KYOTO PROTOKOLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KYOTO PROTOKOLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2017 Cumartesi

Yeni Güvenlik Paradigması ve Su Güvenliği


Yeni Güvenlik Paradigması ve Su Güvenliği 

Dursun YILDIZ 

Su Politikaları Uzmanı Hidropolitik Akademi Başkanı 

Giriş 

Reelpolitik anlayışın 20 Yüzyılda oluşturduğu çatışma odaklı ve devlet merkezli güvenlik paradigması güvenliğin tesis edilmesinde yetersiz kalmıştır. 

Bu durum 20. yüzyılın “buhranlar ve bunalımlar yüzyılı” olarak yorumlanmasında büyük rol oynamıştır. 20 Yüzyıl insanlık için çok kanlı bir yüzyıl olmuş ve 
bu çatışmalı dönem yerini 21. Yüzyıla girerken yeni bir güvenlik paradigmasına bırakmıştır. 20. Yüzyılın son çeyreğinde başlayan ekonomik küresel ilişkiler 
21. yüzyıla girerken sosyal siyasal ve kültürel alanlarda da küreselleşmiştir. 
Bu yüzyılın sonunda Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte dünya sistemi, yeni bir sürece ve yapıya doğru evrilmeye başlamıştır. 
Bu süreçte küreselleşme olgusunun da etkisiyle yeni fırsatların yanı sıra yeni riskler, tehlikeler ve tehditler ile birlikte yeniden Şekillenmektedir 

Bu dönüşüm, yeni güvenlik paradigması kapsamında çok boyutlu güvenlik anlayışının içinde, enerji-su gıda-çevre ilişkisiyle daha da öne çıkan "Su Güvenliği"nin ele alınarak incelenmesini gerekli kılmaktadır. 

Soğuk Savaş Döneminde Güvenlik 

Güvenliği uluslararası ilişkiler disiplininde kavramsal açıdan ilk ele alan Arnold Wolfers’a göre güvenlik; kazanılan mevcut değerlere yönelik bir tehdidin 
olmaması halidir. Bu tanımdan hareketle realist okul, güvenliği tehdit ve güç ilişkisi kapsamında ele alır.Ancak güvenlik, çokça tartışılan ve üzerinde 
uzlaşıya varılamayan bir kavramdır. 

Güvenliğin tanımı uzmanlara, akademisyenlere ve siyasetçilere göre değişmektedir. Güvenlik çalışmaları alanında çeşitli düşünce ekolleri bulunmaktadır. 
Güvenlik, gelecekle ilgili beklentilerin garanti altına alınabilmesi veya isteklerin gerçekleştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması olarak da tanımlan
maktadır. 
Burada bizim üzerinde duracağımız husus "zamansal ve sistemsel boyutta güvenlik kavramının içinde bulunduğu şartları kapsamakta ve yansıtmakta" 
olduğu ve bu anlamda güvenliğin tanım, kapsam ve niteliğinin değişebileceği hususudur. Bu kapsamda Hans Günter Brauch, “Güvenliğin Yeniden 
Kavramsallaştırılması çalışmasında Barış, Güvenlik, Kalkınma ve Çevre kavramsal dörtlüsünü ele almış,1990’larda kavramsal güvenlik çalışmalarında bir dönüm noktası yaratan Barry Buzan ise güvenliği askeri güvenlik, siyasi güvenlik, ekonomik güvenlik, toplumsal güvenlik ve çevre güvenliği alt başlıklarında inceleyen beş boyutlu bir güvenlik kurgusu ortaya koymuştur. 

Cha'ya göre küreselleşme, güvenliği fiziksel zemininden koparmıştır (Cha, 2000: 395). 20 yüzyılın sonuna doğru bölgesel koruma ve egemenliğin dışında bilgi, 
çevre ve teknoloji ağırlıklı yeni güvenlik tanımlamaları geliştirilmiştir (Buzan, 1987). 

Yeni Güvenlik Paradigması 

Soğuk Savaş Dönemi’nde güvenlik konusu daha çok "devletlerin güç mücadelesi" eksenli olarak ele alınmaktaydı. Bu dönemde uluslararası ilişkilerin yaygın olarak kabul gören teorileri, Neo-Realizm ve Neo Liberalizm'in, devlet dışı diğer aktörlerin de belirleyici olabileceği fikrine çok uzak oldukları görülmüştür. 

Ancak 21. Yüzyıl ile birlikte güvenlik alanında da bir paradigma dönüşümü yaşanmaya başlamıştır. Bunun en temel nedeni 21. Yüzyıl'da ilerlerken birey, toplum, devlet ve sistem güvenliği gibi birçok alanda klasik güvenlik tanımı ve araçlarının yetersiz kalmaya başlamasıdır. 

Günümüzde güvenlik kavramı hem aktör hem de konu olarak çok boyutlu ve çok taraflı hale gelmiştir. Güvenlik literatürü yelpazesi genişlemiştir. 
Bunun içinde aktör ilişkileri temelli güvenlik sorunlarından bölgesel sorunlara, ekonomik tehditlerden küresel düzeyde su, sağlık ve enerji gibi sorunlar 
da yer almaya başlamıştır. Bir diğer deyişle ; Yeni Güvenlik paradigması, küreselleşmeyle birlikte ulusal ve uluslararası güvenlikten küresel güvenliğe 
doğru uzanan geniş bir düzlemde değişim ve dönüşüm yaşamaya başlamıştır. 

Yeni güvenlik çalışmalarında yeni alanlar ve yeni aktörler ön plana çıkmaktadır. 

Günümüzde devletler arasında asimetrik çatışmalar, örneğin devletlerin devlet dışı aktörlerle ve devlet içinde de farklı grupların birbirleriyle çatışmaları 
ve bir başka yapı üzerinden yapılan vekalet savaşları daha çok görülmeye başlanmıştır. 

Özetlenecek olursa; Soğuk Savaş sonrası güvenliğin sadece tanımı değil alanı da genişlemiş ve güvenlik çalışmaları gündemine göç, çevre, insan hakları 
ve ekonomi gibi farklı konuları da almaya başlamıştır. Güvenliğin tanımını derinleştirmeye ve alanını genişletmeye yol açan bu çalışmalar, birey/insan 
güvenliği anlayışından uluslararası/küresel güvenlik anlayışına kadar geniş bir yelpazede tartışmayı yürütmüşlerdir (Wendt 1992). 
Güvenlik (leştirme) 

Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin uğradığı yapısal değişme , güvenlik ve uluslararası ilişkilerin yeni bir bakış açısıyla ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. 
Saldırı'nın yanısıra , önlem ve caydırıcılık öğelerini de kapsayan güvenlik, devletlerin politika ve eylemlerini meşrulaştıran ve merkezi otoriteye hareket özgürlüğü sağlayan bir olgu olmuştur. Herhangi bir olaya güvenlik etiketinin yapıştırılması onu özel bir statüyle algılara yerleştirirken, merkezi otoriteye de tedbir alma konusunda meşru dayanak sağlar (O.Tanrısever 2005 ). 

Güvenlik eliti, bazı konuları olduğundan daha önemli gösterme, düşman-tehdit zinciri oluşturma ve güvenliğin konusu ve alanını belirleme önceliğini elinde 
tutmak ister. Bu sürece güvenlikleştirme denir. Güvenlikleştirme, ülkenin güvenliğinin ve çıkarlarının tanımlanmasına, düşman ve tehdit algılaması 
yaratılmasına ve dolayısıyla iç ve dış politikasında güvenlik elitinin belirleyici olmasına imkân tanır.(Aras,Toktaş, Kurt 2010). 

Güvenlikleştirme, herhangi bir sorunun güvenlik sorunu boyutuna taşınmasında anahtar role sahiptir. Soğuk Savaş sonrası yaşananlar, güvenliğin farklı 
toplumsal aktörlerin ve çeşitlenen güvenlik elitinin beraberce tespit ettiği bir duruma dönüşmesine yol açmıştır. 
Günümüzde tehdit-düşman düzeyine tırmandırılacak güvenlik sorunu, diğer aktörlerin etkisinde Şekillenmektedir (Aras,Toktaş, Kurt 2010). 

Küresel Güvenlik Mümkün mü? 

Bir ülkenin dış politikası açısından güvenlik sınırlarının ne olduğunu belirlemek zordur. Bir ülkenin güvenlik önlemleri kendi siyasal sınırlarının dışına, 
diğer ülkelere doğru uzanabilir; ancak nerede bittiği belirsizdir. Bu durum "küresel güvenlik " olgusunun gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır. Zaten küresel 
güvenlik olgusu hegemonik politikaların sürekli tehditi altında bulunmaktadır. 
İklim değişimi önlemlerine katılmayan ülkelerin tavırlarına , BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına bakıldığında Güvenlik olgusu'nın " evrensel bir değer" 
taşıdığı ve uluslararası sistemin dünyanın herkes için güvenilir bir yer olmasını öncelediği söylenemez. 

Ancak küresel sistemde karşılıklı bağımlılıklar ve belirsizliklerin artmasıyla güvenlik aktörlerine, konularına, kuramlarına ve uygulamalarına yenileri eklenmiş olduğu , ulusal güvenlikten kolektif güvenliğe, çevresel güvenlikten bilgi güvenliğine kadar güvenlik çemberinin genişlediği söylenebilir ( N.Ergül 2012). Artık kuramsal yaklaşımların tümünde güvenliğin çok boyutlu ve çeşitlilik içeren bir kavram olduğu ve ekonomik güvenlik, askeri güvenlik, kültürel güvenlik, demografik güvenlik ve çevresel güvenlik gibi birçok güvenlik alanını kapsadığı kabul görmektedir. 

Bu bağlamda " Su Güvenliği " de çevresel güvenlik kavramı kapsamında ele alınarak incelenmesi gereken önemli bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. 
Çevresel Güvenlik ve Su Güvenliği Çevresel güvenlik, yukarıda bahsedilen dört güvenlik alanıyla bağlantılı olarak incelenmekte ve ağırlıklı olarak çevre 
sorunlarının ortaya çıkaracağı sonuçların diğer güvenlik alanlarında yaratacağı olumsuz etkiler kapsamında ele alınmaktadır. Küresel ölçekte çevresel 
güvenlik alanındaki çalışmalar 1972 yılında BM Uluslararası Çevre Programının (UNEP) kurulmasıyla birlikte artmış ve bu süreç 1992 BM Çevre ve Kalkınma 
Konferansı Rio Deklarasyonu ile sürmüştür. Burada çevre ile güvenlik arasındaki iliGki önemle vurgulanmış ve çevre hukukunun kurumsallaşmasına yönelik 
önemli adımlar yer almıştır. 

1999 Dünya gartı Komisyonu’nda başlıca çevre sorunları iklim değişikliği, çevresel bozulma, doğal kaynakların kirlenmesi, aşırı nüfus artışı, yoksulluk 
ve silahlı çatışmalar olarak sıralanmış; çevresel baskınların önlenmesi, nüfus artışının frenlenmesi ve barış içinde yaşama ise bu sorunlara çözüm yolları 
olarak sunulmuştur. Bu kapsamda iklim değişimi BM tarafından güvenlikleştirilerek alçak politikadan (low politics), yüksek politikaya ( high politics) alınmıştır. 

Kyoto Protokolü ise iklim değişikliğiyle mücadele konusunda atılacak adımların etkinleştirilmesi yönünde bir girişim olarak 1997 yılında kabul edilmiş ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.Ancak istenilen sonuçlar elde edilemeden Kyoto sonrası dönem için gözler Paris te bu yıl yapılacak konferansa çevrilmiştir. 
Dünya 35 yıl sonra her 45 kişiden birinin iklim değişikliği nedeniyle göç etmek zorunda kalacağı bir döneme doğru yaklaşmaktadır (Oli2008).  

Halen küresel güvenlik için yapılması gerekli çalışmalar arasında 1 milyarı aşkın insanın su kaynaklarına erişimi ve 2 milyarı aşkın insan için de hijyen 
koşullarının sağlanması öncelikli yer tutmaktadır. 

Sonuç 

21. Yüzyıl, yeni güvenlik paradigmasıyla birlikte yeni normlarını da beraberinde getirmiştir. Güvenlik paradigmasında yaşanan dönüşümle birlikte 
sadece siyasi askeri konular yerine yeni güvenlik yaklaGımları çerçevesinde toplumsal, kültürel, ekonomik, ekolojik güvenlik hatta biyogüvenlik konuları 
da gündeme taşınmıştır. 
Özelde su kaynaklarının güvenliği genelde ise doğal kaynakların güvenliği, tarih boyunca barış, güvenlik ve toplumsal ilişkilerde belirleyici bir rol oynamıştır. 
BM 'nin tüm zirvelerinde alınan kararlar ve kullanılan söylemler, çevresel güvenliğin diğer güvenlik boyutlarıyla arasındaki karşılıklı bağımlılığı 
vurgulamakta; kolektif ve çok boyutlu güvenliği ön plana çıkarmaktadır. 

BM, küreselleşen dünya şartlarında barışın ve güvenliğin sadece politik değişkenlerden değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal değişkenlerden geçtiğini, bünyesinde oluşturulan Dünya Şartı’nda (Earth Charter) yer verdiği “sosyal ve ekonomik adalet olmaksızın ve fakirlik yok edilmeksizin, barış tesis edilemez” mesajıyla gözler önüne sermiştir (Göksel 2008).

Bu mesaj tarımsal üretimin yanısıra su güvenliği ve gıda güvenliğinin önemini de ortaya koymaktadır. 

21. Yüzyılla birlikte değişen dünyada devletlerin güvenliği yerini " ulus ötesi Şirketlerin güvenlik" kaygılarına bırakmaktadır. Bu Şirketler dolaylı etki 
yapma politikaları yerine artık devletlerle masaya oturup doğrudan müzakere yapma yolunu tercih etmeye başlamışlardır. 

21. Yüzyıl'ın dünyası , karşılıklı bağımlılık, küreselleşen yoksulluk, ekolojik bozulma, yaşlanmanın arttığı ve krizlerin kesiştiği bir dünya olacaktır. 
Enerji, su, gıda krizleri küresel ölçekte birbirini tetikleyecek ve kesişmeye başlayacaktır. Burada en önemli rolü iklim düzensizliklerinin sonucu olarak 
artan su sorunu oynayacaktır . 
Suyun eşitsiz dağılımı ve artan su yetersizliği ve iklim değişiminin yarattığı belirsizlikler nedeniyle su jeopolitik bir kaynak niteliği kazanmış, uluslararası 
güç dengeleri üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bu da su kaynakları üzerindeki küresel siyasi,stratejik ve hegemonik planları artmıştır. 

Bu gelişmeler küresel iklim değişiminin yaşanmaya başlanan sonuçları ile birlikte su kaynaklarını yeni güvenlik paradigması içinde çok önemli bir yere taşımıştır. 
21. Yüzyılda değişen koşullar ve yeni güvenlik paradigması, BM’nin etkisiz kalan yapısında organizasyonel dönüşümünün hızla gerçekleşmesini, ulus ötesi 
Şirketlerin dinamiğini de gözardı etmeyen çoğulcu evrensel bir yapılanmanın sağlanmasını , Sınıraşan su havzalarında Şimdiden "yeni ve gerçekçi 
hidropolitikaların " uygulanmasını öncelikli duruma getirmiştir. 

“2020’den sonra başta Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere suyun bir savaş silahı olarak kullanılması veya terör aracı haline gelmesi 
ihtimali artacak. Bu tehditler gerçek ve ciddi güvenlik kaygıları yaratıyor“ 

Hillary Clinton. ABD Dışişleri Bakanı 
12 Nisan 2012

Referanslar 

Atilla SANDIKLI-Bilgehan EMEKLİER 2012 Güvenlik Yaklaşımlarında Değişim ve Dönüşüm. Teoriler 
Işığında Güvenlik, Savaş, Barış Ve Çatışma Çözümleri Bildiriler Kitabı Bilgesam Yayını .İstanbul 
Bülent Aras, Şule Toktaş ve Ümit Kurt 2010 "Araştırma Merkezlerinin Yükselişi: Türkiye’de Dış Politika Ve 
Ulusal Güvenlik Kültürü". SETA Yayınları XI, I. Baskı: Kasım 2010, ISBN: 978-605-4023-09-7 
Buzan, Barry. 1987. An Introduction to Strategic Studies: Military Technology and International Relations. 
London: Palgrave Macmillan. 
Cha, Victor D. 2000. “Globalization and the Study of International Security,” Journal of Peace Research 37(3): 
391- 403 
Nihal ERGÜL 2012 Yeni Güvenlik AnlayıGı Kapsamında Birleşmiş Milletler’in Rolü ve Uygulamaları 
TEORİLER IŞIĞINDA GÜVENLİK, SAVAŞ, BARIŞ ve ÇATIŞMA ÇÖZÜMLERİ. Editör; Atilla SANDIKLI 
.Bilgesam Yayınları İSTANBUL 2012 
Oli Brown,2008 Migration and Climate Change, (Geneva: International Organization For Migration Series, 
2008), 11. 
Oktay F. Tanrısever, “Güvenlik”, içinde Devlet ve Ötesi, der. Atilla Eralp, (İstanbul: İletişim Yayınları, 
2005), 108 
Ömer Göksel İşyar, “Günümüzde Uluslararası Güvenlik Stratejileri: Kavramsal Çerçeve ve Uygulama”, 
Akademik Bakış 2 3 (2008): 6. 
Wendt, Alexander. 1992. “Anarchy is What States Make of It: The Social Contstruction of Power Politics” 
International Organization 46(2): 391-425. 

27 Şubat 2017 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


    AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ENERJİ POLİTİKASI VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2



4. AB’NİN ENERJİ POLİTİKASININ TEMEL PRENSİPLERİ 

AB enerji politikasını (a) elektrik ve doğal gaz sektörlerinde rekabete açık, şeffaf ve tamamı entegre olmuş bir iç pazarın kurulması; (b) çevrenin korunması ve küresel iklim değişikliğiyle mücadele ve son olarak da (c) enerji arz güvenliğinin sağlanması olarak üç temel prensibe dayandırmaktadır. Bunlara ek olarak enerjide tasarrufun ve verimliliğin arttırılması, temiz enerji teknolojilerine yatırımların yapılması ve ortak bir enerji dış politikası geliştirilmesini sayabiliriz. 

4.1. Enerji İç Pazarının Tamamlanması (Elektrik ve Doğalgaz Sektörlerinde Tek Pazarın Kurulması) 

İlk enerji iç pazarı AKÇT antlaşması tarafından kurulan kömür pazarı ile başlamıştır. O tarihten itibaren üye devletler arasında kömür ticaretinde herhangi bir kısıtlama olmamıştır. Bu aynı zamanda enerji piyasasında rekabetçi bir yaklaşımın da ilk örneğidir. Birlik düzeyinde enerji iç pazarının tam anlamıyla kurulmasında gerek kömür ve gerekse de petrol sektörlerinde bir sorun görünmemektedir. Asıl sorun elektrik ve doğalgaz sektörlerinde yaşanmaktadır. AB 1980’lerden itibaren bu her iki sektörde de bir iç enerji pazarı kurmayı hedeflemiştir. Bu sektörlerde tamamı entegre edilmiş, şeffaf, etkin ve rekabetçi bir ortak pazarın kurulması için her iki sektörde de liberalizasyonun sağlanması, mevcut arz enterkonnekte lerin güçlendirilmesi ve yenilerinin ilave edilmesi ve etkili bir talep ve kriz yönetiminin geliştirilmesine önem verilmiştir. 
Elektrik ve doğalgaz sektörlerinde serbestleşme ilk olarak 1990’lı yıllarda Komisyon tarafından yürürlüğe giren 1996 Elektrik ve 1998 Doğalgaz Direktifleriyle başlamıştır. Bu Direktifler dikey entegre edilmiş tekelci piyasalardaki üretim, taşıma ve dağıtım gibi faaliyetlerin ayrıştırılması, şebekelere ulaşım ve piyasaların rekabete açılması kriterleri üzerinde duruyorlardı. 2000 yılı sonrasında ikinci kez yayımlanan Direktiflerle bu amaçlar yenilenmiş ve eksik konular üzerinde durularak rekabetin tam olarak işlem görmesi üzerinde durulmuştur. Bu Direktiflerle 2007 yılına kadar tüm üyelerin elektrik ve gaz sektörlerinin rekabete tam olarak açılması istenmiştir. Her iki sektörün de neredeyse tamamı rekabete açılmasına rağmen yine de sorunlar devam etmektedir. Özellikle elektrik sektöründe mevcut üretim şirketlerinin hakim piyasa payları, ücret tarifelerinin belirlenmesinde uyum sağlanamaması ve düzenlemeyle ilgili kriterlerin tüm üye devletlerde tam olarak yerine getirilemediği gibi problemleri sayabiliriz. Serbestleşme ile tüketiciler elektrik lerini kimden alacaklarına kendileri karar verebilmekte, daha iyi hizmet görmekte ve düşük fiyatlara elektrik satın alabilmektedirler. Aynı şekilde bu doğalgaz için de geçerlidir. 

Doğalgaz ve elektrik şebekelerinin enterkonneksiyonu elektrik ve doğalgaz sektörlerinde tamamı entegre edilmiş bir enerji tek pazarı kurulmasında ve etkin işlemesinde son derece önem taşımaktadır. Bunun için AB başından itibaren enerji piyasalarını bütünleştirmeye çalışmıştır. Fakat üye devletlerin enerji sektörlerinin yapısı farklı olduğundan bu henüz tam anlamıyla başarılabilmiş değildir. Bu amaca hizmet etmesi için AB TEN-E (Trans European Energy Networks – Trans Avrupa Enerji Şebekeleri) adında bir proje geliştirmiştir. TEN-E çerçevesinde sadece üye devletlerin elektrik ve doğalgaz sektörlerini birleştirmek değil aynı zamanda Birliğe komşu Güney Doğu Avrupa ülkelerinin, Kuzey Afrika ülkelerinin ve Rusya’nın elektrik sektörleri ile yine aynı devletlerinde içinde bulunduğu Hazar Bölgesi, Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerinin doğalgaz sektörlerini kendi sektörüne entegre etmeye çalışarak 
entegrasyonda daha geniş hedeflere ulaşmak istemektedir. 

AB TEN-E projesi kapsamında kendi içinde bir takım başarılar elde etmişse de henüz istenilen hedefe ulaşamamıştır. Bunun için yatırımlar devam etmekte ve çalışmalar hızla sürdürülmektedir. Birliğin son zamanlarda öncelik tanıdığı bölge ise Güney Doğu Avrupa bölgesidir. Birlik burada bütünleştirilmiş bir bölgesel elektrik ve gaz pazarı kurmak ve bu pazarları kendi enerji iç pazarına entegre etmek amacıyla bir Enerji Topluluğu Antlaşması kurmuştur. AB bu Antlaşma ile sadece Güney Doğu Avrupa ülkelerinin kendi enerji tek pazarıyla enterkoneksiyonunu değil aynı zamanda Orta Doğu ve Hazar Bölgesinin de kendi iç pazarıyla entegre olmasına zemin hazırlamaktadır. 

AB bu hedefini yerine getirmek için ayrıca bir takım insiyatifler geliştirmiştir. Bunlardan önemli olan birkaç tanesi şöyle: (i) INOGATE (Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Doğal Gaz Taşımacılığı) – amacı: Hazar bölgesinden Avrupa pazarlarına petrol ve doğalgaz naklininsağlanması, mevcut altyapıların iyileştirilmesi ve moderniziasyonu için gerekli teknik yardımın yapılması ve bölgesel entegrasyonunun geliştirilmesi; (ii) – EURO-MED (Avrupa-Akdeniz) Enerji Ortaklığı – amacı: Akdeniz ülkelerindeki enerji sektörlerinin yeniden 
yapılandırması ve serbestleşmesi; SEEERF (Güneydoğu Avrupa Enerji Düzenleyici Forumu) – amacı: yukarıda da bahsettiğim gibi Güneydoğu Avrupa’da tam entegre bir bölgesel elektrik ve gaz pazarının kurulması ve AB enerji iç pazarına entegrasyonun sağlanması. Bu programlar aynı zamanda TEN-E projesini hızlandırma amacına hizmet etmektedirler. 

Etkili bir kriz ve talep yönetimi enerji piyasasının etkin işleyişi için hayati önem taşımaktadır. Kriz yönetiminde gerekli olan şey olası bir enerji kesintisine karşı acil durumlar için stok tutma sistemlerine sahip olmaktır. AB’nin geliştirtiği petrol ve doğalgaz stok tutma sistemleri Birliği yaşanacak bir arz problemine karşı korumaktadır. Komisyon’un 2002’de aldığı bir kararla üye ülkelerin petrol stoku tutma süresi 120 günlük tüketime eşdeğer olarak belirlenmiştir. Ayrıca her üye ülkede bir stok tutma kurumunun kurulması mecburiyeti getirilmiştir. Hali hazırda AB’nin ortalama petrol stoku tutma süresi 114 gündür.20 Doğalgazda ise üye devletlerin 60 günlük tüketime eşdeğer stok tutma zorunluluğu var ve şu anda ortalama depolama süresi 50 günlüktür.21 Hem petrol hem de gazın ortalama depolarda barınma süreleri Komisyon’un belirlediği hedef rakamlara oldukça yakın görünmektedir. Bu nedenle olası bir kriz anında piyasanın çok fazla bir risk altına girmesi söz konusu değildir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki bu stok tutma süresi her üye devlet için farklılıklar taşımaktadır, kimi ülkelerde rakamlar ortalamanın üstünde iken bazılarında altına düşebiliyor. Fakat Komisyon üye devletlerin birbirlerinin depolarını kullanabileceği 
yönünde bir kolaylık sağlamıştır. Dolayısıyla, olası acil bir durumda isteyen ülke bir başka üye devletin deposunu kullanabilecektir. Bu da kriz yönetiminde bir ortak politikanın geliştiğini göstermektedir. Talep yönetimine bakıldığında ise AB enerji verimliliğinin ve tasarrufunun arttırılması yönünde ciddi yatırımlar yapmaktadır. Enerji verimliliği ve tasarrufu talebi kısacağından dış kaynaklara olan bağımlılık azalacaktır. Bu da hem enerji piyasasının daha etkin işlemesine hem de arz güvenliğinin kontrol altına alınmış olmasına yardımcı olacaktır. 

Tüm bu çabalara rağmen elektrik ve doğlagaz sektörlerinde Birlik düzeyinde bir takım sorunlar devam etmektedir. Üye devletlerin mevcut kurumlarının işlevlerinde ve enerji piyasalarına müdahale edişlerindeki farklılıklar, birçok üye ülkede elektrik piyasasında hala tekelci şirketlerin var olması, Birlik içindeki mevcut şebeke sistemlerinin kapasite olarak yetersiz olması ve komşularıyla olan bağlantılarında alt yapı yetersizliği gibi nedenler etkin işleyen bir enerji iç pazarının oluşumu önünde hala birer engel olarak durmaktadırlar. 

4.2. Enerji Arz Güvenliği 

Mevcut durumda toplam enerji talebinin yarısını dışarıdan karşılayan AB 2030’da %70 civarında dışa bağımlı hale gelecektir. Enerji tüketiminin her geçen gün artması ve yerli üretiminin bu tüketime cevap veremez durumda olması hiç kuşku yokki AB’nin enerji arz güvenliğini tehdit etmektedir. Dış kaynaklara olan talebin hızla artışa geçmesi ve bu kaynakların kesintisiz bir şekilde kendi enerji pazarına ulaştırılması Birliği arz güvenliği için tedbir almaya zorlamaktadır. 

Topluluk düzeyinde enerjide arz güvenliği sorunu ilk kez 1970’li yıllardaki petrol krizleriyle gündeme gelmiştir. Ardından 1990’ların başında Sovyet İmparatorluğu’nun parçalanması, Körfez Savaşları ve 11 Eylül olayları global enerji güvenliğini etkilediği gibi Birliğin arz güvenliğini de etkileyen ciddi unsurlar olmuştur. Fakat bunların da ötesinde 2006 Rusya-Ukrayna Krizi Birliğin enerji arz güvenliği sorunun ne kadar ciddi olduğunu göstermiştir. Hatırlanacağı üzere kriz sadece Ukrayna’yı değil birçok Avrupa ülkesini de etkilemişti. Kısa süreliği ne de olsa birçok üye devletin doğalgazında %30 gibi kesintiler meydana gelmişti. Bu krizle AB Rusya’ya yüksek oranda bağımlı olmasının kendisi için son derece risk taşıdığını kavramış ve alternatif tedarikçi ve transit ülke arayışına girmiştir. Yine 2009’un başındaki ikinci Ukrayna-Rusya krizi AB’yi arz güvenliği konusunda acil çözümler üretmeye sevkettirmiştir. 

Ayrıca Birliğin genişleme politikası da arz güvenliğini etkileyen önemli bir faktör olmuştur. Birliğin son genişlemesi dışa bağımlılığı özellikle de tek kaynağa yani Rusya’ya olan bağımlılığını yükseltmiştir. Üye sayısının 27’ye çıkmasından sonra doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılık %7 daha da artmıştır – AB-15 Rusya’ya %19 bağımlı iken, AB-27 %26 bağımlı hale gelmiştir.22 Bu rakam 2010 yılında AB-15 için %34’te kalırken AB-27 için %46 olacağı tahmin edilmektedir.23 Dışa bağımlılığı arttıran diğer bir faktör de hiç kuşkusuz doğalgaza olan talebin artmasıdır. Diğer fosil yakıtlara göre daha az CO2 emisyonu içermesi, elektrik üretiminde daha fazla tercih edilmesi ve kolay kullanımı gibi nedenler talebin bu şekilde artmasında etkili olmuştur. 

Bunlar dışında artan enerji fiyatları, Birliğin parçalı bir iç enerji pazarına sahip oluşu, üye ülkelerin ulusal enerji politikalarına bağlılık ve ortak bir enerji dış politikası geliştirememe gibi iç faktörlerle Çin, Hindistan, Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ekonomilerin global talep üzerindeki artan baskıları, özellikle de Orta Doğu gibi üretici bölgelerde devam eden siyasi istikrarsızlık, Kafkas coğrafyasındaki son gelişmeler, pazar payı yüksek olan Rusya’nın enerji politikası, alt yapılara karşı düzenlenen terörist saldırılar, küresel ısınma gibi dış 
faktörler de Birliğin arz güvenliğini tehdit eder hale gelmiştir. 

Tabii tüm bu tehditlere karşı AB çözüm önerileri üretmeye çalışmaktadır. İkili ve çoklu programlar kurarak üretici ve transit ülkelerle diyalogları güçlendirmek, çoklu boru hatları inşa ederek güzergah çeşitliliği yaratmak, üretici ve boru hatlarının geçtiği coğrafyaların istikrara kavuşması için bir takım insiyatifler geliştirmek, gerek üye devletlerin enerji alt yapılarının gerekse de üretici ülkelerin alt yapılarının modernizasyonu ve rehabilitasyonu için yatırımlar yapmak, doğalgaz ve elektrik sektörleri için hedeflediği alanlarda şebeke 
enterkonnektelerini bir an önce devreye sokmak, enerji kaynaklarında verimliliği ve tasarrufu arttırmak, ileri teknoloji üretimi için gerekli AR-GE çalışmalarına yatırımlar yapmak öncelikler tespit ederek arz güvenliğini garanti etmeye çalışmaktadır. 

4.3. Çevrenin Korunması 

Çevrenin korunması AB enerji politikasınında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Birlik içindeki karbondioksit emisyonlarının %95’i fosil yakıtlardan kaynaklanmaktadır. AB bu emisyonları azaltarak sadece çevreyi korumak değil aynı zamanda iklim değişikliğiyle de mücadele etmektedir. Birlik bu çerçevede enerji verimliliğini arttırmak, yenilenebilir enerji kaynakların 
birincil tüketimdeki payını yükseltmek, temiz enerji teknolojileri geliştirmek, daha az CO2 emisyonu salan yakıtlar tercih etmek gibi hedefler tespit etmiştir. 

Tüm bu çabalar aynı zamanda Birliğin Kyoto Protokölü’nde üstlendiği kriterlerin de yerine getirilmesi için gereklidir. Kyoto Protokolü’ne göre Birlik 2008-2012 yılları arasındaki sera gazı emisyonlarının 1990 yılı seviyesi altına çekilerek %8 oranında düşürülmesi amaçlanmıştır. Yine Kyoto sonrası dönemde ise (2020 için): enerji verimliliğini %20 arttırmak, yenilenebilirlerin toplam birincil enerji tüketimi içindeki payını %20’ye çıkarmak ve son olarak da CO2 emisyon oranını %20 düşürmek gibi bir sorumluluklar yüklenmiştir. AB daha kısa vadede ise – 2010 yılı için – yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım oranını % 12’ye ve elektrik üretimindeki paylarını da ise %22,1’e çıkarmak istemiştir.24. 

Yeterli düzeyde kömür rezervlerine sahip olan AB karbondioksit emisyonlarını düşürmek için daha az emisyon üreten doğalgazı tercih etmekte ve her geçen gün bu kaynağa olan talebi artmaktadır. Bu da hali hazırda yarısından fazlasını ithal eden AB’nin doğalgazda daha fazla dışa bağımlı olacağı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, çevreyi koruma hedefi Birliğin enerji politikasını bu yönleriyle de etkilemektedir. 

Enerji tasarrufu konusunda ise Birlik kojenerasyon teknolojisine oldukça önem vermektedir. Bu teknoloji sayesinde AB elektrik talebinin yaklaşık %15’ine cevap verirken önümüzdeki yıllarda bu oranda daha da artacaktır.25 Ayrıca temiz bir enerji kaynağı olan nükleer enerjinin de bazı politik nedenlerle mevcut halini korusa da dışa bağımlılığı azaltacağından ileride çok daha artarak elektrik enerjisinin bu kaynaktan sağlanacağı tahmin edilmektedir. Çevreyi korumada diğer bir önlem ise denizlerde tanker trafiğini azaltmaktır. Birlik bunun için 
petrolün boru hatlarıyla taşınması gerektiği üzerinde durmakta ve bazı projelerin fizibilite çalışmalarını başlatmış bulunmaktadır. 

Fakat Birliğin tüm bu taahhütleri yerine getirmesi oldukça güç görünüyor. Çünkü istenilen hedeflere ulaşılması yüksek maliyetli olduğundan üye devletler çok yanaşamıyor. Bu bağlamda, Birliğin mevcut enerji politikasının sürdürülebilir olduğunu söylemek oldukça güç görünüyor. 

5. TÜRKİYE’YE ETKİLERİ 

Türkiye’nin AB enerji müktesebatına uyum süreci 1999 Helsinki Zirvesi’nden hemen sonra başladı. AB enerji iç pazarı müktesebatına uyum çerçevesinde enerji sektörümüzün yeniden yapılandırılması için 2001 yılında başlatılan reform süreci hala devam etmektedir. Bu doğrultuda yasal çalışmalarda oldukça yol alan ülkemiz uygulama aşamasında henüz istenen noktaya gelemememiştir. 
İç pazara uyum: Rekabetçi bir piyasanın tesis edilmesi amacıyla yasal düzenlemeler devam etmektedir. 2001 yılında Elektrik ve Doğalgaz Piyasası Kanunları yürürlüğe girmiş ve aynı yıl elektrik, doğalgaz, petrol ve LPG sektörlerini denetlemek için bağımsız bir kurum olan EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurumu) kurulmuştur. 2005 tarihinde Petrol ve LPG Piyasası 
Kanunları kabul edilmiştir. Bu noktada kağıt üzerinde bir şeyler yapılmış olsa da ne gaz ne de elektrik sektörlerimizde liberalizasyon henüz sağlanabilmiş değildir. 

Entegrasyon: AB TEN-E projesi çerçevesinde tüm Avrupa ülkelerini içine alacak şekilde ortak enerji pazarını genişletmek ve bu pazara çevresindeki komşu ülkeleri de katmak istiyor. 

Burada Türkiye, toprakları üzerinden AB pazarına ulaşan mevcut boru hatlarıyla Birliğin enerji iç pazarının entegrasyonuna katkı sağlamakta ve önümüzdeki yıllarda tamamlanması gereken boru hatları projeleriyle de bu katkının giderek artması beklenmektedir. Burada Türkiye’den beklenen 2006 Enerji Topluluğu Antlaşmasına taraf olmasıdır. Bilindiği gibi Birlik Güney Doğu Avrupa bölgesinde kurmak istediği bölgesel elektrik ve doğalgaz pazarlarını kendi iç pazarıyla entegre etmek için bu Antlaşmayı oluşturmuştur. 2006 yılı Enerji Bakanlığı raporuna göre Antlaşmanın bazı maddeleri ülkemizi tam olarak tatmin etmediği ve ortak çıkarlarımızla uyuşmadığı gerekçesiyle henüz taraf olmamıştır.26 Tüm Balkan devletlerinin imzaladığı bu antlaşmaya ülkemiz gözlemci statüde katılmıştır. Fakat öte taraftan AB Antlaşmaya taraf olmamız için yoğun bir çaba sarfetmektedir. Dolayısıyla, bu konuda karşılıklı görüş alış-verişleri devam etmektedir. Ayrıca entegrasyon çerçevesinde Türkiye’nin Avrupa elektrik sistemi olan UCTE’ye (Avrupa Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanması söz konusudur. 

Bunun için çalışmalar devam etmektedir. Bakanlıktan yapılan açıklamalara göre önümüzdeki kısa bir zaman diliminde Türkiye UCTE’nin içinde yer alacaktır. UCTE’ye üye olmamız halinde elektrikte sınır ötesi ticaret gerçekleştirilecek ve böylece ülkemiz hem doğusu hem de batısıyla elektrik alış-verişinde bulunacaktır. Hali hazırda küçük çapta alışverişimiz devam etse de yeterli seviyede değildir. Özetle, AB’nin entegrasyon hedefi çerçevesinde doğalgaz boru hatlarının ve elektrik iletim hatlarının modernizasyonu ve yenilerinin inşa edilmesi Türkiye’nin hem kendi enerji alt yapısının güçlendirilmesine hem de bölgede bir enerji üssü olabilmesine olanak tanıyarak Türkiye’nin avantajlı duruma geçmesini sağlamıştır. 

Yenilenebilir enerji kaynaklarının payının arttırılması: Türkiye 2005 yılında Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu çıkartmış ve bu noktada yatırımların önünü açmak için oldukça yol almıştır. Özellikle son yıllarda rüzgar tribünlerine özel sektör yatırımı artmıştır. Yine jeotermal ve biotarımda çalışmalar devam etmektedir. AB ile kıyasladığımızda toplam enerji tüketimimiz içinde %13’lük bir payla oldukça öndeyiz. Fakat dışa bağımlılığı AB’nin çok daha üstünde olan ve yenilenebilir kaynak açısından hayli zengin olan ülkemizin bu konuda çok 
daha yatırımlarını arttırması gerekmektedir. 

Kyoto Protokölü Taahhütleri: Türkiye çevre konusunda yolun henüz çok başındadır. Kyotoya yeni üye olan ülkemiz AB’nin taahhüt ettiği kriterlere ulaşması güç görünmektedir. 
Türkiye’nin bu taahhütleri yerine getirebilmesi için birincisi mevcut kömür santrallerinin rehabilitasyonunu gerçekleştirerek daha az emisyona sebep olması ikincisi de hidroenerji, jeotermal, rüzgar ve güneş zengini olan ülkemizin bu alanlardan daha fazla yararlanabilecek şekilde politikasını geliştirmesi gerekmektedir. Ayrıca temiz kömür teknolojilerine yatırım yaparak hem kömüründen daha fazla faydalanabilecek hem de çevresini korumuş olacaktır. 

Enerji verimliliği ve tasarrufu: Türkiye Mayıs 2007’de – Enerji Verimliliği Kanunu kabul etmiştir. Bu kanunla enerji kaynaklarının üretiminden tüketimine kadar verimli kullanılmasını amaçlamıştır. Ne yazık ki bu uygulamaya çok yansımamıştır. Hala elektrik santrallerimizin çoğu minimum verimle çalıştırılmaktadır. Enerji tasarrufuna bakıldığında ise aydınlanma 
konusunda tasarruflu ampüllerin tercih edilmesi yönünde kamuoyu bilgilendirilmekte dir. Ayrıca beyaz eşya üreticileri şirketler de enerji tasarruflu A sınıfı ürünlerini reklamlarında tanıtmaya başlamışlardır. Bunun da yavaş yavaş halk tarafından tercih edilir hale geldiğini görebiliyoruz. Türkiye’nin her geçen gün elektrik enerjisine olan talebi artmakta ve yakın 
gelecekte de mevcut arzın talebi karşılamayacğı aşikâr. Bu açıdan bakıldığında yapılan bu reklamların önemli birer katkı oldğunu düşünmek gerekiyor. 

Dışa bağımlılık: Kaynaklarının yarısını dışarıdan temin eden AB ithalattan kaynaklı risklerini minimize etmek amacıyla alternatif üreticilere ve taşıyıcılara ihtiyaç duyması elbetteki Türkiye’nin de arz güvenliği politikasını yakından etkilemektedir. Ülkemizin coğrafi olarak zengin enerji kaynaklarına sahip ülkelerle AB pazarı arasında konumlanmış olması hiç kuşku yokki büyük bir avantaj sağlamıştır kendisine. Birlik Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak için Hazar, Kafkasya, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin doğalgaz ve petrolüne ulaşmak istemektedir. Aynı şekilde Rusya’ya doğalgazda %65 bağımlı olan ülkemiz de alternatif tedarikçiler aramaktadır. Dışa bağımlılıkta AB ile aynı kaderi paylaşmamız enerji arz güvenliği politikalarımızı birbirine yakınlaştıran unsurlar olmuştur. 

Acil durumlara hazırlık mekanizması: Olası enerji kesintilerinde petrol ve doğalgaz depolama tesislerinin devreye girmesini sağlamak gerekmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi AB petrolde ortalama 114 günlük doğalgazda ise ortalama 50 günlük stok depolama kapasitesine sahiptir. Ülkemizde ise iki yıl önce devreye giren İstanbul Silivri’deki Doğalgaz Deposuyla birlikte mevcut bir iki depolama tesislerimiz yeterli kapasite ile çalıştıklarında her hangi acil bir durumda yeterli olamayacaktır. Petrolde ise rafineri ve boru hatlarındaki 
depolanma dışında bugün her hangi bir tesise sahip değiliz. Dolayısıyla, AB standartlarının hayli altında olmakla birlikte bir kriz anında ülkemizi zor anlar beklemektedir. 

Türkiye’nin AB enerji müktesabıtına uyumunu değerlendiren Avrupa Komisyonu Türkiye 2007 İlerleme Raporu’nun 15 numaralı Eenerji Faslında; Türkiye’nin enerji alanında bir miktar ilerleme kaydettiği bunun da daha ziyade mevzuat uyumu şeklinde olduğu ve uygulama yönünden AB standartlarının oldukça gerisinde olduğu vurgulanmıştır. Kaçak-kayıp oranın hala çok yüksek olduğu, enerji verimliliği ve yenilenebilirler kaynaklar için çıkarılan yasaların içerdiği hükümlerin Topluluk müktesebatına kısmen uyum sağlayabildiği ve nükleer enerji konusunda yasal çerçevenin tam olarak yeterli olmadığı gibi noktalar göze çarpmaktadır.27 

6. SONUÇ 

Avrupa Birliği’nin kendi enerji politikası için belirlediği hedefler Türkiye’nin enerji sektörüne hem olumlu hem de olumsuz etkisi olmuştur. Türkiye’nin AB enerji iç pazarına uyum çerçevesinde başlattığı reform süreciyle enerji sektörümüzün daha şeffaf olması ve fiyatların daha rekabetçi bir ortamda belirlenmesi yönünde çabaların artmasına, enerji kurumlarımızın yeniden yapılandırılmasına, bağımsız denetleyici kurum olan EPDK’nın kurulmasına, enerji verimliliğinin ve tasarrufunun arttırılmasına, enerji ile ilgili alt yapıların rehabilitasyonu ve 
modernizasyonu yönünde yatırımlar yapılmasına, acil durumlar için stok tutma mekanizmasının geliştirilmesine, yenilenebilir enerji kaynakları alanında gelişmeler kaydetmesine ve kayıp-kaçak oranlarının düşürülmesine katkı sağlamaya başlamıştır. Ayrıca Birliğin enerjide ülkemiz gibi yüksek oranda dışa bağımlı olması Türkiye için ayrı bir avantaj olarak görülmelidir. Her iki tarafın enerji arz güvenliği politikalarını yakınlaştıran bu durum aynı zamanda bölgesinde enerji hub’ı olmak isteyen Türkiye’nin bu hedefine ulaşmasına katkı sağlayacaktır. Öte yandan, sanayi gelişimini tamamlamayan Türkiye’nin Kyoto Protokölü’ne üye olması her ne kadar çevreyi korumamız açısından önemli bir adım olarak görülse de sanayimizin bundan olumsuz etkileneceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

 DİPNOTLAR.;

1 Ege, A. Yavuz, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’nin Uyumu”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, s.7. 
2 European Commission, “Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy - What is at stake – Background document”, 
   {COM(2006) 105 final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. 
3 European Commission, “Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries”, Project Report, Directorate-General for Research, Directorate Energy, 2007. 
4 European Commission (2000), Annex 1, “Technical Background Document – Security of Energy Supply”, (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). 
5 Pala, Cemalettin, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 4 Konferansında Sunulan Konuşma Metni”, Europa Bilgi Köprüleri Programı-UPAV, Ankara Ekim 2003. 
6 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. ss. 8-9. 
7 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. 
8 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s. 25. 
9 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s. 25. 
10 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s.9. 
11 Ercan,Hakan ve Öz, Gamze, “AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, s.173. 
12 {COM (2006) 105 final)}, a.g.e. s.9. 
13 Green Paper (2000) COM (2000) (769). 
14 Belkin, Paul, “The European Union’s Energy Security Challenges”, CRS Report, May 2007, s. 22. 
15 Paul, Belkin, a.g.e. 2007, s. 22. 
16 Eler, Levent, “Dünyada Nükleer Enerjinin Yeri ve Tahminler”, Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 3” Konferans, Europe Bilgi Köprüleri Programı ve UPAV, 
    Ankara, Eylül 2003. 
17 Bu durum Komisyon’un 2000 yılında yayınladığı Yeşil Kitab’ında şöyle dile getirilmiştir: “the target of 20% substitute fuels by 2020 will probably remain a dead letter”. 
18 Belkin, Paul, a.g.e. 2007, s. 23. 
19 Belkin, Paul, a.g.e. 2007, s. 24. 
20 Yorkan, Arzu, “Energy Security of the European Union”, (içinde) The Future of European Energy Security, Tischner European University Publications, Polonya, 2006, ss.65-87. 
21 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss.65-87. 
22 Yorkan, Arzu, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye: Fırsatlar ve İşbirliği Alanları”, (içinde) III. Uluslararası Türk-Asya Kongresi: Çin-Hindistan-Rusya: Stratejik ve 
     Güvenlik İşbirlikleri, İstanbul, Tasam Yayınları, 2008 sonunda yayınlanacak. 
23 Green Paper, COM (2000) (769), a.g.e. 
24 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss. 65-87. 
25 Yorkan, Arzu, 2006, a.g.e. ss. 65-87. 
26 Enerji Bakanlığı 2006 Yılı Faaliyet Raporu 
27 Avrupa Komisyonu, Türkiye 2007 İlerleme Raporu (COM(2006) 663), Brüksel, 6 Kasım 2007, SEC (2007) 1436, s. 49. 

Kaynakça 

Avrupa Komisyonu, Türkiye 2007 İlerleme Raporu (COM(2006) 663), Brüksel, 6 Kasım 2007, SEC (2007) 1436. 
Belkin, Paul, “The European Union’s Energy Security Challenges”, CRS Report, May 2007. 
Ege, A. Yavuz, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’nin Uyumu”, (içinde) AB’nin 
Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, Ankara, May 2004, ss.3-43. 
Eler, Levent, “Dünyada Nükleer Enerjinin Yeri ve Tahminler”, Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 3” Konferans, Europe Bilgi Köprüleri 
Programı ve UPAV, Ankara, Eylül 2003. 
Enerji Bakanlığı 2006 Yılı Faaliyet Raporu, www.enerji.gov.tr 
Ercan, Hakan ve Öz, Gamze, “AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye”, (içinde) AB’nin Enerji Politikası ve Türkiye, Ed. Yavuz Ege ve diğerleri, UPAV Yayınları, 
Ankara, May 2004, ss.169-214. 
European Commission (2000), Annex 1, “Technical Background Document – Security of Energy Supply”, (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). 
European Commission (2006), “Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy - What is at stake – Background 
document”, {COM(2006) 105 final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. 
European Commission (2007) “Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries”, Project Report, Directorate-General for Research, 
Directorate Energy, 2007. 
European Commission (2007), Green Paper on “An Energy Policy for Europe”, {COM(2007) 1 final}, Brussels, 10.1.2007. Pala, Cemalettin, 
“Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Yansımaları 4 Konferansında Sunulan Konuşma Metni”, Europa Bilgi Köprüleri Programı-UPAV, Ankara Ekim 2003. 
Yorkan, Arzu, “Energy Security of the European Union”, (içinde) The Future of European 
Energy Security, Tischner European University Publications, Polonya, 2006, ss.65-87. Yorkan, Arzu, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye: Fırsatlar ve İşbirliği Alanları”, 
(içinde) III. Uluslararası Türk-Asya Kongresi: Çin-Hindistan-Rusya: Stratejik ve Güvenlik İşbirlikleri, İstanbul, Tasam Yayınları, 2008 sonunda yayınlanacak. 


***


25 Şubat 2017 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN ENERJİ - ÇEVRE VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ POLİTİKALARI



TÜRKİYE’NİN ENERJİ - ÇEVRE VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ POLİTİKALARI




TÜRKİYE’NİN ENERJİ - ÇEVRE VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ POLİTİKALARI VE KYOTO PROTOKOLÜ KARŞISINDAKİ TUTUMU 


Aziza SYZDYKOVA*1 
*Ars.Gör Ahmet Yesevi Üniversitesi, Master Öğrencisi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Bölümü yakamoz_1991@mail.ru

Kanat YDYRYS*2 
**Ars.Gör.Ahmet Yesevi Üniversitesi, Doktora Öğrencisi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümü, kanat.88@hotmail.com 


Özet 

Küresel iklim değisikliği sorunsalı, günümüzün en büyük küresel problemlerinden biridir. 1970’li yıllarda yasanan enerji krizleri ve çevre konusunda artan bilinçle birlikte gündeme gelmeye baslayan bu problem, sadece kalkınma kavramının içeriğini değistirmekle kalmamıs, aynı zamanda o yıllardan günümüze yenilenemez enerji kaynaklarında bir dönüsümün baslamasına neden olmustur. Hızlı nüfus artısı, yenilenemez enerji kaynaklarının tükeniyor olması ve küresel iklim değisikliğiyle ilgili giderek artan bilinçle birlikte, geleneksel kalkınma anlayısı yerini sürdürülebilir kalkınma anlayısına bırakırken, yenilenemez enerji kaynaklarından yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru, enerji yapısı ve 
tercihleri de değisime uğramıstır. Dönüsen bu yapı ve problemin küresel nitelikte olması devletlerin sınırlarını ortadan kaldırmıs, uluslararası isbirliğini gerektirmis, dolayısıyla devreye bazı yeni uluslararası aktörler girmistir. 

Günümüzde dünyada enerji ve çevreyle ilgili çalısmalar yürüten uluslararası aktörlerin basında Birlesmis Milletler gelmektedir. Bu çalısma ile Türkiye’nin, Birlesmis Milletler kapsamında imzalanan ve yürütülen Kyoto Protokolü karsısındaki tutumu ve Protokol’ün ülkeye olan pozitif ve negatif etkileri incelenmeye çalısılmıstır. Ayrıca Türkiye’nin enerji ve iklim değisikliği politikaları incelenerek hem Protokol sürecinde hem de Protokol sonrası -2012 sonrası-dönemde izleyeceği politikalar ve bu konuda uluslararası arenada günümüz ve 
gelecekteki konumunun anlasılması amaçlanmıstır. 

Anahtar Kelimeler: Küresel İklim Değisikliği, Enerji Politikası, Çevre Politikası, Sürdürülebilir Kalkınma, Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Yenilenemez Enerji Kaynakları, Kyoto Protokolü ve Türkiye 

Küresel İklim Değisikliği Sorunsalının Ekonomik ve Politik Etkileri 

Küresel iklim değisikliği herseyden önce bir sürdürülebilirlik sorunsalıdır. İklim değisikliği ile sürdürülebilirlik arasında bir neden sonuç iliskisi bulunmaktadır. Çünkü iklim değisikliği, sürdürülebilir olmayan ekonomik ve toplumsal davranısların bir sonucudur. Buna karsılık ekonomik ve toplumsal gelismenin tabanını olusturan ekolojik sistemlerin zarar görmesine neden olan iklim değisikliğinin olumsuz etkileri de toplumsal ve ekonomik sürdürülebilirliği tehdit etmektedir. Küresel iklim değisikliğini durdurmak veya etkilerine 
uyum sağlamak için gereken önlemler, toplumlara yeni ekonomik yükler getirmektedir3. Yeryüzünde yasamın sürdürülebilmesi iklimin korunmasına, iklimin korunması ise ekonomik, toplumsal ve politik karar ve uygulamalara bağlıdır4. 

Gelismis ülkelerle gelismekte olan ülkeler arasındaki esitsizlik de sürdürülebilirlik ve iklim değisikliği arasındaki iliskiyi karmasık hale getirmektedir. Çünkü; iklim değisikliği daha çok gelismis ülkelerin ürünü iken, gelismekte olan ülkeleri de sürdürülemezlik kosullarına itmektedir. Çevresel sürdürülemezlik gelismis ülkelerin iklim değisikliğine katkısının nedeni iken, gelismekte olan ülkelerdeki toplumsal sürdürülemezlik çevresel yıkıma yol açmaktadır5. 

Küresel iklim değisikliğinin sonuçları olan hızla azalan ormanların, yitirilen toprakların, azalan su kaynaklarının, çöllesmenin meydana getireceği çevresel bozulma; ekonomik büyüme ve gelirde düsme, issizlik artısı, fiyatlarda kararsızlık ve yatırımlar için belirsiz ortamlar gibi ekonomik sorunların yanı sıra, açlık ve yetersiz beslenme, toplumsal çeliski ve ayaklanmalar ve su ve enerji kaynaklarına bağlı savaslar gibi toplumsal ve politik sonuçlar doğurabilecektir. 

Birlesmis Milletler (BM), küresel iklim değisikliği sorunsalının çözümünde rol oynayan en önemli aktör olarak karsımıza çıkmaktadır. Çalısmada hükümetlerarası organizasyonlar kapsamında incelenen BM’in izlediği politika (buna bağlı İklim Değisikliği Çerçeve Sözlesmesi’ni (İDÇS) ve Kyoto Protokolü); daha çok çevreci tarafta yer alan çevresel sivil toplum kuruluslarıyla, daha çok ekonomik çıkarlarını gözeten çok-uluslu sirketlerin ortak noktasında bir yerde hem çevreyi koruyan hem de kalkınmayı destekleyen bir politika izlenimi vermektedir. 

İDÇS; iklim değisikliği politikasının uzun dönemli amacını ve bu amaca ulasmaya yönelik ilke ve prosedürleri belirlemis, Kyoto Protokolü ise; Sözlesme’nin nihai amacına yönelik somut hedef ve önlemler belirleyerek iklimin korunması yönündeki ilk adımı olusturmustur. 

Ülkelerin Kyoto Protokolü Karsısındaki Tutumları 

Kyoto Protokolü, iklim değisikliğiyle mücadele bağlamında hazırlanan en kapsamlı anlasmadır. İDÇS’nin yürürlüğe girmesini takiben 2,5 yıl devam eden müzakereler sonucunda hazırlanmıs ve 1997 yılında imzaya açılmıstır. Ancak hemen yürürlüğe girmemistir6. 

Protokolün ana amacı; “atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkiyi önleyecek bir düzeyde durdurmayı basarmak” olarak tanımlanmıstır. Protokolün uygulamada ne sekilde isleyeceği 1998 yılında Dördüncü Taraflar Konferansı’nda belirlenmistir. 

Günümüzde gelismekte olan ülkeler ve gelismis ülkeler Kyoto Protokolü’ne kendi açılarından yaklasmakta ve Protokolü kendi çıkarları açısından değerlendirmektedirler. 

Gelismekte olan ülkeler, küresel iklim değisikliğine yol açan sera gazı emisyonlarının atmosfere salımından gelismis ülkeleri sorumlu tutmakta ve bedelin bu ülkeler tarafından ödenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Gelismis ülkeler ise, gelismekte olan ülkelerin – özellikle Hindistan ve Çin gibi son yıllarda çok hızlı bir gelisme gösteren ülkelerin– sera gazı salımına en az kendileri kadar katkı yaptıklarını iddia ederek bu ülkelerin de salım azaltımında sorumluluk almasını istemektedirler. Bu karsıt görüsler arasında bir taraftan Protokolün uygulanmasına çalısılırken bir taraftan da Protokol sonrası süreç olusturulmaya çalısılmaktadır. 

Gelismekte olan ülkeler için birincil amaç ekonomik kalkınmadır. Bu ülkelerin son yıllarda sera gazı emisyonlarında yüksek artıslar gerçeklesmekle birlikte, iklim değisikliğine karsı önlem almak bu ülkelerin öncelikleri arasında yer almamak tadır. İklim değisikliği ve emisyon azaltım problemlerinden önce, yoksullukla savas ve kalkınma projeleri gelmektedir. Dolayısıyla gelismekte olan ülkeler, Kyoto Protokolü’nün ekonomik kalkınmalarına katkı sağlayıp sağlamayacağıyla ilgilenmektedirler. 

Kyoto Protokolü, günümüze kadar olan sera gazı emisyonlarındaki artısın en büyük sorumlusu olarak gelismis ülkeleri görmektedir. Dolayısıyla, öncelikle bu ülkelerin iklim değisikliğini önlemeye yönelik politikalara uyum sağlamasını ve emisyon azaltımına gitmesini istemektedir. Ancak gelismis ülkeler arasında özellikle ABD, Çin ve Hindistan gibi sera gazı salımı çok yüksek olan gelismekte olan ülkelerin bu salımlara kısıtlama getirmeme kararına karsı çıkmakta, gelismekte olan ülkeleri de en az gelismis ülkeler kadar sorumlu tutmaktadır. Bu nedenle Kyoto Protokolü gelismis ve gelismekte olan ülkeler arasında çatısmaya neden olmaktadır. 

Türkiye açısından ele alındığında ise, ülke yenilenemez enerji kaynaklarına ve dolayısıyla ithalata son derece bağımlı bir ülke olmakla birlikte, yenilenebilir enerji kaynakları potansiyeli de oldukça yüksektir. Türkiye’nin Protokol kapsamında sera gazı emisyonlarını azaltmak için uygulayacağı politikalar -örneğin yenilenebilir enerji kaynakları bağlamında gelisme göstermesi-Türkiye’yi bu dısa bağımlılıktan da kurtaracak bir unsur olabilecektir. Ülkenin Protokol’e katılması ayrıca uluslararası arenada iklim değisikliği sorununa kayıtsız kalmadığı, bu konuda isbirliği yaptığı ve çaba gösteren ülkeler tarafında olduğuna dair bir iyi niyet göstergesi olmustur. Aynı zamanda bu, Türkiye’nin konuyla ilgili uluslararası müzakere ve toplantılarda söz sahibi olması açısından da önemlidir. 

Türkiye’nin Enerji Kaynaklarının Genel Analizi 

Türkiye’nin 2011 yılı toplam enerji tüketimi 114480.2 Btep olup dünyada enerji 
tüketimi en yüksek 23. ülke konumundadır. Enerji tüketiminin büyük bir kısmını dısa bağımlı olduğu petrol ve doğal gaz olusturmaktadır. Enerji kaynaklarının enerji tüketimindeki payları sırasıyla; doğal gaz (%33), petrol (%27), taskömürü (%15), linyit (%14), ve hidrolik (%4) seklinde gerçeklesmistir. 

2011 yılı Türkiye birincil enerji üretimi 32228.9 Btep (bin ton esdeğer petrol) olarak gerçeklesmistir. Aynı yıl birincil enerji üretiminin kaynaklar bazındaki dağılımı sırasıyla; linyit (%50), hidrolik (%14), odun (%8), petrol (%8), jeotermal ısı (%5) ve taskömürü (%4) seklindedir7. 

Ülke rezerv ve kapasite açısından; yenilenemez enerji kaynaklarına oranla, yenilenebilir enerji kaynakları konusunda daha sanslıdır. Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynakları; hidroelektrik enerji, jeotermal enerji, biyoenerji, günes enerjisi ve rüzgar enerjisidir. 

Türkiye’nin İklim Değisikliği Politikaları 

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜDK) hazırladığı “Sera Gazı Emisyon Envanteri”, 1990-2011 sonuçlarına göre Türkiye’nin 1990 yılında karbondioksit esdeğer olarak 188.43 milyon ton olarak tahmin edilen sera gazı emisyonu, 2011 yılında 422.4 milyon ton olarak belirlendi. 

Türkiye’de yenilenemez enerji kaynakları tüketimi yıllar içinde büyük ölçüde artıs göstermistir. Buna bağlı olarak toplam sera gazı emisyonları, 1990 yılından 2011 yılına kadar %110,8 oranında artıs göstermistir8. 

Türkiye’nin sera gazı emisyonları içinde en büyük pay, Tablo 1’den de görüleceği üzere %81 oranla CO²’ye aittir. Diğer sera gazlarının oranı, CO²’ye göre oldukça düsük kalmaktadır. 


Tablo 1: 1999-2011 Yılları Arası Türkiye’nin Sera Gazı Emisyonları 

Tablo 2’de yer alan verilere göre; 1999-2011 yılları arasında kömür tüketimi %30, petrol tüketimi %3, doğal gaz tüketimi ise %183 artmıstır. 

Bu yıllar arasında doğal gazda meydana gelen artıs dikkat çekicidir. Benzer sekilde emisyonlara baktığımızda Türkiye’de hem 1999 hem de 2011 yılında en yüksek emisyon kaynağı kömür, en düsük emisyon kaynağı ise doğalgazdır. En düsük olan doğalgazın dahi CO² emisyonları içindeki payı %26,8’dir. 

Türkiye’nin 2011 yılı kisi bası sera gazı emisyonu değeri 5,7 ton CO2 esdeğerdir. Aynı dönemde OECD kisi bası emisyonu ortalama 15,0 ton CO2, ve 
Avrupa Birliğine üye 28 ülkede ortalama 10,2 ton CO2 esdeğeridir. (Kisi bası emisyonlar ABD’de 19.10 ton CO², Çin’de 4,58 ton CO², ve Hindistan’da 1,18 ton CO²’dir)9.Dolayısıyla Türkiye’nin küresel iklim değisikliğine neden olan CO² emisyonları açısından kisi bası sorumluluğunun diğer ülkelere göre daha az olduğunu söylemek yanlıs olmayacaktır. 


Tablo 2: Türkiye’de Kaynaklarına Göre Enerji Tüketimi ve CO² Emisyonu Karsılastırması; 

Türkiye’nin iklim değisikliğiyle ilgili yapmıs olduğu çalısmalar, İDÇS’nin hazırlık sürecinde baslamıstır. Bu bağlamda Türkiye Ocak 1991 tarihinde Devlet Meteoroloji İsleri Genel Müdürlüğü’nün öncülüğünde Ulusal Dklim Koordinasyon Grubu kurarak çalısma grupları olusturmustur. Bu gruplar; Türkiye’de mevcut durumun belirlenmesi, enerji teknolojileri, atmosferin korunması ve iklim değisikliği ile ilgili raporlar hazırlamıslardır. 

İDÇS’nin nihai amacı; insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının iklim üzerindeki etkilerini önlemek ve belirli bir seviyede tutulmasını sağlamaktır. 

Türkiye’nin Kyoto Protokolü Karsısındaki Tutumu 

Türkiye’nin İDÇS karsısındaki tutumu ile Kyoto Protokolü karsısındaki tutumu birbirinden farklılık göstermektedir. 1992-1997 arası yılları kapsayan Rio Zirvesi’nden Kyoto Protokolüne kadar olan tutumu sadece Sözlesme’nin eklerinden çıkmak seklindeyken, Kyoto’da baslayan 1997 sonrası dönem için 2001 yılına kadar yine Sözlesme’nin eklerinden çıkmak ancak aynı zamanda sera gazı salımları için daha yumusak bir hedef belirlemek seklinde olmustur10 . 

Kyoto Protokolü TBMM tarafından 5 Subat 2009 tarihinde 5836 sayılı kanun ile onaylanmıs ve 17 Subat 2009 tarih ve 27144 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmistir11 . 

Protokolde 2008-2012 yılları arasında gerçekleştirilmesi gereken yükümlülüklerin Türkiye için bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Bundan sonra belirlenecek yükümlülükler Türkiye için bağlayıcı olacaktır. 

Türkiye, Protokol’ü onaylayarak, AB sürecinde de çevreyle ilgili yerine getirmesi gereken yükümlülükler açısından önemli bir asama kaydetmistir. Ayrıca ülke, çok önemli olan ve uluslararası alanda birçok görüsmelere ve çözüm arayıslarına neden olan küresel iklim değisikliği sorununa yönelik, isbirliğine dayalı ve çözüm odaklı bir tavır ortaya koymustur. 

Aynı zamanda Türkiye, Kyoto Protokolü’nün sağladığı esneklik mekanizmaların dan,  örneğin karbon ticaretinden yararlanarak ciddi miktarlarda gelir sağlayabilecektir. 

Protokol’ün Türkiye’ye sağlayacağı avantajlar yanında getirebileceği dezavantajlar da bulunmaktadır. Türkiye’nin Protokole taraf olmasıyla birlikte, Protokolün gerektirdiği yükümlülükleri uygulayarak son yıllarda yüksek oranda artan sera gazı emisyonlarını düsürmek için yapacağı çalısmalar yetersiz kaldığı takdirde ağır yaptırımlara maruz kalması muhtemeldir. 

Sonuç 

İDÇS kapsamında imzalanan Kyoto Protokolü, imzaya açıldığı ilk günden itibaren gelismekte olan ülkelerle gelismis ülkeler arasında çatısma konusu olmustur. 
Gelismekte olan ülkelerin, kalkınmalarını sağlamak için çevreyle ilgili uluslararası bazda alınan kararlara direnç göstermeleri normal karsılanabilir. Gelismis ülkeler çevresel sorunları dikkate almadan kalkınma süreçlerini tamamlamıslardır. 

Gelismekte olan ülkelerin son yıllarda sera gazı emisyonlarında yüksek artıslar gerçeklesmekle birlikte, iklim değisikliğine karsı önlem almak bu ülkelerin öncelikleri arasında yer almamaktadır. Bu ülkelerin öncelikleri kalkınmadır ve iklim değisikliği ve emisyon azaltım problemlerinden önce, yoksullukla savas ve kalkınma projeleri gelmektedir. 
Dolayısıyla gelismekte olan ülkeler, Kyoto Protokolü’nün ekonomik kalkınmalarına katkı sağlayıp sağlamayacağıyla ilgilenmektedirler. 

Türkiye’de de diğer gelismekte olan ülkelerde olduğu gibi asıl sorun, Kyoto Protokolü’ne taraf olmanın kalkınmasına herhangi bir engel getirip getirmeyeceğidir. Sadece nihai amacı sera gazı emisyonlarını azaltmak için çalısmalar yapmak olan Protokol’e taraf olmak, Türkiye’nin kalkınması önünde bir engel değildir. Türkiye iç politika değil ama sadece ekonomik ve ulusal çıkarlarını gözettiği takdirde hiç kuskusuz bu isin altından basarıyla kalkacaktır. 

Bu sorunun çözümü Türkiye’nin izleyeceği su politikalara bağlıdır: İlk olarak Türkiye, potansiyeli yüksek olan yenilenebilir enerji kaynaklarının bu potansiyelini doğru sekilde belirleyerek hiç zaman geçirmeden gelistirmek için uğrasmalıdır. Yurtdısındaki yenilenemez kaynakların aranması ve üretimi sürecine kendi sirketleriyle katılarak, bu kaynakların üretimi ve tasıma yolları üzerinde kontrol elde etmelidir. İthalatı zorunlu kaynaklarda ise sadece bir-iki kaynağa bağımlı kalmak yerine kaynak çesitlendirmesine gitmelidir. Türkiye, sadece yenilenebilir enerji kaynaklarının arttırılmasına odaklanmamalı, ayrıca kendisi için çok önemli ve rezervi yüksek olan kömürü de temiz enerji teknolojileri aracılığıyla ne sekilde kullanacağı üzerinde acil çalısmalar yapmalı ve bu konuda kırk yıldır durdurmuş olduğu aramaları ülke çapında bir an önce baslatmalıdır. 

İkinci olarak, enerji politikalarında doğru bir planlama yapılmalı, planlama anlayısı politik ve kişisel kaygılardan uzaklaştırılarak ekonomik ve ulusal çıkarlara uygun hale getirilmelidir. 


DİPNOTLAR;

1 Ars.Gör Ahmet Yesevi Üniversitesi, Master Öğrencisi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İsletme Bölümü yakamoz_1991@mail.ru 
2 Ars.Gör.Ahmet Yesevi Üniversitesi, Doktora Öğrencisi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İliskiler Bölümü, kanat.88@hotmail.com 
3 Etem Karakaya (yayına hazırlayan), (2008), “ Küresel Isınma ve Kyoto Protokolü: İklim Değisikliğinin Bilimsel, Ekonomik ve Politik Analizi”, Bağlam Yayıncılık Arastırma Dizisi, İstanbul içinde Semra Cerit 
Mazlum, “Uluslararası Dklim Politikası: Hakkaniyet ve Sürdürülebilirlik Ekseninde Bir Değerlendirme”, s. 152 
4 IPCC, (2001), “Climate Change 2001: Mitigation-Contribution of Working Group III to the Third Assessment Report to the IPCC” içinde “Setting the Stage: Climate Change and sustainable Development”, Bert Metz, 
Ogunlade Davidson, Rob Swart, Jiahua Pan(ed.), Cambridge University Press, s. 96 
5 John B. Robinson, Deborah Herbert, (2001), “Integrating Climate Change and Sustainable Development”, International Journal of Global Environmental Issues, Vol.1, No.2, s. 131 
6 Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi, “İklim Değisikliği ve Enerji Sektörü”, Enerji ve Çevre Çalısma Grubu, 2008, s. 30. 
7 T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, “2011 Yılı Genel Enerji Dengesi” Tabloları, Erisim: 
http://www.enerji.gov.tr/EKLENTI_VIEW/index.php/raporlar/detayGoster/46124 , Erisim Tarihi: 02.09.2014 
8 IEA, “CO² Emissions”, s. 44 
9 IEA, “CO² Emissions”, ss. 89-91 
10 Türkes, “Küresel İklimin Korunması”, s. 14 
11 Resmi Gazete, 17 Subat 2009, Sayı: 27144, “BM İklim Değisikliği Çerçeve Sözlesmesine Yönelik Kyoto 
Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun”, Erisim: 
http://rega.basbakanlik.gov.tr/main.aspx?home=http://rega.basbakanlik.gov.tr/eskiler/2009/02/20090217.htm&main=
http://rega.basbakanlik.gov.tr/eskiler/2009/02/20090217.htm , Erisim Tarihi: 02.09.2014 

KAYNAKÇA 

Akova İsmet, “Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Basım, 2008, Ankara. 
Algan Nesrin, “Enerji ve Çevre Etkilesimi Konusunda Uluslararası Tüzel Düzenlemeler ve Türkiye”, TMMOB Türkiye III. Enerji Sempozyumu, 2001, Ankara. 
Arıkan Yunus (yayına hazırlayan), “Birlesmis Milletler İklim Değisikliği Çerçeve Sözlesmesi ve Kyoto Protokolü: Metinler ve Temel Bilgiler”, Bölgesel Çevre Merkezi, 2006, REC Türkiye, Ankara. 
Çepel, Necmettin, “Ekolojik Sorunlar ve Çözümleri”, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2003, Ankara. International Energy Agency, “Key World Energy Statistics”, 2008, Paris. 
IPCC, “Climate Change 2001: The Scientific Basis”, Contribution of Working Group I to the Third Assessment Report of the IPCC, Cambridge University Press, Cambridge, UK 
İnan Afet, “ Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933 ”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Seri, Sayı:14, 1972, Ankara. 
İsmet Akova, “Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Nobel Yayın Dağıtım, 2008, Ankara. 
Kadıoğlu, Mikdat, “Küresel İklim Değisimi ve Türkiye-Bildiğiniz Havaların Sonu”, 
Güncel Yayıncılık, 4. Basım, 2008, İstanbul. 
Karakaya Etem, Mustafa Özçağ, “Türkiye Açısından Kyoto Protokolü’nün 
Değerlendirilmesi ve Ayrıstırma Yöntemiyle CO² 
Emisyonu Belirleyicilerinin Analizi”, 
(Çalısma, VII. ODTÜ Ekonomi Konferansı’nda sunulmustur.), 2003, Ankara. Karakaya Etem, (Yayına Hazırlayan), “ Küresel Isınma ve Kyoto Protokolü-İklim Değisikliğinin 
Bilimsel, Ekonomik ve Politik Analizi”, Bağlam Yayıncılık, Arastırma Dizisi, 
1. Basım, 2008, İstanbul. 
T.C. Çevre Bakanlığı Devlet Meteoroloji İsleri Genel Müdürlüğü, “Avrupa Birliği’nin İklim Değisikliği Politikaları ve Önlemleri”, Editörler: Murat Türkes ve Gönül Kılıç, 2003, Ankara. 
T.C. Dısisleri Bakanlığı, Enerji, Su ve Çevre İsleri Genel Müdür Yardımcılığı, “Türkiye’nin Enerji Stratejisi”, Ocak 2009, Ankara. 
Türkes Murat, “Küresel İklimin Korunması, İklim Değisikliği Çerçeve Sözlesmesi ve 
Türkiye”, Tesisat Mühendisliği Dergisi, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Yayını, Sayı:61, 2001. 
Uğurlu Örgen, “Çevresel Güvenlik ve Türkiye’de Enerji Politikaları”, Örgün Yayınevi, 2009, İstanbul. 



***