27 Şubat 2017 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


    AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2



4. AB’NİN ENERJİ POLİTİKASININ TEMEL PRENSİPLERİ 

AB enerji politikasını (a) elektrik ve doğal gaz sektörlerinde rekabete açık, şeffaf ve tamamı entegre olmuş bir iç pazarın kurulması; (b) çevrenin korunması ve küresel iklim değişikliğiyle mücadele ve son olarak da (c) enerji arz güvenliğinin sağlanması olarak üç temel prensibe dayandırmaktadır. Bunlara ek olarak enerjide tasarrufun ve verimliliğin arttırılması, temiz enerji teknolojilerine yatırımların yapılması ve ortak bir enerji dış politikası geliştirilmesini sayabiliriz. 

4.1. Enerji İç Pazarının Tamamlanması (Elektrik ve Doğalgaz Sektörlerinde Tek Pazarın Kurulması) 

İlk enerji iç pazarı AKÇT antlaşması tarafından kurulan kömür pazarı ile başlamıştır. O tarihten itibaren üye devletler arasında kömür ticaretinde herhangi bir kısıtlama olmamıştır. Bu aynı zamanda enerji piyasasında rekabetçi bir yaklaşımın da ilk örneğidir. Birlik düzeyinde enerji iç pazarının tam anlamıyla kurulmasında gerek kömür ve gerekse de petrol sektörlerinde bir sorun görünmemektedir. Asıl sorun elektrik ve doğalgaz sektörlerinde yaşanmaktadır. AB 1980’lerden itibaren bu her iki sektörde de bir iç enerji pazarı kurmayı hedeflemiştir. Bu sektörlerde tamamı entegre edilmiş, şeffaf, etkin ve rekabetçi bir ortak pazarın kurulması için her iki sektörde de liberalizasyonun sağlanması, mevcut arz enterkonnekte lerin güçlendirilmesi ve yenilerinin ilave edilmesi ve etkili bir talep ve kriz yönetiminin geliştirilmesine önem verilmiştir. 
Elektrik ve doğalgaz sektörlerinde serbestleşme ilk olarak 1990’lı yıllarda Komisyon tarafından yürürlüğe giren 1996 Elektrik ve 1998 Doğalgaz Direktifleriyle başlamıştır. Bu Direktifler dikey entegre edilmiş tekelci piyasalardaki üretim, taşıma ve dağıtım gibi faaliyetlerin ayrıştırılması, şebekelere ulaşım ve piyasaların rekabete açılması kriterleri üzerinde duruyorlardı. 2000 yılı sonrasında ikinci kez yayımlanan Direktiflerle bu amaçlar yenilenmiş ve eksik konular üzerinde durularak rekabetin tam olarak işlem görmesi üzerinde durulmuştur. Bu Direktiflerle 2007 yılına kadar tüm üyelerin elektrik ve gaz sektörlerinin rekabete tam olarak açılması istenmiştir. Her iki sektörün de neredeyse tamamı rekabete açılmasına rağmen yine de sorunlar devam etmektedir. Özellikle elektrik sektöründe mevcut üretim şirketlerinin hakim piyasa payları, ücret tarifelerinin belirlenmesinde uyum sağlanamaması ve düzenlemeyle ilgili kriterlerin tüm üye devletlerde tam olarak yerine getirilemediği gibi problemleri sayabiliriz. Serbestleşme ile tüketiciler elektrik lerini kimden alacaklarına kendileri karar verebilmekte, daha iyi hizmet görmekte ve düşük fiyatlara elektrik satın alabilmektedirler. Aynı şekilde bu doğalgaz için de geçerlidir. 

Doğalgaz ve elektrik şebekelerinin enterkonneksiyonu elektrik ve doğalgaz sektörlerinde tamamı entegre edilmiş bir enerji tek pazarı kurulmasında ve etkin işlemesinde son derece önem taşımaktadır. Bunun için AB başından itibaren enerji piyasalarını bütünleştirmeye çalışmıştır. Fakat üye devletlerin enerji sektörlerinin yapısı farklı olduğundan bu henüz tam anlamıyla başarılabilmiş değildir. Bu amaca hizmet etmesi için AB TEN-E (Trans European Energy Networks – Trans Avrupa Enerji Şebekeleri) adında bir proje geliştirmiştir. TEN-E çerçevesinde sadece üye devletlerin elektrik ve doğalgaz sektörlerini birleştirmek değil aynı zamanda Birliğe komşu Güney Doğu Avrupa ülkelerinin, Kuzey Afrika ülkelerinin ve Rusya’nın elektrik sektörleri ile yine aynı devletlerinde içinde bulunduğu Hazar Bölgesi, Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerinin doğalgaz sektörlerini kendi sektörüne entegre etmeye çalışarak 
entegrasyonda daha geniş hedeflere ulaşmak istemektedir. 

AB TEN-E projesi kapsamında kendi içinde bir takım başarılar elde etmişse de henüz istenilen hedefe ulaşamamıştır. Bunun için yatırımlar devam etmekte ve çalışmalar hızla sürdürülmektedir. Birliğin son zamanlarda öncelik tanıdığı bölge ise Güney Doğu Avrupa bölgesidir. Birlik burada bütünleştirilmiş bir bölgesel elektrik ve gaz pazarı kurmak ve bu pazarları kendi enerji iç pazarına entegre etmek amacıyla bir Enerji Topluluğu Antlaşması kurmuştur. AB bu Antlaşma ile sadece Güney Doğu Avrupa ülkelerinin kendi enerji tek pazarıyla enterkoneksiyonunu değil aynı zamanda Orta Doğu ve Hazar Bölgesinin de kendi iç pazarıyla entegre olmasına zemin hazırlamaktadır. 

AB bu hedefini yerine getirmek için ayrıca bir takım insiyatifler geliştirmiştir. Bunlardan önemli olan birkaç tanesi şöyle: (i) INOGATE (Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Doğal Gaz Taşımacılığı) – amacı: Hazar bölgesinden Avrupa pazarlarına petrol ve doğalgaz naklininsağlanması, mevcut altyapıların iyileştirilmesi ve moderniziasyonu için gerekli teknik yardımın yapılması ve bölgesel entegrasyonunun geliştirilmesi; (ii) – EURO-MED (Avrupa-Akdeniz) Enerji Ortaklığı – amacı: Akdeniz ülkelerindeki enerji sektörlerinin yeniden 
yapılandırması ve serbestleşmesi; SEEERF (Güneydoğu Avrupa Enerji Düzenleyici Forumu) – amacı: yukarıda da bahsettiğim gibi Güneydoğu Avrupa’da tam entegre bir bölgesel elektrik ve gaz pazarının kurulması ve AB enerji iç pazarına entegrasyonun sağlanması. Bu programlar aynı zamanda TEN-E projesini hızlandırma amacına hizmet etmektedirler. 

Etkili bir kriz ve talep yönetimi enerji piyasasının etkin işleyişi için hayati önem taşımaktadır. Kriz yönetiminde gerekli olan şey olası bir enerji kesintisine karşı acil durumlar için stok tutma sistemlerine sahip olmaktır. AB’nin geliştirtiği petrol ve doğalgaz stok tutma sistemleri Birliği yaşanacak bir arz problemine karşı korumaktadır. Komisyon’un 2002’de aldığı bir kararla üye ülkelerin petrol stoku tutma süresi 120 günlük tüketime eşdeğer olarak belirlenmiştir. Ayrıca her üye ülkede bir stok tutma kurumunun kurulması mecburiyeti getirilmiştir. Hali hazırda AB’nin ortalama petrol stoku tutma süresi 114 gündür.20 Doğalgazda ise üye devletlerin 60 günlük tüketime eşdeğer stok tutma zorunluluğu var ve şu anda ortalama depolama süresi 50 günlüktür.21 Hem petrol hem de gazın ortalama depolarda barınma süreleri Komisyon’un belirlediği hedef rakamlara oldukça yakın görünmektedir. Bu nedenle olası bir kriz anında piyasanın çok fazla bir risk altına girmesi söz konusu değildir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki bu stok tutma süresi her üye devlet için farklılıklar taşımaktadır, kimi ülkelerde rakamlar ortalamanın üstünde iken bazılarında altına düşebiliyor. Fakat Komisyon üye devletlerin birbirlerinin depolarını kullanabileceği 
yönünde bir kolaylık sağlamıştır. Dolayısıyla, olası acil bir durumda isteyen ülke bir başka üye devletin deposunu kullanabilecektir. Bu da kriz yönetiminde bir ortak politikanın geliştiğini göstermektedir. Talep yönetimine bakıldığında ise AB enerji verimliliğinin ve tasarrufunun arttırılması yönünde ciddi yatırımlar yapmaktadır. Enerji verimliliği ve tasarrufu talebi kısacağından dış kaynaklara olan bağımlılık azalacaktır. Bu da hem enerji piyasasının daha etkin işlemesine hem de arz güvenliğinin kontrol altına alınmış olmasına yardımcı olacaktır. 

Tüm bu çabalara rağmen elektrik ve doğlagaz sektörlerinde Birlik düzeyinde bir takım sorunlar devam etmektedir. Üye devletlerin mevcut kurumlarının işlevlerinde ve enerji piyasalarına müdahale edişlerindeki farklılıklar, birçok üye ülkede elektrik piyasasında hala tekelci şirketlerin var olması, Birlik içindeki mevcut şebeke sistemlerinin kapasite olarak yetersiz olması ve komşularıyla olan bağlantılarında alt yapı yetersizliği gibi nedenler etkin işleyen bir enerji iç pazarının oluşumu önünde hala birer engel olarak durmaktadırlar. 

4.2. Enerji Arz Güvenliği 

Mevcut durumda toplam enerji talebinin yarısını dışarıdan karşılayan AB 2030’da %70 civarında dışa bağımlı hale gelecektir. Enerji tüketiminin her geçen gün artması ve yerli üretiminin bu tüketime cevap veremez durumda olması hiç kuşku yokki AB’nin enerji arz güvenliğini tehdit etmektedir. Dış kaynaklara olan talebin hızla artışa geçmesi ve bu kaynakların kesintisiz bir şekilde kendi enerji pazarına ulaştırılması Birliği arz güvenliği için tedbir almaya zorlamaktadır. 

Topluluk düzeyinde enerjide arz güvenliği sorunu ilk kez 1970’li yıllardaki petrol krizleriyle gündeme gelmiştir. Ardından 1990’ların başında Sovyet İmparatorluğu’nun parçalanması, Körfez Savaşları ve 11 Eylül olayları global enerji güvenliğini etkilediği gibi Birliğin arz güvenliğini de etkileyen ciddi unsurlar olmuştur. Fakat bunların da ötesinde 2006 Rusya-Ukrayna Krizi Birliğin enerji arz güvenliği sorunun ne kadar ciddi olduğunu göstermiştir. Hatırlanacağı üzere kriz sadece Ukrayna’yı değil birçok Avrupa ülkesini de etkilemişti. Kısa süreliği ne de olsa birçok üye devletin doğalgazında %30 gibi kesintiler meydana gelmişti. Bu krizle AB Rusya’ya yüksek oranda bağımlı olmasının kendisi için son derece risk taşıdığını kavramış ve alternatif tedarikçi ve transit ülke arayışına girmiştir. Yine 2009’un başındaki ikinci Ukrayna-Rusya krizi AB’yi arz güvenliği konusunda acil çözümler üretmeye sevkettirmiştir. 

Ayrıca Birliğin genişleme politikası da arz güvenliğini etkileyen önemli bir faktör olmuştur. Birliğin son genişlemesi dışa bağımlılığı özellikle de tek kaynağa yani Rusya’ya olan bağımlılığını yükseltmiştir. Üye sayısının 27’ye çıkmasından sonra doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılık %7 daha da artmıştır – AB-15 Rusya’ya %19 bağımlı iken, AB-27 %26 bağımlı hale gelmiştir.22 Bu rakam 2010 yılında AB-15 için %34’te kalırken AB-27 için %46 olacağı tahmin edilmektedir.23 Dışa bağımlılığı arttıran diğer bir faktör de hiç kuşkusuz doğalgaza olan talebin artmasıdır. Diğer fosil yakıtlara göre daha az CO2 emisyonu içermesi, elektrik üretiminde daha fazla tercih edilmesi ve kolay kullanımı gibi nedenler talebin bu şekilde artmasında etkili olmuştur. 

Bunlar dışında artan enerji fiyatları, Birliğin parçalı bir iç enerji pazarına sahip oluşu, üye ülkelerin ulusal enerji politikalarına bağlılık ve ortak bir enerji dış politikası geliştirememe gibi iç faktörlerle Çin, Hindistan, Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ekonomilerin global talep üzerindeki artan baskıları, özellikle de Orta Doğu gibi üretici bölgelerde devam eden siyasi istikrarsızlık, Kafkas coğrafyasındaki son gelişmeler, pazar payı yüksek olan Rusya’nın enerji politikası, alt yapılara karşı düzenlenen terörist saldırılar, küresel ısınma gibi dış 
faktörler de Birliğin arz güvenliğini tehdit eder hale gelmiştir. 

Tabii tüm bu tehditlere karşı AB çözüm önerileri üretmeye çalışmaktadır. İkili ve çoklu programlar kurarak üretici ve transit ülkelerle diyalogları güçlendirmek, çoklu boru hatları inşa ederek güzergah çeşitliliği yaratmak, üretici ve boru hatlarının geçtiği coğrafyaların istikrara kavuşması için bir takım insiyatifler geliştirmek, gerek üye devletlerin enerji alt yapılarının gerekse de üretici ülkelerin alt yapılarının modernizasyonu ve rehabilitasyonu için yatırımlar yapmak, doğalgaz ve elektrik sektörleri için hedeflediği alanlarda şebeke 
enterkonnektelerini bir an önce devreye sokmak, enerji kaynaklarında verimliliği ve tasarrufu arttırmak, ileri teknoloji üretimi için gerekli AR-GE çalışmalarına yatırımlar yapmak öncelikler tespit ederek arz güvenliğini garanti etmeye çalışmaktadır. 

4.3. Çevrenin Korunması 

Çevrenin korunması AB enerji politikasınında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Birlik içindeki karbondioksit emisyonlarının %95’i fosil yakıtlardan kaynaklanmaktadır. AB bu emisyonları azaltarak sadece çevreyi korumak değil aynı zamanda iklim değişikliğiyle de mücadele etmektedir. Birlik bu çerçevede enerji verimliliğini arttırmak, yenilenebilir enerji kaynakların 
birincil tüketimdeki payını yükseltmek, temiz enerji teknolojileri geliştirmek, daha az CO2 emisyonu salan yakıtlar tercih etmek gibi hedefler tespit etmiştir. 

Tüm bu çabalar aynı zamanda Birliğin Kyoto Protokölü’nde üstlendiği kriterlerin de yerine getirilmesi için gereklidir. Kyoto Protokolü’ne göre Birlik 2008-2012 yılları arasındaki sera gazı emisyonlarının 1990 yılı seviyesi altına çekilerek %8 oranında düşürülmesi amaçlanmıştır. Yine Kyoto sonrası dönemde ise (2020 için): enerji verimliliğini %20 arttırmak, yenilenebilirlerin toplam birincil enerji tüketimi içindeki payını %20’ye çıkarmak ve son olarak da CO2 emisyon oranını %20 düşürmek gibi bir sorumluluklar yüklenmiştir. AB daha kısa vadede ise – 2010 yılı için – yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım oranını % 12’ye ve elektrik üretimindeki paylarını da ise %22,1’e çıkarmak istemiştir.24. 

Yeterli düzeyde kömür rezervlerine sahip olan AB karbondioksit emisyonlarını düşürmek için daha az emisyon üreten doğalgazı tercih etmekte ve her geçen gün bu kaynağa olan talebi artmaktadır. Bu da hali hazırda yarısından fazlasını ithal eden AB’nin doğalgazda daha fazla dışa bağımlı olacağı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, çevreyi koruma hedefi Birliğin enerji politikasını bu yönleriyle de etkilemektedir. 

Enerji tasarrufu konusunda ise Birlik kojenerasyon teknolojisine oldukça önem vermektedir. Bu teknoloji sayesinde AB elektrik talebinin yaklaşık %15’ine cevap verirken önümüzdeki yıllarda bu oranda daha da artacaktır.25 Ayrıca temiz bir enerji kaynağı olan nükleer enerjinin de bazı politik nedenlerle mevcut halini korusa da dışa bağımlılığı azaltacağından ileride çok daha artarak elektrik enerjisinin bu kaynaktan sağlanacağı tahmin edilmektedir. Çevreyi korumada diğer bir önlem ise denizlerde tanker trafiğini azaltmaktır. Birlik bunun için 
petrolün boru hatlarıyla taşınması gerektiği üzerinde durmakta ve bazı projelerin fizibilite çalışmalarını başlatmış bulunmaktadır. 

Fakat Birliğin tüm bu taahhütleri yerine getirmesi oldukça güç görünüyor. Çünkü istenilen hedeflere ulaşılması yüksek maliyetli olduğundan üye devletler çok yanaşamıyor. Bu bağlamda, Birliğin mevcut enerji politikasının sürdürülebilir olduğunu söylemek oldukça güç görünüyor. 

5. TÜRKİYE’YE ETKİLERİ 

Türkiye’nin AB enerji müktesebatına uyum süreci 1999 Helsinki Zirvesi’nden hemen sonra başladı. AB enerji iç pazarı müktesebatına uyum çerçevesinde enerji sektörümüzün yeniden yapılandırılması için 2001 yılında başlatılan reform süreci hala devam etmektedir. Bu doğrultuda yasal çalışmalarda oldukça yol alan ülkemiz uygulama aşamasında henüz istenen noktaya gelemememiştir. 
İç pazara uyum: Rekabetçi bir piyasanın tesis edilmesi amacıyla yasal düzenlemeler devam etmektedir. 2001 yılında Elektrik ve Doğalgaz Piyasası Kanunları yürürlüğe girmiş ve aynı yıl elektrik, doğalgaz, petrol ve LPG sektörlerini denetlemek için bağımsız bir kurum olan EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurumu) kurulmuştur. 2005 tarihinde Petrol ve LPG Piyasası 
Kanunları kabul edilmiştir. Bu noktada kağıt üzerinde bir şeyler yapılmış olsa da ne gaz ne de elektrik sektörlerimizde liberalizasyon henüz sağlanabilmiş değildir. 

Entegrasyon: AB TEN-E projesi çerçevesinde tüm Avrupa ülkelerini içine alacak şekilde ortak enerji pazarını genişletmek ve bu pazara çevresindeki komşu ülkeleri de katmak istiyor. 

Burada Türkiye, toprakları üzerinden AB pazarına ulaşan mevcut boru hatlarıyla Birliğin enerji iç pazarının entegrasyonuna katkı sağlamakta ve önümüzdeki yıllarda tamamlanması gereken boru hatları projeleriyle de bu katkının giderek artması beklenmektedir. Burada Türkiye’den beklenen 2006 Enerji Topluluğu Antlaşmasına taraf olmasıdır. Bilindiği gibi Birlik Güney Doğu Avrupa bölgesinde kurmak istediği bölgesel elektrik ve doğalgaz pazarlarını kendi iç pazarıyla entegre etmek için bu Antlaşmayı oluşturmuştur. 2006 yılı Enerji Bakanlığı raporuna göre Antlaşmanın bazı maddeleri ülkemizi tam olarak tatmin etmediği ve ortak çıkarlarımızla uyuşmadığı gerekçesiyle henüz taraf olmamıştır.26 Tüm Balkan devletlerinin imzaladığı bu antlaşmaya ülkemiz gözlemci statüde katılmıştır. Fakat öte taraftan AB Antlaşmaya taraf olmamız için yoğun bir çaba sarfetmektedir. Dolayısıyla, bu konuda karşılıklı görüş alış-verişleri devam etmektedir. Ayrıca entegrasyon çerçevesinde Türkiye’nin Avrupa elektrik sistemi olan UCTE’ye (Avrupa Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanması söz konusudur. 

Bunun için çalışmalar devam etmektedir. Bakanlıktan yapılan açıklamalara göre önümüzdeki kısa bir zaman diliminde Türkiye UCTE’nin içinde yer alacaktır. UCTE’ye üye olmamız halinde elektrikte sınır ötesi ticaret gerçekleştirilecek ve böylece ülkemiz hem doğusu hem de batısıyla elektrik alış-verişinde bulunacaktır. Hali hazırda küçük çapta alışverişimiz devam etse de yeterli seviyede değildir. Özetle, AB’nin entegrasyon hedefi çerçevesinde doğalgaz boru hatlarının ve elektrik iletim hatlarının modernizasyonu ve yenilerinin inşa edilmesi Türkiye’nin hem kendi enerji alt yapısının güçlendirilmesine hem de bölgede bir enerji üssü olabilmesine olanak tanıyarak Türkiye’nin avantajlı duruma geçmesini sağlamıştır. 

Yenilenebilir enerji kaynaklarının payının arttırılması: Türkiye 2005 yılında Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu çıkartmış ve bu noktada yatırımların önünü açmak için oldukça yol almıştır. Özellikle son yıllarda rüzgar tribünlerine özel sektör yatırımı artmıştır. Yine jeotermal ve biotarımda çalışmalar devam etmektedir. AB ile kıyasladığımızda toplam enerji tüketimimiz içinde %13’lük bir payla oldukça öndeyiz. Fakat dışa bağımlılığı AB’nin çok daha üstünde olan ve yenilenebilir kaynak açısından hayli zengin olan ülkemizin bu konuda çok 
daha yatırımlarını arttırması gerekmektedir. 

Kyoto Protokölü Taahhütleri: Türkiye çevre konusunda yolun henüz çok başındadır. Kyotoya yeni üye olan ülkemiz AB’nin taahhüt ettiği kriterlere ulaşması güç görünmektedir. 
Türkiye’nin bu taahhütleri yerine getirebilmesi için birincisi mevcut kömür santrallerinin rehabilitasyonunu gerçekleştirerek daha az emisyona sebep olması ikincisi de hidroenerji, jeotermal, rüzgar ve güneş zengini olan ülkemizin bu alanlardan daha fazla yararlanabilecek şekilde politikasını geliştirmesi gerekmektedir. Ayrıca temiz kömür teknolojilerine yatırım yaparak hem kömüründen daha fazla faydalanabilecek hem de çevresini korumuş olacaktır. 

Enerji verimliliği ve tasarrufu: Türkiye Mayıs 2007’de – Enerji Verimliliği Kanunu kabul etmiştir. Bu kanunla enerji kaynaklarının üretiminden tüketimine kadar verimli kullanılmasını amaçlamıştır. Ne yazık ki bu uygulamaya çok yansımamıştır. Hala elektrik santrallerimizin çoğu minimum verimle çalıştırılmaktadır. Enerji tasarrufuna bakıldığında ise aydınlanma 
konusunda tasarruflu ampüllerin tercih edilmesi yönünde kamuoyu bilgilendirilmekte dir. Ayrıca beyaz eşya üreticileri şirketler de enerji tasarruflu A sınıfı ürünlerini reklamlarında tanıtmaya başlamışlardır. Bunun da yavaş yavaş halk tarafından tercih edilir hale geldiğini görebiliyoruz. Türkiye’nin her geçen gün elektrik enerjisine olan talebi artmakta ve yakın 
gelecekte de mevcut arzın talebi karşılamayacğı aşikâr. Bu açıdan bakıldığında yapılan bu reklamların önemli birer katkı oldğunu düşünmek gerekiyor. 

Dışa bağımlılık: Kaynaklarının yarısını dışarıdan temin eden AB ithalattan kaynaklı risklerini minimize etmek amacıyla alternatif üreticilere ve taşıyıcılara ihtiyaç duyması elbetteki Türkiye’nin de arz güvenliği politikasını yakından etkilemektedir. Ülkemizin coğrafi olarak zengin enerji kaynaklarına sahip ülkelerle AB pazarı arasında konumlanmış olması hiç kuşku yokki büyük bir avantaj sağlamıştır kendisine. Birlik Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için Hazar, Kafkasya, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin doğalgaz ve petrolüne ulaşmak istemektedir. Aynı şekilde Rusya’ya doğalgazda %65 bağımlı olan ülkemiz de alternatif tedarikçiler aramaktadır. Dışa bağımlılıkta AB ile aynı kaderi paylaşmamız enerji arz güvenliği politikalarımızı birbirine yakınlaştıran unsurlar olmuştur. 

Acil durumlara hazırlık mekanizması: Olası enerji kesintilerinde petrol ve doğalgaz depolama tesislerinin devreye girmesini sağlamak gerekmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi AB petrolde ortalama 114 günlük doğalgazda ise ortalama 50 günlük stok depolama kapasitesine sahiptir. Ülkemizde ise iki yıl önce devreye giren İstanbul Silivri’deki Doğalgaz Deposuyla birlikte mevcut bir iki depolama tesislerimiz yeterli kapasite ile çalıştıklarında her hangi acil bir durumda yeterli olamayacaktır. Petrolde ise rafineri ve boru hatlarındaki 
depolanma dışında bugün her hangi bir tesise sahip değiliz. Dolayısıyla, AB standartlarının hayli altında olmakla birlikte bir kriz anında ülkemizi zor anlar beklemektedir. 

Türkiye’nin AB enerji müktesabıtına uyumunu değerlendiren Avrupa Komisyonu Türkiye 2007 İlerleme Raporu’nun 15 numaralı Eenerji Faslında; Türkiye’nin enerji alanında bir miktar ilerleme kaydettiği bunun da daha ziyade mevzuat uyumu şeklinde olduğu ve uygulama yönünden AB standartlarının oldukça gerisinde olduğu vurgulanmıştır. Kaçak-kayıp oranın hala çok yüksek olduğu, enerji verimliliği ve yenilenebilirler kaynaklar için çıkarılan yasaların içerdiği hükümlerin Topluluk müktesebatına kısmen uyum sağlayabildiği ve nükleer enerji konusunda yasal çerçevenin tam olarak yeterli olmadığı gibi noktalar göze çarpmaktadır.27 

6. SONUÇ 

Avrupa Birliği’nin kendi enerji politikası için belirlediği hedefler Türkiye’nin enerji sektörüne hem olumlu hem de olumsuz etkisi olmuştur. Türkiye’nin AB enerji iç pazarına uyum çerçevesinde başlattığı reform süreciyle enerji sektörümüzün daha şeffaf olması ve fiyatların daha rekabetçi bir ortamda belirlenmesi yönünde çabaların artmasına, enerji kurumlarımızın yeniden yapılandırılmasına, bağımsız denetleyici kurum olan EPDK’nın kurulmasına, enerji verimliliğinin ve tasarrufunun arttırılmasına, enerji ile ilgili alt yapıların rehabilitasyonu ve 
modernizasyonu yönünde yatırımlar yapılmasına, acil durumlar için stok tutma mekanizmasının geliştirilmesine, yenilenebilir enerji kaynakları alanında gelişmeler kaydetmesine ve kayıp-kaçak oranlarının düşürülmesine katkı sağlamaya başlamıştır. Ayrıca Birliğin enerjide ülkemiz gibi yüksek oranda dışa bağımlı olması Türkiye için ayrı bir avantaj olarak görülmelidir. Her iki tarafın enerji arz güvenliği politikalarını yakınlaştıran bu durum aynı zamanda bölgesinde enerji hub’ı olmak isteyen Türkiye’nin bu hedefine ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Öte yandan, sanayi gelişimini tamamlamayan Türkiye’nin Kyoto Protokölü’ne üye olması her ne kadar çevreyi korumamız açısından önemli bir adım olarak görülse de sanayimizin bundan olumsuz etkileneceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

 DİPNOTLAR.;

1 Ege, A. Yavuz, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’nin Uyumu”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, s.7. 
2 European Commission, “Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy - What is at stake – Background document”, 
   {COM(2006) 105 final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. 
3 European Commission, “Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries”, Project Report, Directorate-General for Research, Directorate Energy, 2007. 
4 European Commission (2000), Annex 1, “Technical Background Document – Security of Energy Supply”, (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). 
5 Pala, Cemalettin, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 4 Konferansında Sunulan Konuşma Metni”, Europa Bilgi Köprüleri Programı-UPAV, Ankara Ekim 2003. 
6 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. ss. 8-9. 
7 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. 
8 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s. 25. 
9 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s. 25. 
10 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s.9. 
11 Ercan,Hakan ve Öz, Gamze, “AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, s.173. 
12 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s.9. 
13 Green Paper (2000) COM (2000) (769). 
14 Belkin, Paul, “The European Union’s Energy Security Challenges”, CRS Report, May 2007, s. 22. 
15 Paul, Belkin, a.g.e. 2007, s. 22. 
16 Eler, Levent, “Dünyada Nükleer Enerjinin Yeri ve Tahminler”, Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 3” Konferans, Europe Bilgi Köprüleri Programı ve UPAV, 
    Ankara, Eylül 2003. 
17 Bu durum Komisyon’un 2000 yılında yayınladığı Yeşil Kitab’ında şöyle dile getirilmiştir: “the target of 20% substitute fuels by 2020 will probably remain a dead letter”. 
18 Belkin, Paul, a.g.e. 2007, s. 23. 
19 Belkin, Paul, a.g.e. 2007, s. 24. 
20 Yorkan, Arzu, “Energy Security of the European Union”, (içinde) The Future of European Energy Security, Tischner European University Publications, Polonya, 2006, ss.65-87. 
21 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss.65-87. 
22 Yorkan, Arzu, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye: Fırsatlar ve İşbirliği Alanları”, (içinde) III. Uluslararası Türk-Asya Kongresi: Çin-Hindistan-Rusya: Stratejik ve 
     Güvenlik İşbirlikleri, İstanbul, Tasam Yayınları, 2008 sonunda yayınlanacak. 
23 Green Paper, COM (2000) (769), a.g.e. 
24 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss. 65-87. 
25 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss. 65-87. 
26 Enerji Bakanlığı 2006 Yılı Faaliyet Raporu 
27 Avrupa Komisyonu, Türkiye 2007 İlerleme Raporu (COM(2006) 663), Brüksel, 6 Kasım 2007, SEC (2007) 1436, s. 49. 

Kaynakça 

Avrupa Komisyonu, Türkiye 2007 İlerleme Raporu (COM(2006) 663), Brüksel, 6 Kasım 2007, SEC (2007) 1436. 
Belkin, Paul, “The European Union’s Energy Security Challenges”, CRS Report, May 2007. 
Ege, A. Yavuz, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’nin Uyumu”, (içinde) AB’nin 
Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, ss.3-43. 
Eler, Levent, “Dünyada Nükleer Enerjinin Yeri ve Tahminler”, Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 3” Konferans, Europe Bilgi Köprüleri 
Programı ve UPAV, Ankara, Eylül 2003. 
Enerji Bakanlığı 2006 Yılı Faaliyet Raporu, www.enerji.gov.tr 
Ercan, Hakan ve Öz, Gamze, “AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, 
Ankara, May 2004, ss.169-214. 
European Commission (2000), Annex 1, “Technical Background Document – Security of Energy Supply”, (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). 
European Commission (2006), “Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy - What is at stake – Background 
document”, {COM(2006) 105 final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. 
European Commission (2007) “Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries”, Project Report, Directorate-General for Research, 
Directorate Energy, 2007. 
European Commission (2007), Green Paper on “An Energy Policy for Europe”, {COM(2007) 1 final}, Brussels, 10.1.2007. Pala, Cemalettin, 
“Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 4 Konferansında Sunulan Konuşma Metni”, Europa Bilgi Köprüleri Programı-UPAV, Ankara Ekim 2003. 
Yorkan, Arzu, “Energy Security of the European Union”, (içinde) The Future of European 
Energy Security, Tischner European University Publications, Polonya, 2006, ss.65-87. Yorkan, Arzu, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye: Fırsatlar ve İşbirliği Alanları”, 
(içinde) III. Uluslararası Türk-Asya Kongresi: Çin-Hindistan-Rusya: Stratejik ve Güvenlik İşbirlikleri, İstanbul, Tasam Yayınları, 2008 sonunda yayınlanacak. 


***


AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 1



    AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 1



Arzu YORKAN
* Berlin Hür Üniversitesi (Freie Universitat Berlin), Otto Suhr Siyaset Bilimleri Enstitüsü’nde Enerji Güvenliği üzerine Doktorasına devam etmektedir. 
Aynı zamanda TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi) ve BİLGESAM’ın (Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi) Enerji Masalarında çalışmalarını sürdürmekte ve Data Mühendislik Proje ve Taahhüt Ltd. Şti’ne danışmanlık yapmaktadır. 

 Özet: 

Yazar bu çalışmasında ilk olarak Avrupa Birliği’nin geçmişten günümüze enerji politikasının tarihsel sürecinden bahsetmiş ve sonrasında ise Birliğin birincil enerji tüketiminde kullandığı kaynakları tek tek ele alarak mevcut üretim, tüketim ve ithalat durumlarını incelemiştir. Üçüncü bölümde Birliğin enerji politikasının temel prensiplerinin neler olduğuna derinlemesine değinen yazar makalesinin son bölümünde de bu hedeflerin reform süreci içinde olan Türk enerji sektörünü nasıl etkilediğini ele almıştır. 

Anahtar sözcükler: Avrpa Birliği, enerji, AB enerji politikaları, Türkiye enerji politikaları. 


1. GİRİŞ 

Dünya enerji piyasasında önemli bir payı olan Avrupa Birliği (AB) ithalatıyla birinci tüketimiyle de ikinci sırada yer almaktadır. Mevcut durumda birincil enerji tüketiminin sadece %50’sini karşılayan AB kalan yarısını da yabancı kaynaklar dan temin etmektedir. Enerji arz güvenliği için bir tehdit unsuru olan bu durum AB’yi ortak bir enerji politikası geliştirmeye zorlamıştır. 
Kuruluşundan bu yana Birliğin enerji politikası ekonomik gelişimine paralel olarak gelişmiştir. Gerek içerde yaşananlar – genişlemenin etkisiyle artan nüfus ve büyüyen ekonomisi dolayısıyla enerjiye olan talebin artması, tek pazarın henüz tamamlanamaması, yerli üretimin yeterli olmaması gibi etkenler – ve gerekse de dışarıda yaşanan gelişmeler – gelişmekte olan ekonomilerin global talep üzerindeki etkileri, üretim bölgelerinin istikrar ve güvenden yoksun oluşları, küresel ısınma – Birliğin enerji politikasını etkileyen unsurlar olmuştur. 

Bu faktörler AB’nin enerji politikasını kaynaklarının arz güvenliğini güçlendirmek, elektrik ve doğalgaz sektörlerinde şeffaf, etkin işleyen ve tamamı entegre bir iç enerji piyasası kurmak, ve çevreyi korumak gibi temel kriterler üzerine oturtmasına sebep olmuştur. Üyelik müzakereleri devam eden Türkiye’nin ise AB’nin bu hedeflerini gerçekleştirmek için hazırladığı enerji müktesebatına uyum süreci başlamıştır. Bunun için bu çalışmamızda öncelikle AB’nin enerji politikasının tarihsel gelişimine değineceğiz, ardından kaynakların mevcut üretim, tüketim ve ithalat durumlarını inceleyeceğiz, sonrasında ise Birliğin enerji politikası oluşturan temel prensiplerden bahsedeceğiz. Son olarak da AB’nin enerji politikasının Türkiye üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinden bahsedeceğiz. 

2. AB’NİN ENERJİ POLİTİKASININ TARİHSEL GELİŞİMİ 

Avrupa Birliği’nin enerji politikası Birliğin de temelini oluşturan 1951 yılında Paris Antlaşmasıyla kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) ile başlamıştır. Bu tarihte kömür toplam enerji talebinin üçte ikisini karşılarken petrolün payı ise sadece %10’du.1 Daha sonra 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşmasıyla da Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kuruldu. AAET’nin amacı nükleer gücün geliştirilmesi konusunda işbirliklerinin arttırılmasına ve bu alanda yüksek araştırmalar yapılmasına olanak sağlamaktı. Her iki Antlaşma da temelde bu sektörlerde serbest ve tam entegre edilmiş piyasalar yaratmayı hedeflemişlerdir. Petrol, doğalgaz ve elektrik ise yine aynı yıl kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) sorumluluğuna verilmişti. O zamandan beri, enerji politikası ekonomik bütünleşmeye paralel bir biçimde gelişme göstermektedir. 

1960’lı yıllarda enerji alanında eksiklikler olduğu fark edilmiş ve bu yönde bazı çabalar sarf edilmiştir. Bunun için Komisyon bu dönemde ortak bir enerji politikası oluşturma girişimlerinde bulunmuş ve üye devletlerin buna uyması için bir takım direktifler yayınlamış ve kendilerine bazı protokoller imzalatılmıştır. 

1970’li yıllarda Birliğin enerji politikası petrol krizleriyle dış şoklara maruz kalmıştır. 1973’te yaşanan birinci petrol krizi sonrası Avrupa Konseyi Eylül 1974’te kabul ettiği “Yeni Enerji Politikası Stratejisi” programı ile tüketimin makul seviyeye çekilmesini, arz güvenliğinin arttırılmasını ve enerji üretim ve tüketiminde çevrenin korunması öngören bir politika benimsemiştir. Böylelikle bu kriz Topluluğun enerji politikasında ilk kez bir strateji belirlemesine sebep olmuştur. 1979 ikinci petrol kriziyle Konsey daha ileri düzeyde bir şeyler 
yapma gereksinimi duyarak Haziran 1980’de 1990 yılında ulaşılması gereken hedefleri belirlemiştir. Bu hedefler üye ülkelerin petrol tüketimini ve ithalatını kısmaları, enerji tasarrufuna gitmeleri ve Topluluğun enerji politikası amaçlarına uyum göstermeleri gerektiği şeklindeydi. Bu tarihler itibariyle üye devletler ithalatı kısmaya gitmiş ve yerli üretimi arttıracak çabalarda bulunmuşlardır. Bu çabalar sonucunda 1980-90 tarihleri arasında dışa bağımlılık oranında %10 kadar bir azalma olmuş ve üretim ithalatın üzerine çıkmıştır. Bu artış 
1995 yılına kadar bu şekilde devam etmiştir. Fakat 2000’lere gelindiğinde ithalatın yeniden üretimi geçtiğini görüyoruz. (Tablo 1) 



Tablo 1: AB’de Yıllar İtibariyle Birincil Enerjinin Üretim ve İthalat Değerleri (Mtep)* 


1980’lerde Komisyon enerji sektöründe “Tek Pazar” kurma ve serbestleştirme konularına odaklamıştır kendisini. Bu bağlamda, ülkeler arasında parçalanmış mevcut piyasaların bütünleştirilmesinin gerektiği anlaşılmış ve enerji iç pazarı, artan rekabetin odağı haline gelmiştir. Bu tarihlerde çevre konusu da önemli olmaya başlamıştır. Enerji üretiminden tüketimine kadar mevcut enerji sisteminin çevreye zarar verdiği anlaşılmış ve çevreyi koruyabilecek şekilde sistemin nasıl iyileştirilebileceği söz konusu olmuştur. 

1990’ların başında Sovyet İmparatorluğu’nun dağılması üzerine AB kendi enerji güvenliğini garanti altına almak için bir takım insiyatifler geliştirmeye başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Enerji Şartı Antlaşması’nı gündeme getirerek arz güvenliğini arttırmak, enerjinin üretim-taşıma-dağıtım ve kullanımın verimliliği yükseltmek ve çevreyi koruyacak tedbirler almak gibi hedefler belirlemiştir. 1998’te yürürlüğe giren bu Antlaşma’ya AB ile birlikte 38 ülke taraf olmuştur. Yine bu dönemde TACIS-1991 (Bağımsız Devletler Topluluğu’na Teknik 

Yardım), TRACECA-1993 (Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaştırma Koridoru); INOGATE-1995 ve sonrasında SEEERF(Güneydoğu Avrupa Enerji Düzenleyici Forumu) adında çok sayıda program kurarak enerji kaynaklarının kendi pazarına daha güvenilir bir şekilde taşınmasını amaçlamıştır. Ayrıca Birlik enerji politikasını desteklemek amaçlı son yıllarda ALTENER II, SAVE, COOPENER, SYNERGY ve MEDA gibi bir takım programlar da kurmuştur. 

AB enerji politikasında gerçek bir adımı 1995 yılında yayınlamış olduğu “Avrupa Birliği için Bir Enerji Politikası COM (682)1995” adlı Beyaz Kitapla atmıştır. Bu kitapta Birlik şu üç önceliği tespit etmiştir: enerji güvenliğinin sağlanması, rekabetçi bir enerji piyasasının oluşturulması ve çevrenin korunması. Bu üç öncelik daha sonraki yıllarda yayınlanan çok sayıdaki yeşil kitaplarda da vurgulanmıştır. 

Son olarak 2006’da yaşanan Ukrayna-Rusya doğalgaz krizi Birliğin yeniden bir politika belirlemesine sebep olmuştur. Avrupa Komisyonu bu kriz sonrası dönemde yayınladığı raporlarda enerji politikasını yeniden tanımlamaya çalışmıştır. Özellikle de Birliğin enerji arz güvenliğinin ciddi bir şekilde risk altında olduğu anlaşılmış ve bunun için çözüm önerileri geliştirilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte üye devletlerin sahip olduğu parçalı enerji politikalarında yavaş yavaş Birlikle hareket edebilme yönünde bir ilerleme gözlenmektedir. 

Kısacası bu kriz ortak bir enerji politikasının gelişmesinde zemin özelliği taşıyan bir adım niteliğinde olmuştur. 

3. ENERJİDE SON DURUM 

Toplam tüketiminin yarısını dış kaynaklardan temin eden AB dünya enerji tüketiminde Birleşik Devletler’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Petrol tüketiminin %81’ini, doğalgaz tüketiminin %54’ünü ve katı yakıtların %38’ini yabancı kaynaklardan tedarik eden Birlik global enerji piyasasında ithalatta ise birinci konumdadır.2 Avrupa Komisyonu tüketimin önümüzdeki yirmi yıl içinde iki katına çıkacağını3 ve buna paralel olarak da ithal bağımlılığın 2030 yılında %70’lere varacağını tahmin etmektedir.4 Son trendlere bakıldığında toplam 
enerji talebi yılda %1-2 artar iken elektrik enerjisi %2 – ki bu oran yeni üye devletlerde %3’tür – ve doğalgaz talebi bunların da üstünde daha hızlı bir şekilde artış göstermektedir.5 

Aşağıdaki tablolarda sırasıyla kaynakların toplam tüketim içindeki paylarını, yine elektrik enerjisi üretimindeki kullanım oranlarını, enerji tüketiminin sektörel dağılımını ve son olarakda yıllara göre petrol ve doğalgazın ithalat oranlarını göreceksiniz. 



Tablo 2: AB-27 için Toplam Enerji Tüketimi Verileri (2004) 



Tablo 3: Elektrik Üretiminde Kaynakların Payı (2005) 



Tablo 4: Enerji Tüketiminin Sektörel Dağılımı (2004) 



Tablo 5: AB-27 için Petrol ve Doğalgaz İthalat Oranları 




3.1. Petrol 

Yaklaşık %37’lik bir payla Birliğin enerji tüketiminde ilk sırada yer alan petrolün %56’sı ulaşım sektöründe, %15’i petrokimya sektöründe, %23’ü endüstri, hizmetler ve meskenler gibi tüketim sektörlerinde ve %6’sı ise elektrik üretimi ve ısıtmada kullanılmaktadır.6 AB petrolünün ancak beşte birini üretibilirken kalanını dış kaynaklardan karşılamaktadır. 

Sırasıyla, ithal ettiği ülkeler ise şöyle: Rusya %27, Orta Doğu %19, Norveç %16, Kuzey Afrika %12 ve diğer bölgeler % 5.7 AB’nin son dönemdeki politikasına bakıldığında Orta Doğu’daki petrollerin kendisi için hayli önemli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Rusya ve Norveç’e olan bağımlılığını azaltmak için bu bölgeye yönelmiş durumda. Fakat bölgede devam eden siyasi 
istikrarsızlık nedeniyle burada uyguladığı/uygulayacağı enerji dış politikası yavaş yavaş şekillenecektir. AB, Orta Doğu’da geliştireceği enerji işbirlikleri sayesinde petrol sunum güvenliğini de garanti etmiş olacaktır. 

3.2. Doğalgaz 

Yıllık tüketimi 515 milyar metre küp olan doğalgaz Birliğin toplam enerji tüketiminin yaklaşık dörtte birine takabül etmektedir. Mevcut projeksiyonlar bu tüketimin daha da artarak 2030’lu yıllarda 635 milyar metreküpe varacağını göstermektedir.8 Birliğin doğalgaz üretiminin %46’sı yerli üretime dayanırken kalan yarısından fazlası dışardan tedarik ediliyor. İthalatın yapıldığı ülkelerin paylarına bakıldığında ise %25’le Rusya ilk sırada, %15’le Norveç ikinci sırada ve %14’le de Kuzey Afrika, Nijerya ve Orta Doğu üçüncü sırada yer almaktadır.9 
Toplam enerji tüketiminde % 24’lük payla ikinci sırada yer alan doğalgazın %29’u elektrik üretiminde, yine %29’u meskenlerde, %25’i sanayide ve kalan %13’de çok az bir kısmı ulaşım olmak üzere diğer alanlarda kullanılmaktadır.10 Kömür ve petrole nazaran daha az karbondioksit içermesi ve ekonomik faydaları nedeniyle doğalgaza olan talep her geçen gün hızla artmaktadır. Özellikle de elektrik üretimindeki payı hızlı bir artış göstermektedir. Örneğin, 2001’de elektrik üretimindeki payı %17 iken 2025 için bu oran %38 olarak tahmin 
edilmektedir.11 

3.3. Kömür 

Toplam birincil enerji tüketiminde %18’lik bir paya sahip olan kömürün büyük çoğunluğu – %74 – elektrik üretiminde ve kalan kısmı da çelik endüstrisi gibi ağır sanayi kollarında kullanılmaktadır.12 Petrol ve doğalgazda yüksek oranda dışa bağımlı olan AB yeterli düzeyde kömür rezervlerine sahiptir. Özellikle de yeni üyelerin katılımıyla bu rezervlerin sayısında önemli bir artış olmuştur. Fakat son yıllarda kömür üretiminde azalma görülmektedir. Komisyon buna kendi kömürlerinin üretim maliyetinin dünya ortalamasından 3-4 kat daha 
fazla oluşu, üye devletlerin yerli üretimi sübvanse etmek istemeyişleri, jeolojik koşulların zorluğu, işçi haklarını düzenleyen kanun ve yönetmeliklerden doğan bir takım sıkıntılar gibi kriterlerin sebep olduğunu ifade etmektedir.13 Bir diğer önemli sebep ise AB’nin Kyoto Protokölü’ne uyum çerçevesinde kendisi için belirlemiş olduğu taahhütlerdir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi tarafından 1997’de hazırlanan Kyoto Protokolü taahhütleri çerçevesinde Birlik sera gazı emisyonlarını azaltabilecek tedbirler üzerinde 
durmaktadır. Bu nedenle CO2 emisyonu yüksek olan kömürün üretimini düşürmek – ki Birliğin CO2 emisyonlarının dörtte biri kömür tüketiminden kaynaklanıyor14 – ve daha temiz bir kaynak olan doğalgaz ve sera gazı emisyonu içermeyen yenilenebilir gibi enerji kaynaklarının toplam tüketim içindeki paylarını yükseltme yoluna gitmiştir. Ayrıca kömürden temiz enerji üretebilecek ileri teknolojilere yatırım yapılmakla beraber henüz çok büyük bir ilerleme kaydedilmediğinden kömüre olan talep her geçen gün azalmaktadır. 

Birincil enerji tüketiminin %18’ini oluşturan kömür Birliğin elektrik üretiminin neredeyse üçte birini karşılamaktadır. Özellikle de yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinde elektrik üretiminde kömür önemli bir pay sahibidir. Örneğin, Polonya elektriğinin %92’sini kömür üretiminden karşılamaktadır. Yine Yunanistan elektriğinin %62’sini ve Almanya ise %50’den fazlasını kömürden üretmektedir.15 

3.4. Nükleer Enerji 

Nükleer enerjinin AB elektrik üretimi içindeki payı oldukça yüksektir. 175 nükleer reaktöre sahip olan Birlik toplam elektrik üretiminin %30-35’ini buradan karşılıyor. Ülkeler bazında baktığımızda ise Fransa elektriğinin %78’ini, Belçika yaklaşık %60’ını, İsveç %50’sinden fazlasını, Almanya yaklaşık %30’unu, Finlandiya %27’sini, İspanya %25,7’sini ve son olarak da İngiltere %23’ünü nükleer enerjiden karşılamaktadır. Öte taraftan Danimarka, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Lüksemburg ve Portekiz gibi ülkeler henüz nükleer enerjiden yararlanmıyor.16 
Bazı üye ülkeler mevcut nükleer santrallerini çeşitli nedenlerden ötürü kapatmaya çalışırken bazıları da bu alanda yatırım yapmaya devam ediyor. Bunun için Birlik düzeyinde ortak bir nükleer enerji politikasından bahsetmek oldukça güç. Fakat nükleer enerjinin çevreye sera gazı emisyonu yaymadığı için daha fazla rağbet göreceği kaçınılmaz görünüyor. Bunun için Komisyon nükleer enerji konusunu sık sık gündemine almaktadır. 

3.5. Yenilenebilir Enerji Kaynakları 

Yenilenebilir enerji kaynaklarına – biyokütle, hidroenerji, rüzgar, güneş, jeotermal – bakıldığında ise her ne kadar AB toplam birincil enerji tüketimi içindeki paylarını arttırmak istese de üretim henüz yeterli seviyeye ulaşamamış tır. Burada da kömürdeki sebeplere benzer bir takım sıkıntılar mevcut. Birçok yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim maliyetleri petrol, doğalgaz ve kömür gibi geleneksel yakıtlara nazaran oldukça yüksek. Yine bu kaynakların ticari olarak işletilmesi üye devletlerin sübvanse etme isteklerine bağlı. Son olarak da ileri teknoloji ihtiyacı acil bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bu kriterler nedeniyle kısa vadede istenilen hedefe ulaşmak oldukça güç görünmektedir.17 Hali hazırda %6’lık bir payı elinde bulunduran yenilenebilir lerin elektrik üretimine katkısı ise %15’lerdedir. 

AB 2020 tarihine kadar yenilenebilirlerin payını %20’ye yine yenilenebilir bir enerji kaynağı olan biyoyakıtın ulaşım sektöründeki payını da %10’a çıkarmayı taahhüt etmiştir.18 Tabii AB’nin bu taahhütleri yerine getirmesi için bu alanda ciddi yatırımlar yapması gerekmektedir. Aksi takdirde bu hedefleri yakalaması söz konusu değildir. Uzmanlara göre yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, enerji verimliliği ve CO2 emisyonlarının düşürülmesinde hedeflenen raklamlara ulaşmak için Birliğin önümüzdeki bir 15 yıl içerisinde yaklaşık 1.5 trilyon ABD Doları kadar bir teknoloji yatırımı yapması gerekmektedir.19 



2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

26 Şubat 2017 Pazar

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİNDE ÜRDÜN ÖRNEĞİ



 DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİNDE ÜRDÜN ÖRNEĞİ 


Baransel Mızrak 

Özet 

Ürdün Krallığı nın diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran dinî gruplarla göreceli olarak ilginç bir ilişkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Haşimi Krallığı ve dinî gruplar arasındaki münasebetler her zaman daha sakin bir hüviyete sahip olmuş ve birçok Ortadoğu ülkesinde müzmin bir sorun haline dönüşen çatışmacı ilişki, Ürdün yönetimi ve dinî gruplar arasında pek görülmemiştir. Din ve devlet ilişkileri bağlamında Ürdün de göze çarpan en önemli hareket Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketidir. 

Özellikle bir zamanlar İhvan la Ürdün ün iyi olan ilişkilerinin son dönemlerde neden kötüleşmeye yüz tuttuğunu ise incelemek gerekmektedir. İhvan ın yanında bazı Selefi gruplar da Ürdün deki devlet-din ilişkileri bağlamında bahsedilmesi ve ele alınması gereken önemli topluluklardandır. Ürdün deki gruplardan birçok açıdan ayrılan Selefiler, şüphesiz ülkedeki faal durumlarıyla da incelenmesi zaruri olan gruplardandır. Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Ürdün, Haşimi Krallığı, Müslüman Kardeşler, İhvan, Selefi Gruplar 

    Toplumsal Olarak Ürdün ve Din Devlet İlişkilerine Genel Bir Bakış Ürdün, bilindiği gibi sınırları Avrupa devletlerince çizilen ve komşuları ile doğal korunaklı çizgilere/ yapılara sahip olmayan bir ülkedir. Topraklarının büyük bir bölümü çöllerden müteşekkildir ve ekonomik olarak zayıf bir ülkedir. Ürdün de iki önemli topluluk yaşamaktadır. Bunlar Filistinliler ve Doğu Şeria da yaşamlarını sürdüren Ürdünlülerdir. Filistinlilerin nüfusu Ürdünlülerin nüfusunun yarısından fazladır ve Ürdün yönetimi Filistinlilere vatandaşlık hakkı tanımıştır. Ancak etnik köken, dil ve din açısından ortak bir yapıda olsalar da Filistinlilerin Ürdün de ayrımcı bir muameleye tabi tutulduğu herkesin malumudur. Yani Filistinliler devlet kademelerinde Ürdünlülerin sahip olduğu haklardan istifade edememekte ve yüksek pozisyonlara atamaları yapılmamaktadır. Ürdünlüler daha çok resmî kurumlarda, yönetimde, kamuya ait sanayi kuruluşlarında ve askeriyede görevler üstlenirken, Filistinlilerin ise genellikle özel sektörde faal oldukları bilinmektedir. Bu uygulamanın Filistinlilerin Ürdün e fazla entegre olarak Filistin ile bağlarının kopmasını engellemek için yapıldığı yorumları da bulunmaktadır. 1 Ürdün ün resmî dini İslam dır. Ülkede ne kadar Müslüman veya Hristiyan olduğu konusunda kesin rakamlar bulunmamaktadır. Ancak nüfusun yaklaşık olarak %92 sinin Sünni Müslüman, %6 sının da Hristiyan olduğu belirtilmektedir. Bunların yanında nüfusun %2 sinden fazlasının da Şii, Dürzi ve Bahai olduğu tahmin edilmektedir. 2 

Ülkede, kamu düzeni ve ahlakını bozmadıkça diğer din mensuplarına da dinî özgürlüklerini yaşama hakkı verilmektedir. Anayasada kralın Müslüman olması, hükümetin de İslam hukukuna uygun hareket etmesi gerektiği belirtilmektedir. Belirlenmiş bu kurallara karşın ülkede hükümetin bazı uygulamalarının din özgürlüğünü engellediği yönünde iddialar söz konusudur. Buna örnek olarak da Müslümanların Hristiyanlığa geçişlerinin yasaklanmış olması gösterilmektedir. Ancak Ürdün de Müslümanlar ile Hristiyanlar huzur içinde yaşamakta ve çoğu kez birlikte hareket etmektedir. 3 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından 2014 yılında yayımlanan Uluslararası Din Özgürlüğü Raporu nda Ürdün de Müslüman ve Hristiyanların barış içerisinde yaşadıkları ancak resmî olarak tanınmayan dinlerin inanç sahipleri ile Müslümanlıktan diğer dinlere geçen insanların toplum ve devlet tarafından baskıya ve psikolojik şiddete uğradığı iddia edilmektedir. 4 Ürdün hükümeti ülkedeki Hristiyanların dinî inançlarını özgürce yaşadıklarını ifade etmektedir. Gerçekten de Ürdün deki Hristiyanlar yargı, yasama ve yürütme erkleri yanı sıra emniyette, orduda ve burada sayamadığımız başka birçok kurumda Müslümanlarla yan yana rahatlıkla çalışabilmekte; üniversitelerde iyi pozisyonlara gelebilmektedirler. Dürzilik ve Bahailik Ürdün de din olarak tanınmamakla birlikte nüfus olarak küçük bir grubu oluşturan bu kişilerin de dinî inançlarını yaşamasına karışılmamaktadır. Bu bağlamda Dürzilerin devlet kademelerinde ayrımcılığa maruz kalmakla birlikte toplumsal alanda ayrımcılıkla ilgili bir şikâyetlerinin olmadığı ifade edilmektedir. Bahailik inancına sahip olanların ise hem devlet hem de toplum tarafından rahatsız edici bir biçimde ayrımcılığa maruz kaldıkları söylenmektedir. Örneğin bu iki inanç mensuplarına verilen kimlik kartlarında dinî inanç kısmının boş bırakılmasının bu kişilerde rahatsızlığa neden olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, Dürzi ve Bahai inancına sahip insanlara ait mahkemelerin olmadığı, bu yüzden de ailevi konular ve aile meseleleri ile ilgili kararların alınamadığı, bu tür davaların şeriat mahkemelerinde görüldüğü ifade edilmektedir. Bunun yanında bu inanç sahipleri Müslüman dinî liderlerin kendileri hakkındaki bazı söylemlerinden de büyük rahatsızlık duyduklarını, bu tür söylemlerin toplumsal hayatta kendilerine genel olarak tehdit veya hakaret olarak döndüğünü belirtmektedirler. Farklı din mensupları arasındaki evlilikler ne devletçe ne de toplumca hoş görülmekte ve onaylanmaktadır. Bu çiftler yaşadıkları baskı dolayısıyla yurt dışına göç etmektedir. 

Öte yandan Ürdün de, ateistler ve resmî olarak tanınmayan dinler haricinde, tüm din mensuplarının kendi mahkemeleri bulunmakta ve davaları bu mahkemelerde görülmektedir. Ayrıca Müslümanlar ve diğer inanç sahiplerinin dâhil olduğu davalara da şeriat mahkemeleri bakabilmektedir. 5 Camilerin yönetiminde söz sahibi olan devlet, kendisine karşı meydana gelebilecek muhalif hareketleri de bu sayede engelleyebilmektedir. Örneğin Mısır da camiler daha özerk bir yapıda hareket ederken Ürdün de tamamen devlet kontrolündedir. Vaiz, imam ve tüm din çalışanlarının memuriyete alınma süreçleri, tayinleri ve cuma hutbeleri, devletin kontrol ve denetimi altındadır. Bu önlemler şüphesiz din hizmetlerinde devletin etkin yönetimini ve bu gruplar arasında yönetime karşı oluşabilecek tehlikeleri bertaraf etme amacını taşımaktadır. 6 Ürdün ve Müslüman Kardeşlerin (İhvan) Altın Çağı Ürdün de devlet ve İhvan arasındaki ilişkiler çoğunlukla çatışmadan uzak bir seyir izlemiştir. 

Kral I. Abdullah ın 1945 yılında İhvan ın ofisinin açılışına katıldığı ve kendilerini tebrik ettiği bilinmektedir. Suriye ve Mısır daki durumun aksine Ürdün, şiddeti savunmayan bu tür barışçı grupları destekleyen vatandaşlarına izin vermiştir. Bölgedeki diğer İslami grupların aksine İhvan ın askerî bir kanadı yoktur ve Ürdün rejimine karşı olan şiddet hareketlerine de hiçbir zaman destek vermemiştir. Hatta 1970 lerde Filistin Kurtuluş Örgütü ve Haşimi Krallığı arasında vuku bulan ve Kara Eylül olarak anılan olayda dahi Filistinlilere karşı alınan sert önlemlerde İhvan, Ürdün rejiminin yanında durmuş ve rejimin devrilmesi için oluşturulan militan örgütlere katılım sağlamamıştır yıllarında İhvan ve devlet arasında çok sağlıklı ve karşılıklı çıkar temelinde kurulmuş bir ilişki görülmektedir. 

Hatta rejim, İhvan ın güvenilir bir müttefik olduğunu ve diğer gruplar gibi ülkenin güvenliği ve istikrarını zedeleyecek bir girişim içinde olmadığını açıklamıştır Arap-İsrail Savaşı Ürdün İhvanı için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra İhvan ın siyasete katılma konusundaki eğiliminin arttığı, ayrıca Yahudi güçlerine karşı gönüllü birlikler oluşturarak mücadele ettiği gözlenmiştir. Mısır da 1952 Temmuz Devrimi sonrasında milliyetçi ve sol hareketlerin güç kazanmasının etkileri bir yıl sonra, 1953 yılında, Ürdün İhvan hareketini de yeni bir dönemece getirmiştir. Ürdün İhvanı bu süreçte farklı bir yapılanmaya gitmiş ve Mısır daki İhvan örneğini takip etmiştir. Ürdün İhvanı bu dönemde siyasal, ekonomik ve kültürel hayatta daha aktif bir şekilde yer alma kararı almıştır. Bu yeni anlayışa uygun olarak da Ürdün hükümetine başvurarak sadece hayırsever bir kuruluşu olarak değil aynı zamanda Genel İslami Meclisi olarak da kayıt başvurusunda bulunmuştur. 

İhvan ın bu talebi Ürdün hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Önceki dönemlere nazaran siyasi hayatta daha aktif bir çizgi izlemeye başlayan İhvan, 1956 yılında parlamento seçimlerine katılmış ve ilk kez bir hareket olarak parlamentoda dört koltuk kazanmıştır. Bu dönemde rejim ve İhvan arasındaki ilişkiler iyi olmasına rağmen, bazı çevreler İhvan ın rejime karşı tehdit oluşturduğu değerlendirmelerinde bulunmuştur. Çünkü İhvan ideolojisi bir yandan tümüyle Batı ya karşı çıkarken bir yandan da şeriatı devletin tek meşru yasal dayanağı olarak kabul etmektedir. Gerçekten de İhvan, rejimi İslami değerler sisteminden ve ahlaki değerlerden uzaklaşmakla itham etmekten çekinmemiş ve Britanya ile olan özel ilişkileri şiddetle eleştirmiştir. Bunun yanında 1955 Bağdat Paktı nı ve Ürdün ün bu pakta katılma ihtimalini de onaylamayarak eleştirel bir tutum sergilemiş, Britanya nın bıraktığı boşluğu ABD nin doldurma çabası olarak gördüğü Eisenhower projesine de karşı çıkmıştır. Tüm bunlara rağmen İhvan ile rejimin ilişkileri karşılıklı çıkar temelinde ilerlemiş ve 1950 ler ve 1960 larda olduğu gibi İhvan, zor zamanlarında hep rejimin yanında olmuştur. Buna mukabil, Mısır başta olmak üzere diğer Arap rejimlerinde baskı ve şiddete uğradığı dönemlerde Ürdün deki rejim de İhvan için önemli bir sığınma merkezi olmuştur. Burada bilhassa belirtmek gerekir ki İhvan, diğer partiler gibi bu dönemde siyaseten yasaklı olmayışından istifade ederek kazanım sağlamaya çalışmamış, çabalarını daha çok sosyal hayattaki etkisini geliştirmek ve çalışmalarını hayır işleri yapmak üzerine inşa etmiştir Arap-İsrail Savaşı nda da Cihat adlı birlikler kurarak işgalci İsrail güçlerine karşı büyük bir askerî direniş sergilemiştir. 

Ancak cihat deneyimi Filistinli direniş güçlerinin ülkeden çekilmesi ile sona ermiştir. Hareket, çabalarını yine öğrenci birlikleri, İslami hastaneler ve okullar inşa ederek sürdürmeye çalışmıştır yılında Ürdün de yaşanan büyük ekonomik buhran sırasında geniş çaplı sokak gösterileri olmuş ve Kral Hüseyin bu krizi parlamentoyu revize etme ve sivil reformlar yapma sözüyle yatıştırabilmiştir. İhvan kriz esnasında sokak gösterilerine katılım sağlamasa da mevcut ortam kendi siyasi gündemini ortaya koyma fırsatı vermiştir yılına gelindiğinde ise İhvan ın bir kolu olan Hamas ortaya çıkmıştır. 


Yukarıda da belirtildiği gibi Ürdün İhvanı ideolojik temelini ve organizasyon yapısını Mısır daki muadilinden almış ve Hasan el-benna nın öğretileri etrafında toplanmıştır. Seyyid el-kutub ise harekette birçok değişiklik ve düzenleme yapmak istemiş Allah ın hükümeti, 8 Cihat ve İslam ın Devrimci Karakteri gibi temalar üzerinden görüşlerini şekillendirmiştir. 9 Ancak hareket içerisinde iki farklı grup ortaya çıkmış ve el-benna taraftarı olan reformistlerle Kutub taraftarı olan radikaller arasında tartışmalar baş göstermiştir. Mısır daki bu tartışmalara tepkisiz kalmayan Ürdün İhvan ı da göreceli olarak rahat koşullarda olmasına rağmen bu tartışmalarda taraf olmuştur. 10 Ürdün de İhvan-devlet ilişkisi, Mısır daki İhvandevlet ilişkisinin aksine çok daha yakın olmuştur. Ürdün de İhvan ve devlet ortak çıkar alanı bulmuş ve Arap milliyetçiliği ve radikal İslam gibi tehditlere karşı Haşimi Krallığı ile birlikte hareket etmiştir. Bazı yazarlar ılımlı İslamcıların demokratik bir tutum sergileyerek daha fazla özgürlük kazandığını ve bunun onları baskıdan kurtardığını yazmıştır. 

Öte yandan bu durumun rejimin çıkarlarına aykırı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Haşimi Krallığı ile İsrail arasındaki yakınlaşmadan sonra, devletin İhvan ile ilişkilerini yakın tutarak bu duruma sert tepki verebilecek diğer İslami grupların etkilerini hafifletmek istemiş olabileceğini savunlar da vardır. Ürdün de mevcut İslami hareketler arasında bir bütünlüğün olmadığı öteden beri bilinmektedir. Özellikle Filistin meselesinde bu ayrılık daha da fazla açığa çıkmaktadır. İhvan, benimsediği demokratik tutum sayesinde siyaset alanında geniş çaplı bir muhalefet etme imkânı bulmuştur. Bugün gelinen noktada İhvan ın siyasi olarak etkisinin azaltılmasının bu grubun radikalleşmesine yol açabileceğini söyleyenler de az değildir. 11 Bu konuda Wiktorowicz, Ürdün İhvanı nın monarşi içerisinde sadık muhalif pozisyonunu koruyarak gücünü artırdığını ve Haşimi Krallığı nın da muhalefeti yönlendirmede ve kendisine fazlaca eleştirel bir tutum takınan muhalif grupları marjinalleştirmede İhvan ı önemli bir araç olarak kullandığını ifade etmiştir. 

Bu sayede İhvan ın amaç ve organizasyonlarına katkı sağlayan yönetim, bunun karşılığında Haşimi Krallığı na karşı vuku bulacak karşı muhalefeti engelleyebilmek için İhvan desteğini elde etmiştir. 12 Haşimi Krallığı ile Ürdün İhvanı nın Bozulmaya Başlayan İlişkileri ve Bunun Olası Etkileri Haşimi Krallığı ve İhvan arasındaki ilişkilerin tamamen gerginleşmesi, Müslüman Kardeşlerin bir mensubu olan Mısır Devlet Başkanı Mursi nin darbe ile iktidardan düşürülmesi sonrasında Ürdün de de yönetimin İslamcılara karşı baskısını artmasıyla başlamıştır. Kral Abdullah, İslami hareketlere karşı olan antipatisi bir yana, İhvan a karşı yükselen genel baskıcı akıma ayak uydurmuştur. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Haşimi Kralı, bu sayede ülkesindeki muhalefetin önemli bir ayağını oluşturan İhvan ı dize getirmek istemiştir. Bunun yanında Amman ın son dönemde ortaya çıkan yeni İhvan ile kendisine yakın eski İhvan ayrımını suistimal ederek bundan bir kazanım sağlama çabasında olduğu da dile getirilen görüşlerdendir. 13 Ancak İhvan a karşı bu kadar sert bir tutum içine girmiş olmasının Haşimi Kralı nı sıkıntıya sokması da ihtimaller arasındadır. Çünkü The New York Times ın bir haberine göre 6 milyonluk nüfusun yaklaşık %25-30 u İhvan ı desteklemektedir. İhvan, yönetimde Kral ın atadığı başbakanı değil halk tarafından seçilmiş bir başbakanı görmeyi arzu etmektedir. Bu arada 1989 yılında gayet şeffaf bir şekilde yönetildiği ifade 4

5 edilen parlamento seçimlerinde İhvan ın büyük bir başarı sağlayarak neredeyse parlamentodaki koltukların üçte birini kazandığını da belirtmek gerekmektedir. Bu tablonun ortaya çıkmasından sonra hükümet, seçim yasasını değiştirerek İslamcıların siyasi gücünü azaltacak önlemler almaya başlamıştır. Aradan geçen sürede İhvan bu duruma tepki olarak 2010 ve 2013 seçimlerini boykot etmiştir. İhvan ın faaliyetlerini engellemenin bu grubu daha da hırçınlaştırabileceği ve radikalizmi artırabileceği yönündeki endişeler ise bu süreçteki bir diğer risk unsurudur. 

Bilhassa DAEŞ ile mücadelede başka bir İslami grubun -ki bu grup toplumun önemli bir kesimi tarafından destekleniyorsa- ötekileştirilmesi, yeni bir radikal grubun ortaya çıkmasına ve Ürdün devletinin başına bela olmasına sebebiyet verebilir. 14 Keza hükümet yetkilileri yaklaşık Ürdünlünün DAEŞ saflarında savaştığını ve bu kişilerin geri dönerek Ürdün de saldırılar düzenlemesinden büyük endişe duyulduğunu ifade etmektedir. Bu arada yapılan başka bir araştırmaya göre Ürdün nüfusunun %10 u DAEŞ terör örgütüne olumlu bakmaktadır. 15 Dolayısıyla böyle bir risk varken kendi varlığına büyük bir tehdit oluşturmayan ve yeri geldiğinde Haşimi Krallığı ile birlikte hareket edebilen İhvan ın ötekileştirilmesi ve dışlanması pek de akıllıca görünmemektedir. Bunun yanında Ürdün ün İhvan a karşı takınacağı sert tavrın uluslararası alanda da çeşitli yansımaları olabilecektir. Böylesi bir durumda Ürdün ün de Mısır gibi insan hakları örgütlerinin yakın markajına girmesi ve baskıya uğraması ihtimal dâhilindedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi İhvan, Haşimi Krallığı na bir tehdit oluşturmamaktadır. Zira genç işsizlik oranının %28 in üstüne çıktığı, misafir ettiği büyük bir Suriyeli mülteci nüfusun getirdiği zorluklar ve büyük dış borç yükü altındaki Ürdün de, öncelikli gündem maddesi İhvan değil ekonomi olmalıdır. Ancak ne var ki tüm bu risklere rağmen Ürdün rejimi İhvan ı tehdit olarak görmekte ve ona karşı baskıcı politikalarından vazgeçmemektedir. 16 Ürdün deki Selefi Hareket Selefi hareket, diğer grupların aksine mantıki tartışma ve akıl yürütme metodunu tercih etmemekte ve akidenin esaslarının sadece Kur an ve sünnetten hareketle tayin ve tespit edilebileceğini savunmaktadır. Yani inanç esaslarının kaynağı naslar olmalı ve bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bundan ötürü Selefiler Kur an ve sünnette yani nasta Allah ın sıfatları ve fiilleri ile alakalı hususları, mecazi anlamlarına bakmadan olduğu haliyle benimserler. 17 Günümüzde Selefilik, İhvan da görüldüğü gibi fikir ve eylem açısından homojen bir yapıda değildir. 

Bu nedenle kendi aralarında belli kriterler doğrultusunda tasnifinin yapılması zor görünmektedir. Esasen bakıldığında savundukları inanç ilkeleri ve kültürel atmosferin benzerlikler barındırdığı, ancak sosyal ve siyasal alanda bazı farklılıkları bulunduğu görülmektedir. Selefi akımları dört ana kategoride değerlendirmek mümkündür. 1. İlim ve daveti düstur edinmiş olanlar. Bu grup, insanları kendi ilkeleri doğrultusunda hareket etmeye davet eder ve dinî eğitim verir. Ayrıca her türlü siyasi katılıma da uzak durur. Akaid 18 üzerine yoğunlaşan Selefiler, akaid esaslarını bidat ve hurafelerden arındırır ve Mutezile, Haricilik ve Şiilik gibi inançları sapkın olarak kabul ederler. Tasavvufi akımlara karşı da mesafeli duran Selefiliğin bu kolu Suudi Arabistan bölgesinde yaygın olup Abdulaziz b. Baz ile Nasıruddin el-bani gibi isimlerin fikirleri etrafında vücut bulmuştur. 2. Siyasete ve siyasi partilere uzak duranlar. Bu Selefiler, yöneticilere itaat etmeyi kendilerine ilke edinmiştir. 

Ancak siyasete karşı sert ve uzak duruşlarının yanında, iktidara talip olan İslamcılara karşı iktidar ile saf tutarlar. Daha çok Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde varlık gösteren bu grubun etkisi Arap devrimleriyle azalmaya başlamıştır. 3. Bu Selefi grup daha çok cihatçı olarak anılmakta ve Arap dünyasındaki rejimleri alaşağı etmek için şiddet eylemlerine başvurmaktadır. Günümüzde bu Selefi grupları İslam dünyasındaki birçok eylemden sorumlu tutulmaktadır. 4. Daha ıslahatçı bir duruş sergileyenler. 

Bu gruptakiler sosyal ve siyasal meselelere daha yakın ve ılımlı bir yaklaşım sergilemekte ve Selefi 5

6 inanç ve ilkelerinin hayatın her alanında aktif bir biçimde savunulması gerektiğini düşünmektedirler. Bilhassa toplumsal ve siyasal değişimin tedrici ve barışçı bir biçimde olması gerektiğine inanırlar. Bu Selefi grubu Arap devrimleri öncesinde çok aktif olmamakla birlikte devrimler sonrasında birçok Arap ülkesinde siyasi partilere aktif bir biçimde katılmıştır. 19 Günümüzde Ürdün deki Selefi hareketin de yükseldiği görülmektedir. Bugün ülkenin hemen hemen bütün şehrinde Selefilere ait kitapçılar, derslikler ve faaliyetlerde artışlar gözlenmektedir. Ürdün deki Selefiler de İslamiyet in özünden gelen uygulamalara tabii olduklarını, doğrudan Peygamber in değiştirilmemiş uygulamalarını benimsediklerini ifade etmektedirler. Onların düşüncesine göre hayatın tüm alanı Kur an, sünnet ve hadisler etrafında şekillendirilmelidir. Ürdün deki Selefiler diğer İslami grupların aksine daha informal ağlarla hareket etmekte ve amaçlarına ulaşmada bu yöntemi kullanmaktadırlar. Selefilerin İhvan a karşı yaklaşımlarının nasıl olduğu ise herkes tarafından bilinmektedir. İhvan Selefilere nazaran Ürdün de akademik, sosyal ve siyasal alanda daha aktif bir profil sergilemektedir. Selefilerin artan etkinliğine rağmen İslam dünyasında öne çıkan ve birçok araştırmaya konu olan yapı İhvan dır. Ancak Selefilerin Ürdün de ulemada baskın bir rol oynadığını da belirtmek gerekmektedir. İslami öğretilerin toplumda yayılmasında talebeler ve İslam âlimleri önemli rol oynamakta, bu sayede birçok ağ kurularak İhvan ve diğer İslami grupların aksine propaganda yapılmaktadır. Selefiler kurdukları çalışma grupları, evlerde yaptıkları özel dersler ve diğer dinî aktivitelerle kendi düşüncelerinin yayılması için çalışmaktadır. İhvan ve diğer gruplar faaliyetlerini resmî yapılar üzerinden yürütürken Selefiler daha çok kişisel bağlarla kurdukları resmî olmayan yöntemlerle kendilerini anlatmaktadırlar. Bu durumun rejime tehdit oluşturup oluşturmadığı bir yana, bunlar sadece Ürdün de değil kurdukları sosyal bağlarla tüm Ortadoğu da birçok toplumu şekillendirmektedir. Selefilerin, kurdukları bu gayriresmî bağlarla, Ürdün yönetiminin baskı ve denetimlerini savuşturabilecekleri ve aktivizmlerini büyük ölçüde koruyabilecekleri düşünülmektedir. Ancak Ürdün, bu grupların oluşturabileceği tehdidi dikkate alarak Selefilerin faaliyetlerini olabildiğince engellemeye çalışmaktadır. 20 Ürdün deki Selefi grupların sayısı 1970 lerde Mısır, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde eğitim almaya giden Ürdünlülerin geri dönüşü ile birlikte gözle görülür bir biçimde artış göstermiştir da genç talebeler arasında hızla yayılan Selefilik hareketi Ürdün de önemli bir güç elde etmiştir. 

Özellikle Suriye de eğitim gördükten sonra Ürdün e dönen Muhammed Nasır el-din el-bani nin öğretileri bu hareketin gelişmesi ve yayılmasında oldukça etkili olmuştur yılında Afganistan savaşından dönen Selefi gruplar da Ürdün deki siyasi sisteme ve rejime karşı sert ve şiddet eğilimi yüksek bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Bu gruplar savaşa katılarak sadece savaş deneyimi elde etmemiş, aynı zamanda Selefi düşüncesini de yayma fırsatı bulmuştur. Kendilerini cihatçı olarak niteleyen bu gruplar yeraltında örgütlenerek rejime karşı mücadele başlatmıştır. Ayrıca, Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan ın yabancı askerleri ülkesine kabul etmesi, Selefilerin büyük tepkisini çekmiş, Selefiler bu dönemde çok sayıda eylem gerçekleştirmiştir. Ürdünlü birçok yetkiliye suikast düzenlenmiş, Batı etkisini barındıran her şey Selefiler tarafından hedef alınmıştır. Arap dünyasında pek çok kişiyi etkileyen bu gruplar, peş peşe eylemler gerçekleştirmiştir. 21 Selefi gruplar içerisinde İbn-i Teymiye nin öğretileri etrafında toplanan cihatçı bir grup bulunmaktadır. Bu gruba göre İslami olmayan politikalar güden kâfir yöneticilere karşı cihat ilan edilmesi gerekmektedir. Bu düşünceye sahip Ürdünlü cihatçı gruplar da liberal politikaları ve İsrail ile barışı desteklemesinden ötürü Haşimi Krallığı nı inançsız ve kâfir olarak nitelendirmektedir. Bu bağlamda İslamiyet e uygun davranışlarda bulunmadığını ilan ettikleri Kral Hüseyin ve Haşimilere karşı şiddete başvurmak ve cihat etmek gerektiğini savunmaktadırlar. Öte yandan bu düşüncedeki Selefilere rağmen şiddete başvurmayan reformist Selefi guruplar, harekette daha etkin bir durumdadır. Ancak son dönemde cihatçı Selefilerin popülaritelerinin arttığı gözlenmektedir. Özellikle Ürdün de cihatçı yayınların 1990 lar boyunca yaygınlaştığı dikkat çekmekte- 6

7 dir. Ürdün de bu yayınları dağıtan birçok Selefi, terörizm şüphesiyle tutuklanmıştır. Selefi militan gruplara katılım az olsa da cihatçı kişilerin sayısının artan bir seyir izlediği belirtilmektedir. Bu arada birçok Selefi grup İhvan ı örnek vererek rejim ile bağ kuran ve rejimle beraber bir siyasete dâhil olan yapıların o sistemin kölesi olduğunu, hiçbir zaman İslamiyet e hizmet edemeyeceklerini ve zamanla zayıflamaya mahkûm olduklarını belirtilmektedir. Özellikle cihatçı perspektife sahip Selefiler kendilerini sistemden tamamen soyutlamaktadır. Bilhassa 1989 yılı itibarıyla başlayan Ürdün demokratikleşmesinde dahi -İhvan ın aksine- Selefi gruplar resmî yapılar kurmaya sıcak bakmamışlardır. 22 Selefi grup üyesi birçok kişi rejim tarafından tutuklanmış, bu gruplara üye olanlar istihbarat servislerince sindirilmiştir. Bu uygulamalar sonuncunda Selefi gruplara üye pek çok kişinin bu yapılardan ayrılması sağlanmış, bu gruplara yeni katılımların önü bu şekilde alınmaya çalışılmıştır. Selefiliğin toplumda yayılmasında öğretmen-öğrenci ilişkisinin önemli rol oynadığının da ayrıca belirtilmesi gerekmektedir. Bu ikili ilişkiler hareketin yükselmesinde katalizör işlevi görmüş, Selefiler ideolojilerini ve öğretilerini bu yolla yayma imkânı bulmuştur. Her ne kadar ideolojilerinin yayılmasında ve Selefiliğin toplum içerisinde güçlenmesinde önemli bir yol kat etmiş olsalar da bu durum aynı zamanda birtakım yorum farklılıklarına ve kişisel rekabetlere yol açmış ve harekette bazı bölünmeler yaşanmıştır. 

Bugün Selefi düşüncenin yayılması için resmî olmayan yollarla camiler başta olmak üzere birçok yerde seminerler, konferanslar ve yayınlar yapılmaktadır. Bu bağlamda Selefiler, önemli propaganda merkezlerinden biri haline gelen camilerde, imkânları el verdikçe dinî eğitimlerle faaliyetlerine devam etmektedirler. Özellikle Suudi Arabistan ile bağları olan Selefiler, Ürdün dışındaki konferans ve seminerlere de katılım sağlamaktadır. Bu tür organizasyonalar Selefilerin kendi aralarında kurmuş oldukları bağlara uluslararası bir boyut katmaktadır. 23 Sonuç Ürdün, birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi, din ve devlet ilişkileri bağlamında münhasır bir yere sahiptir. Ülkenin sosyokültürel ve siyasi hayatında İhvan ve Selefi grupların önemli bir varlığının bulunması, Ürdün ülkesini daha iyi anlamak için bizleri bu grupları ayrıca incelemeye yönlendirmektedir. 

Örneğin günümüze kadar uzanan süreçte İhvan ın Ürdün yönetimi ile kurmuş olduğu yakınlığın yarattığı güç, bugün artık yavaş yavaş Haşimi Krallığı nda rahatsızlığa yol açmaktadır. Gün geçtikçe gerginleşen ilişkiler, özellikle Mısır da kısa süren İhvan yönetiminin darbeyle yıkılmasından sonra baskıya dönüşmüştür. Bu durum, bölgede İhvan a karşı oluşan baskıcı yönelimden Ürdün ün de faydalanmaya çalıştığını düşündürmektedir. Kaldı ki Ürdün İhvanı nın çatışmacı veya şiddet içeren eylemlerde bulunmadığı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu durumda İhvan ın hızlı yükselişine dur demek isteyen yönetimin -hele ki Suriye krizinin yarattığı istikrarsızlık ortamında- aşırı tepki vermesi, bu grup içerisinden de radikal hareketlerin ortaya çıkmasına sebep olabilecek bir tehlikeyi barındırmaktadır. Dolayısıyla hâlihazırdaki siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı daha da derinleştirecek ve ülkenin uğraştığı mülteci ve DAEŞ sorununa yeni bir sorun ekleyecek bu türden yaklaşımlar, Ürdün ü ciddi anlamda zor durumda bırakabilecek özelliktedir. Bu istikrarsızlık ortamında İhvan a karşı kısıtlayıcı inisiyatifler alsa da Ürdün ün kendisini -en azından şu süreçte- İhvan dan soyutlaması pek mantıklı bir seçenek gibi görünmemektedir. Hatta İhvan ile ilişkilerin iyileştirilmesi çok daha iyi bir alternatif olabilir. Ayrıca, Selefi grupların -İhvan dan farklı olarak- kendilerini çok ön planda tutmayışı ve faaliyetlerini genellikle perde arkasından yürütmeye çalışmaları da yönetim açısından önemli bir diğer çıkmazdır. Bu anlamda Selefilerin İhvan dan çok daha katı bir tutuma sahip olmaları ve yönetime karşı yaklaşımlarının da çok olumsuz olması, Haşimi Krallığı açısından oldukça ciddi bir sorundur. Ürdün deki toplumun radikal hareketlere sempatisinin her geçen gün daha da arttığı dikkate alındığında, bu tür toplulukların sayılarının artmaması için yönetimin bir girişimde bulunma olasılığı gayet yüksek görünmektedir. Kısaca, ülkedeki siyasi dengelerin ve tercihlerin İhvan ve Selefiler gibi dinî gruplar üzerinden büyük ölçüde değişkenlik gösterdiğini ve göstermeye devam edeceğini ileriki dönemler için de öngörmek çok zor değildir. 

Son Notlar 
1 Ertan Efegil, Mısır ve Ürdün ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar, Cilt 5, Sayı 51, 2013, s World Directory of Minorities and Indigenous Peoples, Jordan, ( ). 

3 Jordan s Christians and Muslims March Together, The Tablet, 26 Ağustos 2014, news/1107/0/jordan-s-christians-and-muslims-march-together- ( ). 

4 Jordan, U.S. Secretary of State, documents/organization/ pdf ( ). 

5 Mohammed Abu-Nimer, Amal I. Khoury, Emily Welty, Unity in Diversity: Interfaith Dialogue in the Middle East, Washington D.C, United States Institute Of Peace Press, 2007, s Quintan Wiktorowicz, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brotherhood, and State Power in Jordan, Book Review, by Nader Sohrabi, Albany: State University of New York Press, Aaron Magid, The King and the Islamists-Jordan Cracks Down on the Muslim Brotherhoods, Foreign Affairs, May 3, 2016, jordan/ /king-and-islamist ( ). 

8 Hassan Abu Hanieh, From the perspective of Islamic Movements in Jordan, Friedrich-Ebert-Stiftung, 2008, Ürdün, s Müslüman Kardeşler ve Seyyid Kutup, Timetürk, , ( ). 

10 Hanieh, From the perspective..., s Ralf Hammerstein, Deliberalization in Jordan: The Roles of islamist and U.S.-EU Assistance in Stalled Democratization, Carola Hartmann Miles-Verlag Berlin, 2011, s Wiktorowicz, The Management of..., s Aaron Magid, ( ). 14 King Moves to Widen Outreach in Jordan, New York Times, Feb. 3, 2011, world/middleeast/04jordan.html?_r=3 ( ). 15 How Jordan Got Pulled Into the Fight Against ISIS, TIME, Feb. 26, 2015, ( ). 16 Aaron Magid, ( ). 17 Vecihi Sönmez, Selef Düşüncesinin Tarihi Arkaplanı ve Selefilik, Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi 9-10, Bişkek 2010, s Yüce İslam dininde kesinlikle inanılan, tasdik edilen hususlar, konular ve esaslar manalarına gelmektedir. 19 Ramazan Yıldırım, Cemaatten Partiye Dönüşen Selefilik, SETA Analiz, Aralık 2013, Sayı 73, s Quintan Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, International Journal of Middle East Studies, Vol. 32, No. 2, May, 2000, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, 

 Kaynakça 

Abu-Nimer, Mohammed, Amal I. Khoury, Emily Welty. Unity in Diversity: Interfaith Dialogue in the Middle East, United States Institute Of Peace Press, Washington D.C, Abu Hanieh, Hassan. From the perspective of Islamic Movements in Jordan, Friedrich-Ebert-Stiftung, 2008, Ürdün. Efegil, Ertan. Mısır ve Ürdün ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar, Cilt 5, Sayı 51, Hammerstein, Ralf. Deliberalization in Jordan: The Roles of Islamist and U.S.-EU Assistance in Stalled Democratization, Carola Hartmann Miles-Verlag Berlin, How Jordan Got Pulled Into the Fight Against ISIS, TIME, Feb. 26, Jordan s Christians and Muslims March Together, August 26, 2014, The Tablet. JORDAN, U.S. Secretary of State, documents/organization/ pdf King Moves to Widen Outreach in Jordan, New York Times, Feb. 3, Magid, Aaron. The King and the Islamists-Jordan Cracks Down on the Muslim Brotherhoods, Foreign Affairs, May 3, Müslüman Kardeşler ve Seyyid Kutup, TIMETURK, Magid, Aaron. Sönmez, Vecihi. Selef Düşüncesinin Tarihi Arkaplanı ve Selefilik, Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi 9-10, Bişkek, Wiktorowicz, Quintan. The Salafi Movement in Jordan, International Journal of Middle East Studies, Vol. 32, No: 2, May, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brother-hood, and State Power in Jordan, Albany: State University of New York Press, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brotherhood, and State Power in Jordan, Book Review, by Nader Sohrabi, Albany: State University of New York Press, World Directory of Minorities and Indigenous Peoples, Jordan, Yıldırım, Ramazan. Cemaatten Partiye Dönüşen Selefilik, SETA Analiz, Aralık 2013, Sayı 73. 9

http://docplayer.biz.tr/40201796-Din-ve-devlet-iliskilerinde-urdun-ornegi.html