3 Aralık 2016 Cumartesi

BAYKAL'DAN ''1 MART TESKERESİ''NİN İNTİKAMI MI ALINDI?





BAYKAL'DAN '' 1 MART TESKERESİ''NİN İNTİKAMI MI ALINDI?



BAYKAL'DAN ''1 MART TESKERESİ''NİN İNTİKAMI MI ALINDI?

CHP Lideri Deniz Baykal’ın istifasına sebep olan kaset olayının ABD’nin “1 Mart” tezkeresinin intikamı olduğu iddiaları dillendirilmeye başlandı.

17 Mayıs 2010 10:20


Baykal’a kaset komplosu Okyanus ötesinden mi?

Baykal’ın istifasına sebep olan kaset olayının, okyanus ötesinden yönetildiği iddiaları ortaya atıldı. 2003’te ABD eski Başkanı Bush’un Demirel’le yaptığı bir konuşma, 
sanki Baykal’ın bugünkü durumunu anlatıyor

CHP Lideri Deniz Baykal’ın istifasına sebep olan kaset olayının ABD’nin “1 Mart” tezkeresinin intikamı olduğu iddiaları dillendirilmeye başlandı. Gazeteci Soner Yalçın’ın 
dün Hürriyet’teki köşesinde Baykal’a komployu ABD’nin kurduğu şeklindeki iması, Demirel’in en yakınındaki arkadaşı eski milletvekili İsmail Amasyalı’ya anlattıklarıyla 
bir bir örtüşüyor. DYP eski Milletvekili İsmail Amasyalı, CHP lideri Deniz Baykal’a kurulan komplonun arkasında ABD’nin olabileceğini, 9. Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel’in, baba Bush ile yaptığı bir konuşmayı örnek göstererek anlatıyor.

İşte Amasyalı’nın anlattıkları:

Amasyalı, “Sayın Demirel, 2003 yılının eylül ayında zamanında kendisine burs veren Eisenhower Vakfı`nın 50. yıl dönümü kutlamalarına katılmak üzere ABD`ye gitmişti. 
Demirel, ABD’de 2 hafta kalacaktı. Ancak 3 hafta kaldı. Demirel’i İstanbul’a dönüşünde Atatürk Hava limanı’nda karşıladım” dedi.

Amasyalı, Atatürk Hava limanı’nda 2.5 saat sohbet ettiği Demirel’in kendisine, Bush ile yaptığı ilginç konuşmayı anlattığını belirterek şunları anlattı:

“Demirel bana, ‘Amasyalı, çok vahim bir durumla karşı karşıyıyız’ dedi. Hayrola dedim. Kendisi ‘Baba Bush beni akşam yemeğine davet etti. Yemekte kendisine ikiz kulelere yapılan saldırı ile ilgili, geçmişolsun dedim. Bunun üzerine Bush bana dedi ki, ‘Bu bizim için önemli bir hadise değildir. ABD dünya devletidir. Sürpriz olmadı. 

Asıl bizim için en büyük olay, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den geçirilmemiş olması. ABD devletleri kovboydur. Bunu unutmaz. Bunun hesabını soracaktır’ dedi. Ben de kendilerine Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir’ dedim. Tekrar dedik ki, ‘Her türlü hazırlıklarımızı tamamlamıştık. ABD dünya kamuoyu önünde müşkül durumda kaldı. 

Türk Silahlı Kuvvetleri ve AKP içinden Bülent Arınç yandaşları, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet komutanları, Deniz Baykal ve MHP Genel Başkanı bunun hesabını verecektir’ dedi. Ben kendisine, Iparta’da çok ünlü olan bir “AT” hikayesini anlattım. Ardından da Türkiye ve ABD büyük bir müttefiktir. Bu tutumununuz beni çok üzmüştür’ dedim diyerek anlattı”.

Amasyalı, Demirel ile 7 yıl önce yaptığı bu konuşmayı dün sabah Deniz Baykal’a anlattığını belirterek, “Baykal, bunu hayretle ve dehşetle karşıladı. Hatta ‘bütün 
endişelerimizle örtüşüyor’ dedi” diye konuştu. (Mehmet AYDIN-Tercüman) [1]

SONER YALÇIN'IN O YAZISI

Kaset komplosunu kim hazırladı

Geçen haftanın gündeminde, Baykal'a kaset komplosu, Rusya Devlet Başkanı Medvedev'in enerji antlaşmaları için gelmesi ve Anayasa değişiklik paketini 
Cumhurbaşkanı Gül'ün onaylamasıyla yüksek mahkeme yolunun açılması vardı.

Peki, dünyanın gündeminde ne vardı? İşte bu soruyu bilenler, Türkiye gündemindeki bu üç olayın aslında nasıl birbiriyle ilgili olduğunu hemen kavrar. 

Nasıl mı?

ÖNCE bazı sorularım var:

Hangi ülkelerin petrol rezervi ne kadar: 

· Suudi Arabistan yüzde 21 
· İran 11.2 
· Irak 9.3 
· Kuveyt 8.2 
· Birleşik Arap Emirlikleri 7.9 
· Venezüella 7.0 
· Rusya 6.4

Hangi ülkeler yılda ne kadar petrol tüketiyor: 

· ABD yüzde 23.9 
· Çin 9.3 
· Japonya 5.8 
· Hindistan 3.3 
· Rusya 3.2 
· Almanya 2.8 
· G. Kore 2.7 
· Fransa 2.3 

Bir sorum daha var...

Hangi ülkelerin gaz rezervi ne kadar: 

· Rusya yüzde 25.2 
· İran 15.7 
· Katar 14.4 
· Suudi Arabistan 4.0 
· Birleşik Arap Emirlikleri 3.4 
· ABD 3.3 
· Nijerya 3.0...

Hangi ülkeler yılda ne kadar gaz tüketiyor: 

· ABD yüzde 22.6 
· Rusya 15.0 
· İran 3.8 
· Kanada 3.2 
· Japonya 3.1 
· Almanya 2.8 
· İtalya 2.7 
· Çin 2.3... 

Hangi ülkenin ne kadar üretip ne kadar tükettiğini analiz edemeyenler, bugün, ne Türkiye'deki ne de dünyadaki siyasal olayları değerlendirebilir. 
Bir ülke için enerji hayattır, ekonomik olarak büyümedir, kalkınmadır ve bağımsızlıktır. 

Osmanlı Devleti bunu bilmediği için enerji deposu bölgelerini avucunun içinden İngilizlere kaptırdı. 

Diyeceksiniz ki, “Hadi bu tablolara bakınca Rusya Devlet Başkanı Medvedev'in gelişini, enerji antlaşması yaptığını vs. anladık da, Baykal'a kaset komplosuyla bu enerji rakamlarının ne ilgisi var, onu anlayamadık?” 

Bekleyiniz biraz...

Bu Para niye Harcanıyor

Berlin Duvarı'nın yıkılıp Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle, dünya tekrar 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayıp I'inci ve II'nci Dünya Savaşı'yla süren eski kanlı paylaşım dönemine girdi. 
Bugün dünyada küresel güç dengeleri enerji paylaşımı nedeniyle yeniden kuruluyor. 

Meselenin bizi ilgilendiren bölümü ise şudur: 

Türkiye, dünya petrol rezervinin toplam yüzde 61'inin bulunduğu Ortadoğu'dadır. 

Türkiye, gaz rezervinin toplam yüzde 66.5'inin bulunduğu Rusya ile Ortadoğu'nun hemen yanı başındadır. 

Bugün hep sorudan gidelim: 

Bu enerji kaynakları üzerinde en çok kim denetim kurmaya çalışıyor? 
Yanıt basit, en az üretip en çok tüketen, yani enerjiye en çok ihtiyacı olan ABD! 
ABD enerji alanlarındaki açıklarını iyi niyet mesajları, güler yüzlü diplomasiyle mi kapatıyor gideriyor? Tabii ki hayır. 

O halde bunu nasıl sağlıyor? 

Silahla! Ya korkutarak ya da gerektiği zaman Afganistan ve Irak'ta olduğu gibi müdahale ederek. 
“Dünya jandarmalığı” da öyle kolay değil, çok para istiyor. 

Bu nedenle: 

ABD'nin Askeri harcamaları dünya toplamı içinde 41.5'tir (607 milyar dolar). 

İkinci Çin'in 5.8, 
Üçüncü Fransa'nın 4.5, 
Dördüncü İngiltere'nin 4.5, 
Beşinci Rusya'nın 4.0, 
Altıncı Almanya'nın 3.2, 
Yedinci Japonya'nın 3.2, 
Sekizinci İtalya'nın 2.8, 
Dokuzuncu S. Arabistan'ın 2.6, 
Onuncu Hindistan'ın 2.1'dir. 

ABD'nin 60 ülkede 800 askeri üssü var. 

1999-2009 yılları arasında ABD askeri harcamaları yüzde 66.7 arttı. 
Yani rakamların dili diyor ki, ABD silahını gösterip korkutarak enerji ihtiyacını gidermeye çalışıyor. Ancak sıkıntıları var. 

Birincisi... 

ABD'nin bu ağır silah harcamasının altından kalkacak ekonomik gücü giderek tükeniyor. 1980 başındaki Başkan Reagan döneminde öne çıkan finansal piyasalar ve serbest piyasa ekonomisi 2008 finans kriziyle çöküyor. 
ABD çöküşü, yıllardır karşı çıktığı kamulaştırma yaparak önlemeye çalışıyor. Devletleştirmenin faturası sadece geçen yıl 850 milyar dolar! Neyse, sizi rakamlara boğmayayım. 

Demem o ki, ABD on yıl önceki ABD değil, hızla yoksullaşıyor. 
Bu nedenle askeri müdahaleleri biraz müttefiklerinin üzerine yıkmaya çalışıyor. 
Bunlardan biri Türkiye... 

ABD, aynı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kendine gözü kapalı biat edecek bir Türkiye istiyor. 
Nasıl istediğinde, Kore'ye hemen asker gönderdi ise yine talep ettiğinde Mehmetçik'i cepheye sürmesini istiyor. 
“Netekim” istedi. 

Ancak Irak Savaşı öncesi 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM'den geçmedi. 
İşte bu tarih Türkiye için bir kırılma noktası oldu.

ABD çok kızdı. Suçlu aramaya başladı. Olağan suçlular şunlardı: 

a- TSK 
b- CHP, MHP gibi bazı partiler 
c- AKP içindeki bir grup (ki bunlar 2007 seçimlerinde milletvekili yapılmadı) 
d- Atatürkçü Düşünce Derneği gibi bazı sivil toplum kuruluşları, üniversiteler 
e- Hepsi 

Yanıtını biliyorsunuz, “e” şıkkı. 
Evet, yavaş yavaş kaset komplosuna geliyoruz...

ABD çok kızdı

ABD 1 Mart Tezkeresi'nin Meclis'ten geçmemesine “haklı” olarak kızdı! 
Çünkü adamlar, Saddam'a karşı yapacakları askeri müdahaleye destek vermeyeceğini açıklayan Başbakan Bülent Ecevit'i bu nedenle düşürmüşlerdi. 
Sandılar ki, yeni iktidar isteklerini kayıtsız yerine getirecek. 

Aksilik. Olmamıştı. Üstelik... 

Türkiye kamuoyunda ABD karşıtı sert bir hava oluşmuştu. 
Toplumsal muhalefet örgütlenmeye başlamış, milyonlarca kişinin katıldığı mitingler organize edilmişti. “Ilımlı İslam” dayatması bu muhalefeti daha da büyütmüş, güçlendirmişti. 

ABD, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun tam ortasındaki Türkiye'yi kaybedemezdi. 

O halde ne yapılacaktı? 

Türkiye'yi Soğuk Savaş'ın başlangıcında yaptığı gibi yeniden “kurgulayacaktı”. 
Yani muhalif herkes susturulacaktı. 
Siyasi parti genel başkanları, üniversite sahipleri, rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı gibi sivil 
toplum kuruluşları, gazeteciler, medya sahipleri, işadamları ve askerler gibi tüm muhalifler susturulacaktı. 

Bunu yaparken, dünya kamuoyunu ikna etmek için Rahip Santoro, Hrant Dink gibi suikastlardan, darbe söylentilerinden yararlanılacaktı. 
New York neo libarellerinin “ papağanı ” Türkiye'deki liberallerin, cemaatlerin, yeni kurdurduğu gazetelerin ve TV'lerin desteğini alacaktı. Ve büyük oyun tezgâha kondu. 

Türkiye tarihinin en büyük cadı avı başlatıldı. 

Cezaevine tıkılan, susturulan herkesin ortak noktası, ABD politikalarına karşı olmalarıydı.

Bir adam, Bu toz bulutunun arasından bir adam çıktı. “İnanmıyorum” dedi. 

Darbeye, Ergenekon'a, Balyoz'a, Kafes'e, tertip planlarına “İnanmıyorum” dedi. 
Bağımsızlıktan, demokrasiden, laiklikten, cumhuriyetten ödün vermeyeceklerini açıkladı.Hep adalete güvendiğini söyledi. 

Ulus-devletlerin bağımsız müdahale olanaklarını kısıtlayan neoliberal politikalara sırtını döndü. Rant ekonomisine dönüştürülen özelleştirmelere karşı hukuk 
mücadelesi başlattı. Gerginlikler çıkaracağı belli olan ve Türkiye'yi içe döndürüp istikrarsızlaştıracak her dayatmaya yılmadan karşı çıktı. 1990'lı yıllarda Ruanda'da 800 bin Tutsi'nin, Bosna'da 325 bin insanın soykırıma uğramasını seyredenlerin, gündeme getirmeye çalıştıkları “Ermeni soykırımı” 
iddialarını elinin tersiyle itekledi. 

Çekoslovakya'nın, Yugoslavya'nın bölünmesini alkışlayanların, Kıbrıs'ın bölünmesine şiddetle karşı çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü suratlarına vurdu. 
Kıbrıs'ın, Azerbaycan'ın yanında durdu. 
ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın Büyük Ortadoğu Projesi'yle 22 ülkenin haritasını değiştirmeyi hedeflediklerini söylediğinde, Türkiye'nin bir karış toprağını vermeyeceklerini haykırdı. 

Kürt sorununu Şeyh Barzani'ye havale edenlere tepki gösterdi. 
“Sizin en büyük ihraç kaleminiz Mehmetçik” deyip kapalı kapılar ardından hükümete milyar dolarlar vermeyi teklif edenlerin oyununu bozdu. 
Türkiye'nin Ortadoğu'da kanlı tezgâhlar içine çekilmesini isteyen Batılı diplomatlara randevu bile vermedi. Bağımsızlıkçı bir dış politikadan yana oldu. 
Toplumda yaratılmaya çalışılan korkunun üzerine gitti. 

Hukuk rejimini değiştirmeyi amaçlayan Anayasa değişikliklerine karşı çıktı. 
Muhalefeti tekrar toplayıp CHP'yi iktidara aday parti yaptı. 

Ve fakat... 

Düşman hiç beklemediği bir yerden vurdu. 
Şimdi siz hâlâ soruyor musunuz? 

Deniz Baykal'a bu hain pusuyu kimlerin kurduğunu? 
Cadı avı sürüyor...
(Soner Yalçın-Hürriyet) [2] 


Kaynak:

[1] TERCÜMAN GAZETESİ,http://www.tercuman.com.tr/v1/haber.asp?id=97794&baslik=Baykal’a%20kaset%20komplosu%20Okyanus%20ötesinden%20mi?&katid=7

[2] HÜRRİYET GAZETESİ,http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=14739020&yazarid=218&tarih=2010-05-16


***

1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ



1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ


1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Türk-Amerikan İlişkileri
Ahmet CEYLAN & İsa USLU,
15 HAZİRAN 2012






Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi Osmanlı dönemine kadar dayandırılabilse de, çağdaş dünyada iki ülkenin ilişkilerinin bir düzene girmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bölge ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, ABD’nin güvenlik stratejisinde öncelikli konular olarak yer almış ve Türkiye gerek stratejik önemi, gerekse siyasi ve ekonomik sorunlarıyla Amerikan dış politikasının ve ulusal güvenlik stratejisinin şekillenmesinde etkili olmuştur.

Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihte iki defa çok ciddi şekilde sarsıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki Kıbrıs’ta yaşanan 1963-1964 olayları sırasında ABD’nin tarafsızlık yerine açıkça Yunanistan’a yakın bir tavır içinde bulunmayı tercih etmesidir. Kıbrıs olayları sırasında ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupta Türkiye’nin elindeki Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmasını men ettiğini ve Türkiye’ye bu yüzden yapılması muhtemel bir Sovyet saldırısında, NATO anlaşmasının işlemeyeceğini bildirmesi ile başlayan kriz, İnönü’nün “ Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de onun içinde yerini alır” açıklamasıyla basına da yansımıştır.[1] İsmet Paşa’nın seçilen kelimeler bakımından “ çiğ ” olarak nitelendirdiği bu mektuptan sonra, iki ülke arasındaki ikinci büyük kriz ise ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesinde ve ABD tüm planlarını bu doğrultuda yapmışken, 1 Mart 2003’te TBMM’de Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkerenin reddedilmesiyle başlamıştır. Bu olaydan birkaç ay sonra Süleymaniye’deki Türk birliklerine saldıran Amerikan ordusu Türk askerlerini esir almış, “çuval olayı” olarak adlandırılan bu olay sonrası Türkiye’de Amerikan karşıtlığı doruk noktasına çıkmıştır.[2] Yani son yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan bazı sorunlar ve olaylara paralel olarak Türkiye’de yüksek düzeylerde Amerikan karşıtlığı yani anti-Amerikanizm’in olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Tezkereye Doğru

Aslında dikkatle incelenirse ABD’nin Irak’a müdahale ve bunun için Türkiye’den yardım talebi 11 Eylül saldırılarından çok daha öncelere gitmektedir. 1991 Körfez Harekatı’ndan sonra bu durum ilk olarak 6 Kasım 1998 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye iletilmiştir. Ancak ilerleyen dönemlerde de ABD, Irak’a askeri operasyon konusunda Türkiye’den yardım talebini yinelemiştir. Hatta bu durum Türkiye’de yapılan genel seçimler sonrasında, Bülent Ecevit’in Başbakanlığı’nda iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna da hatırlatılmış, yardım edildiği takdirde Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin kabulü için daha istekli olunacağı, PKK konusuna bir çözüm getirileceği vaatlerinde bulunulmuştur.  Özellikle Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu 1999 yılındaki, Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nden  çıkarken MİT ve CIA ajanlarının ortak operasyonu sonucu yakalanıp Türkiye’ye gönderildiği olayını, ABD bir alacağı  varmışçasına koz olarak kullanmaya çalışmıştır.

‘Seçimlerden sonra 15 Temmuz 1999’da dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen ve Başbakan Bülent Ecevit arasındaki görüşmede, Ecevit’in PKK’ya verilen destek yüzünden şikayetine karşın Cohen sürekli “bize destek olun, bırakın devirelim siz de kurtulun” yanıtını vererek Türkiye’den Irak’a askeri müdahale hususunda istedikleri yardımı tekrar dile getirmişlerdir’’.[3] Bununla birlikte, 16 Ocak 2002 tarihinde Ecevit’in TÜSİAD üyesi iş adamlarıyla birlikte gittikleri ABD’de Bush ile yapılan Beyaz Saray’daki görüşmede esas konuşulacak konular; Kıbrıs, AB ve Afganistan konuları olarak görülse de, Irak konusu da gündeme gelmiştir. Aslında Türkiye, Irak’ın uzlaşmaz rejimini desteklememiş ancak stratejik hedefleri gereği Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur.

Türkiye’ye göre eğer Irak’a bir askeri operasyon yapılırsa, Irak parçalanabilir ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulabilirdi. Keza Irak Kürtleri de Irak’ın kuzeyinde Kürt Devleti kurulması için Pentagon yetkilileriyle pazarlıklarını sürdüyordu. Ankara ise bu durumdan Türkiye’nin kesinlikle rahatsızlık duyacağını ve bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin istikrarsız laşabileceğini Amerikalı yetkililerle paylaşmıştı. Bununla birlikte Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidar olmuş ve Abdullah Gül’ün Başbakanlığı ile birlikte   Türkiye’de yeni bir döneme girilmişti.

27 Aralık 2002’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Irak’a olası bir müdahalenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde olması gerektiği vurgulanmış, Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ocak’taki BM Silah Denetçileri Raporu’nu bekleyeceklerini ve esasında savaşa karşı olduklarını söylese de, o dönemde özellikle şahsı ve hükümetin bir numaralı ismi Abdullah Gül tezkerenin geçmesi yönünde büyük mesailer harcamıştır.

1 Mart Tezkeresi ve Reddi;

 01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

Video;



1 Mart 2003 Tezkeresi - Perde Arkası
https://www.youtube.com/watch?v=TaYs7vfq30w

Peki geçmesi için uğruna bu kadar mesai harcanan ama meclisten veto alan ve bazı kesimlere göre Türk Dış Politikasını oylandığı yıldan itibaren birkaç yıl daha şüphesiz etkileyecek olan 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin içeriği neydi? Neleri kapsıyordu? İçerik olarak TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117. maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk  makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına, anayasanın 92. maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmiştir.

Daha öz bir deyişle 1 Mart 2003 Tezkeresi Irak Krizi konusunda hükümete yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin yetki veren Başbakanlık tezkeresidir. Sonuç olarak TBMM’de yapılan oylama sonucunda 250’ye karşı 264 oyla reddedilmiş ve Türkiye o tarihten sonra bunun olumlu ve olumsuz yansımalarını (dış politika bazında) tartışmaya başlamış ve bizzatihi hem devlet kademeleri hem de halk bu yansımaları hissetmiştir.

Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz CNN Türk’te yaptığı mülakatta şunları söylemiştir; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil” şeklinde bir açıklama yaparak hem şaşkınlığını hem de sitemini dile getirmiştir.Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myres’in , Türk mevkidaşı ile yapmış olduğu görüşme esnasında telefonu fırlatmış olduğu iddilarıda gerilen ilişkilerin akıbeti hakkında bir başka ip ucu vermektedir.[4]

Sonuç

Sonuç olarak 1 Marttaki tezkerenin reddi, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntıya girdiğinin habercisi olmuştur. Bu dönemde ilerleyen tarihlerde yaşanan çuval krizi iki ülke arasındaki ilişkileri daha derinden yaralamış ve Ankara, Washington’la ilişkileri yeniden gözden geçirme kararı almıştır. Yine diyebiliriz ki 1 Mart Tezkeresi dönemi, bir anda karşımıza çıkan, karmaşa ve gerginlik yaratan sıkıntılı bir süreçtir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye’de endişe, sıkıntı, itiraz, eleştiri yaratan bir süreç de olmuştur. Bu dönemde hükümet yetkililerinin kafası karışmış, tek bir ağızdan konuşmamış, zaman zaman birbirleriyle çelişen, çatışan yanlış açıklamalarda bulunmuşlardır. 
Bu reddedilme de bazı değerlendirmeler gündeme getirmiştir. 
Tezkerenin reddedilmesinde diğer bir unsur da AKP’nin bölünmesi olmuştur. Bu dönemde konuya ilişkin parti disiplini ve dayanışması kaybolmuş, Gül ve Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi lehindeki tüm çabaları yetersiz kalmıştır.

Tezkerenin reddi sonucunda müdahaleye katılamayan Türkiye, yanı başındaki bölgede denklemin dışında kalmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın toprak bütünlüğünün  korunamaması ve istikrarının sağlanamaması, olası bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimali Türkiye’nin yanı başındaki bölgede pasif durumda kalacağı izlenimlerini doğurmuş ve sonraki süreçlerde dış politikada daha aktif rol oynanması gerektiği düşüncesi her zaman dile getirilmiştir.


Ahmet CEYLAN & İsa USLU


KAYNAKLAR;

[1] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[2] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[3] Akçay, Ekrem Yaşar, 2010, ‘‘ Karar – Alma Yaklaşımı Çerçevesinde 1 Mart 2003 Tezkeresi ’’.

[4] Hürriyet, Erişim Tarihi: 16.05.2012, Erişim Adresi: http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/03/27/267658.asp.



http://politikaakademisi.org/2012/06/15/1-mart-tezkeresinin-turk-dis-politikasina-etkisi/



1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ



1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ



1 Mart Tezkeresinin Önemi
24  Eylül 2016

Osman N. Ararat  
Makale

Suriye’de son dönemde yaşanan önemli gelişmeler  01 Mart 2003 tezkeresini yeniden gündeme getirdi. 01 Mart tezkeresinin yankıları devam etmekte ve 
‘‘Tezkere geçmeli miydi? geç­memeli miydi?’’ tartışması bugün bile  hâlâ yapılmaktadır.

Açık kaynaklara yansıyan haberlere göre, önceki hafta Latin Amerika gezisi dönüşünde gazetecilerin soruları cevaplayan Cumhurbaşkanı Erdoğan,  
1 Mart tezkere döneminde yaşananları hatırlatarak “ Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. 1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 
Çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti” diye konuştu. Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 
1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesiyle büyük hata yapıldığını vurguladı. “1 Mart tezkeresi geçseydi ve Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak böyle olmazdı” yorumunu yaptıktan sonra, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum” diyerek önemli bir mesaj verdi.

Şimdi 2003 yılına dönerek, anılan yıllarda Irak’taki gelişmeleri hafızamızda tazeleyelim.

 ABD’nin Irak’ı İşgali

 Dönemin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 9 Mart 2003 tarihinde yapılan Siirt milletvekili yenileme seçimi ile parlamen­toya girmesinden sonra, 
AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Cumhuriyet Hükümeti, 11 Mart’ta istifa etti. Erdoğan baş­kanlığındaki 59. Cumhuriyet Hükümeti 
(2. AKP Hükümeti) de 14 Mart 2003’te kuruldu.

Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki yeni hükümet henüz daha kurulmadan ve güvenoyu alarak işe başlamadan çok önce, Irak krizi patlak vermiş ve 1 Mart tezkeresi reddedilmişti. Daha sonra uzun süre tartışma konusu olan 1 Mart tezkeresinin reddi konusu, bu konusu krizi kucağında bulan yeni hükümeti bir hayli meşgul etmişti.

Kriz, ilgili tarafların inatçı tutumu yüzünden aşılamamış, sonuçta ABD koalisyon ortakları ile birlikte 3 Mart 2003 ta­rihinde Irak’a karşı saldırıya geçmişti. 
ABD’nin saldırı gerekçesi, Irak’ın elindeki kimyasal silahlar, 11 Eylül 2001 olayının intika­mının alınması ve Saddam Hüseyin’i devirerek Irak’a sözde de­mokrasinin getirilmek istenmesiydi. ABD, tüm dünyanın ‘demokrasi şampiyonu’ olarak sözde de­mokrasi ihraç edeceği vaadiyle ve ellerinde mevcut kimyasal si­lah aldatmacasıyla Irak’a savaş açtı.

3 Mart 2003 günü başlayan II. Körfez savaşı yapılan tahmin­lerin aksine kısa sürdü. Harekâttan önce Saddam ve yönetimi­nin ABD’ye verdikleri gözdağı ve bu yöndeki sözleri boş çıktı. 20 Mart 2003 tarihi itibariyle Bağdat düştü, Saddam kaçtı. Öteden beri toprak bütünlüğünden yana olduğumuz Irak, kuzeyde Kürt­ler, ortada Sünniler, güneyde Şiiler olmak üzere fiili olarak üçe bölündü. Binlerce müslüman arap kadınının namusu zedelendi, yüzbinlerce insan öldü, iki milyon çocuk yetim ve öksüz kaldı.

Bizim açımızdan ise, artık ABD’nin kontrolü altında giren ve bizi doğrudan ilgilendiren Kuzey Irak topraklarında, öteden beri varlığını sürdüren Kandil dahil terör yuvaları pekiştirildi, terör kamplarına iyice yerleşildi, bölgede meydana gelen istikrarsız or­tamdan yararlanan PKK yeniden palazlandı. Ortaya çıkan boşlu­ğu iyi değerlendirerek ve bunu fırsat bilerek ABD’nin gözetimi ve himayesinde yeniden derlenip toparlanmaya başladı.

Nitekim 2003 yılının ikinci yarısına gelindiğinde, terör ve şid­detin kaldığı yerden olanca hızıyla yeniden başlayacağı yönünde emareler görülmeye başlandı. Bir süredir bölgede duran kanın ye­niden akmaya başlayacağının sinyalleri bölücü örgüt tarafından verilmeye başlandı.

01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

ABD’nin Irak’ı işgalinin bizi yakından ilgilendiren önemli si­yasi meselesi 1 Mart Tezkeresi  olayı olmuştur. 1 Mart 2003 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi günlerinden biri­ni yaşıyordu. Hükümet tarafından Türk Askerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi için hazırlanan tezkere ile Irak’a girilecekti. ABD’nin plânı belliydi. 

ABD liderliğindeki koalisyon güçleri de Türk topraklarını kullanarak kuzeyden Irak’a girecek, güneyden de Basra Körfezi ve Kuveyt toprakları kullanılarak, Irak çift taraflı bir kuşatmaya maruz bırakılacak, sıkışan Saddam direnemeye­cek ve işi çabucak bitirilebilecek ti. Tüm hazırlıklarını buna göre yapmışlardı.

Bilindiği üzere, ABD Irak’a yapacağı harekât için daha önce o dönemde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki hükümet ile anlaşmaya varıl­mış, ABD ordu birliklerinin 
konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazırlıklar yapılmış, hatta araziler bile kira­lanmıştı.

Mart 2003 ayına gelindiğinde, Meclis’te iki parti vardı; AKP’nin sandalye sayısı 361, CHP’ninki 178’di.

Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. Maddesinde öngörülen 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere dört oy farkla reddedildi.

Savaş gemilerini İskenderun Limanı’nda tezkerenin geçmesi için bekleten ABD büyük bir hâyâl kırıklığı yaşadı. Bu hâyâl kı­rıklığını, Türkiye defterinin bir köşesine sonradan acısını çıkart­mak üzere not etti. Bu sonuç yapılan oylamada 95-100 civarında fire ver­diği tahmin edilen çoğunluktaki ve tek başına iktidardaki AKP’de de şaşkınlığa sebep oldu.

1 Mart tezkeresinin reddedilerek meclisten geçmemesi ülke­de büyük yankılar uyandırdı. Kamuoyu ikiye bölündü, ekran­larda ve gazete köşelerinde gelir-gider, kayıp-kazanç tabloları hazırlandı.

Türkiye ABD’yi ‘ Yarı Yolda Bıraktı ’

Koalisyon güçlerine Türk topraklarını, Türk askerine de Irak’ın kapısını açacak tezkerenin reddedilmesi, okyanus ötesin­de adeta deprem etkisi yarattı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde ya­şananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı “ Decision Po­ints ’’ adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

‘’Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin as­keri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardım­da bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı)  Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart’ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hâyâl  kırıklığına ve hüsrana uğramış­tım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.’’

Şaşkınlığa uğrayan sadece Bush değildi. Dönemin ABD Sa­vunma Bakanı Donald Rumsfeld de “Bilinen ve Bilinmeyen’’ isimli kitabında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgili şunları yazacaktı:

‘’Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM, jilet farkıyla ABD’nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikin­den destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olma­sının yanında, siyasi bir utançtı.’’

 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, Türkiye’de de uzun süre tartışıldı. Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını sa­vunuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, aradan 13 yıl geçtikten sonra konuyla ilgili önceki hafta gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna karşılık şu açıklamayı yaptı.

“Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. Karşı olanlar bunu söylemediler. O zaman Bush benden bir ricada bulundu. Ama maalesef kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. 1 Mart tezkeresi geçseydi bu Türkiye’yi masaya getirecekti. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. 

Türkiye olarak hassasiyetlerimizi korumak zorundayız. Bu hava sahası aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundalar. 
Bunlar aynı zamanda herkes için test niteliği taşıyor. Her türlü ihtimale karşı hazır durumdayız. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemize yönelik tehditlere karşı her türlü yetkiye sahiptir.”

1 Mart Tezkeresinin Esası

Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin politik-askeri önemi, her şeyden önce o tarihlerde Türk kamuoyuna iyi anlatılmamış, halk aydınlatılmamış ve yeterince bilgilendirilmemiştir.

Türk kamuoyu tarafından o dönemde öyle sanılıyordu ki, Tür­kiye ABD’nin yanında ve koalisyon ortakları ile birlikte savaşa gi­recek, Irak’ın bir bölümünü işgal edecek ve Saddam’ın devrilme­sine ortak olacak ve Irak’a demokrasinin gelmesini sağlayacaktı. Savaşın izleri bununla da kalmayacak, ABD askerleri savaş baha­nesiyle Türk topraklarını işgal edecek, bölgeye getireceği 65 bin civarındaki askeri ile Güneydoğu Anadolu’muzun belli yörelerin­de çöreklenecek, buralarda uzun yıllar kalacak ve kolay kolay bir daha da çıkmayacaktı. Halkın nezdinde böyle bir algı oluşmuştu. Hâlbuki durum bundan farklıydı. İşin doğrusu şu şekildeydi.

Türkiye her şeyden önce savaşa, fiili çatışmaya falan girmeyecekti. ABD ve koalisyon ortakları tarafında yer almayacaktı. Sadece kendi mil­li güvenliği, bekası ve kendi menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’ta sınırdan itibaren, 4-5 Tugay seviyesinde, 20- 25 bin asker ile, 15-20 km. ilerleyerek—batıdan doğuya PKK kamplarını da içine alacak şekilde—en doğuda İran sınırına kadar, önceden plân­lanmış belli hatta kadar ilerleyecek, bu hatta duracak ve bölgenin emniyetini alarak belli üs bölgeleri oluşturacaktı. Bu durum bize avantaj sağlayacaktı. Zaten Özel Kuvvetlerimiz oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçişe müsait alanlarda güvenli bölgeler tesis edilecek ve uzunca bir süre orada ka­lınacaktı. Böylece, hem geçişler kontrol altında olacak, hem de PKK Terör Örgütünün bölgedeki etkinliği önemli ölçüde kırıla­caktı.

Her ne kadar 1 Mart tezkeresinin reddiyle ABD askerlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girmeleri ve Güneydoğu Anado­lu’da üslenmeleri engellenmiş ise de, bu kez de, ABD ve koalisyon askerleri Türk hava sahasını ve Adana’da konuşlu İncirlik hava üssünü serbestçe kullandılar. Çünkü oylanan tezkerenin içeriğinde Türk hava sahasının kullanılması ile ilgili tahdit edici bir madde yoktu. Söz konusu üsten havalanan uçaklar kuzeyden Irak’ın yoğun hava bombardıman ına iştirak ediyorlardı.

Esasen tezkerenin reddi bir işe yaramamıştır. Yine yabancı kuvvetler bu kez hava sahamızı kullanarak icra ettikleri harekâta istedikleri desteği rahatlıkla sağlamışlardır. 
Tezkereye karşı çı­kanların, İncirlik Üssünü ve özellikle I. Körfez Savaşından sonra bölgeye tarafımızdan davet edilen Çekiç Gücün varlığını nasıl iç­lerine sindirdikleri ve hazmettikleri de ayrıca merak ve tartışma konusudur.

Bunun yanında, tezkereye karşı çıkanların gözden kaçırdıkla­rı bir nokta daha var. Tezkerenin reddedilmesi durumunda Tür­kiye’nin bölgede izleyeceği politik ve askeri durum değerlendi­rilmesi yapılmamış, böyle bir durum karşısında bölgedeki yeni muhatabımız ABD’ye karşı izlenecek politik ve askeri tedbir ve öngörüler ortaya konulmamıştır. Tezkerenin geçmemesi görüşünde olanlar tarafından, sadece tezkerenin reddedilmesi gerek­tiği yönünde kuru fikirler ortaya atılmış ve savunulmuştur.

01 Mart tezkeresinin kabul veya reddi arasındaki fark

Tezkerenin geçmesi durumunda Türkiye’nin izleyeceği yol, alacağı tedbirler askeri ve siyasi olarak önceden ayrıntılı bir bi­çimde plânlanmıştır. Ancak aksi durumda, yani tezkerenin geç­memesi durumunda, Türkiye’nin izleyeceği politika ve alacağı askeri tedbirler belirsizdir ve böyle bir plânlama yapılmamıştır. Bu yapılmadığı için 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye’ye pahalıya mal olmuştur. Bir başka ifadeyle bu işin faturası ağır olmuştur. Bu faturanın neden olduğu olayları şöyle sıralamak mümkündür.

Tezkerenin TBMM’den geçmemesi, Kuzey Irak’ta belli bir hatta kadar ilerlemesi plânlanan ve en üst düzey alarm seviyesin­de hazırlık yaparak Kuzey Irak sınır hattında günlerce bekleyen birliklerimizde hâyâl kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, İç Güvenlik Bölgesinde ki birliklerin moral ve motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir.

PKK Terör Örgütü mevcut durumdan geniş ölçüde lehine olacak şekilde yararlanmış, bölgedeki boşluktan istifade ile böl­gede cirit atmaya başlamış, silah sayısını önemli ölçüde artırmış, tam da istedikleri ortama sahip olmaları morallerinin yükselmesine neden olmuş, yeniden derlenip toparlanarak 1999’da terö­rist başının yakalanmasıyla bölgede kısmen sağlanan sükûnetli ortam bozularak yeniden çatışma ortamına geçilmiştir. Hâlbuki Türk askeri Kuzey Irak’ta olsaydı, daha önceki yıllarda defalar­ca girip-çıktığı ve avucunun içi gibi bildiği bölge PKK’ya teslim edilmezdi.
ABD’nin PKK’ya bilinen sempatik tutumu daha da artmış, öyle ki yaptıkları silah yardımı yanında, Kuzey Irak’a gönderdik­leri bazı elemanları sayesinde PKK’ya eğitim desteği verdikleri bile tespit edilmiştir. Böylelikle, bölgede terör, şiddet ve çatışma ortamı yeniden başlamış, PKK bu kez yoğun olarak uzaktan kumanda ile patlattıkları mayınlar sayesinde kendini göstermiş, çok sayıda cana mal olan mayın ve bombalama eylemleri ile birlikte, güvenlik güçleri terörle mücadeleye sil baştan yeniden başlamışlardır.

Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla birlikte Erbil’de, Süleymaniye’de ve bölgenin daha birçok yerinde yapılan sevinç gösterileri ve nümayişler esnasında ne yazık ki Türk Bayrağı da ya­kılmıştır. Türkiye’ye karşı kin ve nefret tohumları yeniden yeşer­tilerek etrafa zehir saçılmaya devam edilmiş ve bölücülük had safhaya ulaşmıştır.

Daha önce Türk Askeri karşısında el-pençe divan duran Mesut Barzani ve ona bağlı unsurlar, ABD’den cesaret alarak bu sefer Türkiye’ye kafa tutmaya ve küstahça açıklamalar yapmaya başlamış, ‘‘Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Di­yarbakır’a karışırız’’ deme cesaretini göstermiş ve bu durum ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesine kadar devam etmiştir.Bu arada yine bilindiği gibi 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de me­şum bir olay yaşanmıştır. Bu bölgede konuşlandırılmış Özel Kuvvetlerimizin üs olarak kullandıkları binaya ABD askerleri tarafın­dan Barzani’nin peşmergeleri ile işbirliği ve koordinasyon içinde baskın düzenlenmiş, 11 askerimizin kafasına çuval geçirilerek 60 saate yakın bir süre esir alınmıştır. Bu durum, kamuoyunda geniş yankı uyandırmış, sırf 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi nedeniyle ABD askerleri tarafından yapılan bir nevi intikam alma ve cezalandırma şeklinde algılar oluşmasına neden olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye bu durumun yarattığı ezikliğe askeri ve siyasi olarak istenilen ve gereken biçimde cevap verememiştir.

Bölgede bulunan Türkmenler tecavüz ve saldırılara maruz kalmış, binlerce Türkmen hunharca şehit edilmiştir. Irak’ın işga­linin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul’da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairele­rinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların tamamı yakılmıştır.

II. Körfez savaşından sonra 2004 yılından itibaren Kuzey Irak’taki boşluktan yararlanan PKK eylemlerini artırarak bugünlere gelinmiştir
ABD’nin Irak’ı işgali Türk ekonomisine olumsuz yönde yansımış, terörle sürdürülen mücadele maliyetinin iki kat artmasına neden olmuştur.

Pek tabiidir ki, 01 Mart tezkeresinin reddinin olumsuz sonuçları bunlarla sınırlı kal­mamıştır. Yukarda sıralanan olumsuzluklar sadece bilinen ve ba­riz olumsuzluklardır. 

Bunun yanında, kamuoyunca bilinmeyen siyasi ve askeri daha birçok durum Türkiye’nin aleyhine olarak gelişme göster­miştir.

Peki, şayet tezkere geçip Türk askeri Kuzey Irak’a girseydi ne olurdu?

Her şeyden önce yukarda sıralanan olumsuzlukların hiçbiri yaşanmazdı. Terör, şiddet ve çatışma ortamı kesinlikle 2004 yılın­dan itibaren giderek tırmanan bir özellik gösteremez, hâlihazır ulaştığı seviyeye gelemezdi.
Türkiye kendi güvenliği ve bekası ile ilgili konularda daha etkili tedbirler alırdı. Kuzey Irak’ta bulunan terör yuvaları ve kamplar kontrolümüz altında bulunacağından teröristlerin ser­bestçe bölgede dolaşmaları engellenir ve PKK yeniden palazla­namazdı.Türkiye’nin Orta Doğu’daki hâkimiyeti artar, bölge ülkeleri üzerinde müteakiben uygulayacağı politikaların belirlenmesinde etkin rol üstlenir ve söz sahibi olurdu.Barzani ve peşmergeler, Türkiye’ye karşı bu derecede hasmane tutum gösteremez, politika izleyemez ve küstahça açıkla­malarda bulunamazdı. Bölgedeki Türkmen nüfusa vaki saldırı ve tecavüzlere mani olunurdu.ABD askerleri sanılan ve iddia edilenlerin aksine Türkiye sınırları içerisinde uzun yıllar kalamazdı. Zaten Güneydoğu’da üs­lenmelerinin asıl nedeni harekâtın kuzeyden lojistik desteğini sağlamaktı. Bu maksatla Silopi, Cizre, Nusaybin ve Kızıltepe böl­gelerinde tesis edecekleri lojistik üsler geçiciydi. Harekât amacına ulaştığında çekileceklerdi.

En önemlisi de, Süleymaniye’de yaşanan ve Türk toplumunu derinden yaralayan çuval olayı yaşanmazdı.

1 Mart tezkeresi sürecinde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki 1. AKP hükümeti tarafından yapılan en büyük hata, henüz tezke­renin akıbetinin ne olacağı belli olmadan, ABD ile yapılan anlaş­malar ve tezkerenin geçeceği yönünde verilen ümitlerdir.

Hâlbuki hükümet tarafından söz konusu tezkerenin reddedilmesi ihtimalinin de olabileceği göz önünde bulundurularak, bu konuda ihtiyatlı bir siyasi irade ortaya konulmalıydı. ABD ordu birliklerinin temsilcileri tezkere geçmeden Türkiye’ye davet edilme­meli, İskenderun körfezinde günlerce bekletilmemeli,  
konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazırlıklara ve arazilerin kiralanmasına izin verilmemeliydi.

Tezkere sürecinde, ABD’ye karşı bu konuda istikrarlı bir irade gösterilseydi, iki ülke arasındaki ilişkilerde derin çatlaklar mey­dana gelmezdi.

Tüm bunlar gösteriyor ki, sadece dört oyla reddedilen tezke­renin Türk siyasi, askeri ve diplomasi hayatında önemi büyük­tür. Türkiye o tarihte tarihi bir fırsattan daha yararlanamamıştır. Mecliste yeterli çoğunluğa sahip iktidar partisi içerisinde tezkereye verilen ret oylarının tamamı Güneydoğu Anadolu milletve­killerinden gelmiştir. Neden böyle olmuştur? Cevabı çok basittir. Şayet tezkere geçseydi PKK’nın bölgedeki etkinliği azalacak, yok olacak, PKK belki de silinip gidecekti.

Diğer taraftan, Silahlı Kuvvetlerin tezkere karşısındaki tutumu da çok eleştiri görmüş, günlerce konuşulmuş ve tartışılmıştır. ABD’nin güvenlikten sorumlu yetkili makamları, tezkerenin geçmemesinin baş sorumlusu olarak Silahlı Kuvvetleri göstermişler, sorumluluğu bu kuruma yüklemişlerdir. Tezkerenin acı
faturası adeta Silahlı Kuvvetlere kesilmiştir.

Sonuç

Türkiye gerek I. ve gerekse II. Körfez Savaşın­dan sonra, bölgede doğru politikalar üretip yürütemediğinden her iki savaşın sonunda kendi beka ve milli güvenliği bakımından zararlı çıkmıştır.

Birinci Körfez savaşı sonunda o tarihte işbaşında bulunan Turgut Özal hükümeti zamanında ABD talebi uygun karşılandı ve Çekiç Güç Türkiye’ye davet edildi. 
Böylece Kuzey Irak’ta bir Kürt Bölgesi oluşumu gerçekleştirildi. 36. paralelin kuzeyi Kürtler için güvenli bir bölge olarak ilân edildi. O zamana kadar dağlarda yaşayan Barzani ve peşmergeleri bu fırsattan istifade ederek Ku­zey Irak’ta devlet olma istidadı göstermeye başladı. Yani ABD’nin teşvik ve desteği ile bölgede bir Kürt devletinin kurmanın temelleri ilk kez I. Körfez Savaşı sonunda atıldı.

İkinci Körfez Savaşı esnasında ise 1 Mart tezkeresi reddedi­lerek bu kez Kuzey Irak bölgesinin Türkiye’ye yakın bölümü tamamen bölücü örgütün kontrol ve denetimine terk edildi. Terör ve şiddete davetiye çıkarıldı. Tezkerenin reddi PKK tarafından çok güzel kullanıldı ve istismar edildi. Örgüt buradan aldığı güç ve cesaret ile 2004 yılından iti­baren  kanlı eylemlerine yeniden başladı.

Türkiye, stratejik seviyede Irak ve Kuzeyi ile ilgili atması ge­reken doğru adımları ters istikamette attı. Bir yandan yıllarca “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız’’ 
dedi, öte taraftan kendi iradesi ile Çekiç Gücü ülkesine yerleştirerek Irak’ın bölünmesine ve Kuzey Irak’ta Kürt Devletinin oluşumuna davetiye çıkardı. II. Körfez savaşı sırasında da 1 Mart tezkeresini reddederek kendi milli menfaatlerini tehlikeye atacak ve zarar görecek şekilde uy­gulamalarda bulundu.

Şimdi Türkiye yukarda açıklanan ve 13 sene önce Irak’ta yaşanan olay ve gelişmelerden ders çıkararak, Kuzey Irak gibi bir ‘’Kuzey Suriye’’ oluşturulmasına seyirci kalmamalı, engel olmalı ve izin vermemelidir. Önümüzde yakın vadede Türkiye’nin güvenliği,  bekası  ve toprak bütünlüğü için askeri seçenek de dahil her türlü önlemi alınmalıdır.

http://ankaenstitusu.com/1-mart-tezkeresinin-onemi/

..

EĞİTİMDE DEMOKRATİK LİDERLİK VE İLETİŞİM



EĞİTİMDE DEMOKRATİK LİDERLİK VE İLETİŞİM 



Arş.Gör.Sinan YÖRÜK*
* Fırat Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü.  
Yrd.Doç.Dr.İbrahim KOCABAŞ** 
** Fırat Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü. 


ÖZET 

Yaşadığımız toplumda, özellikle eğitim yönetimindeki liderliğin türü ve niteliği son derece önemlidir. AB’ye hazırlandığımız şu günlerde ülkemizde tartışılarak 
oturtulmaya ve yaşanır hale getirilmeye çalışılan konu demokrasidir ve ülke genelinde yönetimin tüm kademelerinde demokrasinin yerleşmesi ve demoktratik liderlik üzerinde çokça durulmaktadır. 
Demokratik liderlik komple bir liderliktir. Birçok öğesi vardır. Katılım, eşitlik ve özgürlük, uzlaşma, iletişim, duygusal zeka (insan ilişkileri), işbirliği; gücün kullanımı, demokratik kültür, demokratik liderlikte kalite bu unsurların maksimum seviyede eşgüdümüyle gerçekleşir. İletişim, öğesinin demokratik liderlik üzerindeki etkisi tartışmasızdır. Zira örgüt içinde ortaya çıkan moral bozukluğu, örgütte katılımın azalması ve örgütte koordinasyonun sağlanamaması, liderlerin iletişim becerisine sahip olmasını gerektirir. 


Anahtar Kelimeler: Demokrasi, iletişim, liderlik 

1. GİRİŞ 


21. yy’a girdiğimiz şu günlerde globalleşen dünyada demokrasi ve onun öğeleri olan özgürlük ve eşitlik, katılım, işbirliği v.b. kavramlar popüler konu olmakta ve insanları bu kavramlar etrafında birleştirmektedir. Bu kavramlarla birlikte eğitim yöneticilerinin üzerinde durdukları kavramlardan bir tanesi de liderlik kavramıdır. Liderin örgüt üzerindeki etkisi üzerine birçok araştırma yapılmıştır. Liderlerin örgütler üzerinde otoriter ve demokratik liderlik tipleri sergiledikleri görülmüştür. Yapılan araştırmalar sonunda liderlerin demokratikliği tartışılmaya ve otokratik liderliğe duyulan isteksizlik, yönetilenler tarafından dile getirilmeye başlanmıştır. Demokratik liderlik bir sembol mü yoksa bir yaşantı ürünü davranışların bir sonucu mudur? gibi sorularla demokrasinin öğeleri irdelenmeye ve bu öğelerle demokrasi arasındaki ilişki ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. 
Demokratik liderlik başta katılımcılığı, işbirliğini ve yukarıda saydığımız kavramlarla içli dışlıdır. Demokratik liderliğin temelinde örgüt içi uyumun önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Örgüt içi katılımın sağlanmasında diğer öğeler gibi çok önemli olan bir kavram da iletişimdir. İletişim engellerini kaldırmada insanları katılımcı yapamazsınız. Örgüt içi mesajlardaki şifreleri çözmek iletişim öğesini bilmeye bağlıdır. 

 Demokratik Liderlik 

Yaşadığımız demokratik toplumda, özellikle eğitim yönetimindeki liderliğin türü ve niteliği son derece önemlidir. Eğitim, bu çalışmanın birinci bölümünde tartışılan kişi ve toplum yaşamındaki önemi nedeniyle, yeterli bir eğitim sisteminin yaratılması ve bu sistemin çağdaş gelişmelere uyarlanarak yaşatılması için üstün niteliklere sahip liderliğe olan gereksinme büyüktür. Demokrasiye, halkın gücüne, eğitimin toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmedeki önemine içtenlikle inanmış olmak, eğitimin temel değer ve ideallerini benimsemek, belirli bir süre başarılı öğretmenlik yaşantısına sahip olmak, yönetim alanında yeterli bir eğitim almış olmak, alt ve üst 
sistemlerle sağlıklı iletişim ve etkileşimde bulunabilmek, yönetimde liderlik için aranan niteliklerdir (Kaya, 1996:147-148). 


Başlangıçta liderler aniden ortaya çıkarlar. Görevleri tamamlayıcı ve ücretsizdir. Bir süre sonra, profesyonel lider olurlar. Bu aşamada, sürekli ve değişmezdirler. 
Sistemlerin tutucu kalması nedenlerinden biri de budur. Böyle liderler, statülerini tehlikeye düşürecek girişimlerden kaçınırlar. Hatta statülerini korumak için, sistemleri amaçlarından bile saptırabilirler. Ancak böyle kurumsal sürüklenmelere, liderler kadar, yapısal bozuklukları bahane eden izleyenler de yol açabilir. 

Liderler varsayımlarını kurumsal yapılar değil, insan davranışları üzerine kurmak zorundadır. Özellikle demokratik liderler, kurumların yapısından çok, grupların ilişkileri üzerinde çalışırlar. Zaten sistem teorisi de, yapıdan çok ilişkiyi önemser. Günümüzde yapı ve süreç üzerinde yoğunlaşan yönetim anlayışı, liderliğin önemini gölgelemiştir. Halbuki yenilik ajanları liderlerdir, çünkü büyük amaçlara ve değerlere yönelecek izleyenleri, liderlerin ön seziye dayalı yetenekleri sağlar. Liderler sadece çevrelerine iyi görünebilmek için değil, doğru ile yanlışı seçebilecek ve bu seçimlerini savunabilecek dürüstlüğü gösterebilmek için ahlaklı olmalıdır. Bu konuda gerekli perspektif ve aklın kazanılmasında, klasik genel eğitimin katkısı olacaktır, liderin görevi katılımı sağlamaktır. Bu tür liderlik, insanları değil, gücü kullanmaktır ki, dama oyunundan, santranca geçiş gibidir. Fakat demokratik liderlik, satrançtan da öteye geçer. Liderlik taşlar arasında ayrım yapmadan, bütün izleyenlere aynı değeri vermesini ve davranışı 
göstermesini gerektirir. Liderin başarısı izleyenler grubunun bütünlüğünü sürdürmesine, hatta onu büyütmesine bağlıdır. Ancak, fiziki büyümeyi sağlayan örgütsel liderlik yeterli değildir. Bu gruba bazı değerlerden oluşan bir karakter kazandıracak kurumsal liderlik de gerekir. Çok partili döneme geçişimizden sonra, 40-50 milletvekili ile parlamentoya giren partilerin bugün tabelalarının bile kalmayışı, liderlerin ikinci rolü oynamaktaki başarısızlığından dolayıdır (Baymur, 1990:283). 

Modern dünyada farklı değerleri, gelenekleri ve görüşleri koruyacak en güvenilir yol demokrasidir; çünkü bu yol, kurumlara ve bireylere devletin tanımadığı bir serbestlik tanır. Diktatörlük istenmedikçe demokrasinin alternatifi yoktur. Diğer bir deyişle, eğer demokrasi var olmasaydı biri onu icat etmek zorunda kalacaktı. Demokrasinin bazı felsefecileri, lider-izleyen ilişkisinin eşitlik kavramına aykırı olduğu gerekçesiyle, liderliğe karşıdırlar ve liderin rolünü küçümserler. Ancak, demokrasi kendi kendine gerçekleşmez, onu gerçekleştiren araç liderliktir. Bir ideolojiden çok gelişim olan demokrasinin iki ideali, özgürlük ve eşitlik, çatışma durumundadır. Bu çatışma liderlik stilini de etkiler, çünkü birincisi en az karışan, ikincisi de en çok karışan yönetimi gerektirir. Yaratıcılık, serbest düşünce, araştırma gibi eylemlere yer verilmediğinden, eğitimin niteliği düşüktür. Programlar birkaç yöneticinin fikir ve yararlarına dönük, öğretim yöntemleri tek düzedir. Birçok kişi altındaki yönetimde, politik düzen eğitim girişimi ile sıkı bir işbirliği kurmak gereksinmesi duyar, çünkü demokrasiyi yaşatan eğitimdir. Bu gerçeğin anlaşılması, eğitimde fırsat eşitliğini kolaylaştırır ve her birey 
eğitimden yararlanır. Sadece bireyin değil toplumun da iyiliği eğitimden beklenince demokraside yalnız yönetenler değil, yönetilenler de eğitimi destekler. Böylece eğitim amaçlarının kararlaştırılmasında, ikincilere de söz hakkı tanınır. Eğitimin nicelik ve niteliği artar. Program ve sınıfta, öğretmen, öğrenci ve öğrenme ön plana geçer. Demek ki, bir toplumdaki eğitim girişiminin amaçları, görevleri ve yapısından, o toplumun nasıl yönetildiği anlaşılabilir (Bursalıoğlu, 1991:673). 

Eğitim yönetiminin en önemli özelliği, yetki ve sorumlulukların paylaşıldığı, kararların birlikte alındığı, izleyicilerin değil, işbirliği yapan arkadaşların söz konusu olduğu demokratik liderliği gerektirmiş olmasıdır. Bununla birlikte, bazı durumlarda, demokratik liderliği geliştirmek için yönetici pek çok engeli yenmek zorundadır. Hunt ve Pierce’in belirttiği gibi, pek çok eğitim örgütünde, geleneksel otoriter liderlik iç ve dış etkenler tarafından öylesine benimsenmiştir ki, demokratik liderliğe geçişteki değişikliklerin son derece dikkatle başlatılması gerekir. Otoriter liderliğe alışan kimseler, her zaman, daha fazla özgürlüğü kucaklamak için koşmazlar. Bu çekingenliğin nedeni, yalnızca aldırmazlık ve alışılmış otoriter hava değildir. Gerçekte pek çok kişi, demokratik yöntemlerden, planları ve sorumlulukları paylaşmaktan kaçarlar (Kaya, 1996:148). 

Liderleri otoriter ve demokratik olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Otoriter lider daha ziyade geleneksel toplumlarda tutulur. Böyle bir lider, otoritesini ve sorumluluğunu işgal ettiği makamdan alır. Adorno, otoriter kişilik üzerinde yaptığı bir inceleme sonunda bu gibi kişilerde şu ortak niteliklerin bulunduğunu saptamıştır: 


a. Topluma uymaya büyük bir önem verme, 


b. Değişmez (rigid) bir kişiliğe sahip olma ve değişiklikten hoşlanmama, 


c. İdarede amir-memur ilişkilerine önem verme, 


d. Gücü elinde tutan kişi ve gruplara dönük olma, 


e. Etnosantrik, yani yabancı ve azınlık gruplarına müsamahasız olma, 


f. Tutucu ve geleneklerine bağlı görünme, 


g. Başkalarının cinslik suçlarına aşırı ilgi gösterme (Baymur, 1990:282). 




Bugün daha demokratik olan lider tipi tutulmaktadır. Demokratik toplumlarda insan, liderlik görevini, başkalarının kendisini lider olarak seçmeleri ve bu görevde ona saygı göstermeleri sonucu elde eder. Hatta modern toplumda liderlik yaygınlaşmakta, bir kişi üzerinde toplanmamakta; zaman zaman ileri sürdüğü fikirlerin toplumca ilginç bulunmasına göre şahıstan şahısa değişmektedir. Tam demokratik bir toplumda herkes, topluma en çok katkıda bulunabileceği bir anda liderlik görevi ile karşılaşır (Baymur, 1990:282). 

Demokratik ve otokratik liderlik konularında yapılan araştırmalardan birisi de Lewin ve arkadaşları tarafından yapılmıştır: Resim, modelaj ve çeşitli elişleri yapılan bir çocuk kampında, çocuklar üç gruba ayrılır. Bunlardan birinci gruba çok demokratik davranan bir lider veriliyor. Bu grupta çocuklar yapacakları işleri kendileri kararlaştırıyorlar. İstedikleri ile işbirliği yapabiliyorlar. Lider, onlarla birlikte çalışıyor ve ancak onlar istediği zaman yardımda bulunuyor ya da yol gösteriyor. İkinci grupta lider otoriter davranıyor, öğrencilere vazife veriyor, işlerin nasıl yapılacağını gösteriyor, iyi çalışanları övme yoluyla ödüllendiriyor. Üçüncü gruptaki lider çocukları tamamıyla başıboş bırakıyor, onlara hiç bir durumda karışmıyor. Üç grupta çocukları kendi başlarına çalışmaya bırakıyorlar. Demokratik liderle çalışan çocuklar, otoriter liderle çalışan çocuklara göre aslında daha az iş çıkarmışlardır. Fakat başlarından öğretmenleri gidince demokratik liderle çalışan çocukların iş veriminde çok az bir azalma görülüyor (iş verimi 
% 50’den %46’ya düşmüştür). Bu gruptaki çocuklar, işe ilgi göstererek hevesle çalışmaya devam ediliyorlar. Birbirleri ile ahenk içinde işbirliği yapıyorlar, daha yaratıcı nitelikte iş çıkarıyorlar. Otoriter liderle çalışan çocuklar, yalnız başına kaldıkları zaman işin verimi birden düşüyor (%70’den % 29’a). Öğrencilerden bir kısmında kavga etme ve saldırganlık eğilimi görülüyor, aralarında sert tartışmalar oluyor ve düşmanlık hisleri beliriyor. Bu gruptaki öğrencilerin diğer bir kısmında ise fazla yumuşak başlılık ve uysallık görülüyor; fakat bunlar da, lider başlarında olmadıkça çalışmıyorlar. Tamamıyla başıboş bırakılan üçüncü grupta çocuklar arasında ilgisizlik, pasiflik ve can sıkıntısı görülüyor. Bunlarda iş verimi %33 olarak belirlenmiştir (Baymur, 1990:283). 

Demokratik lider yetiştirebilmek eğitim yönetimi konusunda alınacak eğitime bağlıdır. Yapılan araştırmalar şunu ortaya koymuştur: Artık liderin etkiliğinin artması liderin astlarını örgüt kararlarına katması, yöneticilerin insan ilişkileri konusunda yeterli eğitimi alması gerektiğini ortaya koymaktadır (Çelik, 1994:28-32). 

Ben okulumda demokratik bir yönetim sergilemek istiyorsam bunun alt yapısını oluşturmalıyım. Demokratik kültürü gerek okul içinde gerekse okul dışında yerleştirmek istiyorum. Bununla ilgili önce plan yapmalıyım. Hangi aşamalar sonunda demokratik bir kültür oluşturabilirim. Demokratik kültür oluşturabilmek ve demokratik yönetim sergileyebilmek için benim okulumun misyonu var mı? Planladığım konuyu değerlendirmeye tabi tutuyor muyum? Demek ki demokratik lider aynı zamanda stratejik bir yönetim sergileyebilmelidir ki demokratik bir ortam oluşsun (Çelik, 1994:28-32). 

Yöneticilerin yöneticiliklerinde verimin artması yönetim süreçlerinin iyi işlemesine bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. 

Bu süreçler 

a) Karar verme, 
b) Planlama, 
c) Örgütlenme,
d) İletişim, 
e) Eşgüdüm 
f) Değerlendirme 

Bu unsurların hepsi demokratik yönetim için de geçerli ve demokratik liderliğin özellikleriyle paralellik göstermektedir. Lider, demokratik bir yönetim sergileyebilmesi için karar sürecine astlarını katmalı, planlama sürecini astlarıyla planlamalı, okulun ve demokrasinin amaçları doğrultusunda astlarını örgütlemelidir. Astları ne kadar kabiliyetli olursa olsun, herkesin örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Demokratik lider aynı zamanda iletişimde de başarılı olmalıdır. İletişim kanallarını açık tutan, olup bitenlerden öğretmenleri haberdar eden lider, astlarını kararlara daha çabuk katacak ve okulda demokratik bir kültür oluşturmuş olacaktır. 
Demokratik yönetim için verimliliğin artabilmesinin bir diğer şartı ise eşgüdümdür. Yani okul örgütünde birimler arasında işbirliğinin sağlanmasıdır. 
Demokratik yönetimde yardımlaşma vardır. Bu yardımlaşmayı ortaya koyacak olan da liderlerdir. Lider kendisini adeta astları ve okul kültürü için yardımcı kabul etmelidir. 

 İletişim 

İletişim latince bir kelime olan lammuricore fiilinden gelmektedir. Anlamı ortak kılmadır. Geniş anlamıyla iletişim, istenen sonuçları başarmak ve davranışları etkileme konularıyla insanlar arasında sözlü ya da sözlü olmayan diğer araçlarla anlayış sağlamadır (Can, 1992:240). 

Örgüt, bir iletişim ağı olarak düşünülebilir. İletişim, örgüt içinde karar örnekleminin yayılmasını sağlayarak karar sürecinin gerçekleşmesine de yardımcı olur. Görüş ve anlayıştaki katılmayı artırmak yoluyla iletişim, sistemin parçalarını bir araya getirir ve kaynaştırır. Aynı zamanda, yetkinin görevlerini de destekler ve gerçekleştirir. Koordinasyonu sağlayan araçlardan en güvenilir ve etkili olan iletişimdir (Bursalıoğlu, 1982:151). 

Örgütsel iletişim genel olarak formal ve informal olarak iki kategoride toplanabilir. 

a) Formal (Resmi, biçimsel) iletişim: 

 Formal iletişim örgütteki hiyerarşik otorite yapısıyla ilgilidir ve rasyonel, planlanmış bilgi akımının sağlandığı kanallardan oluşur. Örgüt şemaları ve yönetmelikleri kimin kiminle iletişim kuracağını açık olarak belirtir. 

a. Formal İletişim 

1. Yukarıdan Aşağıya İletişim 

Örgütün üst düzeylerinden aşağı düzeylere doğru iletişimdir. Yukarıdan aşağıya iletişim genellikle yazılı iletişimdir (Ergun ve Polat, 1978:188). 


2. Aşağıdan Yukarıya Doğru İletişim 

Hiyerarşinin alt düzeylerinden, üst düzeylerine iletilen bilgi ve haberlerdir. Yukarıya doğru iletişim genellikle astın verdiği rapor ve tepkilerden oluşur. 

3. Yatay İletişim 

Aynı örgütsel düzeydeki kişi ve birimler arasında yapılan iletişimdir. Yatay iletişim koordinasyonunun sağlanmasında önemlidir (Can, 1992:250). 

4. Çapraz İletişim 

Formal iletişim kanalları biraz önce açıklandığı gibi üç türde gelişir. Ancak bazı durumlarda iletilen bilginin niteliğine göre çapraz bir yol izlendiği de görülebilir. Söz gelimi bir örgütün üretimden sorumlu genel müdür yardımcısı, yeni alınan ve deneme çalışmasında olan bir makinenin teknik özelliklerini öğrenmek isteyebilir. Bu durumda normal olarak, emir komuta zincirindeki tüm bağlantıları dolaşması gerekir. Bu ise, zaman, enerji ve emek kaybına yol açar. Bunu önlemek için yönetici doğrudan o proje üzerinde çalışan mühendis bilgisine başvurabilir (Can, 1992:251). 

b) İnformal (Gayri Resmi) İletişim 

İnformal iletişim kişiler arası ilişkiler ağı yoluyla çalışır ve örgütün informal yanını işletir. İnformal iletişim, üyelerin örgüte karşı takındıkları tutumların bir 
göstergesidir. Formal iletişim sistemi ne kadar bozuk olursa, informal iletişim ve söylentiler de o derece artar. Bunların sonucu olarak, örgütte asıl görevi kaynaştırma olan iletişim, çözülme görevi yapar. Bunun sonucu olarak, grupların dağılması, kliklerin oluşması, moral düşmesi vb. görülmeye başlar (Bursalıoğlu, 1982:152). 

Eğitim yöneticisinin izleyeceği iletişim stratejisi ve ilkeleri şöyle özetlenebilir: 

1. Girişimi başkalarından önce ele almak, 


2. Çevresindekilerin katılma ve işbirliğini sağlamak, 


3. Çevredeki liderleri de çalışmalara katmak, 


4. Katılanları güdülemek, 


5. Başarılan işleri ortaya koymak, 


6. Söylentilere gerçeklerle engel olmak, 


7. İletişim engellerini bilmek ve değerlendirmek, 


8. Önemli haberleri tekrarlamak, 


9. Her iletişim aracından yararlanmak, 


10. İletişimi aralıksız sürdürmek, 


11. Destek ve karşıt güçleri tanımak (Bursalıoğlu, 1982:158). 




Okul yönetiminde lider, iletişimci olarak herkesin paylaşacağı bir vizyon oluşturmalıdır. Okul yöneticisi, okulun etkinlik ve programlarının anlaşılmasını etkili bir iletişim kurarak sağlayabilir. Etkili iletişim üç düzeyde gösterilebilir: Birebir ilişkiyle, küçük gruplarla ve büyük gruplarla iletişim kurabilir. Okul çevresinin, velinin ve geniş toplulukların okulun vizyonunu paylaşması yoluyla etkili bir iletişim kurabilir. İletişimci olarak okul yöneticisi, etkin dinleme, grup içi ilişkileri anlama ve okulu etkileyen çevresel güçleri tanıma konusunda uzman olmalıdır (Çelik, 1999:46-47). 

Demokratik lider öğretimsel liderdir. Öğretimsel lider de örgütte vizyon geliştiren liderdir. Vizyon, amaçlara açıklık getirmekle birlikte, öğretmen ve öğrencilerin karşılıklı saygı anlayışı içinde birbirlerini daha iyi anlamalarına yardımcı olur. Vizyon, değerler ve anlamların altında yatan olay ve etkinlikleri anlama konusunda okul yöneticisinin liderliğine sembolik bir boyut kazandırır. Sembolik liderler, vizyonla daha iyi iletişim kurar. 

Böyle liderler, okul ortamında herkes tarafından paylaşılan ortak amaç duygusu oluşturur. Etkili iletişim iyi bir vizyon oluşturmayla kurulabilir. Bu bakımdan okul 
yöneticisinin iletişimcilik rolündeki başarısı, büyük ölçüde güçlü bir vizyon oluşturmasına bağlıdır (Çelik, 1999:47). 

İletişimci olarak okul yöneticisinin rolleri şunlardır: 

1. Çift yönlü iletişim kurar ve öğretmenleri gerçekçi olarak değerlendirir. 


2. Özlü ve açık olarak konuşur ve yazar. Örgütsel iletişim sağlamada güzel konuşma ve yazma becerisine sahiptir. 


3. Çatışma yönetimi stratejilerini uygulamaya çalışır. Çatışma durumlarına açıklık getirir ve çatışmaları etkili bir biçimde yönetir. 


4. Sorun çözme tekniklerini öğrenerek, grubun eylem yönünü seçmesini kolaylaştırır. 


5. Öğrenci, veli ve öğretmen arasında güçlü bir etkileşim sağlayarak grup sürecini yönetir. 


6. Bir grup üyesi gibi çalışır; grup üyelerinin güçlü ve zayıf yönlerini değerlendirir. Kişisel ve grup hedeflerini birbiriyle bütünleştirir (Çelik, 1999:47-48). 

Toplum bilimcilerin liderliğe, liderler ve izleyenler arasındaki etkileşim olarak bakmaları, bu konunun en önemli başlangıcıdır. Taraftarlarınız olmadan lider 
olmayacağınız açıktır. Rehberliğinizi ve etkinizi kabul eden çalışanlarınız olmazsa grup lideri olamazsınız. 

Peki lider nasıl taraftar toplar? Bu sorunun yanıtı tüm insanların gereksinimleri olduğu ve bu gereksinimleri karşılamak için nasıl uğraş verdikleri anlaşılınca açıkça ortaya çıkar. Liderlerin nasıl taraftar bulacağını şöyle söyleyebiliriz: Bireylerin çoğu gereksinimleri, insanlarla olan ilişkileriyle karşılanır (Gordon, 1997:17-18). 

Bu nedenle iletişim gereksinimlerin karşılanmasında en güvenilir araçtır. Bu gereksinimleri karşılamak insanlarla iletişime geçmeye bağlıdır. Lider de bir örgütte yapılan işlerin hepsini yapamaz, bütün rolleri üstlenemez. O nedenle lider örgütteki bireylerle o örgütün sorumluluklarını paylaşabilir. O da örgütteki bireylerle iletişime geçmeye bağlıdır. 

Demokratik liderlik, iletişimin çok kuvvetli olduğu örgütlerde ortaya çıkar. İletişimin tam sağlanabilmesi iyi bir beceriyle ortaya konulmasıyla gerçekleşir. Bunlar; 

- Gündemi duyurmak -Kolay ulaşılabilir olmak 

-Muhalefeti kabul etmek -Sıklıkla tebrik etmek ve övmek 

-Dış gücünü ve sembolleri kullanmak -Çalışanları küçük düşürmemek 

-İlgi göstermek Doğru sözcükler kullanmak 

-Sabretmek Dinlemek (Walter, 1999:69-78). 

Etkili bir iletişimin var olması için ekip üyelerinin birbirlerine saygı ve güven duyması gerekir. Ekip içinde canlı enformasyon akışı ancak ekibin iletişimine, samimiyet ve güveninin egemen olmasıyla olur. Samimiyet ve güven ise ancak ekip etkili bir iletişime sahipse vardır (Weiss, 1993:70-71). 

Bir örgütte bireylerin kararlarının niteliği, ekipteki enformasyon akışına ve ekip üyelerinin birbirlerinden etkilenme konusundaki istekliliklerine bağlıdır. İnsan 
birbirleriyle konuşmaya özendirilmedikçe bunların hiçbiri gerçekleşmez. 

Birbirlerine söyleyecek sözleri olmayan ekip üyeleri misyonlarını, kendilerinin veya başkalarının ekipteki rollerini anlamazlar ya da korku, boy ölçüşme ihtiyacı veya kendilerini ifade etme yeteneksizliği yüzünden büyük bir olasılıkla iletişime girmezler. Çalışma saatleri sırasında işçilerin kendi aralarında konuşmasını engelleyen işyeri, üretkenliğin korunduğu değil, düştüğü bir durumla karşılaşabilir (Weiss, 1993:72). 

Koruma ya da enformasyon verme gibi bazı davranışlar nasıl yüksek performansı besliyorsa, zorbalık gibi davranışlar da bunu engeller. İletişim kurmanın belirli yolları da bir kişinin konuşma ya da dinleme biçimi yüksek performansı ya besler ya da engeller. Gözlenebilir her davranış işçileri grup içerisinde nasıl davranacakları konusunda eğitmenin bir aracı haline gelir. Örneğin insanlar konuşurken, alışkanlıktan dolayı da farkında olmadan araya girmek onları konuşmayı kesmeye yöneltir. Ayrıca düşünce, fikir ya da duyguların açık değiş tokuşunu engeller. 

Bazı liderler dayatmacı tipler olarak karşımıza çıkar. Zaten bu yüzden seçilmişlerdir. Güçlü, sözünü sakınmaz, zeki ve hükmedicidirler. Konuşmaları sert ve dolaysızdır. Sık sık söze karışırlar; başkaları problemi düşünme fırsatı bulmadan çözümler önerirler. O zaman insanlar, yöneticilere olan inançlarını yitirir ve geri çekilmeye yönelirler. Başka yöneticiler ise yetenekli olmalarına rağmen, daha çekingendir. “Burada ileri-geri konuşmuyoruz” mesajını verirler. Ekibin bir iletişim merkezi yoktur ve çoğunlukla kimse bir başkasıyla konuşmaz. Ekip üyeleri kendi aralarında konuşsalar bile önemli bilgiler ortaya çıkmaz ya da gerçeklerin yerini dedikodular alabilir. Güven düzeyleri düşer ve nihayet yönetici dışında biri fiilen ekip liderliğine “seçilir” (Weiss, 1993:74). 

Böylece lider, iletişim engellerini aşarak örgüt içinde katılımı üst seviyede sağlayacak ve demokratik yönetim biçimi ortaya çıkacaktır. Okul örgütünün içi ile ve okul örgütünün çevresiyle iletişimde başarılı olamayan lider bulunduğu çevrede demokrasiyi ve onun ilkelerini gerçekleştiremeyecek, gerçekleştirse de tam demokratik liderlik sergileyemeyecektir. 

SONUÇ 

    Eğitimde demokratik liderlik iletişim ve onun öğelerini bilmeyle gerçekleşir. Eğitim lideri okul içi ve okul dışı iletişimi çok iyi sağlamalıdır. Formal iletişimle beraber informal iletişimi de kullanmalıdır. Girişimi başkalarından önce ele almalı, çevresindekilerin katılma ve işbirliğini sağlamalı, çevredeki liderleri de çalışmalara katmalı, katılanları güdülemeli, söylentilere gerçeklerle engel olmalı, iletişim engellerini bilmeli, her iletişim aracından yararlanmalıdır. İletişimde başarılı olmayan yöneticinin okulda demokratik bir iklim oluşturması mümkün değildir. Bunun için demokratik liderlikte iletişimin önemi oldukça fazladır. 

 KAYNAKLAR 

Baymur, F. (1990), Genel Psikoloji. İstanbul: İnkılap Kitabevi. 

Bursalıoğlu, Z. (1982), “Okul Yönetiminde Yeni Yapı ve Davranış” Ankara: Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayını. . (1991), 
“Eğitimde Yenileşme ve Demokratik Liderlik” A.Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi, A.Ü. Basımevi. 
Can, H. (1992), Organizasyon ve Yönetim. Ankara: Adım Yayıncılık. 
Çelik, V. (1994), “Etkili Bir Okul için Stratejik Yönetim” Eğitim ve Bilim Dergisi.  (1999). “Eğitimsel Liderlik” Ankara: Pegem Yayınları. 
Ergun, T., Aykun, P. (1978), “Kamu Yönetimine Giriş” Ankara: TODAİE Yayını. 
Gordon, T. (1997), (Çev: Birsen Özkan) “Etkili Liderlik Eğitimi” İstanbul: Sistem Yayıncılık. 
Kaya, Y.K. (1996), Eğitim Yönetimi. Ankara: Bilim Yayınları. 
Walter, J. (1999) “Liderlik” Çev: E.Sabri Yarmalı. İstanbul: Hayat Yayınları. 
Weiss,D.H. (1993). “Başarılı Ekip Oluşturma” Çev. Erhan Tuskan. İstanbul: Rota Yayınları. 

***