24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 1

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,

Şimdi de bir Alman akademisyenden bahsedelim. Bu, Türkiye’deki Laz’larla ilgilenen bir akademisyen. Bu akademisyenin adı Wolfgang Feuerstein. Bu Alman akademisyen Lazların ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamak amacıyla BND içinde bir birim meydana getirmişti. Bu birimin desteklediği, yayınladığı dergi ve kitaplar Türkleri bu konuda yönlendirmek manipüle edebilmek için Türkiye'ye gönderilmişti. Burada küçük bir parantez açalım ve Feuerstein de bir diğer Alma akademisyen Udo Steinbach gibi Türkiye'ye giremediğini belirtelim. Nedeni basit: Steinbach, PKK lideri Öcalan ile Ankara arasında arabuluculuk önerisini resmen ileten bir başka ‘derin’ akademisyen. 1994’den beri yasaklılar listesinde. Steinbach ile 1 Ekim 2000’de Hamburga’ta yapılan görüşmede bu satırların yazarına, "İslam'a yapılan saldırıları, Müslümanlara yapılan baskıları merak edenler, Kemalist sistemin 80 yıldır Türkiye'de yaptığına bakabilirler" ifadelerini kullanmıştı. Yine görüşmenin bir yerinde Müslümanlar'ın yaşadıkları her yerde elbette cami inşa edebileceklerini söyleyen Steinbach, "Batılı aydınlar, profesörler, siyasetçiler hep Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor. 
Neden Müslümanlar'ın özgürlüklerinin nasıl gasp edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini kimse düşünmüyor?" diye sormuştu. 

Bugünlerde 2012 itibariyle Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanı olan Prof. Dr. Udo Steinbach, "Müslümanlar'a demokratik bir ortam hazırlamadan, onlara demokratik haklarını vermeden onlardan entegrasyon beklemek, haklı bir talep değildir, bir dayatmadır" görüşünü savunmaya devam ediyor ve Batı'nın İslam'a karşı çok önyargılı olduğunu ve Batı medyasının tamamen kötü niyetli bir şekilde Müslümanlar'ı karalayan yayınlar yaptığını her fırsatta dile getiriyordu. Batılı devletlerin ve elitlerin "İslam'da reform" gibi taleplerinin gülünç olduğuna da işaret eden Steinbach, "Müslümanlar'dan, İslam Peygamberi'nin yaşamadığı, kabul etmeyeceği bir hayat yaşamaları 
isteniyor. Bu dürüst bir davranış değildir" diyor ki, gerçek müslümanların kafasını okuyor. 
Dünyanın her yerinde olabilecek adi vakaların İslam toplumunda yaşanması halinde bunun İslam'a mal edildiğine de işaret eden ediyor ve şu tesbitlerde bulunuyordu: "Bu açıkça saptırmadır, af buyurun ama İslam düşmanlığıdır. Zoraki evlilikler dünyanın her yerinde var. 

Cinayet, gasp, anarşi her toplumda var. Lübnan'daki, Türkiye'deki, Suriye'deki namus cinayetleri her toplumda var. Peki bu tür vakalar Müslümanlar arasında olduğunda neden dinine mal ediliyor? Adam karısını öldürmüş, kadın kocasını aldatmış, anne baba kızını istemediği biriyle evlendirmiş. Bunun İslam'la ne alakası var? " Şimdi Steinbach’ı biraz daha 
yakından tanıyalım. 

Udo Steinbach, Almanya'da politika ile ilgilenen herkesin tanıması gereken, özel istihbarat teşkilatının yöneticisi, Ermenilerin soykırım konusunda kullandığı tezleri Ermeni diasporası adına Türkiye aleyhine kullanan akademisyen Taner Akçam'ın işvereni, Alman İslamı projesinin kuramcısı, PKK’lı Kürtçülere çok yakın olması yanısıra onların teorik destek vericisi bir isimdir. Defalarca Suriye'ye giderek, Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapmıştır. Alman’ya da alınan Prof.Dr. ünvanına sahip olduğunu ve ayrıca emekli yarbay olduğunu da belirtelim. Klasik filoloji ve Arap edebiyatı okuyan ve doktorasını anonim Arap masalları üzerine yapan Steinbach, 1966 yılında yayınlanan " 20.yüzyılda Türkiye. Avrupa’nın Zor Partneri " kitabı ile meşhur oldu. 1971-75 yılları arasında Alman İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) "yakın bir kurum" olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Berlin) Bilim ve Politika Vakfının Orta Doğu Masasını yönetti. 1975 yılında Almanya’nın 
sesi radyosunun Türkce bölümüne müdürlük yapan Steinbach, 1976'da Hamburg’daki Doğu Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve 2012 itibariyle halen burada müdürüdür. Anadili gibi Türkçe konuşuyor ve yazıyor. 

Türkiye’nin iyiligini (!) isteyen Emekli Alman Yarbay Türk gazetecilere şunları yapın diyor: 

1- Laiklik kaldırılsın. 
2- Türk ulusalcılığı kaldırılsın. 
3- Bunları Atatürk getirdi, dikte etti, zorladı; dolayısıyla yapay bunlar, Atatürk’u de kaldırın. 
4- Atatürk zaten dinsizdi. Kaldırın gitsin Kemalizmi. Yoksa AB’ye almayız. 
5- Kürtler Türklerden çok Almanlara benziyor. Sonuna kadar arkalarındayız. 
6- Kürtlerle Konfederasyona gidilsin, Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi eyaletler kurulsun. 

Kemalizmi kurduran Almanlar acaba bugün neden kaldırmak istiyor olabilir? Almanların Türkiye’nin kimliğini değiştirme girişimini Atatürk döneminde de görmek mümkündü. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve yaveri Hasan Rıza Soyak’a göre CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 28 Haziran 1935’te İtalya ve Almanya’ya yaptığı seyahat sonrasında faşizm ideolojisini esas alan bir tüzük hazırlamış, sabaha kadar tüzüğü inceleyen Atatürk, sabahleyin hışımla odasından çıkarak “Kim bu zorbalar, bu kuvveti kimden alıyorlar, kendilerini milletin iradesinin üstünde zannediyorlar, İsmet bunu okumamış herhalde” demiştir. Soyak’ın “Efendim imzası var okumamış olması mümkün değil” sözleri üzerine, “Okumamış, okumamış, geri verin iyice okusun” diye cevap verecektir. Soyak ayrıca Peker’in “Her partinin bir ideo-
lojisi var, bizimki Kemalizm olsun” dediğini Atatürk’ün de Peker’in tüzük taslağındaki faşizm terimini kastederek “Sen bana hakaret mi ediyorsun” diye azarladığını ileri sürer. Atatürk’ün faşizme hiç sıcak bakmadığının kanıtı olarak gösterilen bu hikâyeyi tamamlayan unsur ise, Recep Peker’in 15 Haziran 1936’da CHP Genel Sekreterliği’nden bizzat Atatürk tarafından uzaklaştırılmasıdır. Hâlbuki bu tasarruf uzun süredir gündemde olan liberalizmdevletçilik çekişmesiyle ilgilidir. Nitekim 1936’dan itibaren, aynen İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, parti teşkilatlarıyla devlet teşkilatları birleştirilecek, dâhiliye vekili, CHP genel sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde CHP başkanlığına atanacaklar, Umumi müfettişler ise hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi olacaklardır. 

İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le hep aynı düşünmüyordu. Ataürk, ordunun siyasete karışmasına karşıydı. Yazar Atilla İlhan bu durumu şöyle izah ediyordu: ‘İsmet Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki beraberlik çok ciddi bir dostluk sanılıyor ki, değil... 

1935'li yıllarda İsmet Paşa yeni bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tüzüğü hazırlamaya karar veriyor. İsmet Paşa, o zaman hem Başbakan hem CHP'yi idare ediyor. Genel sekreteri de bildiğimiz Recep Peker. Yeni tüzük hazırlansın diye İsmet Paşa Recep Peker'i Avrupa’ya gönderiyor, Avrupa' daki  partileri incelemesini istiyor. Tüzük geliyor, İsmet Paşa ve Recep Peker İmzaladıktan sonra Mustafa Kemal'e sunuyorlar, tüzüğü önce katipi olan Hasan Rıza bey alıyor. Hasan Rıza Bey de akşam Mustafa Kemal'e takdim ediyor. Ertesi sabah geldiğinde Hasan Rıza Bey, Mustafa Kemal'i daha banyodan yeni çıkmış bornozu sırtında elinde o belge ile görüyor, 
Mustafa Kemal soruyor, "Kimmiş bu zorbalar?" diyor. Tabir aynen bu. "Hangi zorbalar?" diye soruyor Hasan Rıza Bey. M.Kemal diyor ki, "Bu tüzüğün söylediği zorbalar.’ Çünkü tüzüğü hiç beğenmemiş, hatta kızmış, neden? Nedeni çok basit. İsmet Paşa, Recep Peker'i Almanya ve İtalya'ya göndermiş. İncelediği partilerse biri Nazi Parti, biri Faşist Parti. CHP 
tüzüğü bir Nazi ve Faşist parti tüzüğü. Tüzükte bir yeni kuruluş var, o da Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir yüksek konsey. O yüksek konseyin, Almanya ve İtalya'daki ismi "Yüksek Faşist Konsey." Yani Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi anlamsız bir hale geliyor. Mus-
tafa Kemal, "İsmet bunu görerek mi imzalamış?" diyor. 6 ay sonra Recep Peker'i 1 yıl sonra da İsmet Paşa'yı görevden alıyor. İsmet Paşa'nın o tüzüğü yaptırmasının nedeni; Mustafa Kemal'in hasta olduğunu bilmesidir. Gazi'nin öleceğini de biliyorlardı. Nasıl olsa ölecek kendi iktidar olacak, iktidar olunca da uygulayacaktı. Tüzüğün bir kısmını Mustafa Kemal Atatürk, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi. 

Aslında Kemalist kadroların faşizme sempati duymalarının tarihi epey eskidir. Örneğin daha 1923’te Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey, Yenigün gazetesinde yayımlanan bir röportajında “Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşün-
celere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılâp yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır” diye yazar. Halk evleri’nin selefi Türk Ocakları’nın Büyük Reisi, iki kere Maarif Vekili Hamdullah Suphi 
(Tanrıöver), 1930’da Türk Yurdu dergisinde “Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. (...) Biz faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz” der. Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Başyazarı Falih Rıfkı (Atay), 1931 yılında yazdığı “Faşist Roma, Kemalist Turan” başlıklı ma-
kalesinde “Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir” diye akıl verir. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Kadro’nun 11. sayısındaki “Ankara-Moskova-Roma” adlı makalesinde “Mussolini sayesinde, daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi 
işleyen bir memleket halini almıştır” der. 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi, “faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluğun” doğal olduğunu belirtirken, makalenin Fascio (Mussolini faşizmini simgeleyen baltalı değnek demeti) ile Ay Yıldız’ı çevreleyen defne dalından bir taç bulunan büyük, renkli bir kenar süsü ile kuşatılması dikkat 
çeker. Bu sevgi karşılıksız değildir elbette. Bunu Mahmut Soydan’ın çıkardığı Milliyet gazetesinin 16 Temmuz 1933 tarihli sayısında yer alan şu beyanattan anlayabiliriz: “Alman Başvekili [Hitler] diyor ki: Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safhında 
bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır.” Soydan’a göre Hitler kendisine, “Türkiye’nin hayrete şayan inkişafından takdirle bahsetmiş” ve “Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında sempati çok kuvvetlidir” demiştir. Bu karşılıklı sempatinin eseri olduğu anlaşılan 1936 sonrası faşizan uygulamalardan ancak İkinci Dünya 
Savaşı’nda Almanya’nın yenileceği anlaşılınca vazgeçilecek, ancak rejime sinen faşist ruhu söküp atmak yakın tarihlere kadar mümkün olmayacaktır. (36) 

Steinbach’ın Türk faşizmini salık verip Kemalizmden kurtulmamızı tavsiye ederken Almanların kendi üllkelerini faşizmin esaretinden henüz kurtaramaması manidar ols a gerek. Her devlet, topraklarında yaşayan insanlara hükmetmek ister. Bu temel istek Alman devleti için de geçerlidir. Dolayısıyla Almanya’nın ülkesinde yaşayan Türklere her zaman kuşkuyla yaklaştı. Dönemin Federal Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly bile, Almanya' da homojen ve milli bir Türk azınlıktan rahatsız olmaktaydı. Hatta Türk dernekleri Alman siyasetçiler tarafından toplumsal   barışı tehlikeye sokan etnik çıkar örgütleri olarak tanımlanıyordu. Belki de bu yüzden Almanya'da Türk Ulusal Kimliği'ne karşı çıkan bölücü, mezhepçi yıkıcı derneklere müsamaha ediyordu. 

Yukarıda biraz olsun tanıttığımız Steinbach ise şöyle diyordu: "Türkiye'nin AB’ye üye olması halinde, AB'deki Müslüman nüfus artacak... AB şimdiden 15 milyon Müslüman'a sahip ve 'İslamlaşmaya' devam edecek. Bu durum kaçınılmaz. Sonuçta giderek daha güçlü şekilde Avrupa'ya doğru bastıran bir İslam dünyasıyla komşuyuz. Eğer Türkiye, AB üyesi olursa artık Türklerle Müslüman sayısının 90 milyon olduğu ve böylece Avrupa'da yaşayan Müslüman sayısını önemli ölçüde artırdığı sorusu ortaya atılmayacak. 
Sorulacak olan, daha çok, AB'nin dönüşüm sürecine bağlı olarak Avrupa'nın kültürel dönüşüm sürecini gerçekleştirip  gerçekleştiremeyeceği. Avrupa bunu yapabileceğine inanmıyorsa tüm bunlardan vazgeçmeli, çünkü bu durumda bir gelecek söz konusu değil." 

Almanya gezimizin ana sebebi sanırım Almanların kendilerini anlatma ve kendi lehlerine yazacak Türk gazeteci kazanma girişimiydi. Gezi bende tam tersi etki yaptı doğrusu. Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri konusunda önemli bilgiler, 1999 ve 2000 yılında ortalığa saçıldığında Ankara’daydım. Hablemitoğlu’nun yaptığı faaliyetleri de detaylarıyla biliyordum. Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon, geçmişte hep Alman derin devleti Kılıç ile dirsek temasında çalıştı. Asıl sorulması gereken sorular şunlardır: 

Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır? Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir? Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır? 

Sorulması gereken bu soruların hasıraltı edildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. (37) 

Kuşku yok ki, Necip Hablemitoğlu, Alman ve Amerikan gladyosu arasında kalmıştı. Yeni düzenin ilk kurbanıydı. Suçu basitti: Avrupa Parlamentosunun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülkeyi ortaya çıkardı: Almanya... Sonra Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşik merkezde karşısına hep Alman Vakıfları ve örgütleri çıktı. Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı  projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde "etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, radikal yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanma lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'nin tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmaktaydı. 

Dr. Necip Hablemioğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında, Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyordu. Ancak bu araştırma hayatına mal oldu. Bugün artık Almanya’nın dünya altın piyasasını kontrol etme çabaları biliniyor. Aynı şekilde Bergama’da altın aranması olayına organize bir şekilde karşı çıkan köylülerin sistemli protes-
tolarının arkasındaki güç de biliniyor: 
Alman Vakıfları. Dr. Necip Hablemitoglu'nun Bergama'da siyanürle altın aranmasına direnen köylülerin aslında Alman komplosunun birer 
parçası oldukları, Almanya’nın bu köylüleri kendi ekonomik çıkarları için çevrecilik hassasiyeti altında ayaklandırdığı, bunu da siyasi parti uzantısı olan vakıfları kullanarak gerçekleştirdiği ile ilgili iddialarının hemen ertesin de, 18 Aralık 2002 ‘de suikasta kurban gittiği artık çok açık bir gerçek. 

Dr. Hablemitoglu, Alman vakıfları ile ilgili yeni ve çok önemli bilgileri, Ankara 1. Nolu Devlet güvenlik Mahkemesinde görülmeye başlamadan, Alman vakıfları davasında açıklamasına bir hafta kala öldürülmüştü. 

Halen Türkiye’deki faaliyetlerine düşünce kuruluşu pozisyonunda devam eden bu Alman vakıflarının, Almanya’daki her bir siyasi partinin çizgisini temsilen birer temsilci gibi bulunduklarını söylemek mümkündü. Bunların önde gelenlerinden Konrad Adenauer vakfı, Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat partisinin, Heinrich Boll vakfı, Yeşiller partisinin, Feridrich Naumann vakfı, hür dekokrat ve liberallerin, Friedrich Ebert vakfı ise sosyal demokratların çizgisine paralel faaliyet yürütmektedirler. 

Öldürülmeden birkaç gün öncesinde Yasemin Güneri ile röportaj yapan Dr. Hablemitoğlu şu son uyarıyı yapmıştı; “Bergama'daki 'sivil itaatsizlik' eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya'da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı'nca karşılanmaktadır. FIAN Vakfı'nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılmaktadır. FIAN'ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama'nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve Sivrihisar'daki 'altın karşıtı' diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.” 

Dr. Hablemitoğlu, Merkezi Almanya'da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların Türkiye'deki uzantılarının Almanya'nın çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçılarının, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev 
yapmalarına mevzuatı olanağı olmadığından, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olan Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcilerinin, diplomatik dokunulmazlık kapsamında, gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerlerinin de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet gösterdiklerini anlatmıştı. (38) 

Hablemitoğlu’nun kitabında yazdığı "Türkiye"de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat servisi BND"nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan taşeron NGO"lardır." sözleri üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir. 

Yine aynı araştırmada Alman Doğu Enstitüsü için şu değerlendirmede bulunulmaktadır: 

"Türkiye"deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü ,1961 de Beyrut ta kurulmuştur. Udo Steinbach bir süre müdürü olmuştur. Enstitünün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Ba-
kanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya"nın Türkiye dahil Ortadoğu"da gözü-kulağı olan ve BND"nin kadrolu elemanlarına "Bilimadamı" kamuflajı sağlayan; 1987 de Lübnan"daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul"a nakleden enstitü, 1994"ten 
itibaren tekrar Beyrut'a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika vakfının yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman vakıfları, söz konusu enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye"de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların 'entellektüel' düzeydeki yazar, sa-
natçı ve gazetecileri, enstitünün İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte,sevk ve idare edilmektedir." (39) 

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan vakıflar siyasi faaliyet gösteremezler ve siyasal partilerin uzantısı olan bir statü içinde olamazlar. Anlaşılan iş Alman vakıflarına gelince, üstelik izinsiz olarak yasa dışı bir biçimde ülkemizde özgürce faaliyette bulunmalarına hiçbir engel söz konusu değildi... Dostumuz Almanya’nın ülkemizde cirit atan, etnik ve mezhepsel 
haritamızı çıkaran vakıflarının Yücel Sayman yönetimi dönemindeki İstanbul Barosuyla ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir kaç faaliyete göz atmak yeterli bir fikir verecektir: 

A) Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri 

KONRAD ADENAUER VAKFI 
29 Ekim 2000 ( Tarihe dikkat...) Armada Oteli İstanbul 


B) AZINLIK HAKLARI 

 (İngiliz konsolosluğunun katkılarıyla) HEINRICH BOLL VAKFI 

 24-25 Haziran 2000 Dorint plaza oteli İstanbul 


C) TÜRKİYENİN AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE KIBRIS KONUSU 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

30 Haziran 2001 Mercure Oteli Tepebaşı İstanbul. 

CASUSLUKLA YARGILANAN BARO BAŞKANI 

Etkinliklerin ortak paydası, ulus devletin, bağımsızlık ve ulusal konulardaki duyarlılığın, Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyetin kazanımlarının tartışılır hale getirilmesi ve süreç içinde aşındırılmasıdır. Etkinlikleri Alman vakıflarının finansal desteği ile düzenleyen İstanbul Barosu"nun o dönemdeki başkanı Yücel Sayman, Ankara DGM de açılan Alman Vakıfları ve işbirlikçileri aleyhindeki davanın sanıklarındandır." (40) 

Yücel Sayman"ın casusluk ile yargılandığı davaya, Alman devlet görevlilerinin ilgisi gerçekten çok büyüktü. Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde polisin bazı merkezlere baskın yapması üzerine harekete geçen Dışişleri Bakanlığı'nın, Adalet Bakanlığı'nı gizli bir yazıyla uyararak "Alman hükümeti soruşturmadan rahatsız. 
Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin" dediği ve dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından sürdürülen soruşturmaya siyasi baskı yapıldığı ortaya çıkmıştı. 

Büyükelçi Uğur Ziyal imzalı 25 Aralık 2002 tarihli yazıda, Türkiye'deki bazı Alman Vakıfları'na yönelik polis operasyonlarının Alman Hükümeti nezdinde büyük rahatsızlık verdiği, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'in sık sık bakanlığa gelerek rahatsızlıklarını ilettiğine dikkat çekilerek,"Malum olduğu üzere Alman Vakıfları köklü ve prestijli kuruluşlardır. Friedrich Ebert Vakfı iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin, Henrich Böll Vakfı Yeşiller Partisi'nin, Konrad Adenauer Vakfı anamuhalefet Hristiyan Demokrat Birliği'nin Friedrich Naumann Vakfı ise Liberal Parti'nin özerk vakıflarıdır. Bu vakıfların yıllık bütçeleri 200'er milyon DM olup her birinin yüzü aşkın ülkede temsilcilikleri vardır" denildi. 

Üç sayfalık yazının sonuç bölümünde ise şu görüşlere yer verilmişti: 
"Alman Vakıfları'nın irtibat bürolarının polis tarafından ziyaret edilmelerinin siyasi açıdan iki ülke ilişkilerinde sorun yaratma ve Almanya'daki Türk menfaatlerinin zedelenmesi sonucunu doğurabileceği değerlendirilmekte olup mümkünse bu uygulamadan sarfinazar edilmesinin yararlı olacağı değerlendirilmektedir." (41) 

Şimdi biraz geriye dönelim ve filmin koptuğu noktaya bakalım., Ankara DGMde Alman vakıflarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, 24 Nisan 2002’de Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ile Yardımcısı Dirk Tröndle DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ifade verdi. Vakfın Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm, Suçlamalar yersiz ve asılsız dedi. Aynı soruşturma kapsamında, Konrad Adenauer vakfı yanı sıra, Heinrich Böll, Friedrich Naumann, Körber Vakfı, Orient Enstitüsü bulunuyordu. Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm, bianet'e yaptığı açıklamada, "Alman makamlarının, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirginliklerini Türk makamlarına ilettiklerini" söyledi. Wulf Scönbohm açıklamasında şu noktalara dikkat çekti: 

‘’DGM tarafından yöneltilen ‘Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmak, casusluk faaliyetlerinde bulunmak’ gibi suçlamalar tümüyle yersiz ve asılsızdır. Alman makamları, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirgin olduklarını Türk makamlarına ilettiler. Ancak adli merciler ve devlet güvenlik mahkemesi bağımsız kuruluşlardır. Onlar üzerinde etkileri olamaz. Gazetelerde çıkan ve bize yöneltilen suçlamalara 
ilişkin açıklamaları biz de esefle kınıyoruz. Bize yöneltilen suçlamaları biz de maalesef gazetelerden öğreniyoruz. Bu gibi olayları resmi makamlardan değil gazeteler aracılığıyla öğrenmemize anlam veremiyoruz. Bu gelişmeler in doğru olup olmadığını bilmiyoruz.’’ (42) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 2


HERŞEYİN BAŞLANGICI: EFSANEVİ İSTİHBARATÇI TÜRK ÖZEL HARP’E EL ATIYOR 

Yukarıda anlatılan ve Almanların Türkler üzerinden uyguladığı politikalar ne anlama geliyordu? Aşağıdaki hikayede birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların aslında ne kadar bağlantılı olduğu anlatılacak. Hikayedeki adli olay gibi gözüken bazı olayların uluslararası güç çekişmelerinin konusu olması ise işin ilginç tarafı. Almanya’da yaşanan Türk ailelerinin kundaklanması olaylarının bu gün hangi politik çekişmelerin sonucu olduğu daha da açıklıklaortaya çıkıyor. Dahası bunlarda Alman derin devletinin parmağı olduğu da artık aşikar. Biz şimdi hikayeyi baştan alalım ve işe ‘efsane’ bir Alman istihbaratçıdan başlayalım. 

Almanların BND’sini ve derin devletini 1952’de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladyoları örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000’de açılan CIA’nın gizli belgelerinde Gehlen ve eski Nazi subaylarının hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Yazılan bilgiler artık açık bilgi olduğundan kolaylıkla ulaşılabilir. Yıllarca kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgilerin yazılmasının gazetecinin çok önemli bir kamu görevi olduğunu düşünüyorum. 

Peki Alman derin devleti Türkiye’ye nasıl girdi ve hangi metodlarla çalıştı ? Aşağıda anlatacağımız öykü Türkiye Özel Harp Dairesi’nin nasıl CIA güdümüne girdiğini anlatıyor. İşin içersinde CIA hizmetine giren bir Alman istihbaratçı bir de Rus kızıl ordu firarisi var. Biz en iyisi hikayeye yine baştan başlayalım. Hikaye Reinhard Gehlen’in CIA’ya sığınmasıyla başlıyor. Henüz 60 yıl once Reinhard Gehlen, Nazi Almanyasının ve Hitler’in Doğu cephesinden ve komünist Sovyetlerden sorumlu casus şefi, 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun CIC(Counter Intelligence Corps: Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar herhalde hiç kimse Nazilerin bu efsanevi istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmını düşman örgüt CIA ve onun evsahipliğini yapan ülke ABD ile işbirliğine sarf edeceğini tahmin edemezdi. Bu konuya önümüzdeki bölümlerde derinlemesine gireceğiz. Biz şimdi Gehlen’in Türkiye bağlantısı neydi bu konuya eğilelim… 

80 darbesi öncesi Türkiye’de komünist-ülkücü kavgasında ülkücü saflarında dikkati çeken birisi vardı. Bu isim Murat Bayrak’tı. Ülkücüleri galeyana getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye’deki tüm faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürütmüştü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. 
Onun gibi serbest bırakılan diğer isimler de Özel Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak, CIA ajanları olan ve gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ve Frank Terpil’le de bağlantılı idi. Bayrak MHP’den önce Adalet Partisi’nde de milletvekilliği yapmıştı. Diğer yandan, Türkeş’e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği üzerine ‘Ergenekon’ kod adını aldı. Bütün bu bağlantıların öncesine gidecek olursak; 2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi. 

Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliği’ne kadar yükseldi. Nazar Enver Altaylı gibi Özbek kökenlileri MİT’de kritik görevlere getirdi. Ruzi Nazar’ın dikey yükselişi gerçekten de incelemeye değer. Nazar İkinci Dünya savaşında Kızılorduda savaşırken Almanlara esir düşen bir Özbekti. Almanların safına geçerek Türkistan taburlarında Kızılorduya karşı savaştı, savaşın sonunda içinde yeraldığı Gehlen Organizasyonu sayesinde kesin ölüm demek olan Ruslara teslim edilmek yerine Gehlen ile birlikte ABD’ye sığındı. Amerikan vatandaşı oldu ve kararlı bir antikomünist olarak CIA'de görev aldı. 1950 sonrası kontrgerilla eğitimi almak üzere ABD’ye gönderildi. Alparslan Türkeş'in de dahil olduğu, Özel harpci seçilmiş Türk subaylarla bizzat ilgilenen eğitimcilerden birisiydi. 1960'larda Türkiye'de görev aldı. 

Türki kökeni sayesinde Ankara'da CIA ajanı gibi değil, Türk bir vatanperver gibi görüldü. 
Bu ekstra güvenle tüm yöneticilerle dost oldu. Türkeş, kendi evinden çok onun evinde kalırdı. Beraber dokuz ışıkçılık oynarlardı. Bu sıkı fıkı ilişki o kadar çok dikkat çekerdi ki, MHP içinden bile itirazlar yükselirdi. Türk antikomünist örgütlenmesi kendisine müteşekkirdi. 
Hatta Türk medyasından bir yazar, kızı `Sylvia Nasar`, filmi oscar ödülü alan `a beatiful mind` romanı ile ünlü olduğunda kızını tanıtma bahanesiyle Ruzi amcaya ve onun Türkiye faaliyetlerine dair, içimizden biri temalı övgü yazıları yazdı. Yazan gazeteci Ergenekon davasında suçlu bulunarak hüküm giyen `Güler Kömürcü`'dür. Ruzi nazar ve kızı Sylvia, Türk gençliğinin ünlü çizgi romanı Yüzbaşı Volkan’da da karşımıza çıkarlar. Çocuk yaşta kadın memesi ile tanıştırarak inkar edilemez bir hizmette bulunan `Yüzbaşı Volkan`'ın bir macerasına konuk olurlar. Bu macerada pos bıyıklı Ruzi ve kızı, Ruzi'nin Kızılordu yılllarından başlayarak yaptığı işleri okuyanı kararlı bir antikomünist yapacak duyarlıkta anlatırlar. Ruzi Nazar'ın CIA ajanı olarak görev yaptığı bir ülkede gençlere meme ve millet bilinci kazandırmak için uğraşan bir çizgi romana konuk oyuncu olarak girmesi onun Türkiye'de ne kadar içselleştirildiğinin komik bir göstergesidir. Bu arada Ruzi Nazar ve Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar. (32) 

ALMAN VAKIFLARI VELİ KÜÇÜK’E VELİ KÜÇÜK KİME ? 

Görüldüğü üzere Alman istihbaratçıların CIA adına çalışmaya başlamasının bir çok sonucu olmuştu. Bu sonuçların Türkiye’ye etkisi ise epey fazlaydı. Bu ajanlar sayesinde Türkiye politikalarını rahatlıkla etkileyebiliyorlardı. Aşağıda göreceğimiz gibi ABD etkisinden kurtulma çabaları ise daha sert cezalandırılıyordu. Alman istihbaratı ülkemizde altı vakfı, şirketleri ve 
diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışıyordu. 

Türkiye’de Alman vakıfları ve Alman derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi kaos ortamına sürüklemeyi amaç eden Ergenekon’ın tam ortasında, yönetici kısmında yer alıyorlardı. 
Kürt sorununun  siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam’dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerine özellikle yoğunlaştılar. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefi de Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemekti. Alman vakıflarının istihbarat faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu’nu öldürtmesi için Veli Küçük’e kimin emir verdiği ortadaydı! Küçük artık, Almanların sırlarına sahip kilit öneme sahip bir Silivri sanığıydı... 

Peki Alman BND’si nasıl çalışıyordu? 1970 ile 2005 arasında Almanya’da 42 bin 664 kişi, Alman derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman sayısı 9 bin 822’dir. Yine BND’nini Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri bulunuyordu. Kadın kullanma, zenginleştirme 
ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları yöntemlerdi. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyordu. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyordu. Türkiye’de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap isimler, “ Baron ”, “ Kumarbaz ” ve “ Tilki ” idi. 


SELAHADDİN DEMİRTAŞ’IN MOSSAD’DAN PARA ALDIĞI BELGELENDİ 

Alman derin devleti Türkiye’nin önemli meselelerini karıştırmak için olmadık şeyler yapıyordu. Jürgen Elsasser adında bir Alman yazar sonrasında tüm bu faaliyetlerin CIA güdümündeki Alman derin devletinin işi olduğunu söyleyecekti. Elsasser’in açıklamalarına geçmeden once bu faaliyetlere kısa bir göz atalım. Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren yabancı ajan sayısı beş bini geçiyordu. Almanlar doğu illerimize su arıtma tesisi, küçük baraj-
lar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi. Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyordu. İstihbarat organlarımız, bu 
ajanların çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve sınırdışı etmiyor veya edemiyordu. 5 Haziran 2011’de rutin dışına çıkılarak 10 yılı Diyarbakır merkezde olmak üzere doğu illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı, askeri istihbarat ve polis ortak operasyonu ile yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında 
okunamadı çünkü kimseye servis yapılmadı! Özel kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak görüyorum. Mossad ajanı, ana dili gibi Türkçe ve Kürtçe biliyordu. Sabaha kadar süren sorgu sonrası çözülmüştü. Anlattığı bilgileri hemen yazsaydım 12 Haziran 2011 seçimi yapılamazdı. Konu sadece Yüksek Seçim Kurulu’nun adaylığını iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı adaylardan ibaret değildi. Bölgede milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli milletvekillerinden bazıları yabancı istihbarat örgütlerine çalışıyordu. Mesela BDP Lideri Selahattin Demirtaş’ın MOSSAD’dan aldığı paralar belgelenmişti. 
Bu bağımsız milletvekili adaylarının kimi sempatizan, kimi etki ajanı, kimi ise kadrolu ajandı. En fazla milletvekili adayı devşiren istihbaratlar Alman BND, CIA ve Mossad idi. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girdi ve çalıştıkları yabancı ülkenin politikalarını ülke gündemine taşıdılar. 

Alman derin devleti üzerine yazdığı kitaplarla tanınan yazar Jürgen Elsasser, Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo/kontrgerilla hücreleri' bulunduğunu ve Türklere yönelik cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğunu savunuyor du. Neo Nazi katillerin daha büyük örgütleri saklamak için kılıf olarak kullanıldığını söyleyen Elsasser net konuşuyordu: 'Hatta hiç Nazi bile olmayabilirler.' Elsässer, “Dönerci cinayetleri”nde ölen Türklerden sorumlu tutulan Neo Nazilerin, gizli servis operasyonları için sahte bir kılıf olduğunu vurguluyordu.. 

Gurbetçi cinayetlerinden sorumlu tutulan iki Alman’ın belki de Nazilikle hiçbir ilgisi bile olmayabileceğini savunan Elsässer, Almanya ve Türkiye’de “uyuyan Gladyo hücreleri” olduğunu ve cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğundan emindi. Elsässer, bu konuda şunları söylüyordu: ‘8 Türk ve bir Yunan’ın öldüğü Almanya’daki olaylar bir Neo Nazi üçlüsü ile bağıntılıdır. Burada Anayasayı Koruma Örgütü (BfV) adındaki gizli servisin elemanlarını bulmak mümkün. Çılgın Neo Naziler, amacı belli olmayan gizli servis operasyonları için sahte bir kılıftır. Bu seri cinayetlerde elimizde 3 olgu var: Nazi Bağlantısı, Gizli Servis Bağlantısı, Türklerin bağlantısı. 2001 yılının Ağustos ayında bir Türk tanık Alman polisine seri cinayetlerde kullanılan silahı teslim edeceğine dair söz verdi. Anlaşma iptal oldu. 2007 
yılında bu cinayetlerin ardında Diyarbakırlı bir aşireti de içeren bir uyuşturucu meselesi olduğuna dair bir dosya olduğu da yazıldı. Belki Nazi bile olmadılar. Belki de bu üçlünün dönerci cinayetleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Karavanlarında öldürüldüler (karavandan bir adamın çıktığını gören tanıklar var), sonra da ne kadar kanıt varsa bunların bulundukları 
yerlere bırakıldı. Ama bir başka faraziye de mümkün: Bu üçlü hiç Nazi olmadı. Devletin ajanlarıydılar ve sonuna kadar da öyle kaldılar. O nedenle profesyonelce hazırlanmış, devlet istihbaratının kendilerine verdiği sahte kimlik belgeleri bulundu. Bunlar 90’larda sağ çevrelere sızdırıldılar. Ancak hiçbir şey çıkmayınca buradan çekildiler. O zamandan beri de çok başka bir iş üzerinde çalışıyorlardı ve öldürülmeleri bu olaydan kaynaklanıyor olabilir. Bu iş üzerinde hiç konuşulmuyor. Gladyo, Amerikan kontrolünden çıkmak üzere olan ülkeleri ve devletleri istikrarsızlaştırmayı amaçlar. 1970 ve 80’lerde İtalya’daki sahte bayrak operasyonlarıyla Gladio sağ ve sol terör örgütlerini bir kılıf olarak kullandı. (Brigate Rosse) Türkiye ve Almanya kendi yollarını bulmayı amaçladılar. Almanya, Libya savaşında geri durdu. Türkiye ise İran’a karşı saldırıyı engelledi. Gladyo'nun bir çok uyuyan hücresi var. Bence Almanya ve Türkiye’de de mevcutlar. Alman ve Türk gizli servislerindeki Amerikan hücrelerini araştırmalı. Gladio ulusal değildir. Angloamerikan aracıdır. (33) 

Bu gözaçıcı ifşaatdan sonra Alman Kılıç’ı ile Türk Ergenekon’un paslaşması kimseyi şaşırtmayacaktır. 

TÜRK VE ALMAN ERGENEKONLARI ARASINDA İRTİBATLAR 

1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalıyla tüm NATO üyesi ülkelerde örgütlendiği ortaya çıkan Kontrgerilla örgütlerinin Batı'yı komünizmden korumak amaçlı hareket ettikleri ve bu amaçla her ülkedeki sağcı-faşist grupların birbiriyle yardımlaştığı anlaşılmıştı. Alman Ergenekonu 1952’de kuruldu, Kuranlar eski Naziler ve General Gehlen’di. 1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalı tüm NATO üyeleri gibi Almanya'yı da sarstı. İtalya'daki örgütün adı Gladyo iken Almanya'dakinin adı 'Gehlen Harekatı' idi. Tüm NATO üyeleri gibi Almanya da Sovyet işgaline karşı NATO anlaşmaları çerçevesinde ABD'nin CIA istihbarat servisi öncülüğünde ülkesinde bu gizli örgütlenmeye gitti. Bu örgütün ülke siyasetini yönlendir mek için yürüttüğü illegal faaliyetler aslında ilk kez 1960 yılında faşist özellikli Alman gençlik yapılanması BVJ'ye karşı yapılan bir operasyonla ortaya çıkarılmıştı. Bu örgüt tarafından Alman Komünist Partisi (KPD) ve Alman Sosyalist Partisi’ne (SPD) karşı, aynen Türkiye’de 12 Eylül öncesini hatırlatan şekilde tezgahlar kurulmuştu. Alman Gladyosu bunun için 17 bin üyeli BVJ'yi (Bundes Vaterländischer Jugend / Alman Gençlik Federasyonu) 
kullanmıştı. BVJ aslında paravandı bir yapılanmaydı; arkasında Technischer Dienst (TD-Teknik Hizmetler Birim) vardı. Bu TD, paramiliter bir örgüttü. Ancak Alman muhafazakar CDU Partisi, Amerikalılarla uzun süren görüşmeler sonucu, açılan soruşturmaları durdurdu, herşey örtbas edildi. 12 yıl sonra, 1972’de, ülkenin çeşitli yerlerinde toprağa gömülü silahlar 
bulunmaya başladı. Hükümet panikle, Sovyet işgali gerçekleşirse geriye kalanların bunları kullanacağını ama artık tümünün imha edildiğini açıkladı. Gelin görün ki, 6 Ekim 1981’de Uelzen Kasabası yakınlarında müthiş bir yeraltı silah deposu bulundu. Bunun üzerine BVJ'yi kuran aşırı sağcı Heinz Lembke tutuklandı. Soruşturma Alman polisini 33 ayrı yer altı silah 
deposuna daha götürdü. 13 bin 520 mermi, 50 roketatar, 156 kg patlayıcı ve 258 el bombası ele geçirildi. Soruşturma daha ileriye gitmedi. 9 yıl sonra ise Gladio skandalının patlamasıyla tüm Nato ülkelerinde olduğu gibi örgütün Almanya'daki varlığı da resmen ortaya çıkarıldı. 
Gladyo'nun Alman koluna dair en geniş araştırmaları yapmış olan ünlü Alman araştırmacıgazeteci Leo Müller, "Avrupa’da, şeffaflıktan en uzak, gladyoya en büyük destek veren, başka ülkelerdeki uzantılarıyla bağlantı içinde çalışan tek ülke Almanya’dır" diyor, çok ağır bir suçlama yöneltiyordu. 

Alman İç İstihbarat Servisi (BFV)'nin 2001-2002 raporlarında 'Ergenekon Türk Sağcı Grubu' adıyla yer alan Almanya'da da örgütlenmiş Ergenekon oluşumunun, yapısal olarak Alman faşist gruplarının oluşturduğu derin devlet yapısıyla aynı özellikte olduğu belirtiliyordu. Alman istihbarat raporlarında Ergenekon oluşumu ile ilgili olarak 2001 yılındaki değerlendir-
mede; "Baden Württemmberg'in Mannheim Şehrinde 23-25 kişilik bir oluşumun, Bavyera'nın Nürnberg şehrinde ise 30-35 kişilik yeni bir Türk Milliyetçi oluşumun belirlendiği ve bu oluşumun Ergenekon adında olduğu tespit edilmiştir. 
Bu gurubun siyasi ideolojisi olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Ama genellikle Türk Ülkü Ocakları'ndan ayrılan şahıslar bu oluşumun içinde yer almaktadır. Biz muhtemelen bu oluşumdaki şahısların Ülkü Ocakları ile olan ideolojik tartışmalarından ve farklılıklardan ötürü ayrıldıklarını ve böyle yeni bir oluşum kurduklarını düşünmekteyiz" deniliyordu.Azerbaycan-Alman Dostluk Derneği çatısı altında bir araya gelen Almanya'daki Ergenekon oluşumunun Almanya'da da kaos eylemleri planladığı da iddialar arasındaydı. İddiaya göre, Köln şehrindeki Kürt Kültür Merkezi havaya uçurularak olay Türk istihbarat birimlerinin üzerine yıkılmak ve İstanbul Ermeni Patrikhanesi'ne canlı bomba gönderilerek kaos çıkarmak isteniyordu. 

Türkiye’deki Ergenekon davası sürecinde savcılar Almanya’daki bu durumu da göz önüne aldılar. Ergenekon soruşturması sürecinde ortaya çıkan bulgular, örgütün, Kıbrıs ve Azerbaycan'dan sonra Almanya'da da örgütlendiğini gösteriyordu. Sanıkların Almanya'daki güçlü bağlantıları olduğuna dair bulgular savcıların ve mahkeme heyetinin de dikkatini 
çekmişti. Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon davası sanıklarının Almanya'daki finans kaynaklarını mercek altına aldı. Bu girişim, dikkatleri bir kez daha Alman ve Türk Kontrgerilla örgütlerinin işbirliği iddialarına çevirdi. 2001-2007 yılları arasında, Türk Ortodoks Kilisesi'ne, Noel Baba Barış Derneği'ne, Vatansever Kuvvetler 
Güç Birliği Hareketi'ne veya başkanı Taner Ünal'a, sanıklardan Ümit SayınKemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol ve Veli Küçük'e Almanya'dan herhangi bir ödeme yapılıp yapılmadığının sorulmasına karar veren mahkeme heyeti, ödeme yapılmışsa ödenen meblağ ile ödeme tarihleri 
ve ne şekilde ödeme yapıldığının sorulmasına hükmetmişti. 

Ergenekoncuların 2001'den 2007 yılına kadar Almanya'daki oluşumlardan 1 milyon Euro para yardımı aldığı iddia ediliyordu. Ergenekon sanıklarının banka hesaplarını inceleme altına alan savcılık, Almanya'dan ciddi miktarda para transferi yapıldığı, bazı sanıkların bu ülkeden paravan şirket ve sahte belgeyle para transfer ettiğini belirledi. Ergenekon tutukluları 

Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz'in Almanya'daki Türk düşmanı Nazilerle kurduğu yakın ilişkiler neticesinde, Ergenekoncuların en önemli merkezlerin den Türk Ortodoks Kilisesi'ne 380 bin, Noel Baba Derneği'ne 90 bin, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel Başkanı Taner Ünal'a 15 bin Avro yardımın yanı sıra, Veli Küçük'e de Hollanda ve Almanya gezileri için para ödendiği ortaya çıkarıldı. Vakit gazetesi, Veli Küçük'e ödenen paraların dekontunu yayınladı. Bu belgelerle, Ergenekoncuların Almanya'dan para aldığına dair iddialar doğruluk kazandı. 

Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'in Almanya bağlantıları da gündeme geldi. Büyük Hukukçular Birliği Derneği Başkanı Kemal Kerinçsiz'in bu birliği kurarken Alman NPD Partisi Genel Başkanı Günter Deckert'le internet ortamında tercüman vasıtasıyla irtibata geçtiği ve aynı oluşumu Türkiye'de kurduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiaya göre, Günter Deckert, Almanya'da 1994 yılında Türkleri kundaklayan Nazi gençleri mahkemelerde savunmak için Alman Ulusal Hukuk Birliği adında bir dernek kurdu. Bu dernek 1998 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Kerinçsiz de Büyük Hukukçular Birliği'ni kurarken 2001 yılında Deckert'le mail ortamında iletişim kurdu ve Almanya'daki oluşumun aynısını Türkiye'de kurdu. Ergenekon sanığı Veli Küçük'ün, Alman gladyosunun subaylarıyla buluşup istişarelerde bulunduğu da iddia edildi. Veli Küçük'ün sık sık gittiği Hollanda ve Almanya'da Alman, Hollanda ve Danimarka'dan gelen aşırı milliyetçi kişilerle buluştuğu iddia edilerek, "Bunlardan en ilginç buluşma Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi Genel Başkanı Dr. Gerhard Frey ile buluşmasıdır" deniliyordu. Bu buluşmada, Alman Özel Harp Dairesi'nde (ÖHD) uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'in de olduğu ifade edilerek "Hillek, Türklerin hepsini karantinaya alalım, Türklerin olmadığı bir Almanya temiz bir Almanya olacaktır sözleriyle tanınıyor" ifadeleri mahkeme kayıtlarına geçti. 

2003 yılında aşırı sağcı bir Alman gazetesinde emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün çarpıcı bir açıklaması yayınlandı: "Türkiye'de En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir." Küçük, 2007'de başlatılan Ergenekon soruşturmasında tutuklandı. Halen de Ergenekon davasının en önemli sanıkları arasında yer alıyor. Veli Küçük, Alman gazetesine verdiği iddia edilen bu 'darbe yapılmalı' açıklamasını duruşmalarda reddetti ve gazeteye böyle bir demeç vermediğini iddia etti. Ancak Ergenekon davasına bakan mahkemenin yaptırdığı bilirkişi incelemesi haberin yayınlandığını doğruladı. Veli Küçük'ün Alman faşistlerinin önde gelen gazetesi 'National Zeitung'a verdiği ve Veli Küçük tarafından şiddetle yalanlanan “En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir” beyanını araştıran bilirkişi, ifadelerin gazetede aynen yer aldığını bildirdi. Bilirkişi, 20 Kasım 2003 tarihli Alman National Zeitung gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Gerhard Frey imzalı makalenin orijinalini temin ederek inceledi. 

Vakit'in ele geçirdiği 1.5 sayfalık inceleme yazısının başlığı ise “Almanları şimdi ne tehdit etmektedir” şeklindeydi. Makalenin sonunda şu ifadeler yer alıyordu: “Biz emekli bir general ile Türkiye'nin durumu hakkında konuştuk. Emekli General Veli Küçük, ‘Türkiye'de 25 yıldır hiçbir askeri el koyma olmamıştır. Bu büyük bir yanlıştır. Fakat gelecek en kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir. Çünkü politik konjonktür bu yöne zorlamaktadır' dedi.” 

Veli Küçük’ün darbe yapılmalıdır ifadelerini yayımlayan National Zeitung, 1951'de Alman Askerleri Gazetesi adıyla kuruldu. 1958'de Gerhard Frey tarafından satın alınan gazete, 1963'te bugünkü adına kavuştu. Aşırı sağ
yayın politikasıyla bilinen gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Gerhard Frey. Aynı zamanda aşırı sağcı Alman Halk Birliği Partisi'nin kurucusu ve lideri olan Frey, yine aşırı sağcı Almanya Milliyetçi Demokratik Partisi ile 2005 seçimlerinde ittifak yapmış, ancak her iki parti yüzde 5'lik ülke barajının altında kaldığı için parlamentoda koltuk sahibi olamamıştı. Veli Küçük ile Alman Kılıç’ın ilişkisi araştırmacı Necip Hablemitoğlu ölümünde belirginleşti. Ölümüne yakın süreçte, Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı inceleyen Hablemitoğlu, Kılıç’ın ölüm listesinde ilk sıraya yükseldi. Ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Necip Hablemitoğlu sağ gözüne kurşun sıkılarak 2002'de öldürüldü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaştıysa da bir süre sonra bundan vazgeçildi. Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan'ın, Alman vakıflarının Türkiye'de iç siyaseti dizayn etmek ve teröre destek vermek amacıyla bazı belediyelere, siyasi partilere ve STK'lara yaptığı hibelere dikkat çekmesi, Necip Hablemitoğlu cinayetini yeniden Türkiye gündemine getirdi. 

Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, Türk altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı biçimde deşifre eden Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi, Ergenekon kapsamında da soruşturulmaya başlandı. Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 18 Aralık 2002’de suikasta kurban giden Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün azmettirmesiyle Osman Gürbüz tarafından öldürüldüğü iddiasına ilişkin dosyayı Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’ne göndermişti. Hablemitoğlu dosyasına girecek olan yeni belgeler, ikinci Ergenekon iddianamesinin 124. sayfasında şöyle yer aldı: “Şüpheli Osman Gürbüz’ün, 2002 yılında Necip Habemitoğlu’nun öldürülmesi işini Veli Küçük’ün huzurunda ‘ Gizli Tanık 9’a teklif ettiği, tanığın kabul etmemesi sebebiyle şüpheli Veli Küçük’ün Osman Gürbüz’e hitaben ‘bu iş yine sana kaldı’ dediği, aradan geçen zaman sonucunda şüpheli Osman Gürbüz’ün aynı tanığa ‘Necip Hablemitoğlu’nun paralarını kumar masalarında bitirdik’ diyerek kendisinin bu cinayeti işlediğini itiraf ettiği, bu husustaki evrakın tefrik edilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği anlaşılmıştır.” 

HABLEMİTOĞLU’NA ÖZEL ALMAN TİM 

Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin ardından, Ankara’da polise başvuran bir kişi, cinayeti üstlenmiş, azmettirenin İbrahim Çiftçi olduğunu iddia etmişti. İfadesi alınan Çiftçi, kanıt elde edilemeyince serbest kalmıştı. Hablemitoğlu'nun katil zanlısı olduğu iddia edilen İbrahim Çiftçi, İzmir'deki kafesine atılan el bombasıyla öldürülmüş ve bu el bombasının da  Ümraniye' de ele geçirilen 27 adet bombayla aynı kafile numarasına sahip olduğu ortaya çıkmıştı. Bu cinayet üzerine, Çiftçi'nin Hablemitoğlu'nu çetenin talimatıyla vurduğu, ancak parasını alamadığı için itirafta bulunduğu, bu nedenle de çetenin Çiftçi'yi el bombası atarak ortadan kaldırdığı iddia edilmişti. 

Öte yandan Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız infazların bir benzerinin yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cinayetinden 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi. Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu vakıflar tarafından maaşa bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin birtakım sivil toplum kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Veli Küçük'ün ifadesini aldıktan sonra İstanbul'da bulunan Almanya Başkonsolosluğu'ndan bir kişi tarafından tehdit edilmişti. 
Başsavcılığı telefonla arayan konsolosluk görevlisi, Öz ile görüşmek istediğini bildirmiş ancak görüşme gerçekleş meyince santral görevlilerine Savcı Öz'ü hedef alan tehditler yağdırmıştı. Telefonda Zekeriya Öz'ü ölümle tehdit eden kişinin Almanya Başkonsolosluğu'ndan aradığı resmi kayıtlarca belirlenmişti. Başsavcılık, konsolosluktan kimin aradığını bulunmak için soruşturma açmıştı. Tüm bu gelişmeler doğrultusunda, Başsavcı Zekeriya Öz'ü Alman istihbaratçıları yada onların görevlendirdiği bir kişinin tehdit etmiş olabileceği üzerinde duruluyordu. (34) 

Gazeteci ve Yazar İbrahim Karagül, Yenişafak’ta Alman Ergenekonu’na ilk dikkati çeken isimlerdendi. Şunları yazdı: Almanya'da Türkler'in oturduğu evler ateşe verildiği günlerde "Alman Ergenekonu"na dikkat çekmiş, bir derin devlet yapılanmasının, sistemik bir odağın, Alman ulusal iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yaptığını, bu operasyonları 
da aşırı sağ çetelerle kamufle ettiğini ifade etmiştim. 
Evlerin kundaklanmasına ses çıkarmayanlar, "Alman Ergenekonu" ifadesinden son derece rahatsız oldular. Yıllardır dikkatimi çekerdi, izlerdim ama bu olaylardan sonra Alman istihbaratının Türkiye operasyonlarına daha bir dikkatle bakar oldum. (35) Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkileri ve bu ülkede yaşayan 3 milyondan fazla gurbetçinin durumu politikacıların ağzını bağlıyordu. Herkes susuyordu. Oysa Türkiye’deki her ekonomik krizde Alman parmağı dikkat çekiyordu. Her fırsatta karamsar Türkiye raporları açıklayarak krizi tetikleyen, yada kriz ortamı hazırlayan 
Deutsche Bank, 1994 ve 2001 krizini de tetikledi. Alman Axel Springer’la (AS) ortaklığı bulunan Aydın Doğan’a ait gazete ve TV’lerinin, Almanya’nın Türk ekonomisini hedef alan operasyonlarıyla paralel yayın yapması dikkatlerden kaçmıyordu. ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin başlarında, Türk ekonomisi için sürekli felaket senaryoları çizen Doğan Grubu’na bağlı gazete ve TV’ler Deutsche Bank’ın felaket raporlarını büyüterek verdi. 
Doğan Grubu’nun Türkiye’deki krizi tetikleyici açıklamalarıyla eleştirilerin hedefi olan Deutsche Bank’la ortak bir şirketi de bulunuyordu. Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun ortaklığında kurulan Türkiye’nin ‘ilk’ konut finansmanı şirketi DD (Deutsche & Doğan) Haziran 2008'de faaliyete başlamıştı. 

Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde de yer alan Aydın Doğan’ın Alman istihbaratı ile olan sıkı işbirliği gözden kaçmadı. İddianamede SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın, emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’e, “ Aydın Doğan, Alman istihbaratıyla olan ilişkisinin deşifre edildiğini düşündüğü için zor durumda” şeklinde ifadeler kullandığı yer aldı. 3 Nisan 2009’da Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı ’na gönderilen, “Türk Medyası” başlıklı yazıda, Alman Axel Springer’in ortağı olan Doğan Yayın Grubu’na övgüler dizilirken, ‘dinci’ olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için “Deniz Feneri e.V davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır” şeklinde ifadeler kullanılıyordu. Almanya, hem kendi milletiyle bizim aramızı açan politikalar üretiyor, hem de bizi iç savaşa sürüklemek isteyen İsrail´e en büyük desteği sağlıyordu. 

Almanların pek çok mağduru var ama en meşhuru şüphesiz bir suikata kurban giden Necip Hablemitoğlu’dur. Bir sonraki bölümde Kılıç’ın derin gücü, akıncıları Alman vakıflarının Türkiye’nin iç meselelerine nasıl karıştığını masaya yatıracağız. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

22 Bahse konu görmek amacıyla 2008 yılı şubat ayında Lice’nin Fis köyüne giderek incelemeler yaptım, halkla yaptığım görüşmede, köy halkının Ermeni asıllı olduğu ve sonradan İslam dinin seçtiklerini müşahede ettim. 
23 Alperener M., PKK terörünün Belçika boyutu, s.18. 
24 Demirkıran S., PKK, İstanbul ,2001, s.103. 
25 Bazı kaynaklara göre ise 7 Temmuz 1979’dır. 
26 Demirkıran, a.g.k., s.103. 
27 Naif Havatme, 17 Kasım 1935 yılında Ürdün’ün Salt şehrinde doğmuş Filistinli politikacıdır. Havatme Grek Ortodoks bir bedevi kabilesinden gelmektedir. 1954 yılında yüksek eğitimine Kahire’de devam ederken, Arap 
Ulusal Hareketi örgütüne katılarak partinin sol kanadında yer almıştır. 1967’de tekrar bu ülkeye dönüp, Filistin Halk Kurtuluş Cephesine katılmıştır. Kurucularından biri olduğu FHKC’den koparak 1969 yılında Filistin'in 
Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe’yi (FKDC) oluşturarak, bu Marksist hareketin genel sekreteri olmuştur. 
28 Kotan M., Yenilginin İzdüşümleri, Atina, 2003, s.78.. 
29 http://www.internethaber.com/kemalistlerden-esada-buyuk-destek-381188h.htm 
30 Akçora, a.g.m., s.268. 
31 Alperener, a.g.k, s.26. 
32 Akçora, a.g.m., s.268 
33 Altuğ Y., Terörün Anatomisi, İstanbul, s.100-101. 
34 Kotan, a.g.k., s.81 
35 Berkan İ, “PKK Tarihinden”, Hürriyet, 4-5 Mart 1999 



***