaten rahat yüzü görmeyen ve fiilî olarak üçe bölünmüş durumdaki Irak’ta 9 Nisan 2003’te Bağdat’ın da düşmesinden 
sonra taşlar yeniden konum belirlemeye başladı. Roller ve aktörlerin dağılımının ayak seslerinin özellikle ikiz kuleler saldırılarından bu yana hissedildiği ortamda pastadan pay almak isteyen KDP ve KYB’nin yanı sıra terör örgütü de biçilecek rollere hazır olduğunu bildiren sinyaller veriyordu.4 

1990’dan sonra Kuzey Irak’ın iç bölgelerinde de kamplar kurma imkânı elde eden, Türkiye’nin nokta operasyonlarından korunma ve araçlarla aynı sürede eylem için sınırın iç kısımlarında konuşlanma imkânına kavuşan, Türkiye ile artık denk olduğunu kendisinin taraf olduğunun kabul edilmesinin gerektiğinden hareketle değişik mesajlar gönderen PKK’nın5 işgal öncesinde Kürt ulusal hareketi, egemen devletlerin, kendi aralarında yaşadıkları sorunlarda ağırlaştıran ve çözümsüz kılan değil, çözen ve bu güçleri birbirlerine yakınlaştıran, giderek bunu Demokratik Orta Doğu Birliğine ulaştırmayı hedefleyen bir yaklaşımı6 benimsemesi ile Orta Doğu ülkelerine demokratik bir çehre kazandırılarak sosyal değişim ve dönüşüm ile terörle mücadelede uzun vadeli faydalar sağlanması olarak ifade edilen Büyük Orta Doğu Projesi(BOP)’nin7 örtüşmesi manidardır. 

ABD, Kürt meselesini ilk aşamada Irak probleminin bir parçası olarak görürken Avrupa aynı meseleyi temelde Türkiye’nin sorunu olarak görmeye başladı. ABD’nin Kürt meselesini Irak düzleminde ele alması ilk bakışta Türkiye açısından bir sorun teşkil etmediyse de Kuzey Irak’taki oluşumun Türkiye’ye yapacağı etkiler dolayısıyla Türkiye’nin ABD’nin tavrına şüpheyle yaklaşmasına neden olmuş,8 üstüne çekiç gücün güvensizlik yaratan davranışları, bölgedeki onlarca NGO’nun faaliyetleri ve PKK’ya karşı somut bir adım atılmaması kamuoyunda ABD-Türkiye ilişkilerinde bir güven bunalımı yaratmıştır. 

ABD’nin Irak müdahalesinin gündemde olduğu dönem Türk yetkililerin Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduklarını, Irak’ın kuzeyinde yeni bir devlet oluşumuna müsaade etmeyeceklerini ve Irak Türklerinin can ve mal güvenliğinin yanı sıra haklarının da korunması gerektiğini her fırsatta dile getirmelerine9 rağmen gelişen durumlar Türkiye’ye somut bir kazanım sunmadığı gibi uzunca bir süredir Irak kuzeyinde palazlanan terör örgütünün 1 Haziran 2004’te yeni şiddet yöntemleri ile Türk güvenlik güçlerine saldırıları başlatması söz konusu olmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ve takip eden süreçte oluşan otorite boşluğunun terör örgütünün silah, lojistik imkânlarını doruğa çıkartmaya, Irak’ın işgalinin 
ise örgütün yeniden canlanmasına aracılık yaptığı söylenebilir. 11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday ülke olması ile aynı 
dönemde teröristlerin Irak’a çekilmesinin denk gelmesi, 2000–2003 yıllarında Tunceli ve Bingöl illeri hariç kayda değer şiddet hareketlerinin olmadığı sakin 
ortam ve Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesi; Kandil, Hakurk, Gara–Beyaz Dağ, Khunera bölgelerinde bulunan PKK’nın operasyon yapılması endişesinden uzak faaliyetlerine devam etmesi ise Türkiye’nin kazanımlarının geçici olması gibi bir sonuç doğurmuştur. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi öncesindeki süreçte KDP ve KYB gibi PKK’nın da en büyük kaygısı, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girme kararı almasıydı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ABD’den bağımsız olarak ve ABD askerleriyle Kuzey Irak’a girmesi hâlinde öncelikli hedefinin PKK olacağı açıktı. Böyle bir askerî harekâttan çekinen PKK, ABD’nin müdahalesi öncesinde Ankara ile Washington arasındaki temaslar boyunca KDP ve KYB gibi, Türk askerinin Irak’a girmesine karşı kampanya yürüttü.10 

Bütün bunların yanı sıra PKK güç dengeleri hesabı da yaptı. Bölge devletlerinin ABD’ye karşı birleşmeleri, Avrupa ve Rusya’nın da bu oluşumları destekler hâle gelmesi, ABD’nin yenilgi ve geri çekilme koşullarında bölge ülkelerinin ABD ile iş birliği yapan Kürt örgütlerine yöneleceği bir gerçekti. Özellikle Irak’ın tekrar egemenliğini Irak’ın kuzeyine yayması PKK için sonun başlangıcı sayılabilirdi. Bu nedenle bir yandan Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine girmesine karşı çıkarken bir yandan da bölge ülkeleri ile sıcak bağlar kurma çabalarına girişti.11 Terör örgütü Irak’a olası bir Amerikan müdahalesi öncesi KDP ve KYB’nin ardından üçüncü bir güç olma istediği K. Irak’ta çatışmalardan kaçınarak söz konusu oluşumlarla iş birliği içerisinde olmaya önem vermiştir.12 

ABD’nin başından beri tercihi Türk askerinin Kuzey Irak’a girmemesi yönünde idi. Türkiye’den isteği sadece ABD askerlerinin Türk topraklarında konuşlanma sı ve kuzeyden cephe açarak Irak’a girmesiydi. Türk askerinin bağımsız olarak veya ABD askerleriyle Irak’a adım atmasını istemiyordu. ABD bu niyetini müzakereler başlamadan çok önce hissettirmişti. Oysa sorunu kuzey Irak’taki Kürt gruplar ve PKK olan Türkiye, PKK’nın tümüyle etkisiz kılınmasını istemekte ve bir Kürt devleti kurulmasını önlemeyi amaçlamaktaydı. 13 

Türk kamuoyundaki Çekiç Güç’ün kuzeyden keşif harekâtı oluşumlarının sabıkalı sicilleri, müdahale öncesi Kuzey Irak’taki PKK varlığına yönelik muğlak yaklaşımların söz konusu olması, mutabakat zaptında teröristlere karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin aktif mücadelesinin kerhen yer alması, ABD’nin duyarlılığını takdir hakkını daha çok KDP-KYB, dolaylı olarak da PKK’dan yana kullanması akıllarda ve kalplerde şüphe ile üzüntüye neden olmuştur. 

İşte bu belirsizliklerin yarattığı ortam sonucunda tezkere meclisten geçmedi.14 ABD kongresinde pusuda bekleyen Rum, Ermeni ve Kürt lobileri, ardı ardına Türkiye karşıtı girişimler başlatmaya hazırlanırken mevcut durumda, ABD yönetiminin eskiden olduğu gibi bu girişimleri durdurmaya hiç niyeti yok görünüyordu. Bu arada Türkiye’nin de ABD’den şikayetleri yok değildi. Örneğin, Kuzey Irak’ta son zamanlarda Türk bayraklarının yakılması gibi eylemlerde Iraklı Kürtlerin, ABD’den gelen bazı yanlış mesajlardan cesaret aldığı düşünülüyordu. Ayrıca ABD medyasında Türkiye’yi küçük düşüren yayınlar da ABD yönetiminin telkinlerinin etkisinin bulunduğuna işaret eden başka konulardı.15 PKK önderliği ta başından beri süregelen pragmatist, ikili ne yana çeksen gidecek görüşleriyle yeni duruma uyum sağlamakta gecikmedi.16 

Orta Doğu’da değişimin lokomotif gücünün Kürtler olduğu şeklindeki genel hava17 ABD’nin ve Kürtlerin (PKK da dâhil) karşılıklı rollere hazır olduğu şeklindeki açıklamalarını onaylarcasına ABD kendine savaşta destek veren Kürt gruplara Türkiye’nin kırmızı çizgilerini dinlemeden arka çıktı. 
Musul ve Kerkük’e girmelerine izin verdi. Onları en yakın müttefik ilan etti.18 Üstüne Kandil merkezi bulunan PKK’ya karşı net bir duruş sergilemediği gibi 
bölgeye Türkiye’nin müdahalesinin istikrarsızlığı artıracağını söyleyerek beklentileri boşa çıkardı. 

Terör örgütü yaşanacakları görür gibi daha Ocak 2002’de bir Orta Doğu ülkesinde sözde başkanlık konseyi üyesi Sorej–Hüseyin(K) Mustafa 
Karasu’nun ağzından ABD’lilerin de bulunduğu iddia edilen bir görüşmede Orta Doğu’da rejimlerin hem o ülkelerin hakları hem de uluslararası toplum 
için zararlı hâle geldiğini ve aşılması gerektiğini, PKK’nın bölgede demokrasinin geliştirilmesi için her konuda iş birliğine hazır olduğunu, bölgedeki rejimleri sarsacağı için Irak’a müdahaleye destek vereceğini ifade etmesi19 AB Konseyinin daha terörist başı Roma’dayken “ Kürt sorununun uluslar arasılaştırılma sı ve halklar hukuku çerçevesinde çözümü” kararı,20 terör örgütünün Irak merkezli uluslararası boyutunun göstermesi açısından 
düşündürücüdür. 

Gerçekten de dış boyut açısından çok iyi bir konumda bulunan terör örgütü gerici rejimlerin ve diktatörlüklerin aşılması gibi üstlendiği kutsal misyon uyarınca Suriye’de Demokratik Birlik Partisi (PYD)’ni Ekim 2003’te, Irak’ta Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK)’ni Nisan 2002’de, İran’da Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK)’ni 2002 sonunda kurarak Öcalan yakalandığında ipuçları gelmeye başlayan “Demokratik ülke özgür anayurt, demokratik Orta Doğu birleşik anayurt“ sloganıyla hayat bulan stratejisini uygulamaya koydu. Bu sırada Irak’ı 20 gün gibi kısa bir süre içerisinde işgal eden ABD ise daha sonra artan direniş ve kayıplarla baş etmek zorunda kalırken Terör örgütü direnişçilerinkine benzer metotlarla 1 Haziran 2004’ten itibaren şiddet kampanyasına dokunulmazlığın verdiği rahatlıkla kaldığı yerden devam etti. 

ABD El Kaide ile bağlantısı olduğunu ileri sürdüğü Biyara yakınlarındaki Ensar El İslam örgütüne ait kamplara Tomahawk ve Cruise füzeleri atarken müttefiki KYB ise söz konusu kamplara eş güdümlü saldırı düzenliyordu.21 Aynı ABD bu yılın ortalarında Pakistan–Afganistan sınırında bulunan Veziristan bölgesinde El Kaide lideri Usame Bin Ladin’ in bulunduğu duyumu üzerine bu kampları vurabileceğini Pakistan’a iletiyordu; ama binlerce PKK’lı terörist kendi hâkimiyetindeki bir bölgede elini kolunu sallayarak dolaşabiliyordu. 

Bu durum, ABD’nin Türkiye’yi kendisine ve İsrail’e bağımlı tutma isteğini ve PKK’nın şer ekseni olarak adlandırılan ülkelerin İran ve Suriye’ye karşı stepne olarak kullanılması yönündeki kaygıları güçlendiriyordu. Terör örgütünün emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı olarak başladığı tarihsel sürecinde sözde mücadelesini söz konusu iki kavramdan soyutladığında önündeki seçeneklerin ya Amerika mandası ya da yenilgi olacağını görürcesine dış güçlere yeni Orta Doğu politikasında yardımcı rol almakta bir çelişki görmedi. 

PKK’nın takındığı ABD taraflısı tutum ile Barzani ve Talabani’nin bölgede Türkiye aleyhinde sergilediği pervasız davranışlar arasındaki benzerlikler gözden kaçmamaktadır. Bunda Türkiye’nin K. Irak’a bakışının 22 yıldır hep PKK eksenli olmasının, KDP-KYB’yi taktik tehdit PKK’yı ise stratejik olarak değerlendirmesi nin22 ve Türkmenleri yeterince dikkate almamasının da katkısı yadsınamaz. 

1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali sonrası Suriye ve Lübnan’daki PKK’lıları Irak’a çeken Lak-1 ve Lolan gibi kamplarda teröristleri besleyen Barzani23 “PKK’ya karşı bir hareket yapılması konusunda ise savaştan sonraburada her şey değişti. Suriye ve İran Kürtleri buradalar. Bir kaynaşma var. Bu yüzden ben emir dahi versem Kürt’ün Kürt’e silah çekmesi mümkün değil” şeklinde cevap veriyordu.24 

Babasının vasiyeti olan “Kürdistan’a yardım etsinler petrolü veririm.” şiarına25 riayet eden Mesut Barzani’nin KDP’sinin ve KYB’nin bölgede ABD’nin en yakın müttefiği hâline gelmeleri hem askerî hem de siyasi açıdan güçlenmeleri Suriye ve İran içinde önemli bir handikap oluşturmaya başlamıştır. Daha önce Türkiye’ye karşı kullanılan koz, bu kez bu ülkeler için de risk oluşturmaya başlamıştır. Ayrıca İsrail’in İran’a yönelik nükleer başlık üretiyor suçlaması, ABD’nin aynı söylemi kullanarak İran’ı tehdit etmesi; Irak’ta güvenliği sağlayamayan ABD’nin bu durumdan da İran’ı sorumlu tutması; Suriye’ye gözdağı sürdürmesi, bölge ülkelerini giderek sıkıştırmaktadır. Kuzey Irak’ta fiilen kurulan Kürt devletinin bağımsızlık sınırında gezinmeye başlaması ABD ve İsrail faktörleri, İran ve Suriye’yi Türkiye’yle yakınlaşma politikasına yöneltmişse de ABD’nin bölgedeki askerî varlığı ve siyasi gücü, Türkiye, İran ve Suriye arasında ilişkileri belli bir mesafede tutmuştur.26 

Amerika ile KDP–KYB arasındaki bu yakın ittifakın son emareleri 2002 Martında Almanya’da, 2002 Mayısında Washington’da CIA ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileri arasında yapılan görüşmelerde KDP-KYB ikilisinin Afganistan’daki Kuzey ittifakının rolünü oynayarak Saddam rejiminin devrilebilmesi karşılığında aslan payının verilmesi şeklinde belirmişti.27 

Denklemdeki bu vakum yaratma potansiyeli Iraklı Kürtlerden kaynaklı tehdit algılamasında İran-Suriye-Türkiye eksenli yakınlaşmanın artmasına neden olmuştur. Üç devlet de Irak’ın parçalanması sonucu ortaya çıkacak bir Kürt devletinden ya da orta vadede Irak‘ı parçalanmaya götürecek tarzda 
federasyon gibi sistemlerden farklı oranlarda tehdit algılamaktadır.28 Söz konusu ülkelerin manevra alanları ise başka kulvarlardan önlerine gelen 
senaryolar ile darlaştırılmak istenmektedir. Türkiye’nin AB macerası bağlamında önüne koyulan seçenekler, İran’ın nükleer enerji savaşına yönelik Batı odaklı baskılar, Suriye’ye Lübnan’daki etkisi ve Hariri, Pierre Cemayel suikastları nedeniyle yapılan suçlamalarının, ortak bir politika inisiyatifi geliştirilmesini taktik bir düzeyde bıraktığı söylenebilir. 

Kürtlerin sayısının beş milyon civarında olduğu bilinen ve bu nüfusun %30’unun sistemle entegre olan Şii Kürtlerin oluşturduğu İran’da Irak Kürtlerin kazanım ları, PKK–PJAK konusundaki belirsiz politikalar, ABD–İran gerginliği ve müdahale ihtimalinin kendi Kürtlerini cesaretlendirebilmesi, molla rejiminin uykusunu kaçırabilecek bir hususdur.29 İşgal sürecinde ABD, PKK’yı İran sınırına yerleştirme ve İran karşısında da kullanma eğiliminde olmuştur. Bu durum İran’ı harekete geçirmiştir. İran da PKK terör örgütünü Amerika’ya karşı kullanmak istemiş ancak bu istek PKK tarafından kabul görmediği için İran PKK ilişkilerinde sorunlar çıkmaya başlamıştı. İran’ı terör konusunda Türkiye ile iş birliğine iten faktörler Irak’ta bulunan Halkın Mücahitleri örgütünün faaliyetleri ve kendisine karşı kullanılabilme ihtimali, terör örgütünün paravan oluşumu olan PJAK’ın İran karşıtı hareketleri ve ülkenin artan etnik hassasiyetleri olmuştur.30 Nitekim terör örgütünün İran’ın bir karakoluna saldırarak sekiz asker öldürmesi üzerine Lolan ve Hacümran bölgelerindeki teröristlere kapsamlı bir operasyon düzenlenmesi31 bu sürecin bir çıktısı olarak görülebilir. 

İran, Suriye ve Türkiye’nin aksine Kürtlerin her zaman Bağdat yönetimine karşı güçlenmelerini destekleyen İsrail’in, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bölgedeki faaliyetlerini yoğunlaştırdığı, Kuzey Irak’a Yahudi Kürt göçünün gerçekleştiği iddiaları yoğun biçimde gündemde yer almıştır. Bu iddialar kanıtlanmamış, resmen doğrulanmamış ve İsrail tarafından reddedilmiş olsa da bölgede kurulacak bir Kürt devletinin İsrail’in karşı çıkacağı bir durum olmayacağı söylenebilir. 

PKK açısından ABD’nin Irak’ı işgalinin genel olarak olumlu etkilerinin olumsuz etkilerinden fazla olduğu söylenebilir. PKK açısından olumlu yönlerin başında Türk–ABD ilişkilerinin bozulması, askerî iş birliğinin rafa kaldırılması, Türk askerinin bölgeye müdahale etmemesi, böylece PKK’nın varlığını koruması gelir. Ayrıca ABD’nin Türkiyesiz giriştiği harekâtta en yakın müttefik olarak Kuzey Irak’taki Kürtleri görmesi ve onları desteklemesi de bir çeşit güvence niteliği taşımıştır. ABD’nin savaş sırasında ve sonrasında Kürtlere bakışını bir bütün olarak ele alması gerekir. Bu bakış Kürtler lehinedir. Bu nedenle de PKK’yı bu bakışın dışında tutması da söz konusu olmamıştır. Kuzey Irak’ta diğer Kürt gruplarına olumlu yaklaşırken PKK’ya farklı bir bakışla yaklaşmamış ve aleyhlerine bir operasyon yapmadığı gibi açıktan bir tutum da almamıştır.32 

PKK’nın 2004’te tekrar başladığı eylemlerinde geçmiş dönemin aksine direkt temaslardan kaçınarak telsiz–telefon veya kablolu düzenek patlayıcılar 
kullanarak güvenlik güçlerine zayiat verdirmesi, 90’lı yıllar boyunca uygulamaya çalıştığı kurtarılmış alan konsepti uyarınca eylem yapan büyük ölçekli terörist gruplarından ziyade, kış dönemi hariç çok daha küçük gruplar hâlinde hareket etmesi yeni dönem yaklaşımları olarak dikkat çekmektedir. 

Kendisini Orta Doğu’daki değişik halkların özgürlük ve demokrasi hareketlerini geliştirme örgütü olarak değerlendiren PKK’nın, Irak’ta olduğu gibi manivela olarak kullanılabileceğinin sinyallerini vermeye başlaması ilginç bir gelişmedir. 

Osman Öcalan önderliğinde bir grup teröristin PKK’dan ayrılarak Yurtsever Demokrat Parti (PWD) adlı yeni oluşuma gitmesi, bu örgütün de ABD, KDP, KYB çizgisine yanaşması ve silahlı eyleme son verilmesi yönündeki açıklamaları da bu sürecin yeni bir ürünüdür. Terör örgütünün bu yeni dönemde sivil halk ve koruculara karşı eylem yapmamaya özen göstermesi hem kitle desteğini artırabilmek hem de Avrupa ve ABD’den gelebilecek baskıların önüne geçerek terörist örgüt tanımlamasına set çekmek isteğinden kaynaklandığı söylenebilir. 

Şiddet yaratma hevesi, eylem çeşitliği ve acımasızlığı Batı’nın ve ABD’nin terörist olarak tanıdığı hiçbir örgüt ile kıyaslanmayacak olan PKK’nın Temmuz 2006’da Türk güvenlik güçlerine yaptığı hain saldırılarından sonra artan kamuoyu tepkisi sonucu ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Scan McCarmack 15 Ağustos’ta PKK’ya silahları bırakma çağrısı yaptı. Türk güvenlik güçlerinin bölgeye müdahalesinin sadece istikrarsızlığı artıracağını ileri süren ABD’nin ortamı soğutabilmek adına yaptığı çağrı, beraberinde üçlü bir terörle mücadele koordinatörlüğü ve terör örgütünün sözde ateşkes ilanını getirdi. 

Bitlis’te PKK mayınıyla ölen 5 askerin kanı yerde kurumadan terör örgütünün Birleşmiş Milletlerin desteklediği sivil toplum kuruluşu olan İsviçre Merkezli Cenevre çağrısı ile “Kara mayınlarına karşı mücadele sözleşmesi” imzalamasının 33ardındaki pragmatist ve çelişkili tutumun Türkiye’de devamlı Batılı erdemlerden söz eden onca kitle örgütü başta olmak üzere, Batılı ülkelerden kayda değer bir eleştiri gelmedi. 1965’den bu yana yaklaşık 900 kişinin ölümüne neden olan ETA’nın Madrid ve Bilbao’da protesto edilmesini sağlayan sivil toplum kamuoyu sorumluluğunun acı ve göz yaşı adına çok daha fazlasını yapan PKK için neden yapılamadığının cevabının bölücü çevrelerin 1999’dan bu yana eş güdümlü seyreden AB politikası ve Irak’ın seyri olduğu değerlendirilmektedir. 

Terörle mücadele koordinatörü Edip Başer’in belirttiği üzere 3000’den fazla teröristin bulunduğu tahmin edilen Kuzey Irak’taki kamplara yönelik güç 
kullanılmasının son seçenekler arasında yer alması, gelişmelerin çok yönlü ve hızlı seyrettiği bölgede Türkiye’yi tatmin edecek bir çözümün zor olduğu 
değerlendirilmektedir. 

PKK’lı teröristlerin, Irak’ın kuzeyinde 1991’den bu yana oluşumu devam eden bölgesel yönetim üzerindeki baskının azaltılması ve zaman kazanabilmek için Türkiye ile İran’a kaydırılması, yeni tavizler koparılması için de eylemler yapabileceği kıymetlendirilmektedir. Kendisini Orta Doğu örgütü olarak gören PKK’da geçtiğimiz Kasım ayında Murat Karayılan 7000 terörist ile gerici yapılanmaların aşılmasında verilecek rollere hazır olduğunu belirtmesi PJAK kanalıyla İran’a güneyden baskıların artabileceği şeklinde yorumlanabilir. 

İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde Bush’un El Kaide bizim için neyse PKK da odur34 şeklindeki açıklaması ile 30 Nisan 2003 tarihli ABD Dışişleri Başkanlığının Küresel terörizm raporunda Irak’ta bulunan terörist örgütler arasında PKK’nın yer almaması ve ünlü Jane’s dergisinin 3 Temmuz 2002 tarihli güvenlik değerlendirmesinde Kerkük’ün Irak Kürdistanı’na ait olarak gösterilmesi, PKK’nın neredeyse diplomatik dokunulmazlığa kavuşturulması çizgisindeki değişken liklerin Türk güvenlik güçlerinin 1999’a kadar bölücü örgüte karşı kazandığı başarının sıfırlanmak istenip PKK’yı yeniden canlandırarak oyuna dâhil etme arzusu olarak nitelendirilebilir. 

Tarihsel – sosyal titreşimler ve stratejik boyutlardan kaynaklı olarak bölücü terörün, emperyalizmin bölge hesaplarına göre yönlendirilmesinin veya Türkiye’nin etrafındaki sarmal sorunlardan bazılarından verilecek ödünler karşılığında sümen altı edilmesinin muhtemel bir senaryo olduğu 
söylenebilir. 

Son dönemlerde ABD kamuoyunda yer alan Irak’ta PKK’ya karşı net bir tutum sergilenmesi gerektiği şeklinde yer alan yorumların Türkiye’nin gönlünü almaya yönelik manevralar ve güneydekini (Barzani ve Talabani’nin sözde Kürdistan Bölgesel Yönetimi) tanı, koru, çıkış kapısı ol, kuzeydekini hâllederiz anlayışının ürünü olduğu değerlendirilebilir. 2007 sonunda yapılması gündemde olan Kerkük’e yönelik referandum sürecine paralel olarak PKK terörünün perdeleme amaçlı şiddetini artırması da mümkün olabilir. 

Terör örgütü yandaşlarına ve kamuoyuna hoş görünmek, yeni dönem stratejileri için zaman kazanabilmek adına ilan ettiği sözde ateşkesi, eylemlerine başka isimler altında devam etmekle birlikte baharda tedricen artırabileceği, Türkiye içine yeni açılımlar yapabileceği, patlayıcı maddelerin kullanımını yeni usullerle sürdürebileceği ve buna ek olarak direnişçilerin son zamanlarda Irak’ta sıkça başvurduğu suikast türü eylemlerin tercih edilebileceği söylenebilir. 

Her iki Körfez Savaşı’ndan da oldukça kârlı çıkan ve kan akıtmaya yeni taktikler le devam etme azminde olan bölücü terör örgütünün alt edilebilmesi için iç dinamiklere dayalı sağlam bir duruşa ihtiyaç olduğu aşikârdır. Kendisininkini terörist, başkasınınkinin ayrılıkçı hareket, özgürlük savaşçısı gören zihniyetinin değişmesinin en azından Türkiye için mümkün olmadığı kabul edildiğinde “Tırnağın varsa başını kaşıyacaksın.” atasözünün doğruluğu teyit edilmiş oluyor. Bizleri affedin dememek ümidiyle bu vatan için can veren şehitlerimizi rahmet ve saygıyla anıyorum. 

DİPNOTLAR;

1 Ahmet Aydın; Üçgendeki Tezgâh, Kiyap Yayınları, Ankara 1993, s. 59-60. 
2 Nihat Ali Özcan; PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, ASAM Yayınları, Ankara 1999, s. 133. 
3 Tuncay Özkan; Entrikalar Savaşı , Alfa Yayınları, İstanbul 2003, s. 480. 
4 11 Eylül sonrası ABD’nin benimsediği “preemtive strike’ yani önceden vurma ve ABD’nin dünyaya tek başına hakim olma politikalarını ‘Bush Doktrini’ olarak kabul 
edersek Orta Doğu’ya demokrasinin gelmesi ve Arap dikta rejimlerinin bir bir çökertilerek yerlerine çağdaş, demokratik, serbest piyasa ekonomisine dayalı hükûmetlerin 
getirilmesi ve Türkiye’nin örnek alınmasına da Bernard Lewis Doktrini” diyebiliriz (Ayrıntılı bilgi için bk. Turan YAVUZ; Çuvallayan İttifak, Destek Yayınları, 
Ankara 2006, s. 97 ). 
5 M. Hüseyin Buzoğlu; Körfez Savaşı ve PKK, Strateji Yayınları, Ankara 1997, s. 162. 
6 Fikret Bila; Hangi PKK, Ümit Yayınları, Ankara 2004, s. 134. 
7 M. Tekin Taşkun; Babil Düşerken Bir Ülke Nasıl Yutulur, Q –Matris Yayınları, İstanbul 2004, s. 88. 
8 Ahmet Davudoğlu; Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, İstanbul 2001, s. 444- 445. 
9 Hüsnü Ada; ”Türkiye’nin Dış Türkler,Irak Türkleri ve Irak politikası”, Yeniçağ Strateji, 9 Aralık 2005, s. 5. 
10 Bila; s. 200. 
11 Bayram Yurtçiçek; “ABD–Irak Savaşı’nda PKK’nın Tutumu“ Teori Dergisi, Temmuz 2003, s. 45. 
12 The Terrorist Organization Kadek; s. 2-89. 
13 Bila; s. 191-194. 
14 Tezkere süreci ayrıntılı bilgi için Turan Yavuz, Çuvallayan İttifak, Destek Yayınları, Ankara 2006, s. 177-201. 
15 Taşkun;, s. 198. 
16 Bayram Yurtçiçek; “ABD – Irak Savaşı’nda PKK’nın Tutumu,” Teori dergisi , Temmuz 2003, s. 45. 
17 Cemil Bayık’ın “Kürtler Orta Doğu’da dört Ülkede varlığını sürdüren bir halktır. Değişim için Kürtlere ihtiyaç vardır.”şeklindeki söylemleri. 
18 Bila; s. 198. 
19 Can Dündar; “Kuzey Irak’ta Federasyon Pazarlığı”, Milliyet, 19 Ocak 2003. 
20 Sadi Somuncuoğlu; ”Türkiye Oyalanıyor, Kandil’de Anlaşma İmzalanıyor”, Yeniçağ, 18 Temmuz 2006. 
21 Taşkun; s. 264-265. 
22 Ümit Özdağ; Kürtçülük Sorununun Analizi ve Çözüm Politikası, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006, s. 104. 
23 Cevat Eroğlu; İsrail’in Beka Stratejisi ve Kürtler, Sayfa Yayınları, İstanbul 2003, s. 195. 
24 Fatih Çekirge; Hürriyet, 6 Nisan 2006. 
25 Türkkaya Ataöv; Cumhuriyet, 11.07.2006. 
26 Bila; s. 273. 
27 Iraqi Kurdistan; Jane’s Sentinel Security Assesment, The Gulf States–11, 3 Temmuz 2002, s. 27. 
28 Nejdet DEMİRAL; “Türkiye’nin 2005 yılında Orta Doğu Politikası Ne Olmalıdır”, Stratejik Analiz, Aralık 2004, s. 18. 
29 Bila; s. 273-274. 
30 Arif Keskin; “Tüm Boyutları ile Türkiye-İran İlişkileri”, Stratejik Analiz, Eylül 2004, s. 28. 
31 Milliyet; 30 Haziran 2003. 
32 Bila; s. 200, 201. 
33 Hürriyet; 16 Temmuz 2006. 
34 Posta; 28 Haziran 2004. 


Kaynaklar; 

ADA, Hüsnü; ”Türkiye’nin Dış Türkler, Irak Türkleri ve Irak Politikası”,Yeniçağ Strateji, 9 Aralık 2005. 
AYDIN, Ahmet; Üçgendeki Tezgâh, Kiyap Yayınları, Ankara 1993. 
BİLA, Fikret; Hangi PKK, ÜmitYayınları, Ankara 2004. 
BUZOĞLU, M. Hüseyin; Körfez Savaşı ve PKK, Strateji Yayınları, Ankara 1997. 
Cumhuriyet Gazetesi. 
DAVUDOĞLU, Ahmet; Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, İstanbul 2001. 
DEMİRAL, Nejdet; “Türkiye’nin 2005 Yılında Orta Doğu Politikası Ne Olmalıdır”,Stratejik Analiz, Aralık 2004. 
DÜNDAR, Can; “Kuzey Irak’ta Federasyon Pazarlığı”, Milliyet, 19 Ocak 2003. 
EROĞLU, Cevat; İsrail’in Beka Stratejisi ve Kürtler, Sayfa Yayınları, İstanbul 2003. 
Hürriyet Gazetesi. 
Iraqi Kurdistan; Jane’s Sentinel Security Assesment, The Gulf States – 11, 3 Temmuz 2002. 
KESKİN, Arif; “Tüm Boyutları İle Türkiye-İran ilişkileri”, Stratejik Analiz, Eylül 2004. 
Milliyet Gazetesi. 
ÖZCAN, Nihat Ali; PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, ASAM Yayınları, Ankara 1999. 
ÖZDAĞ, Ümit; Kürtçülük Sorununun Analizi ve Çözüm Politikası, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006. 
ÖZKAN, Tuncay; Entrikalar Savaşı, Alfa Yayınları, İstanbul 2003. 
Posta Gazetesi. 
SOMUNCUOĞLU, Sadi;”Türkiye Oyalanıyor, Kandil’de Anlaşma İmzalanıyor”,Yeniçağ,18 Temmuz 2006. 
TAŞKUN, M. Tekin; Babil Düşerken Bir Ülke Nasıl Yutulur, Q –Matris Yayınları, İstanbul 2004. 
The Terrorist Organization KADEK; Ekim 2002. 
Yeniçağ Gazetesi. 
YURTÇİÇEK, Bayram; “ABD – Irak Savaşı’nda PKK’nın Tutumu”, Teori Dergisi, Temmuz 2003. 



***