avrasya dosyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
avrasya dosyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2019 Perşembe

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 2

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 2


Türk-Amerikan İttifakı Nasıl Yürüdü? 

İttifakın, üye devletlerin haklarını ve yükümlülüklerin belirten resmî bir anlaşma olarak tanımlanmasından12 anlaşılacağı gibi bir ittifak ilişkisi faydanın yanında mâliyet ve sorunlar da getirmektedir. Devletlerin bir ittifaka katıldıklarında haklarını maksimize ve yükümlülüklerini minimize etmeye ya da en azından ikisi arasında bir denge kurmaya özen göstermeleri, ittifakın işleyişi sırasında da dengenin aleyhlerine bozulmaması için sürekli konumlarını gözden geçirmeleri doğaldır. ABD’nin, 1964 yılı içinde Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kıbrıs sorununda yalnız bırakmaya varacak derecede olumsuz tavır takınmasının, Türk kamuoyunu Türkiye’nin ABD’yle ittifaktan kazandıklarını ve kaybettiklerini sorgulamaya yöneltmesi de bu açıdan beklenen bir gelişmeydi. 

Türk eleştirmenlerin bu çerçevede dile getirdikleri görüşlerin şu teorik açıklamalarla yakından ilgisi vardı: İttifak, kışkırtıcı bir rol oynayarak devleti, karşı ittifaktaki süper gücün ve onun müttefiklerinin tehdidi altına sokabilir ve eğer devlet ittifak içinde en zayıf halkayı oluşturuyorsa düşman saldırısının ilk hedefi haline gelebilir. Bir süper güçle ittifak kurmuş olmaktan ve o devletin üslerini ve silahlarını toprakları üzerinde barındırmaktan dolayı bir devletin 
iradesi dışında çatışmalara girmesi de olasıdır. İttifak diğer taraftan devletin zaten kısıtlı olan güçlerinin çok gerekli olmayan yerlere dağıtılarak genel gücünün azalması sonucunu doğurabildiği gibi sağladığı faydadan fazla mâlî yükümlülük getirebilir; savunma bütçelerinin yüksek olmasına, haberleşme harcamalarının artmasına ve askerî bürokrasinin büyümesine neden olabilir. Son olarak, bir ittifaka dahil olmak, devletin bağımsızlığının zedelenmesine, içte ve dışta prestijinin ve etkisinin azalmasına da sebebiyet verebilir.13 

Bu eleştiriler karşısında ana muhalefet partisi CHP, ABD'yle ittifakın daha az zarar verir hâle getirilmesini savunurken, iktidar partisi AP de Türk-Amerikan ilişkilerinin genel havasını değiştirecek derecede ABD'yle ilişkileri yeniden gözden geçirme yoluna gitti. Ancak yine de Türk yöneticiler, yukarıda bahsedilen ittifak kurma nedenleri dışında, ABD’nin politikalarına ve hareketlerine etkide bulunarak daha elverişli hâle getirmek ve Amerikalıların kendilerine karşı düşmanca politikalar takip etmelerini önlemek için ABD’yle ittifakı sürdürme taraftarı oldular. 

Bu arada ABD’yle ittifakın ikili ilişki olmaktan çok NATO çerçevesinde yürüyen çok taraflı bir ittifak olduğunu vurgulayarak zararları bir dereceye kadar azaltmayı ümit ettiler. Çünkü çok taraflı bir ittifakın iki taraflı ittifaka göre daha faydalı olduğu teoride dile getirilen bir gerçekti. 

Çok taraflı ittifak, düşmanı caydırmada daha etkilidir, savunmayı güçlendirir, üyeleri saldırıya uğrayana yardım etmeye daha zorlayıcıdır, daha fazla devletin siyasî ve maddî desteğini sağlar, üyelerin pazarlık gücünü artırır, üyelerin uzlaşarak karar vermelerini temin eder ve küçük üyelere kendi görüşlerini diğerlerine kabul ettirmeleri açısından daha fazla imkân tanır. Çok taraflı ittifakın, bir büyük devletin politika aracı haline gelmesi olasılığı da daha zayıftır. Böyle bir ittifak içindeki küçük devlet daha az dış baskıya mâruz kalır ve halkının etki altında kalma açısından ittifaka gösterdiği tepki de daha az olur.14 

Ortak ya da aynı olan çıkarlardan ve amaçlardan çok paralel olan çıkarların ve amaçların ittifakın önemli temellerinden biri olduğu teoride ağırlıklı olan görüştür. Diğer taraftan ittifaktan beklentileri çok farklı olan devletlerin birbirleriyle uzlaşmaları olasılığının çok zayıf olduğu ve ancak amaçlarının sınırlı, muğlaklıktan uzak ve açık olması durumunda dayanıklı ve istikrarlı bir ittifak kurabilecekleri de söylenmektedir.15 Türkiye ve ABD, başlangıçta Sovyet etkisinin yayılmasını durdurmak gibi oldukça açık bir ortak hedefe sahiptiler. Daha sonraları ortak tehdidi algılamalarında bazı farklılıklar ortaya çıktı. Ayrıca ittifaktan beklentileri de farklılaştı, her iki taraf ittifakı daha çok kendi özel 
çıkarları için kullanma eğilimi içine girdi. Türk yöneticiler ittifaka yaptıkları katkılarla ABD'nin ulusal çıkarlarına hizmet ettikleri inancında idiler, bu yüzden ittifakın dışında gözüken konularda bile Amerikalıların kendilerini desteklemesini beklediler. Kıbrıs konusunda ABD’nin kendi tezlerini desteklemesini beklemeleri buna örnek gösterilebilir. Diğer taraftan Amerikalılar da Türkiye'nin NATO İttifakı dışında ABD'nin global stratejisiyle uyuşmayan çıkarları olabileceğini 16 ve SSCB'den başka ulusal çıkarlarını zedeleyebilecek düşmanları bulunabileceğini görmediler. 

Gücü ve büyüklüğü dikkat çekici şekilde farklı olan devletlerin kurdukları ittifakta sorunlarla karşılaşmaları, dünya olaylarını farklı algılamaları ve uluslararası alanda ulaşmaya çalıştıkları amaçlarının farklı olması doğal kabul edilmektedir. Böyle bir ilişkide zayıf olan devletin, siyasî, fiziksel ve kültürel varlığının karşı tarafın tehdidi altına gireceğinden endişe duyması ve karşı tarafın etki ve kontrolünü artırmak üzere ittifak ilişkisini kullanacağından korkması da oldukça yaygın yaşanan bir durumdur. Zayıf olan devletin güçlü müttefikinden 
önemli miktarda askerî ve ekonomik yardım alması durumunda uydu haline geldiği ise oldukça sık işitilen bir eleştiridir. Diğer taraftan zayıf tarafın bazı durumlarda istediklerini gerçekleştirme konusunda güçlü müttefikinden daha fazla etkiye sahip olabileceği de söylenmektedir.17 

Kapasite eşitsizliğinin açık olduğu Türk-Amerikan ilişkileri örneğinde, Türk halkının ve yöneticilerinin, tarihsel tecrübeden kaynaklanan, Türkiye’yi Batılı devletlerle eşit görme ve yabancı etkisine karşı çok duyarlı olma özellikleri göz önüne alındığında, sol kesimden yükselen, Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği iddialarının kamuoyunda büyük sarsıntıya yol açması kaçınılmazdı.18 ABD’nin Kıbrıs konusundaki olumsuz tavrıyla beslenen ve halkın büyük kesimini etkileyen bu iddialar karşısında Türk yöneticiler hem kesin reddetme yoluna gidecekler, hem de iddiaların yanlışlığını ispatlamak için bazı girişimlerde bulunacaklardı ki, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinde önemli değişiklik lere neden olacaktı. 

Bir ittifakın sağlamlığının, üyelerin kendisinden fayda elde etmeye devam etmesine, ortak dış tehdidin varlığını sürdürmesine, tarafların birbirlerine danışarak hareket etmelerine, kararlara uzlaşarak ulaşmalarına ve sorumluluklarını yerine getirmede tereddüt göstermemelerine bağlı olduğu açıktır. Sorumlulukların yerine getirilmesindeki tereddütün özellikle zayıf tarafı güvenliği konusunda endişeye sevkettiği, danışma olayında da hep güçlü tarafın kendisine danışılmasını beklemesinin huzursuzluğa neden olduğu teoride belirtilen bir husustur. Ayrıca sistemin iki kutuplu, bloklar arasındaki çatışma ve gerginliğin de ileri derecede olması durumunda da her bir ittifak sistemi içindeki dayanışmanın kuvvetli olacağı, çok kutupluluk ve yumuşama hallerinde ise ittifaklar içindeki devletlerin bağımsız hareket etmede kendilerini daha serbest hissedecekleri söylenir.19 

Doğu-Batı çatışmasının oldukça şiddetli olduğu ve Sovyet tehdidinin daha belirgin olduğu 1950’lerde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça samimiydi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren, uluslararası sistemde yumuşamanın hâkim olduğu, çok kutupluluğa gidiş sürecinin yaşandığı ve Sovyet tehdidinin azalmış göründüğü dönemde ise Türkiye ve ABD birbirlerine danışmadan daha farklı politikalar güdebildiler. 

Türk yöneticiler, Amerikan üslerindeki faaliyetlerden haberdar edilmemekten ve Jüpiter füzelerinin bilgileri dışındaki nedenlerle kaldırılmasından şikâyet ederken, diğer bloklarla ilişkileri geliştirmede kendilerini daha rahat hissettiler. Amerikalılar da kendilerine haber verilmeden Kıbrıs'a çıkarma yapılmasından rahatsız oldular, ayrıca yumuşama döneminde Türkiye'nin öneminin azaldığını düşünüp yardım sağlama konusunda daha isteksiz hâle geldiler. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 1

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 1



AVRASYA DOSYASI 
Yrd. Doç. Dr. Nasuh USLU* 
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 
NASUH USLU

AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ

Giriş 

1947'deki Truman doktriniyle sıkı ilişkiler içine giren ve NATO’ya üye olarak aralarındaki ilişkileri ittifak düzeyine çıkartan Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bundan sonraki siyasî ve askerî ilişkilerini NATO çerçevesinde imzaladıkları değişik anlaşmalarla yürüttüler. 

Bu bakımdan iki devlet arasındaki ilişkileri ittifaklarla ilgili teorileri göz önünde bulundurarak açıklamak daha faydalı olabilir. Genel olarak bakıldığında, Türkiye'nin üç temel nedenle ABD'yle ittifak kurduğu söylenebilir: Güvenliğini korumak, askerî ve ekonomik yardım elde etmek ve Batı tipi devlet yapısını güçlendirmek. Amerikan yöneticilerini Türkiye'yle ittifak ilişkileri kurmaya iten başlıca neden ise ABD'nin Orta Doğu'daki çıkarları ve SSCB'yi çevreleme politikası açısından Türkiye'nin taşıdığı stratejik önemdi. Bu makalede Türk-
Amerikan ittifakının temeli açıklandıktan sonra nasıl yürüdüğü yine teoriler çerçevesinde ele alınacak ve günümüze kadar nasıl bir tarihî seyir izlediği ortaya konmaya çalışılacaktır. 

Türkiye ve ABD Niçin İttifak Kurdu? 

Teori, devletlerin, kendi olanaklarıyla karşı koyamayacakları büyük bir dış tehdide karşı daha güçlü devletlerin ittifak ve yardımlarını elde etmeye çalıştıklarını, buna karşın daha zayıf bir devletle ittifak kuran büyük devletin de bu yolla nüfuzunu stratejik yerlere doğru yaymak ve temel düşmanının başka devletlerin kaynaklarına sahip olmasını engellemek istediğini söyler.1 

ABD ve Türkiye'yi bir ittifak sistemi içinde biraraya getiren temel neden, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin güvenliğine karşı oluşturduğu tehditti. 
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Sovyet yöneticilerinin, Türkiye ve SSCB arasındaki 1925 tarihli dostluk anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmeleri, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesinde Karadeniz'e kıyısı olan devletler lehine değişiklikler yapılmasını istemeleri ve Doğu Anadolu'da toprak talebinde bulunmaları, Türk liderleri ABD’nin askerî ve diplomatik desteğini kazanmaya itti. Ekim 1946'dan itibaren Sovyet liderleri Türkiye üzerindeki isteklerini dile getirmekten vazgeçseler ve 1953 yılından sonra da Türkiye'yle dostluk ve barış içinde yaşamak istediklerini gösterir jestlerde bulunsalar da Türk yöneticiler, SSCB'yi Türkiye için potansiyel bir tehdit olarak algılamaya devam ettiler ve bu yüzden 
özellikle 1947-1964 döneminde ABD ve NATO’yla sıkı ilişkiler içinde olmaya büyük önem atfettiler.2 Amerikan yöneticilerinin gözünde ise Türkiye, Yakın ve Orta Doğu'daki Sovyet yayılmacılığını durdurma politikalarının önemli bir parçasıydı.3 Bu arada ortak tehdit algılamasına rağmen tehdit anında büyük devletlerin, müttefikleri zayıf devletlerin yardımına gidip gitmemede, yardımı geç ulaştırmada, yardım karşılığında önemli tâvizler istemede ve hatta gerekli gördüklerinde düşman güçle zayıf devletler aleyhine işbirliği yapmada kendilerini serbest hissetmeleri gerçeği4 Türk-Amerikan ilişkilerini de rahatsız eden bir unsurdu. 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’ın Kıbrıs sorunundan 
dolayı Sovyetlerin saldırısına uğraması durumunda ABD’nin Türkiye’nin yardımına gitmeyebileceğini ilân ettiği dönüm noktasından sonra Türk yöneticiler, ihtiyaç anında ABD’nin yardıma gelmeyebileceği ve bazı konularda SSCB’yle uzlaşmaya gidebileceği endişesinden hareketle seçenekleri artırma adına Doğu Blokuyla ve Üçüncü Dünyayla ilişkileri geliştirmeye çalıştılar. Ancak yine de güvenlikleri için birinci derecede ABD ve NATO’ya güvenmek durumundaydılar. 

Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik yapılanma ve gelişme planlarını uygulayabilmek ve modern savunma ve silah sistemlerini elde edebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalıştıkları bir gerçektir.5 Bu bağlamda Türkiye'nin askerî ve ekonomik yardım ihtiyacı ve ABD'nin Türkiye'nin yardım isteklerine verdiği karşılık Türk-Amerikan ilişkilerinde her zaman önemli rol oynamış önemli bir unsurdur. 

Daha fazla refah ve özel sektörü destekleme vaadiyle 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik plan ve projelerini uygulamaya koyabilmek ve Türk ordusunun modernleştirilmesi de dahil askerî harcamalarını karşılayabilmek için büyük ölçüde Amerikan askerî ve ekonomik yardımına güvenmekteydi.6 Türk yöneticilerin ABD'yle savunma ilişkilerine girmede ve NATO'ya katılmada çok istekli olmaları, bu amaçla belki de Sovyet tehdidini olduğundan biraz fazla göstermelerinin önemli bir nedeni de Amerikan yardımı elde etmek istemeleriydi. 
1947 yılından itibaren ABD hep Türkiye'nin en önemli ekonomik ve askerî yardım kaynağı oldu. Fakat bu yardım hem Türk yöneticilerinin istediği miktarda olmadı, hem de onları rahatsız eden yabancı unsurlar taşıdı; böylece iki ülke arasında hep sorun olmaya devam etti. 

Teoride bir devletin büyük bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duyması halinde genellikle coğrafî olarak kendisinden uzak olan bir devleti tercih ettiği de söylenir. Bununla beraber, uzak olan büyük devletle yapılan ittifakın sonuçta daha az güvenilir olduğu ortaya çıkabilir. 
Çünkü uzak olan devletle bölgesel anlaşmazlıklar konusunda ortak politika takip etmek öncelikler farklı olduğu için zordur. 

Saldırı durumunda uzak olan devletin yardıma gelmesi daha az olasıdır, gelse bile o gelinceye kadar müttefiki öldürücü darbeyi yemiş olabilir. 

Bu olumsuzlukları gidermek için bazen bir devlet, müttefiki olan büyük devletin, toprakları üzerinde üs ve silah bulundurmasına izin verebilir, bu şekilde otomatik yardım gelmesini sağlamaya çalışabilir. Bir devletin tehditkâr bir süper gücün coğrafî olarak yakınında bulunması, coğrafî ve stratejik konumunun büyük devletler açısından önem arzetmesi de bu devletin ittifaklara katılmasında önemli rol oynar. Bir devlet bir süper gücün doğal yayılma alanı içinde bulunuyorsa, bu bölgesel gücü dengeleyebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalışır.7 Büyük devlet ise temel düşmanına karşı konumunu güçlendirme açısından stratejik önemi bulunan devletin kendi ittifakı 
içinde bulunmasını tercih eder. 

Türkiye, sosyalist blokun lideri olan Sovyetler Birliği ile çok uzun bir sınıra sahipti ve bu devletin doğal etki ve yayılma alanı içinde bulunuyordu. 

Bu yüzden Türkiye, bu dev gücü dengeleyebilecek tek ülke olan ABD'yle ittifak kurmaya ve kurduğu ittifakı devam ettirmeye büyük önem verdi. Türk liderler, saldırıya uğrama durumunda ABD'nin otomatik yardımını sağlayacağını düşündüklerinden toprakları üzerindeki Amerikan üs ve silahlarının bulunmasını memnuniyetle karşıladılar. Türk yöneticiler Türkiye'nin Batı ittifakı dışında kalamayacağını savunurken en fazla kullandıkları argüman, Türkiye'nin büyük devletler açısından stratejik öneminin büyüklüğünün tarafsız ve yalnız 
kalmasına imkan vermediğiydi. Amerikan politika yapıcılarının gözünde de Türkiye, Orta Doğu ve Sovyetler Birliği arasında doğal bir engel oluşturduğu ve Boğazlar, sayıca büyük bir ordu ve toprağı üzerindeki askerî üsler gibi Batı'nın vazgeçemeyeceği önemli unsurlara sahip olduğu için Batı ittifakı içinde tutulması gerekli bir devletti. 

Teoride ideolojinin, ittifakların kurulmasında güvenlik ihtiyacından sonra geldiği ve ancak ikincil bir önem taşıdığı, bununla beraber aynı ya da benzer ideolojiye ve kültürel değerlere sahip olan devletlerin kurdukları ittifakların daha etkili ve dayanıklı olduğu, daha çok fayda ve daha az problem getirdiği belirtilir.8 Türk yöneticiler açısından ise ABD’yle ilişkilerde ideolojik boyut büyük önem arzetmekteydi. 
Türkiye'nin Batı dünyasıyla ortak değerler paylaşan, demokratik ve laik bir ülke olduğunu sürekli olarak vurgulayan Türk liderlerin gözünde ABD’yle kurulan ittifak, Batı'yla ilişkileri sıkılaştırmada ve ülke içinde Batılılaşma politikalarını uygulamada yardımcı olacak önemli bir araçtı. 
Türkiye’nin geçirdiği anti-demokratik tecrübelere fazlaca tepki göstermemelerin den anlaşıldığı gibi Amerikalıları daha fazla ilgilendiren ise ideolojik kaygılar değil, fakat Amerikan çıkarlarının korunmasıydı. Yine de Türk yöneticilerinin siyasî, ideolojik ve ekonomik sistemler konusunda Amerikan liderleriyle aynı fikirleri paylaştıklarını iddia etmelerine rağmen Türk ve Amerikan uluslarının kültür, din ve demokratik deneyim açılarından farklılık göstermesi zaman zaman birbirlerini anlamama ve kızgınlık duyma şeklinde problemler de çıkartabilecekti.


Türk yöneticilerin ABD’yle ittifakta ısrarlı olmalarının nedenleri arasında iç politikadaki hatalarını örtmek, içte istikrar sağlamak ve konumlarını güçlendirmek istemelerinin de önemli yer tuttuğu söylenebilir. Bir yönetimin güçlü ve uluslararası alanda saygı duyulan bir ittifakın siyasî, askerî ve ekonomik desteğini elde etmesinin, onun durumunu potansiyel ve var olan düşmanları karşısında güçlendirdiği ve içte de halkının gözünde prestijini artırdığı düşünülmektedir.10 Türk liderleri, Batı'yla kurdukları ittifakı, Türkiye'nin siyasî ve demokratik gelişiminin sigortası ve uygar bir Batı devleti olarak büyüklüğünün kanıtı olarak gördüler hep. ABD'nin yaptığı ekonomik ve askerî yardım ise Türkiye'nin belli başlı güç kaynaklarından biriydi. Türk yöneticiler içerde siyasî ve ekonomik krizlerle karşılaştıklarında da Batı devletlerinin 
yardımlarla ve yaptıkları açıklamalarla kendilerini desteklemelerini beklediler. 

Bazen de ekonomi ve dış politika alanındaki başarısızlıklarını Batılıların olumsuz tutumlarına bağlayarak faturayı Batı'ya çıkarma yoluna gittiler. Haziran 1964'te Başbakan İnönü, Kıbrıs'a çıkarma yapmanın maddî koşullar açısından mümkün olmadığını anlayınca, prestijini kurtarmanın yolunun çıkarmayı engelleyenin ABD olduğunu göstermek olduğunu düşündü ve Amerika'nın tepkisini çekebilmek için Türk ordusunun yapacağı müdahaleden Amerikalıları haberdar etti. 

Genel olarak devletlerin, büyük tehlikeleri beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan çekinmeleri tavsiye edilir. İttifaklara taraf olmama politikasını takip edebilmesi içinse bir devletin şu özelliklere sahip olması gerektiği belirtilir: 

Bir blokun yanında yer aldığında genel güç dengesini bozacak derecede güçlü olmamalı. Vatandaşları genel dünya olaylarında uzak durma konusunda istekli bulunmalı.11 Stratejik açıdan önemli ve siyasî olarak kışkırtıcı olmamalı. Güçlü bir devletin tehdidi altında da bulunmamalı. 

Türk yöneticiler hiçbir zaman tarafsızlığın Türkiye açısından uygun bir politika olduğunu düşünmediler. Çünkü onlara göre Türkiye, büyük devletlerin gözlerinin üstünde olmasına neden olan önemli bir stratejik konuma sahipti, Sovyet tehdidine karşı güvenliğini korumasını sağlayacak yeterli ulusal kaynakları ise bulunmuyordu. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

27 Ocak 2019 Pazar

Akıllı adamlar için çıkan dergiler,

Akıllı adamlar için çıkan dergiler

Ümit ÖZDAĞ

uozdag61@gmail.com

Ümit ÖZDAĞ









11 Eylül  2014

  1994’ten bu yana stratejik konulara odaklanan bir çok dergi çıkardım. İlk çıkardığım dergi, alanında haklı bir efsane olan “Avrasya Dosyası”  dergisi idi. Avrasya Dosyası daha sonra Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kurulmasına giden yolu açtı. 2003’te ben derginin yönetimini bıraktıktan sonra bir süre daha yayına devam etti ve nihayet galiba 2006’da kapatıldı. 2000 yılında ASAM’ın aylık yayın organı olan “Stratejik Analiz” adlı aylık strateji dergisini çıkarmaya başladım. Bu dergi 2009 sonunda yayınına son vermiştir. 
Diğer çıkardığım dergi 2001’de yayına başlayan “Ermeni Araştırmaları” dergisi ve “Armenian Studies” adlı İngilizce dergi idi. ASAM-Ermeni Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde yayına başlayan Ermeni Araştırmaları dergisi, ASAM’ın kapanmasından sonra Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün bir başka adla devamı üzerine, yayına devam etti ve bugün hâlâ üç aylık bir dergi olarak yayınlanıyor. Ancak üç sayı çıkardığım bir dergi ise “Jeoekonomi” adlı dergi oldu. Ekonomi ile uluslararası ilişkiler arasındaki ilişkiye odaklanan bu dergi ne yazık ki gelişemeden öldü.
Türkiye dışında da dergi çıkardım. 2002 senesinde Londra’da “The Review of International Affairs” adlı üç aylık dergiyi ve “Ankara Papers” adlı kitap dizisini Frank Cass Yayınevi ile birlikte yayımladım. Bu yayınlar 2005 senesinde sona erdi. 2002 senesinde sadece TBMM üyeleri için “Jeopolitik Gündem” adlı bir çalışmanın yayınına başladım ve 2004’e kadar bu çalışma yayınlandı. Keza aynı senelerde TİKA için ise “Avrasya Analiz” adlı dergiyi ASAM bünyesinde düzenledim ve yayınladım.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün kuruluşundan sonra 2006’dan itibaren önce 3 aylık sonra aylık olarak “21. Yüzyıl” dergisini yayınlamaya başladım. Halen benimle birlikte Gözde Kılıç Yaşin derginin editörlüğü yapıyor. Bu ay 21. Yüzyıl’ın 69’uncu sayısı kitapçılara dağıtıldı. Türkiye’de 120 noktada satılıyor. ’21. Yüzyıl’dergisi, karışık uluslararası ilişkiler ve stratejik sorunlar ağını, Türkiye’nin menfaatlerin ve ülkemize yönelik tehditler zemininde herkes için anlaşılır hale getirmeyi hedefliyor ve bunu başarıyor. Dergiyi bir kez okuyan okumaya devam ediyor.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün halen çıkarmakta olduğu bir diğer dergi “21. Yüzyılda Sosyal Bilimler” dergisi. Derginin editörlüğünü Doç. Dr. Serhat Erkmen yapmaya başladı. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisi 3 aylık, akademik hakemli bir dergi. Her sayısı 8-10 makaleden oluşuyor. Bu makalelerin yarısı bir konuya odaklanıyor. Dergi, sosyal bilimlerin daha az işlenen konularını ele almayı hedefliyor. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisi genel dağıtımda yok. Daha çok kütüphanelerde ve bazı seçkin kitapçılarda bulmak mümkün. 21yyte.org’da hangi kitapçılar olduğunu bulabilirsiniz. Ya da  www.21yyte.org  dan satın alabilirsiniz, abone olabilirsiniz.  


Bütün bu dergileri ki sayıları 11 ediyor, akıllı adamlar için çıkardım/çıkardık. Bu dergiler belirli bir eğitim seviyesinin üzerindeki akıllı adamlara hitap etmesine rağmen, akıllı adam olduktan sonra eğitim seviyesinin ne olduğu hiç önemli olmadı. Çünkü bu dergileri akademik bilimsel anlayıştan taviz vermeden okuma-yazma bilen herkesin anlayabileceği şekilde yayına hazırladık.
En son çıkarmaya başladığım/başladığımız dergi “Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler” adlı üç aylık, hakemli dergi. Diğer dergilerin fikir babası benim. Ancak bu derginin çıkarılması teklifini dostum Dr. Ali Bilgin Varlık ortaya attı. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler dergisi de akıllı hatta çok akıllı adamlar için hazırlanan bir dergi. Ve okudukça akıllanacak adamlar/insanlar için bir dergi. Dr. Ali Bilgin Varlık, emekli bir kurmay albay. Görevde iken Ankara Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler doktorası yapmış. Rahmetli babası da asker olan Ali Bilgin Varlık hani  “doğuştan asker”  derler ya doğuştan asker değil, ancak doğuştan akademisyen. Asker olmuş. Askerliğin hakkını verirken, akademisyen olma mücadelesini de sürdürmüş. Hayatının ortasında akademisyenliğe geçmiş. Askerliğin birikimi ile akademisyenliği çok verimli bir şekilde birleştiriyor. İnanılmaz detaycı, inatçı ve titiz. Dr. Varlık’ın çalışmaları sayesinde 2013/14 kışında ilk sayısı çıkan ve yazın 2014’te 3. sayısına ulaşan dergi “mükemmel” bir teknik ve içerik kalitesi ile yayına hazırlanıyor.
Benim açımdan milli güvenliğe askeri bir bakış açısı ile bakan bir derginin Türkiye’nin içinden geçtiği dönemde büyük bir önemi var. Çünkü son yıllarda askeri vesayet ve militarizm adı altında Türk askeri geleneğine ve ordusuna yönelik amansız bir saldırı var. Oysa, bu coğrafyada güçlü bir askeri gelenek, sağlam bir milli güvenlik anlayışı ve güçlü bir orduya sahip olmadan uzun süre yıkılmadan ayakta kalmak mümkün değil. 1774 sonrası tarihimiz bunun açık göstergesidir. Üstelik böyle bir derginin  “emir-komuta”  zinciri içinde değil,  “aman şu girmesin yanlış anlaşılır”  yaklaşımı olmadan sivil bir düşünce kuruluşu tarafından çıkarılmasının çok önemli olduğuna inandım. Bu inancımda haklı çıktım. Ortaya çok çok iyi, heyecan verici bir dergi çıktı. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler dergisinde harika makaleler yayınlanıyor. Dr. Haldun Solmaztürk’ün Vietnam Savaşı üzerinden Amerikan ordusunu anlattığı makalesi harika. Bütün Türk subaylarının ve aydınlarının okuması bence “ZORUNLU”. İki kitabı olan E. Tümg. Ergüder Toptaş,  “Ankara Savaşı’nda Galebe Çalan Filler mi Yoksa Fikirler mi?”  başlıklı makalesinde stratejik planda Timur’un mu Beyazıt’ın mı daha iyi olduğunu tartışıyor. Dergiye www.21yyte.org üzerinden ulaşıp bir göz atabilirsiniz.   


Kaynak Yeniçağ: Akıllı adamlar için çıkan dergiler - Ümit ÖZDAĞ



https://www.yenicaggazetesi.com.tr/akilli-adamlar-icin-cikan-dergiler-31968yy.htm


7 Ağustos 2016 Pazar

11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri



11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: 


Eski Dostlar mı, Eskimeyen Dostlar mı? 
Şanlı Bahadır Koç, 
ASAM ABD Masası, Araştırmacı. 
Avrasya Dosyası – Bahar 2004 
E-posta: 
ajp1914@yahoo.com 

Before the Iraq War problems in Turkish-American relations were used to be underestimated. Relationship is still in a process of redefinition. Iraq war laid bare the old imbalances and inconsistences in the relationship and created some new ones. In some cases the interests of the two parties are no longer harmonious let alone identical. Still, there are huge areas where the two should and could work together. But this requires a more honest approach, more modest expectations and better mechanisms for consultations. Washington should learn to live with a more democratic Turkey and Ankara should no longer count on an American safety net. Turkey’s importance may or may not decrease in the American scheme of things but it will definitely change shape. A grand bargain on which the relationship will be based may be possible after the situation in Iraq becomes more clear. American preferences regarding Northern Iraq, the health of Turkish economy and the course of Turkey’s European journey will be the other important factors. A less close but perhaps more healthy relationship is possible.

Giriş 

Türk-Amerikan ilişkileri üzerine yorumlar yapılırken müttefik, stratejik müttefik, stratejik ortak, küçük ortak, taşeron, rakip ve hatta düşman ve tehdit gibi kavram ve ifadeler sık sık içi tam doldurulmadan kullanılmaktadır. 
  11 Eylül’ün harekete geçirdiği dinamikler bütün dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da birçok kavramı değiştirmiş, eskitmiş ya da zaten daha önceden başladığı halde tamamlanmamış ya da gözden kaçmış bazı süreçleri artık gözardı edilemez derecede ortaya çıkarmıştır[1]. Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan değişim de bunlardan biridir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “ Kırmızı Çizgilerin” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a Asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması ve Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Sonradan yaşanan üst düzey ziyaretler ilişkiyi yoğun bakımdan çıkardıysa da tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. İlişkideki yaşanan değişimin konjonktürel olmanın ötesinde olduğu söylenebilir ama yapısal boyuta varıp varmadığını ilan etmek için bir parça erken olabilir. Bu yazı en genel haliyle Türk-Amerikan ilişkilerinin son dönemde yaşadığı iniş çıkışları tahlil etmeye çalışacak ve yakın gelecekle ilgili bazı tahmin ve önerilere yer verecektir. Yazıda ilişkinin asimetrik doğası irdelenirken, Türkiye’nin AB süreci, K Irak ve PKK meselesi, İncirlik’in potansiyel yeni statüsü, Türk iç siyaseti, Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye’nin yeri ve Türk-İsrail ilişkileri gibi konulara öncelik verilecektir.

18. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Samuel Johnson’ın dediği gibi “dostlarla ilişkileri sürekli tamir altında tutmalıdır.” Aksi takdirde en sıkı dostluklarda bile sonra düzeltilmesi çok zor olabilecek anlaşmazlıklar ve hatta kavgalar çıkabilir. Bugün ortaya çıkan durum göstermektedir ki Irak harekâtına giden dönemde iki taraf da “uzun süredir evli” çiftler gibi birbirleriyle olan ilişkilerinin ilelebet gideceğini düşünmüşler ve “için için kaynayan” ve biriken problemleri ve güvensizlikleri aşmak için ciddi anlamda “beraber ve solo” bir çalışma içine girmemişlerdir. Bugün Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesi için ciddi bir zihinsel çalışma yapılması gerektiği doğrudur. Ancak ilişkinin hangi temeller üzerine oturtulacağı aslında büyük ölçüde Irak’taki durum açıklığa kavuştuktan sonra belli olacaktır. Bu olmadan ortaya çıkan durumlar kırılgan, geçici, eksik ve dolayısıyla üzerine uzun dönemli politikalar ve bir “büyük anlaşma” (grand bargain) inşâ edilemeyecek şekilde olacaktır. Irak’taki durum belli bir netlik kazandıktan sonra iki taraf da birbirine olan ihtiyacını, karşı taraftan istediklerini ve buna karşı verebileceklerini ve veremeyeceklerini, Irak krizinden önce olana göre çok daha net şekilde ortaya koymalıdır.

İlişkinin Geleceği Üzerine Spekülasyonlar 


Bir görüşe göre Türkiye, Irak konusunda Washington ile daha uyumlu bir politika izleseydi de Türk-Amerikan ilişkileri artık ne eskisi gibi, ne de bir çoklarının mevcut durumda olduğunu zannettikleri kadar yakın, sıcak ve derin olmayacaktı. Türk-Amerikan ilişkileri elbette tamamen sona ermeyecektir ama önemli bir ölçüde değişimden geçmektedir. Bunun yapısal ve konjonktürel nedenleri şunlar olabilir: 
1) Tersi değerlendirmelere rağmen ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye olan ihtiyacı tamamen değilse de ciddi ölçüde azalacaktır. 
2) Irak pazarlığı Amerikalıların “ağzında acı bir tat” bırakmıştır. 
3) ABD, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye arasındaki anlaşmazlık ve hatta çatışmalarda muhtemelen Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olamayacak ve bu durum Türkiye’de ciddi hayal kırıklığına neden olacaktır[2]
4) Türk kamuoyunda genel dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] Türk hükümetlerinin politikalarını önemli ölçüde sınırlayacak ve etkileyecektir. 
5) Türkiye’nin AB üyeliği yolculuğu sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” bir süreç olsa ve orta ve uzun vadede sukut-u hayalle sonuçlanma ihtimali olsa da, Türkiye dış politikasında belki yavaş ama net bir şekilde AB’ye doğru meyledebilecektir. 
6) Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik daha önceki dönemlerden daha yüksek derecede şüpheler bulunmaktadır. 
7) Önümüzdeki dönemde Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığı azalabilecektir. 
8) Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin önemi artacaktır. 
9) Orta vadede Türk ekonomisinin IMF ile bağı zayıflayabilecek bu da Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabilecektir.

Yukarıdaki trendlerin bazıları henüz embriyonik seviyededir. Bazılarının önüne geçmek mümkün değildir. Bazıları ise Türkiye için zaten “hayırlı” gelişmelerdir. Ancak yukarıdaki faktörler ve gelişmeler kendi haline bırakılırsa ilişkinin alışılmış halinin devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. Ancak ilişkinin şekil değiştirmesinin aksine zayıflaması ve bozulması bir kader olarak da görülmemelidir. İlişkinin kurtarılması ve gelecekte karşılaşabileceği komplikasyonların önüne geçmek ya da bunları azaltmak için ciddi ve bilinçli bazı adımlar atılması gerekmektedir. Bu adımlar en genel anlamıyla şunlar olabilir: 
1) Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizması teşkil edilmesi. 
2) Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması. 
3) İlişkinin ekonomik ve siyas? ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi.

Amerika’nın Türkiye Fotoğrafı Amerikan dış politikasının belirlenmesi, hemen her zaman, değişik dünya görüşü, fikir, model, çıkar, kurumsal ve kişisel bakış açılarının çatışmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu durum bir ölçüde Türkiye politikası için de geçerlidir. Tek bir Amerika ve Washington olmadığı gibi, ABD’den Türkiye’ye yönelik tek ve uyumlu bir politika da olmayabilir. Değişik devlet kurumları, etnik ve ekonomik çıkar grupları Türkiye’ye yönelik politikayı kendi çıkar ve tercihlerine doğru “ucundan çekiştirmişler” ve ortaya çıkan sonuç bazen tüm bu grupların istediğinden farklı olabilmiştir. Bütün bunları söyledikten sonra, her ne kadar yekpare olmasa da, Amerika’nın Türkiye’ye bakınca gördüğü resmin şöyle olduğu iddia edilebilir: Önemli sayılabilecek ve gelişme potansiyeli olan bir pazar; çıkarlarını genelde ABD ile uyumlaştırmaya yatkın stratejik bir bakış ve Amerika’nınkine benzer bir stratejik kültür; diğer Müslüman ülkelerin de örnek almasından mutlu olabileceği demokrat Müslüman bir model[4]; Amerikan silahlarına ilgili ve önemli ölçüde bağımlı bir ordu; Amerika’ya önemli ölçüde sempati besleyen ve son dönemde bir parça azalmakla beraber değişik derecelerde olsa da kendi çıkarları ile Washington’unki arasında önemli paralellikler gören siyas?, asker?, ekonomik elitler; ciddi şekilde penetre edilmiş bir medya; Amerika’nın çok önem verdiği (Orta Doğu), geçtiğimiz on yılda ilgisini adım adım arttırdığı (Kafkaslar) ve belki çok istemeden de olsa aktif olduğu (Balkanlar) bölgelerin göbeğindeki bir coğrafî konum ve özellikle 1990’larda Orta Doğu’ya askerî güç projekte etmede önemli işlevler gören İncirlik üssü; kırılgan, manipülasyona açık ve Amerikan finans kurumlarının belli oranda aktif olduğu bir finans piyasası ve yakın zamana kadar komşuları, AB ve diğer Müslüman devletlerle yaşadığı problemler ya da kuramadığı doyurucu ilişkiler nedeniyle Washington’la yakın olması gerektiğini düşünen ve İsrail ile geliştirdiği sıkı askerî işbirliği nedeni ile “Özel ilgi” gösterilmesi gereken ve kaybedilmesine tahammül edilemeyecek bir ülke.Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının genel ve özelde çakıştığı noktalar olmakla beraber tarafların bu ortak çıkar ve amaçlara ulaşmada tercih ettikleri araçlar arasında giderek arttığı gözlenen farklılıklar bulunmaktadır. Çıkarlarda belli ortak yönler olsa bile öncelikler, hassasiyetler, tarzlar ve enstrümanlar arasındaki bu farklılıklar kısmen de olsa tartışarak ve müzakere ederek aşılabilir. Çıkarların farklı olduğu ya da açıkça çatıştığı konuların da şimdiye kadar olduğundan daha açık yüreklilikle itiraf edilmesi gerekir. Ankara’nın Washington ile çok yakın bir elli yıl geçirdikten sonra, tam da en güçlü, tehlikeli ve pervasız olduğu bir dönemde ABD ile bazı önemli konularda farklı çıkar ve tercihlere sahip olduğunu farketmesinin ne sonuçlar verebileceğini şimdiden tahmin etmek güç görünmektedir. Önümüzdeki dönemde bu ülkenin dış politikasının genel yönü tartışılırken üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sorulardan biri şu olacaktır: Türkiye, ne ABD ne de AB’nin yörüngesine girmeden, ama bu güçlerden ve “dünyadan” da uzaklaşmadan, stratejik anlamda “kendi ayakları üzerinde” durabilir mi? Yoksa bu bir hayal midir ve “üçüncü dünyanın” ve Orta Doğu’nun bir kere içine girildi mi kurtulunması imkânsız anaforlarına savrulmamak için sırtımızı mutlaka büyük bir güce mi dayamalıyız?

Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde düşünülürken gözden çıkarılmaması gereken can sıkıcı gerçek Türkiye’nin ABD’ye olan ihtiyacının ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacından daha fazla olduğudur. Ancak yine de Türkiye, kendi çıkarını hesapladıktan sonra ABD’nin beklentileri ve istekleri dışında pozisyonlar alabilir. Bunun sonucunda, Washington ile ilişkilerimiz “derin yaralar” alacak ve ABD Türkiye’yi “cezalandıracaksa”, o zaman zaten bu ilişki çok sağlıklı değil ve “kaba bir çıkar aritmetiğine dayanıyor” demektir. ABD, bu coğrafyadaki ender yakın müttefiklerinden Türkiye ile ilişkilerini ciddi olarak zedeleyecek adımlar atmaktan kaçınmalıdır. Türkiye’nin ekonomik durumu ve dış krediye bağımlı olması ikili ilişkilerde ABD tarafından önemli bir koz olarak kullanılmaktadır. İşin kaygı verici yanı, ABD’nin Türkiye politikasını yürütenlerin Ankara ciddi bir ekonomik krizin içinde olmasaydı Washington’un taleplerine şimdi olduğundan çok daha fazla direneceğini bilmeleridir. O halde bu durumun devam etmesi gerektiğine hükmediyor olabilirler. Bu mantık daha da ileri götürülürse Türkiye’nin ekonomik sorunlarının, en yakın stratejik müttefiğimiz olan ABD’ye bazı avantajlar sağladığı sonucuna varılabilir. Ancak öte yandan Rusya, Çin ve diğer ülkelerle geliştirilecek ilişkilerin[5] ABD ve AB ile olan münasebetlere rakip olması düşünülmemelidir. Rusya ve Çin ancak tamamlayıcı türden ilişkilerimiz olabilir. Bu ülkelerle daha derin ve yakın ilişkiler diğer ortaklarımızla yapılan ittifak içi pazarlıklarda Türkiye’yi daha güçlü kılar. 

Stephen Walt’un dediği gibi, “ne kadar başarılı ve eski olursa olsun bir müttefiklik ilişkisinin kutsal hiç bir tarafı yoktur.”[6] Yaklaşık 50 yıldır Amerika ile ittifak Türk dış politikasının en önemli “mobilyası” idi. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek için henüz erken olsa da bu durumun, örneğin bundan üç-beş yıl sonra da devam edeceğinden emin olmak artık pek mümkün değildir. Amerika, hemen her ülke gibi Türkiye için de en önemli dış politika meşgalesi olmaya devam etmektedir. Amerika’nın bu benzersiz ve kontrolsüz gücü ile ne yapacağız? Türkiye ABD’nin stratejik müttefiği, müttefiği, küçük ortağı, taşeronu ve hatta belki de bazı durumlarda rakibi olabilir. Ama Irak harekâtı bize bir şey göstermiştir ki şu an Washington’un düşmanı olmak için iyi bir zaman değildir. Türkiye’nin ABD ile hangi konularda, şartlarda ve ölçülerde işbirliği yapması gerektiği konusu tartışılmaya devam etmektedir. Ankara’nın 
1) Washington ile hemen her koşulda beraber hareket etmesinin mümkün, gerekli ve arzulanır olduğunu, ve temelde çıkarlarının ve dünya görüşünün paralel olduğunu savunanlar, 
2) Washington’a, başta Orta Doğu’daki projesi olmak üzere, karşı çıkılması ya da en azından işbirliğinden kaçınılması gerektiği, çünkü Washington’un dizaynının Türkiye’nin aleyhine olduğunu, ahlaki olmadığını ve Türkiye’nin başka alternatifleri olduğunu savunanlar, 
3) Washington’la işbirliğinin konuya, zamana, Türkiye’nin çıkarlarına, Washington’un Türkiye’ye yaklaşımına, mevcut alternatiflere, Türk kamuoyunun o konuya bakışına göre değişmesi gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. 

Türkiye’nin içinde çok-kutuplu bir yapı olması Washington’a zaman zaman bu kutupları birbirine karşı kullanma ve onların çelişkilerinden kendi lehine istifade etme fırsatı verebilir. Washington, “kim benim politikalarımı desteklerse ağırlığımı onun lehine koyacağım” diyerek ülke içindeki siyasî denklemin bir parçası olabilir. Amerikan Yönetiminin direk veya dolaylı müdahalelerle Türkiye içindeki asker-sivil, hükümet-muhalefet, laik-İslamcı, liberal-devletçi ya da reformcu-muhafazakar tartışmalara ve güç dengelerine etki yapabileceği bilinen bir gerçektir. Ancak bu müdahaleler her zaman beklenen etkiyi yapmayabilir. Amerika’nın yukarıdaki tartışmalarda tercih ettiği görüş ve kurumlar Washington’un desteğine rağmen ve hatta bazen bu nedenle tartışmaları kaybedebilirler. Washington, zaman zaman dile getirdiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve modernleşmesi ile kendi çıkarları arasında gerçekten doğrudan bir ilişki görmekte olabileceği gibi, aslında bu konular üzerine yeterince düşünmemiş ve sadece “tribünlere duymak istediği şeyleri söylemekte” olabilir ve gerektiğinde bu açıklamalarından da kolayca sapabilir.

Washington’un şu gerçeği kabul etmesi gerekir: Türkiye demokrasinin gelişmesi ile Amerikan politikalarının bir parçası olmaya daha az istekli olabilir ya da en azından bu politikalara verdiği destek eskisi kadar otomatik, şartsız ve mutlak olmayabilir[7]. Türkiye’de demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi Amerikan taleplerine eskiye göre daha fazla karşı çıkmaya istekli ve kararlı, olayları Amerikan gözlükleri dışında görmeye açık ve AB üyeleri ile ilişkileri ilerlemiş bir Türkiye ortaya çıkabilir. 1991’deki savaştan geriye kalan hatıralar Türkiye’nin Irak harekâtındaki tavrını şekillendiren faktörlerin belki de en önemlisi olmuştu. Washington, ABD ile beraber hareket etmenin Türkiye’ye elle tutulur ve uzun dönemli getirileri olacağını göstermelidir. İki ülke arasındaki güven eksikliğini azaltmak için daha fazla diyalog, açıklık, gerçekçilik, samimiyet, “güven arttırıcı önlemler,” karşılıklı saygı, ülkelerin ortak çıkarları hakkında daha mütevazi olmak gerekmektedir. İlişkilerin ortak çıkarlar ve değerler üzerine bina edilmesi gerekir. Böyle olmazsa ilk sarsıntıda zarar görebilir ya da en az bir tarafı hayalkırıklığına uğratabilir. 

Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak krizinden önce belki de olması gerekenden de fazla “ataerkil” bir görüntü çizdiği iddia edilebilir. Türkiye Washington’a “saygıda kusur etmiyor”, Washington da kendince Türkiye’yi kayırıyor ve “temel ihtiyaçlarını” karşılıyordu. İki taraf da ilişkinin uzun ve neredeyse hiç bitmeyecek ya da bozulmayacak olduğunu varsayar gibiydi. Mesela Washington’da, “Ankara’ya IMF’de destek verelim nasıl olsa ondan ileride isteyeceğimiz şeyler olacaktır”, Ankara’da ise “Washington’u karşımıza almayalım, işler zora girince bize yardım edecek başka kimse yok” diye düşünülüyordu. İki taraf da birbirine bazı destek ve kolaylıklarda bulunuyor ancak bunun muhasebesi pek net, anında ve yüksek sesle tutulmuyor ve daha çok iki tarafın kendi zihnindeki “hesaba yazılıyordu.” Ancak zamanla taraflar karşı tarafa tam söylemeseler de aldıklarının verdiklerinin epey gerisinde kaldığını düşünmeye başladılar. Ankara Washington’un kendisini kullandığını ama bunun karşılığı olarak sunduklarının “masrafı bile kurtarmadığını,” Washington ise Ankara’ya yaptığı siyasî, ekonomik ve askerî yatırımın özellikle Irak’taki getirisinin hayal kırıklığı yarattığını düşünmeye başladı.

Türk Dış Politikasında Farklı “Okullar”Her ne kadar insan ile ilgili hemen her kategoride olduğu gibi bu sınıflandırmaya tam olarak uyanların sayısı çok değilse de, Türk dış politikasının genel yönü hakkındaki tartışmalara katılanlar arasında aşağıdaki gibi, bir parça idealize edilmiş, grupların olduğu savunulabilir: 

1) Türkiye’nin iç ve dış politikasını AB üyeliğinin şartlarıyla ve başta Fransa-Almanya olmak üzere Amerika’yı dengelemeyi arzulayan ülkelerle uyumlandırılması gerektiğini düşünen, AB’nin talep ve şartlarının Türkiye için yararlı ve gerekli olduğunu savunan “Avrupacılar,” 

2) Türkiye’nin AB üyeliğinin düşük ihtimal olduğunu olduğunu ve çıkarlarının aslında ABD ile uyumlu olduğunu düşünen “Amerikacılar,” 

3) Türkiye’nin hem Avrupa hem de ABD ile yakın ilişkiler içinde olmasını savunan ve bu ülkelerle yaşanacak sorunların Türkiye’nin Batılı karakterini tehlikeye atmasından korkan, bu iki grup arasında tercih yapmanın gerekli, ivedi ya da yararlı olmadığını savunan “Batıcılar,” 

4) Türkiye’nin siyasî anlamda yönünün Batı olmasına değilse bile, dış politikasında Batı’dan gelen istek ve zorlamalara mesafeli bakan ve gerektiğinde direnilmesini savunan “Batı-septikler,” 

5) Batı ülkelerine mesafeli ve şüpheyle bakan ve Türkiye‘nin Rusya, Orta Asya, Kafkasya, Çin, İran ve İslam ülkeleri gibi ülke ve gruplarla yakınlaşmasını isteyen ve bunu Batı’nın alternatifi gören “Avrasyacılar,” 

6) Türk dış politikasının bu opsiyonların değişik derecelerde olsa da- tamamını ya da çoğunu aynı anda götürebileceğini ve aslında bunlar arasında önemli bir çelişki olmadığını, Türkiye’nin hem Avrupalı hem ABD ile yakın ilişkilerini koruyan ve hatta geliştiren, hem “ Müslüman ” hem de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle sağlıklı ilişkiler kurabileceğini düşünen “ Dengeciler. ” Bir kısmı henüz “ Okul ” denemeyecek kadar yeni, muğlak ya da düzensiz bu görüşler arasında zaman zaman sağ-sol, Müslüman laik ve hatta milliyetçi-kozmopolit ikiliklerini aşan ittifaklar kurulabilmekte ve ya da bölünmeler yaşanabilmektedir. 
Son dönemde bu gruplar içinde AB yanlıların hem sayı hem de etkinlik açısından öne çıktıklarını söylemek mümkündür. Bu grubun, yıl sonundan önce AB’den olumlu cevap alınması ile daha da güçlenmesi ve kemikleşmesi ile Türk dış politikası üzerindeki etkinliği daha da artabilir.

Türkiye, ABD ve ABABD’nin resmi pozisyonu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir[8]. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ya da yaklaşması Ankara’yı Batı kampına demirleteceği için Washington açısından müspet bir gelişmedir. Ayrıca, ABD’nin Türkiye’nin Avrupa hayallerine destek verir görünmesinin Washington’a bir maliyeti yoktur. Fakat öte yandan belki de Washington bunun gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğu üzerine hesap yapmış ama son dönemde Ankara hükümetlerinin kendilerinden beklenmeyen reform ataklarından sonra AB opsiyonunun daha önce düşünülenden daha ciddi hale gelmesinden sonra geri adım atamamışlardır. Amerikalılar, Brüksel ile pazarlığa girmiş bir Ankara’nın AB’nin talepleri ve kriterlerini karşılamakta zorlanacağını ve AB’nin sadece kendisinden ödünler koparıp aslında Türkiye’yi almaya niyetli olmadığından şüpheleneceğini ve belki de paradoksal bir şekilde, Avrupa karşıtlığının artacağını, bunun da Ankara’nın tek gerçek seçeneğinin Amerika olduğunu düşündürteceğini umuyor da olabilir. Türkiye bu yolda istediğini umduğu kadar kısa sürede ve kolay elde edemediğinde Washington Ankara’ya “elimden geleni yaptım, ama Avrupalılar’ı ikna edemedim” diyebilecektir. Bir görüşe göre olur da Avrupalılar Türkiye’yi aralarına almaya kabul ederlerse, Amerikalılar’a göre, bu da Avrupa’nın Amerika’ya karşı yekpare bir alternatif yaratmasını önleyecektir. Çünkü içine Türkiye’yi de alacak kadar büyük bir Avrupa o kadar çeşitli ve çelişkili bir hale gelecektir ki ABD bunun içinden kendine yakın ülke ve ülkeler bulmakta hiç güçlük çekmeyecektir. Avrupalılar, bazen hiç de haksız olmayarak, Washington’un Türkiye gibi, her ne kadar büyük bir potansiyeli ve Birliğe verebileceği önemli artıları olsa da, son tahlilde ciddi risk, maliyet ve problemleri olan bir ülkeyi Brüksel’in başına yük ve bela olarak sarmak istediğinden şüphelenmektedir.

Türkiye’nin AB konusunda Amerika’dan destek almakta ısrar etmesi yanlış ve sonuç itibariyle başarısız olmuştur. Avrupalılar bilinen başka bir çok şeyin yanında Türkiye’ye verecekleri tarihin Washington’un başarı hanesine yazılacağından çekinmişlerdir. Avrupalılar, “ABD Meksika’yı içine alıyor mu ki biz Türkiye’yi alalım?” demektedirler. Amerikalılar, Türkiye’nin 2005’te de büyüklüğü, fakirliği, sosyal yapısında Avrupai olmayan unsurları, coğrafî konumu, AB halklarının isteksizliği ve korkuları gibi nedenlerle Avrupa tarafından itilmeye devam edeceğinden emin oldukları için Türkiye’yi destekler görünmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bir ihtimal bu desteğin ters tepeceğini hesap etmiş de olabilirler. ABD asıl, Türkiye’yi AB projesinden soğutmaya çalışsaydı bunun AB ve Ankara beraberliği ihtimalini arttırabileceğini fark etmiş olabilir.

Washington’un AB’ye Türkiye lehine baskı yapması daha çok Türk tribünlerine oynanan bir oyun olarak görülebilir. ABD’nin Türkiye’yi AB üyeliği konusunda destekler görünmesi büyük ölçüde bunun gerçekleşmesinin zor ya da uzak bir ihtimal olduğu inancına dayanmaktadır. Washington, AB konusunda Ankara’yı desteklemenin hem Ankara nezdinde prestij ve siyasî sermaye kazandırdığının, hem de paradoksal ve pek fazla dillendirilmeyen bir şekilde Türkiye’nin AB şansını azalttığının farkında olabilir. Çünkü Avrupalılar Washington’un Türkiye ısrarının arkasında AB içine sokulmak istenen bir Truva atı ve AB’yi sulandırma çabası sezmektedirler. AB burada aynen “hamili yakınımdır” yazan bir kartla gelen kişiyi sıranın sonuna gönderen prensip sahibi bir görevli gibi görülebilir. Avrupa’dan istediği karşılığı alamayan Türkiye, Washington’un bel bağlayabileceği tek güç olduğunu düşünebilir ve bu ülkenin bölge ile ilgili askerî taleplerine artık direnmemeyi seçebilir.
Son olarak denebilir ki, gerçekleşmesi halinde, üyelikten sonra Türkiye AB içinde Washington’un umduğu türden roller oynayacaksa bile, üyelik konusunda iyimser olmakla tanınanların bile on yılı aşabileceğini tahmin ettikleri müzakere süreci boyunca Türkiye’nin stratejik tercihlerini AB’ye ve bunun içinde de üyeliği ile esas kararı vereceği düşünülen Fransa ve Almanya’nın başı çektiği gruba yaklaştırması yüksek bir ihtimaldir. Türkiye’nin ABD’nin Irak harekâtına karşı daha önce düşünülemeyecek kadar eleştirel pozisyonun ve 1 Mart olayının[9] arkasındaki bir çok faktörden birinin de AB perspektifi olduğu iddia edilebilir. İleride Türkiye “Avrupalılığını” kanıtlamak için dış politikasını ve bazı önemli ihale, yolcu uçağı gibi büyük yekun tutan ticari tercihlerinde ve hatta silah alımlarının en azından bir kısmında AB ülkelerine öncelik verebilir. Kısacası, ABD’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda söyledikleri ile gerçek niyetleri arasında olduğu kadar, hesap ve beklentileri ile yaşanacaklar arasında da belli bir fark olabilir. Türkiye, ABD’yi dengelemeye yönelik dünya kamuoyunda hali hazırda oluşan, bazı devletler arasında da embriyonik safhadaki gruplaşmanın bir parçası olmalı mıdır, olabilir mi ve olursa bunun sonuçları neler olabilir? ABD’ye direnmek ve/veya öyle görünmek Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır mı? Bu konuda şu fikirler öne sürülmektedir: AB üyesi ülkeler Türkiye’nin ABD’ye belli ölçüler ve şartlarda direnmesinden 

a) Sadece memnun olurlar ama bu AB üyeliğini sağlayacak ya da çabuklaştıracak boyutlarda olmaz, 
b) Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır, kolaylaştırır, hızlandırır. 

 Ankara’nın Washington ile, bazı Avrupa ülkelerinin gözünde “fazlasıyla” yakın olması, AB’nin Türkiye’nin üyeliği ile dirençlerinden sadece birisidir ve muhtemelen en önemlisi de değildir. Türkiye’nin büyüklüğü, fakirliği, kültürel ve politik farklılığı ve içinde yaşadığı problemli coğrafya AB’nin Türkiye’nin üyeliğinin önünde daha önemli engeller olarak görülmelidir. Türkiye ABD’ye Avrupa’yı mutlu etmek için değil kendi çıkarları öyle gerektirdiğinde direnmelidir. Avrupa’ya yakınlaşmak ABD ile ilişkilerin her zaman alternatifi olmak zorunda değildir ama bundan kaçınmanın çok zor olduğu durum ve konular da bulunmaktadır ve transatlantik ilişkilerindeki problemler arttıkça Türkiye bu tercihle daha sık karşıklaşmaya başlayabilir.

ABD Deniz Aşırı Askerî Varlığında Değişim Planları ve İncirlikABD’nin çıkarları ile askerî varlığı arasında çift yönlü bir ilişki olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle ABD’nin Irak savaşında kullanamadığı Avrupa’daki üs ve kuvvet yapısında değişiklikler planlaması ABD ile Avrupa arasındaki bağları geçici olmayan bir şekilde zayıflatabilir. Washington’un bu yeni planları Amerikan güvenlik politikaları ve müttefiklik ilişkileri üzerinde önemli etki yapabilir ve bir kere gerçekleştikten sonra geri çevrilmesi kolay olmayan kalıcı sonuçları olabilir. ABD’nin denizaşırı askerî üs yapısında yapmayı planladığı değişikliklerin 2005 sonundan itibaren uygulamaya geçeceği düşünülmektedir. 

ABD’nin kuvvetlerini, 
1) kendisine “sorun yaratan” ülkelerden kolaylık gösterenlere, 
2) önümüzdeki dönemde temel meşgalesi olacak olan Orta Doğu’ya uzak ülkelerden yakın olanlara, ve belki de 
3) ilerideki benzer durumlarda, büyüklüğü ve gücü ile, ABD’ye direnebilecek ve üslerin kullanımı konusunda zorluk çıkarabilecek ülkelerden, bunu yapması daha güç olacak küçük, zayıf ve ABD’ye bağımlılığı daha fazla olan ülkelere kaydırmayı düşünmektedir. 
Ayrıca ABD bir bölgede tek bir ülkeye bağımlı olmaktansa alternatiflerini çoğaltmayı ve kriz zamanlarında güç konuşlandırmak için “ Tek bir ATA  Oynamamayı ” istemektedir. 

İncirlik Üssü yukarıdaki kriterlere bakıldığında ortalarda bir yerdedir. Washington, Almanya’da konuşlanmış olan 48 adet F-16 uçağını İncirlik Üssü’ne kaydırmak ve bu uçakları kısıtlamasız kullanabilmek istemektedir[10]
Washington’un Türkiye’den üs talebinde bulunması ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığını Doğu’ya taşıması kadar -ve hatta belki de daha fazla- Washington’un Irak’ta uzun dönemli stratejik askerî üs bulunduramaması ihtimalinin belirmesi ile ilgilidir. ABD uzun süre daha Irak’ta askerî güç bulundurabilir ama bu başlangıçta planlandığı gibi bölgeyi “kolaçan etmek” ve başka bazı harekâtlar için sıçrama tahtası olmaktan çok Irak’ta düzeni sağlamakla sınırlı bir güç olabilir. Ancak ABD askerlerinin 2005 Ocak ayından sonra ülkede istenmediğinin yeni seçilecek siyasîler tarafından net bir şekilde ortaya konması halinde bu gücün kısmen kuzeye, Kürt Bölgesi’ne kaydırılması gündeme gelebilir. Böyle bir gelişme K. Irak’ın geleceği ile ilgili ciddi yeni komplikasyonlara neden olabilir. Bulgaristan ve Romanya’daki ara istasyonların hayata geçmesinden sonra Türkiye’nin önemi hava sahasına kayabilir. Malzeme ve mühimmatın depolandığı, bakımını az sayıda personelin yapacağı bu küçük üsler savaş ya da kriz döneminde geçiş noktaları olarak kullanılmak üzere dizayn edilecektir. Buradaki personelin aileleri olmadan ve sık sık rotasyona tabi tutularak konuşlandırılması planlanmaktadır. Türkiye, Almanya ve Fransa kadar güçlü değilse de 1 Mart’ta ABD’ye direnebileceğini göstermiştir. Ayrıca Ankara’nın bu üssü İran ve Suriye’ye karşı kullandırması ihtimali de düşüktür.

Ancak ABD, Suudi Arabistan’dan askerî olarak çekildikten sonra İncirlik’i de hemen kaybetmek istemeyecektir. Pentagon, İncirlik’i fiili olarak güç projekte etme anlamında değilse bile sadece buradaki varlığı ile kazanacağı bölgesel bir caydırıcılık amacıyla “saklı tutmak” isteyecektir. ABD için İncirlik sadece Güney’e değil, daha sınırlı olmak şartıyla Kafkaslar’a yönelik olarak da düşünülebilecek bir üstür. İncirlik konusuna birkaç açıdan bakılabilir. Milli egemenlik konusunu gözetecek olursak ideal olan, kendisine yönelik direk, ivedi ya da potansiyel bir tehdit olmadığı zaman Türkiye’de yabancı üs ve silahlı kuvvetlerin bulunmaması, bulunduğunda da bunların hareketlerinin tamamen kontrol altında, şeffaf, parlamentonun bilgisi, onayı ve denetimi dahilinde olmasıdır. ABD ile ilişkiler bağlamında yaklaşırsak Irak savaşından sonra Irak’ta Amerika’nın istediği türden bir düzen kurulması durumunda, İncirlik’in rolünün değişeceği ve azalacağı tahmini yanlış değildir. Ancak Irak’taki durum belirsizliğini koruduğu için bu hemen gerçekleşmeyebilir. Hukuki boyuttan bakarsak İncirlik rotasyon gibi faaliyetler için açık ve kontrollü olmak, bir açık çeki içermemek şartıyla kullandırılabilir. Ancak bu izin kontrollü ve sınırlı olmalı, buradan fiili olarak güç kullanılması ihtimalini içermemelidir. Bu konu ulusal güvenliğin de ötesinde ulusal egemenlik ile ilgilidir. Bu kadar önemli bir konuda kamuoyu bilgilendirilmeden ve ayrıntılı bir tartışma yaşanmadan karar vermekten veya taahhütlere girmekten kaçınmak gerekir. Türkiye’nin –doğru veya yanlış- çıkarlarını farklı gördüğü noktalarda Amerikan politikalarından ayrılması normal karşılanmalıdır. Washington’un isteklerine tam olarak karşılık vermemek ABD ile ilişkilerimizi bozmamalıdır. ABD’ye verilecek izin ve yardımlar süre ve şekil olarak sınırlandırılmalı, şartlara bağlanmalı, gerektiğinde Türkiye tarafından geri çekilebilir olmalıdır. ABD’nin Türkiye’deki üsleri bizim çıkarımıza olmayan şekillerde kullanabilme ihtimaline karşı önlemler alınmalıdır. Türkiye’nin güvenliğine zarar verecek gelişmeler oluştuğunda müdahale etme hakkı ve serbestisini sınırlayacak taahhütlere girilmemelidir.

ABD, PKK ve K. Irak 

Önümüzdeki 6-12 aylık dönemin K. Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını belirleyeceğini iddia etmek abartı olmayacaktır[11]
ABD’nin Irak’ta belki askerî değil ama siyasî bir yenilgi ihtimali ile karşı karşıya olması, Washington’un bu ülkenin birliğine yönelik ve zaten genelde belli bir şüphe ile karşılanan taahhüdünü zayıflatabilir. Bu arada ABD’nin kendisi de bir federasyon olduğu için Irak’ta federal bir çözüme olumlu anlamda önyargılı baktığının altını çizenlerin, ABD’deki coğrafî federal yapı ile Kürtlerin istediği etnik temelli federasyon arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamaları gerekir. ABD’deki federal birimler herhangi bir dini ya da etnik esasa göre değil, tam tersine bunu engelleyecek şekilde çizilmiştir. ABD’deki Başkanlık kurumu ülkenin birliğinin en önemli ve güçlü sembolüdür. ABD’den federal birimlerin ayrılması söz konusu olmadığı gibi İç Savaş da Kuzey tarafında başka bazı nedenlerin yanında ülkenin bütünlüğünün parçalanmasını engellemek amacıyla yapılmıştır. Irak’ın tarihi, etnik yapısı ve uluslaşma süreci ile ABD’ninkiler arasında ciddi bazı farklılıklar olsa da, sonuçta çok sık tekrarlandığı için daha az geçerli olmayan şu genellemeyi hatırlamakta fayda vardır: Etnik temelli federasyonlar, bazı istisnalar haricinde, merkezkaç kuvvetler yaratmaya, en hafif deyişle, meyilli olmakta ve hatta bunun da ötesinde adeta koşullanmaktadır.

Ülkedeki güvenlik durumunun bozulması K. Iraklı Kürtler’in bağımsızlık amaçlarını hayata geçirme isteklerini, belki haklarını ve bu konuda başta ABD olmak üzere Batı’dan destek bulma şanslarını ciddi şekilde attırmaktadır. Şu görüş, her zaman bu kadar net ifade edilmese de, yavaş yavaş daha çok taraftar kazanır gibidir: “Irak’ı kurtaramadık hiç değilse K. Irak’ta Batı yanlısı ve nispeten demokratik bir yönetim kuralım. Şu haliyle Kürtleri Irak’ın geri kalanı ile beraber yaşamaya zorlamanın pratik ve ahlaki bir gereği yok.” Irak’ın kısa vadede demokratik, laik ve Batı yanlısı olamayacağı ortaya çıkarken, bu hasletlere şimdiden sahip olduğu düşünülen Kürt bölgesinin Irak’ın geri kalanı ile ortak bir geleceğe zorlanması ihtimali azalmaktadır. K. Irak’la ilgili rahatsızlığın hem kısmen nedeni hem de çözümü Washington’dadır. K. Irak konusunda Washington’a şikayetlerde bulunmak ve bunların arkasına –içerik, doz ve tonunun nasıl belirleneceği çok hassas olmakla beraber- bazı tehditler de koymak gerekebilir. Washington’a K. Iraklı Kürtlerin taleplerine sonsuz bir sempati ile yaklaşmanın bazı maliyetleri olacağını hissettirmek gerekir. Aksi takdirde Kürtlerin talepleri, adım adım, Washington’un da pozisyonu olmaya başlayabilir. Washington, “Ankara K. Irak’ta olanlardan rahatsız, ama ne bunu engelleyecek bir gücü ya da ABD’ye verebileceği bir zarar var” diye düşünmemelidir. Sürekli olarak makul, mülayim, akl-ı selim görülmenin diplomatik anlamda maliyeti olabilmektedir. ABD Irak harekâtının başlamasından bu yana PKK’ya karşı sembolik de olsa hiçbir girişim, tehdit ya da operasyonda bulunmamıştır. Bunun için öne sürülen yeterli askere sahip olunmadığı şeklindeki bahaneler inandırıcı değildir. Washington, eğer PKK’ya karşı mücadelede ciddi olsa idi, en azından sınırlı da olsa bir hava bombardımanı ile kararlılığını gösterebilirdi. ABD bu ikisi arasında açıkça bir bağlantı kurmaktan kaçınsa da, ki zaten bunu açıkça yapması garip ve hatta çirkin olurdu, PKK’ya karşı hemen hiçbir adım atmamış olması, ister istemez ABD’nin PKK’yı Türkiye ve hatta belki de İran’a karşı hem taktiksel anlamda ve belki de stratejik boyutta bir tür koz olarak gördüğünü düşündürtmektedir.

Son on sekiz ay içinde Türk tarafının ABD tarafına PKK konusunda yaptığı eleştiri ve önerilerde bir tür “hayal gücü eksikliği” sezilmektedir. Türkiye’nin, ABD’den PKK’ya karşı harekete geçmesini istemenin yanında bunun için net mühletler vermesi ve bu sürede sözler tutulmadığı takdirde de bazı yaptırımlarda bulunma tehdidinde bulunması daha doğru olabilirdi. Ayrıca PKK’ya karşı direkt olarak binlerce Amerikan askerînin katılacağı operasyonlar yerine, yavaş yavaş tırmandırılan, başlangıçta polisiye düzeyde başlayan propaganda, hareket ve faaliyet kısıtlama, enterne etme, uyarı atışları, liderleri ele geçirme, gerekirse Türk askerlerinin de gözlemci ya da aktif olarak katılabilecekleri operasyon seçenekleri varyasyonlar sunulmalıydı. ABD’nin PKK ile mücadele konusundaki zaaflarını not etmek ve şikayetlerimizi güçlü bir şekilde, değişik kanallardan tekrar tekrar dile getirmenin yanında, kendi ev ödevimizi yaparak Washington’un önüne “reddemeyeceği tekliflerle gitmek” gerekir. Türkiye’nin, eğer bu konuda şimdiye kadar olduğu gibi sözler ve yuvarlak ifadeler dışında ciddi bir karşılık görmezse, artarak büyüyen müeyyidelere başvurması gerekebilir. Ancak, Ankara’nın başta ABD olmak üzere başka ülkelerden haklı beklentileri olsa da, PKK ile mücadele, İlker Başbuğ’un da belirttiği gibi[12], son tahlilde ve esas olarak Türkiye’nin sorunudur. Bu konuda alınacak aktif ve pasif ilave askerî önlemler olabilir. Bunlar arasında değişik zorluk, risk ve maliyetlere rağmen şu öneriler sıralanabilir: 
1) ABD, Irak hükümeti, K. Iraklı Kürt gruplar, komşu ülkeler, AB ve uluslararası kurumlara yönelik gerekli diplomatik adımlar tüketildikten, yeterli istihbarat toplanıp titizce analiz edildikten ve askerî hazırlıklar yapıldıktan sonra PKK kamplarının bombalanması, örgüt liderlerine ve üyelerine karşı sınırlı komando operasyonları ve daha büyük çapta hava indirme operasyonları yer alabilir. 
2) Ayrıca sınır güvenliğinin sağlanması konusunda emek-yoğun metotların yanında ek bazı teknik önlemler gelebilir. Sınır güvenliği konusunda elektronik sistemler, radar ve hava kuvvetleri gibi opsiyonları daha yoğun ve etkili kullanmanın yollarını aramak gerekebilir. Türkiye’nin kendi sınırlarını koruması sadece terörle değil, uyuşturucu, kaçakçılık, yasadışı göç ve sınır aşan bulaşıcı hastalıklarla mücadele için de elzem bir konudur. 
Sınırların uzunluğu, doğa ve coğrafya şartlarının zorluğu bu konudaki zaafların kapatılmasına engel olmamalıdır. Ayrıca hemen değilse bile Irak’ta işler biraz durulunca bu ülkeyle olan sınırın güvenliğinin daha kolay korunmasını sağlayacak değişiklik önerileri yapmak düşünülmelidir.

Önümüzdeki dönemde ABD’nin PKK’ya karşı nasıl tavır alacağı ile ilgili olarak aşağıdaki sekiz aşama ve ihtimalden bahsedilebilir: 
1) Washington tepkisizliğini korumaya devam edebilir, Türkiye’ye sabırlı olmasını telkin edebilir, “topluma kazandırma yasasının” kapsamının genişletilmesini önerebilir, 
2) PKK’ya karşı muğlak ve örgütün çok ciddiye almadığı tehditlerde bulunabilr, 
3) K. Iraklı Kürt gruplara PKK ile ilişkilerini azaltmalarını/kesmelerini, PKK’ya Türkiye’ye dönmesini istemelerini bildirebilir. 
4) PKK’ya yönelik tehditlerin dozunu ve netliğini arttırarak PKK militanlarından Irak’ı terk etmelerini isteyebilir, 
5) onlara belli zaman içinde ya da derhal gitmezler, teslim olmazlar, silahlarını bırakarak belli bir bölgede toplanmazlarsa güç kullanacağı tehdidinde bulunabilir, 
6) Onlara karşı sınırlı bir askerî harekâta girişebilir ve hareketlerini kısıtlayabilir, onları Halkın Mücahitleri örneğinde olduğu gibi enterne edebilir, veya 
7) Onları yok etmeye yönelik büyük bir harekâta girişebilir, ya da militanların bir kısmını ya da tamamını yakalayarak Türkiye’ye teslim edebilir, 
8) Türkiye’ye Irak’ta operasyon PKK’ya karşı zamanı ve coğrafî sınırları çizilmiş bir operasyon yapma izni verir veya ortak bir operasyona yeşil ışık yakabilir. 

ABD, Türkiye ve Büyük Ortadoğu Orta Doğu’ya örnek, model, ilham kaynağı ya da lider olarak gösterilmek gurur okşayıcıdır. Bu durum eğer bunun başta terör eylemlerine hedef olmak gibi potansiyel bedelleri olmasaydı tek başına bile yeterince olumlu bir şey olabilirdi. Çünkü, aynen şeref gibi, uluslararası ilişkiler teorisyenleri tarafından göz ardı edilen ya da küçümsenen gurur, sadece kişisel ilişkilerin değil dış politikanın da önemli bir unsurdur. Ama madem model olmanın potansiyel bir bedeli vardır, o zaman bu bedel karşılığında, en azından orantılı ve tercihen daha büyük bir şeyle tazmin edilmeyi talep etmemiz gerekir. Bunu alıp alamayacağımız başka bir şeydir ama bu bir şeyler istememiz gerektiğini değiştirmez. Uluslararası ilişkilerde sadece alabileceğimiz şeyleri istememiz gerektiği şeklindeki ve şaşırtacak kadar çok taraftarı olan düşünce yanlıştır. Eğer gerçekleşirse, AB üyelik adaylığı, AB’nin normalde yanaşmayacağı bir şey olduğu için, başka şeylerin yanında bu rolün de bir karşılığı/sonucu olarak görülebilir. Bunu zaten Türkiye’nin doğal hakkı olarak görenler varsa da kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin adaylığına karşı Avrupa’da ciddi, kolay göz ardı edilemeyecek ve zaten Avrupalı liderlerin de kolay göz ardı etmeyecekleri, popüler –ama belki de su geçirmez olmayan- argüman ve endişeler vardır (büyüklük, fakirlik, farklılık ve artı ve eksi yönleri ile eşsiz, tehlikeli ve vaatkar bir coğrafya.) Eğer Türkiye’nin oynayabileceği potansiyel “rol” ile ilgili beklentiler bu somut ve negatif argümanların üstesinden gelmeye yeterse, zaten bu Avrupa kanadından Türkiye’nin bu projeden çıkardığı önemli bir kazanç olacaktır. Türk demokrasisinin Batı tarafından “sigortalanması” ve yaşadığı coğrafyanın demokratikleşmesi ve modernleşmesi yapılan “masraf” ve üstlenilen “riskin” karşılığı olarak zaten az değildir ama Washington açısından da, “doğru şeyler yapan” ülkelerin ABD tarafından “maddi ve manevi” olarak ödüllendirildiğinin görülmesi bu projeye olan yaklaşımı müspet yönde etkileyecektir. Washington, “Türkiye gibi demokratikleşirseniz ve modernleşirseniz Türkiye gibi özel muamele görürsünüz” diyebilmelidir. Bu arada sadece- ekonomik getiriler değil, “söz hakkı”, “ağırlık ve etkinlik” ve “hassasiyetlerine ve çıkarlarına saygı gösterilmesi” gibi şeyler kastedilmektedir. 
Ankara Büyük Ortadoğu Projesi’ne, kendi entelektüel ve siyasî katkısını yapmakta ısrar ederek ve şartlı olarak destek vermelidir. 

Bu şart da sonuçta hiçbiri gerçekleşemeyen uzun bir istek listesi şeklinde değil, basit, somut ve hayati bir madde olmalıdır. Bu şey “Irak’ın ne olursa olsun bölünmemesi” olabilir. Zaten Amerikalıların da farkında olduğu ama olayların hızlanması ve karmaşıklaşması ile belki unutabilecekleri gibi Irak’ın bölünmesi BOP’un da sonunu ifade edebilir. Ancak son dönemde ABD’nin verdiği sözler ile ilgili tecrübemiz de düşünülürse bu şartın ayrıntılandırılması ve karşı tarafın sözünü tutmaması halinde uygulanacak ciddi müeyyidelerin de kayda geçirilmesi doğru olabilir. ABD’nin Türkiye’den istedikleri demokrat ve Batı yanlısı olmakla sınırlı değildir. Washington, Ankara’dan Gül‘ün Tahran’da İslam Konferansı Örgütü’nde yaptığı konuşma türünden bazı şeyler yapmasını da istemektedir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki amaçları bu ülkelerle ekonomik münasebetleri ilerletmek, onları demokratikleşme konusunda yüreklendirmek ve terör ile kitle imha silahları alanında ABD’nin askerî dahil baskısına maruz kalmalarını önleyecek adımlar atmalarını sağlamak olmalıdır. Türkiye, Washington’un mesajını bu ülkelere götürmekten gocunmamalı ama öte yandan da Tahran ve Şam ile geliştirdiği yakınlığa Washington'un vetosunu kabul etmemeli ve suçluluk psikozuna girip Washington’a “yanlış bir intiba vermemek için” bu ülkelerle diyaloğunu zayıflatma yoluna gitmemelidir. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme isteğini Batı’dan kopmak şeklinde değerlendirmek doğru değildir. ABD’deki bu yöndeki endişeler diyalog yoluyla giderilmelidir. Türkiye Washington’a, Irak ve İran konularında, “ben bunu istiyorum” ya da “buna kesinlikle karşıyım” demek yerine, kendi çıkar ve isteklerini iyi hazırlanmış, ayrıntılı, söz konusu ülkelerin halklarının çıkarlarını da gözeten ve ABD için kabul edilebilir programların içine yedirmelidir.


Türkiye BOP’un sadece tribünlere yönelik bir girişim olmaktan çıkıp, somut ve sonuçta bölgeyi daha güvenli, istikrarlı, özgür ve müreffeh bir yer hale gelmesini sağlayacak bir şekle bürünmesine kendi fikri ve siyasî katkısının ne olabileceği üzerinde düşünmelidir. Henüz nihai şeklini almadığı için etkilenmeye ve şekillendirilmeye açık olan bu süreçte Türkiye’nin girdisi sadece “eline tutuşturulan” metinler ya da okumasıyla Washington’u memnun edeceğini düşünülen “söylemlerle” sınırlı tutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğu için model, ilham kaynağı ya da lider olması “kendi sesi” ile konuştuğunda, “yerel” yönünü unutmadığında ve gerektiğinde ABD/Batı ile sıkı pazarlık yapma yeteneğine sahip olduğunu gösterdiğinde daha kolay olacaktır. Bölge halkları Türkiye’nin AB sürecinde derinden yaşadığı, modernleşme ve demokratikleşmenin “bizden istendiğinden değil bizim için iyi olduğu için ve iyi olan şekilde” gerçekleştirilmesi gerektiği şeklinde özetlenen formülle uzun süre cebelleşmek zorunda kalacaktır. Bu kitlelerin değişimin salt objesi değil sujesi de olup olamayacakları bu değişimin başarısının en kritik faktörlerinden biri olacaktır.

Türkiye’nin de yaşadığı bu coğrafyanın modernleşmesi, ABD bu yönde bir söylemle ortaya çıkmasaydı bile, Türkiye için arzu edilir bir şeydir. Bu projenin çıkış noktası, bazen ifade edildiği gibi bencil, dar görüşlü ve hatta saldırgan bir bakış açısı bile olsa, başta Avrupa ve bölge devletleri ile yakın ve kapsamlı danışmalar vasıtasıyla, bu enerji daha olumlu yollara kanalize edilebilir. Asıl sorun bölgede arzulanılır olmanın ötesinde elzem hale gelen değişimin içeriğinin, zamanlamasının, temposunun, araçlarının ve bölge halklarının bu sürece nasıl dahil edileceğinin belirlenmesidir. Ankara Washington’u, Başkan Bush’un “artık diktatörleri destekleyerek eski hataları tekrarlamayacağını” söylediği anda dahi Azerbeycan ve Özbekistan gibi benzer rejimlere verilen destekte olduğu gibi söylemiyle uygulamaları arasındaki çelişkiler olduğu konusunda uyarmalıdır. Ankara Filistin sorununun çözümünün sadece adalet duygusunun tatmin edilmesi açısından değil, bölgede müspet gelişmelerin yaşanma şansını arttıracağı için de gerekli olduğunu vurgulamalıdır. Bölgede İran gibi ülkeleri –tamamen değilse bile ciddi ölçüde- rahatlatabilecek ve böylelikle nükleer silah edinmekten vazgeçirebilecek bir güvenlik mimarisi oluşturulması ve İsrail’in nükleer silahlarının da bu sisteme bir şekilde dahil edilmesi yönünde fikirler üretilmelidir[13]

Türkiye-İsrail-ABD İlişkileri 


Türk-İsrail ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin önemli bir kalemi olduğu açıktır. İsrail’in Washington’daki gücü ve Washington’un Orta Doğu’daki iki müttefikiin yakınlaşmasından duyduğu memnuniyet ilişkinin önemli motorları olmuştur. Ancak özellikle son dönemde Türk-İsrail ilişkilerinin bir tür “serbest-düşüş” içinde olduğu görülmektedir. Özellikle İsrail’in Iraklı Kürt gruplara askerî destek verdiği iddiaları ilişkiye ciddi derecede zarar vermiştir[14]. Bu durumun Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde de etki yapması beklenebilir. İsrail, en azından ilk başta Türkiye’nin tepkisini iç kamuoyuna yönelik geçici bir jest olarak görmüş olabilir. Ayrıca İsrail Türkiye’nin elindeki istihbaratın söylentiler ve bölük pörçük bilgilerden ibaret olduğunu düşünüyor olabilir. Bir başka ihtimal de İsraillilerin, yaptıkları açıklamanın tersine, Türkiye ile ilişkilerin bozulmasının Kürtlerin oynayacakları potansiyel rolün kabul edilebilir bir bedeli olduğunu düşünmesidir. Türkiye’de resmi kurumlar dahil bir çok çevrede yakın zamana kadar -ve kısmen hala- geçerli olan İsrail’in Türkiye’yi kendisinden soğutacak adımlar atmaya cesaret edemeyeceği düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail, Türkiye ile girdiği özel ilişkinin “son kullanma tarihinin” geldiğinin değilse bile “azalan marjinal fayda” dönemine girdiğini düşünüyor olabilir. İsrail belki de, potansiyel olarak her zaman “kirişi kırabilecek”[15] Türkiye ile “kendisine her zaman bağımlı olacak” Kürtler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa ilkini seçmemeyi göze alabilir. Bir başka bakış açısına göre ise İsrail, Kuzey Iraklı Kürtleri bağımsızlığın eşiğine getirdikten sonra Türkiye ile daha güçlü bir “ittifak içi pazarlık” pozisyonu kazanacağını hesaplıyor olabilir. Bu noktada cevaplanması gereken önemli sorular arasında Türkiye’nin bu gerginliği hangi noktaya kadar götürebileceği, İsrail’in bu konudaki algılamasının ne olduğu ve Türkiye’nin İsrail’e memnuniyetsizlik ve hatta kızgınlığını “hissettirmek” için parça parça mı yoksa bir kerede büyük bir adım atması mı gerektiği de yer almalıdır. Bazı yorumcular, İsrail’in, Türkiye’nin duymak istedikleri şeyleri söyleyerek bu krizi aşabileceğini ve bir çok tahtada satranç oynadığı halde bunların hepsine hak ettiği ilgiyi vermekte zorlanan Ankara’nın dikkatinin yakında dağılacağını umduğunu düşünmektedirler. İsrail ayrıca, Washington ve New York üzerinden yapacağı uyarılarla Türkiye’yi “yeni durumu kabullenmek” zorunda bırakabileceğini hesaplıyor olabilir.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki problemler ve iniş-çıkışlarla ilgili olarak İsrail’in bakışı ne olabilir? Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulması, belli sınırlar dahilinde kalmak şartıyla, İsrail’i rahatsız etmeyecek ve hatta bir parça memnun edecek bir gelişme olabilir. Bu tür bir gelişme Türkiye’nin ABD’deki Yahudi lobisine olan ihtiyacını arttırabilecektir. Ayrıca, Türkiye ABD’den alamadığı askerî teknolojiyi almak için İsrail’e daha fazla ihtiyaç duyabilecektir. İsrail, Ankara ile Washington’un arasının bozulmasından ancak Türkiye tamamen ABD’den kopar ve başta Araplar olmak üzere Müslüman dünya ile ciddi bir yakınlaşma sürecine girerse rahatsız olabilir ki, böyle bir gelişme hala uzak bir ihtimaldir. Türkiye’de, İsrail’in haklı veya haksız şekilde, askerî anlamda Mısır’dan sonra en önemli Arap ülkesi olan Irak’ın bölünmesini ve burada Araplar için yeni bir problem oluşturacak ve dolayısıyla İsrail üzerindeki baskıyı hafifletecek bir Kürt devleti kurulmasını isteyebileceğini düşünenler çoktur. İsrail, bunu istemese bile, Ankara tarafından, bir Kürt devletinin kurulmasına yardım edebileceğinin düşünülmesinde bir sakınca görmeyebilir. Çünkü eğer Türkiye, İsrail’in bir Kürt devleti kurulmasına yardım edebileceğini düşünürse İsrail ile ilişkilerinin iyi olması için ilave bir nedeni daha olacaktır.

Sonuç 


ABD ile yaşadığımız ve Türkiye’nin belli bir süredir, Washington’un ise 1 Mart krizinden sonra karşılık bulamadığını düşündüğü “aşk”ın sona erdiğini düşünmek için yeterince neden birikmiş durumdadır. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” tahmini bugün kulaklara eskiden olduğu kadar iddialı gelmemektedir. Ancak bu beraberliğin ve hatta evliliğin bitmesi anlamına gelmeyebilir ve ilişki daha çok bir “mantık izdivacına” ya da “açık evlilik”e dönüşebilir. ABD’nin Türkiye’den global ölçekte kıyaslanmaz, ikili ilişkilerde de ciddi derecede güçlü olduğu doğrudur. Ancak yukarıdaki asimetrilerden ikincisini yüksek sesle kabul etmekte çok hazır ve aceleci olmak, karşı taraftan talep edebileceklerimizin azalmasına neden olabilir. Aradaki asimetriyi ilişkinin merkezine oturtmamak gerekir. ABD’nin Türkiye’den kat kat güçlü olması aradaki pazarlıkların da aynı oranda ve sıklıkta ABD lehine çözülmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir çok konuda pazarlığın sonucunu belirleyen faktörler aradaki güç dengesi ile sınırlı değildir. Durumsal güç (situational power), diplomatik kabiliyet, kamuoyu desteği, konuların zayıf taraf için daha hayati olması ve dolayısıyla sorunun kendi istediğine yakın bir şekilde çözümlenmesi için daha fazla çaba, zaman ve siyasî sermaye harcamaya istekli olması gibi faktörler ittifak içindeki pazarlıklarda zayıf aktörlere somut güçlerinin ötesinde sonuç alma imkânı verebilir. Görülebilir gelecekte Türkiye dahil bütün devletlerin en önemli dış politika meselelerinden biri, belki de başlıcası, ABD ile en optimal düzeyde nasıl “iş yapılacağı” olacaktır. Burada gösterilecek maharet devletlerin dış politika başarı ve başarısızlıklarının en önemli belirleyicilerinden biri olacaktır. Çıkarları birbiriyle en uyumlu aktörler arasında bile bir pazarlık sürecinin işlediğini ve Türk-Amerikan çıkarları arasındaki uyumun artık çok yakın zamana kadar kabul gören derecede olmayabileceğini unutmamak gerekir. ABD ile Türkiye arasındaki asimetrileri göstererek Türkiye’nin Washington’a uygulayabileceği müeyyidelerin olamayacağını, Türkiye’nin ABD’nin gazabından kurtulup onun tarafından affedilmesinin ve “sırtının sıvazlanmasının” zaten yeterli olduğunu düşünenler de vardır. Türkiye’nin çıkarlarının, ABD’nin sadece çıkarları ile değil istekleri ile de aynı olduğunu düşünmeye meyilli kişi ve gruplar önemli bir yanılgı içerisindedir. Amerikan hegemonyasının moral ayağı zayıflamasa ve siyasî ayağı genel bir direnç görmese doğru olabilecek bu düşünce şu an için geçerliliğini yitirmektedir. Amerika ile sıkı pazarlık yapmanın mümkün olduğu bir dönemden geçilmektedir. Bu durum bir süre sonra sona erebilir. ABD Irak gibi “stratejik fazlalıklarından” kurtulduğunda Türkiye dahil herkese asimetrik bir üstünlük sağlayabilir. Son dönemde ABD’ye yapılan üst düzey ziyaretler büyük ölçüde ABD taleplerine karşılık verme zorunluluğunun öne çıktığı gezilere dönüşme eğilimi göstermektedir. Eğer Washington’a gidildiğinde adil ve dürüst bir danışma mekanizmasının işletilmesi yerine sadece ABD’nin talep ve dayatmalarıyla karşılaşılacaksa bu tür gezilerin net getirisinin olumlu olacağından emin olmak zorlaşmaktadır. “Böyle gezileri hiç yapmayalım mı?” sorusuna cevap vermek zorsa da, sadece “dostlar Beyaz Saray’da görsün” diye Washington’a gidilmediğinden emin olmak zorundayız. Washington ile diyalog ve danışmaların sürekli ve yoğun şekilde sürmesi elbette doğru olan şeydir ama bazen Washington’un üst düzey gezileri bu amaçlardan çok büyük ölçüde Türkiye’ye taleplerini iletmek için kullandığı görüntüsü oluşmaktadır. Gezinin başarısı büyük ölçüde Türkiye’nin göstereceği çaba, atacağı adımlar ve vereceği ödünlerle ölçülür hale gelmekte, piyasanın ABD ile ilişkiler konusundaki hassasiyeti ile “başarısız” bir gezinin faturasını büyük ölçüde Ankara’nın ödeyeceği endişesi gibi nedenler gezinin içeriğine damgasını vurmaktadır. Başta ABD olmak üzere Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin sağlığının temel göstergesi “aramızın iyi olması” değil, ilişkilerin çıkarlarımızı koruma ve ilerletmeye ne ölçüde katkıda bulunduğu olmalıdır.

Washington’un Türkiye’nin AB süreci ile ilgili yaklaşımı değişik spekülasyonlara neden olmaktadır. En genel şekliyle ABD’nin bu sürece olumlu baktığına inananlarla buna inanmayanlar arasında bir tartışma yaşanmaktadır. İlk görüşü savunanlar, Türkiye’nin Batı kampına demirlenmesi, demokrasisinin garanti altına alınması ve ülkenin genel bir istikrar trendine girmesi için AB perspektifinin elzem olduğunu ve bunların hepsini kendi çıkarlarına uygun gören ABD’nin Bush’un Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında[16] olduğu gibi bu sürece verdiği desteğin samimi olduğunu düşünmektedir. Konuya bir parça daha farklı yaklaşanlar ise ABD’nin desteğinin Türkiye’nin kendisi ile ilgili düşüncelerden çok, Washington’un kendisine karşı orta ve uzun vadede – bazılarına göre ise halihazırda- rakip olabilecek AB’nin olabildiğince büyüyerek sulanması ve gevşemesini istemesiyle ilgili olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünceye göre ABD Türkiye’nin üye olmasıyla İngiltere ve yeni yeni Polonya’nın olduğu gibi AB içinde –anlamı tam olarak tanımlanmayan- bir “Truva atı” olabileceğini ummaktadır. Ankara böyle bir role razı olmasa bile Türkiye’yi hazmetme sürecinin AB’nin enerjisinin önemli bir bölümünü tüketeceği umuluyor olabilir. İkinci ve giderek daha çok taraftar bulmaya başlayan –ama belki hala azınlıkta olan- görüşe göre ise Washington, tersi söylemine rağmen, aslında Türkiye’nin AB üyeliğini arzu etmemektedir. Ancak bunun zaten mümkün olmadığını düşündüğü için, bu üyeliğe açıkça karşı durmanın “şık olmayacağını” ve bu durumun Türkiye’nin kendisine bakışını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğü için, veya bu süreci durdurmanın mümkün olmadığına kanaat getirdiği için bu arzusunu açıkça ifade etmekten kaçınmaktadır. Hatta bir başka görüşe göre Washington Türkiye’nin üyeliği konusunda yaptığı ısrarlı ve belki de abartılı çağrı ve jestlerin için için ters tepmesini ve AB üyelerinin konuya bakışını olumsuz etkileyerek bu üyeliği engellemesini ummaktadır. Bu noktada ABD’nin ve hatta Bush yönetiminin içinde farklı bakış açıları olabileceği, aslında ABD’nin bu konuda net ve değişmez bir politikası olmadığı; böyle bir politika varsa bile bunun Washington tarafından umulan türden bir sonuç vermeyebileceği ihtimalleri de yok sayılmamalıdır. Örneğin Türkiye’de Clinton tarafından bu konuda verilen desteğin hem daha “samimi” olduğu hem de Helsinki’de olduğu gibi bu yüzden olumlu anlamda daha etkili olduğu düşünülmektedir. Bush Yönetimi’nin “gerçek fikirlerini” resmi pozisyona sahip olmadıkları için daha rahatlıkla telaffuz ettiği düşünülen Richard Perle ve Bernard Lewis gibi isimlerin Türkiye’nin AB üyeliğini onaylamadıklarını ve ABD-İsrail çizgisinde kalmasını tercih ettiklerini belirtmeleri bu konuyu anlamaya çalışan kişilerin dikkate almamazlık edemeyecekleri bir nokta olmuştur.

Irak harekâtından sonra ABD’nin gözünde İncirlik ve Türkiye askerî anlamda önemini ciddi oranda kaybetmiş olabilir. Ama Türkiye, “Türk modeli” ile belki başka bir şekilde önemli olmaya devam edecektir. “Model olmak,” başka hiçbir şeye yaramasa bile Türkiye’ye demokrasisi ve ekonomisini disipline etmeye ve kendine ancak yüksek standartları münasip görmesine katkıda bulunabilir. Eğer Türkiye demokratik model olarak görülürse içeride demokrasiden kaymalar muhtemelen daha zor hale gelir. “Model olmak” Washington’un Ankara’ya bakışını da değiştirecektir. Örneğin Paul Wolfowitz’in Türk ordusunun Irak harekâtını destekleme konusunda daha aktif olmasını istediği konuşması demokratik modelle çelişmektedir ve bu söylem muhtemelen tekrarlanmayacaktır. Türk ordusu içinde AB üyeliğine yönelik pozisyonun yumuşamasında, başka şeylerin yanında, son dönemde Ankara’nın ABD tarafından maruz kaldığı muamelenin de rolü olmuş olabilir. Sadece ABD’ye mecbur olmanın Türkiye’yi kısıtlayacağı duygusu elitler dahil kamuoyunun önemli bir kısmına hakim olmuştur.

11 Eylül’ün Türk-Amerikan ilişkilerini geliştireceği beklentisi doğru çıkmamıştır. Ayrıca son dönemde yaşanan ya da daha önce başladığı halde son dönemde daha görülür hale gelen bir kısmı yapısal bazı değişimler, ilişkinin içeriği, yakınlığı ve derinliğinde önemli yenilikler yaratmaktadır. Aşağıdaki faktör ve trendler tek tek ve birbirlerini güçlendirerek Ankara’nın Washington’a bakışında kalıcı olması muhtemel değişiklikler yaratmıştır. Karşılıklı olduğu söylenebilecek ama daha çok Türk tarafından Washington’a yönelen güvensizlik; AKP’nin kısmen liderliğinin ama daha çok tabanının yakın dönemde iktidarı paylaşan diğer partilere göre dış politikada daha farklı eğilim, tercih, öncelik ve refleksleri olması; transatlantik ilişkilerinde oluşan kırık ve AB üyeliği sürecinin Ankara’nın bazı tercihlerini koşullandırması; tüm dünyada hakim olan ama sadece duygusal bir boşalma olarak değerlendirilemeyecek Amerikan aleyhtarlığı dalgası; Ankara’nın komşularla doğal olmayan kopukluğu giderme ve ticaret yapma isteği; Türk dış politikasında kamuoyunun rolünün artması, ordunun rolünün azalması ve ordunun Amerikan yanlısı reflekslerinin zayıflaması; 90’lı yıllarda Ankara’nın Washington’un Irak politikası nedeniyle ödediğini düşündüğü ekonomik ve siyasî bedelin hatırası; iki ülkenin tehdit algılamalarında oluşan farklılıklar; Saddam rejiminin devrilmesi ve Amerikan işgalinden sonra Irak’taki Kürt sorununun bir çeşit sonuca doğru gittiği ve bu konuda ABD’nin Türkiye’nin tercih ve endişelerini yeterince dikkate alamayabileceği düşüncesi; ABD ile “komşu olmanın” Türkiye’nin güvenliği ile ilgili sonuçları olabileceği endişesi.

ABD ile ilişkide daha tüccar, daha karşılıklık ilkesine dayalı, daha serbest, ne kadar mümkünse o kadar eşit ve adil, fazla bağlayıcı olmayan, her zaman her koşulda beraber hareket edilmesi şart olmayan ve işbirliğinin çıkarların ve eğilimlerin kesiştiği alanlarla sınırlı olacağı daha mesafeli bir formata geçilmelidir. Böyle bir ilişki en azından ilk başta hem ekonomik hem de siyasî anlamda “veresiye kabul etmeyen bir müessese” haline dönüşebilir. İki taraf arasındaki “güven kredisi ve likiditesi” sınırlı olacak böyle bir ilişki şüphesiz geçmişe oranla çok daha az stratejik ciro yaratacaktır. Ancak tarafların “defterleri” arasındaki farklılıklardan kaynaklanan tartışmaların yaşanmasının önüne geçilebilecektir. Türkiye’nin “babaevini terkedip artık kendi ayakları üzerinde durması” ve bazı risk ve maliyetleri olmakla beraber, bu tür bir ilişkiye geçilmesi mümkündür. Zaten bu yönde bir trend olduğu da söylenebilir.

Kaynakça;

[1] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, ABD ve Irak Harekatı: Hayır Diyebilen Türkiye”, Stratejik Analiz, (Ocak 2003), Cilt: 3, No. 33, ss. 41-46; “Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?” Stratejik Analiz, (Mayıs, 2003), Cilt 4, No. 37, ss. 46-52; “’Çirkin Amerikalı' ile ‘Güven Bunalımı’: Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, (Ağustos 2003), Cilt 4, No. 40, ss. 43-48; Mark Parris, “Starting Over: U:S-Turkish Relations in the Post-Cold War Era”, Washington Institute, (Mart 2003), Bülent Aliriza, “Seeking Redefinition: U.S.-Turkish Relations after Iraq”, CSIS, 5 Haziran 2003, TurcoPundit,http://ajp1914.blogspot.com ve http://turcopundit.blogspot.com
[2] Bill Park, “Iraq’s Kurds and Turkey: Challenges for US Policy”, Parameters, Cilt 34, No: 3 (Güz 2004), ss. 18-30.
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, (Eylül 2004), ss. 20-24.
[4] “Türk modeli”nin sınırları ve sorunları için bkz. Ömer Taşpınar, An Uneven Fit? The “Turkish Model” and the Arab World, Brookings Institution, (Ağustos 2003).
[5] Muhsin Öztürk ve M.Yaşar Durukan, “Ulusalcıların yeni Kızılelma'sı Avrusya”, Aksiyon, No: 484, (15 Mart 2004), İstanbul.
[6] Stephen Walt, “Why Alliances Endure or Collapse”, Survival, Cilt. 39, No.1, (Bahar 1997), s. 170.
[7] Graham Fuller, “Turkey's Strategic Model: Myths and Realities”, Washington Quarterly, Cilt. 27, No.3, (Yaz 2004), ss. 51-64.
[8] Paul Wolfowitz’in IISS’deki Konuşması, (2 Aralık 2002) Konuşmanın metni için bkz. ABD Savunma Bakanlığo İnternet Sayfasıhttp://www.defenselink.mil/speeches/2002/s20021202-depsecdef.html . Bu pozisyonun gayrı-resmi iki ifadesi için bkz. Morton Abramowitz ve diğerleri, Turkey at the Threshold: Europe's Decision and U.S. Interests, Atlantic Council of the United States, (August 2004); David L. Phillips, “Turkey's Dreams of Accession”, Foreign Affairs, Cilt. 83, No. 5, (Eylül/Ekim 2004), ss.
[9] Bill Park, “Strategic Location, Political Dislocation: Turkey, the United States and Northern Iraq”, MERIA, Cilt 7, No. 2 (June 2003), ss. 11-23.
[10] Yasemin Çongar, “ABD'nin yeni kuvvet dağılımı”, Milliyet, (23 Ağıstos 2004).
[11] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, (Nisan 2004), Cilt. 4, No.48, ss. 53-59.
[12] Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Konuşması için bkz Genelkurmay Başkanlığı İnternet Sayfası, 8 Temmuz 2004, http://www.tsk.mil.tr/genelkumay/bashalk/2004basinbringleri/temmuz2004/temmuz2004_basinbrifingi.htm
[13] İran’ın nükleer silah edinme isteği Türkiye’ye karşı korkulardan kaynaklanmıyorsa da nükleer bir İran’ın Türkiye’ye karşı önemli bir psikolojik üstünlük yakalayacağı ve Türkiye’nin güvenliği açısından komplikasyonlar yaratacağı açıktır. Ankara’nın, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını ve bu ülkeye yönelik bir Amerikan askerî harekatını engellemek, İran’ı demokratikleşmeye teşvik etmek ve bu sürece katkıda bulunmak ve bu ülkeyle ekonomik, siyasî ve güvenlik boyutunda ilişkilerini geliştirmek için Tahran’la yoğun ve yapıcı bir diyalog içinde olması gerekir. Türkiye bu konuda Avrupa devletlerinin ‘tatlı-sert’ üslubunu ABD’nin ‘haşin’ üslubuna tercih etmelidir. Avrupa, Irak’tan farklı olarak, İran konusunda insiyatifi kaptırmamak istediği için bu ülkeyi Amerikan müdahalesine neden olabilecek politikalardan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Danışıklı olmasa bile, Avrupa ile ABD arasında bir ‘tatlı-sert polis-kötü polis’ rol dağılımı yapılmış gibidir. Bu arada, İran’ın demokratikleşmesi, modernleşmesi ve bir güvenlik problemi olmaktan çıkması, Türkiye’nin yaşadığı coğrafyanın AB üyeliği önündeki büyük engellerden biri olmaktan çıkmasına yardım edebileceği için Türkiye için önemlidir.
[14] Seymour Hersh, “Plan B”, New Yorker, (June 28 2004), http://www.newyorker.com/fact/content/?040628fa_fact
[15] Amnon Barzilai, “Israeli arms sales to Turkey a target”, Ha’aretz, (4 Temmuz 2004).
[16] Başkan Bush’un 29 Haziran’da Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın metni için bkz. ABD Ankara Büyükelçiliği İnternet Sayfası, http://www.usemb-ankara.org.tr/bushgala.htm 
http://turcopundit.blogspot.com.tr/2004/
..