10 Kasım 2018 Cumartesi

DEĞİŞEN GÜVENLİK ANLAYIŞLARI VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİSİ

DEĞİŞEN GÜVENLİK ANLAYIŞLARI VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK STRATEJİSİ

Hazırlayan: Dr. Atilla Sandıklı
RAPOR NO: 2



Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge adamların bulunduğu görülmektedir. Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmaktadır. Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir.
Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik  Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. BİLGESAM’ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri ve teşkilatı http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır.
BİLGESAM, Bilge Adamlar Kurulu’nun ilk toplantısında alınan kararlar doğrultusunda çeşitli konularda raporlar hazırlamaktadır. Dr. Atilla SANDIKLI tarafından hazırlanan “Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi” başlıklı Rapor faydalanılmak üzere yayınlanmıştır.
SUNUŞ
Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı,


Atilla Sandıklı 1957 yılında İzmir’de doğdu. 1976 yılında (İzmir) Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra Kara Harp Okuluna girdi. Sırasıyla Kara Harp Okulu, Kara Harp Akademisi ve Silahlı Kuvvetler akademisinde eğitimine devam etti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü’nde ve Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü’nde doktora derslerine iştirak etti. İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde doktora eğitimini tamamladı.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde karargâh subayı ve komutan olarak görev yaptı. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nde müşavirlik, Harp Akademileri Komutanlığı’nda uluslararası ilişkiler öğretim üyesi ve uluslararası ilişkiler bölüm başkanlığı görevlerinde bulundu. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin kuruluşunda görev aldı ve bir süre bu enstitünün müdürlüğünü yaptı. Kur. Kd. Alb. rütbesinde kendi isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli olduktan sonra Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM’ın kuruluşunda genel müdür olarak görev aldı ve bu merkezi kurdu. Bu görevi ve Stratejik Öngörü Dergisi’nin editörlüğünü 4 yıl sürdürdü. TASAM’dan ayrıldıktan sonra Türkiye’nin akil adamlarını bir platform içinde bir araya getirmek maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezini kurdu. Halen BİLGESAM başkanlığı görevini sürdürmektedir.

Çok sayıda ulusal ve uluslararası sempozyum ve kongrenin düzenlenmesinde birinci derece görevler üstlendi. Çeşitli makaleleri ve 15 kitabı yayınlandı. Askeri ve sivil yaşantısında madalya dahil çok sayıda başarı ödülü aldı.

İngilizce ve Fransızca bilen Atilla SANDIKLI evli ve iki çocuk babasıdır.

Dr. Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı
Dr. Atilla Sandıklı



GÜVENLİK KAVRAMI


20’nci Yüzyılın sonunda ve 21’nci Yüzyılın hemen başında siyasi, ekonomik, teknolojik ve sosyo-kültürel alanlarda meydana gelen hızlı değişimler güvenlik kavramını derinden etkilemiştir. Bu dönemde soğuk savaş sona ermiş, teknoloji, özellikle iletişim alanında yaşanan baş döndürücü gelişmeler küreselleşme olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu gelişmeler yaşanırken 11 Eylül’de ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırılar bütün dünyada şok etkisi yaratmıştır. Bu olaylar uluslararası ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, “tehdit” ve buna bağlı olarak “güvenlik” kavramlarını temelden sarsmış ve büyük oranda değişime zorlamıştır.
Yeniden şekillenmekte olan günümüz dünyasında büyük güçler arasında büyük
zayiat ve tahribata neden olabilecek savaş ihtimalinin ortadan kalktığını söylemek Değişen güvenlik anlayışları ve Türkiye’nin güvenlik stratejisi mümkündür. Ancak bölgesel ve etnik kökenli savaşlar hala önemini korumaktadır.

Asimetrik tehdit olarak terörizm ön plana çıkmış, terörist örgütler herhangi bir zamanda dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkarak saldırıda bulunabilme olanak ve yeteneğine ulaşmışlardır.

Güvenlik kavramının değişmesiyle birlikte, güvenliğin boyutları ve kapsamı da
değişmiştir. Güvenlik de bir yerde küreselleşmiştir. Çünkü küresel ekonomi ve küresel güvenlik birbirini tamamlayan iki önemli kavram olarak ortaya çıkmıştır. Dünyadaki büyük şirketler ve finans çevreleri konunun ekonomik boyutuyla ilgilenirken, büyük devletler güvenlik boyutu üzerinde yoğunlaşmışlardır. “Güvenlik boyutu”, ülke güvenliği kavramından uluslararası güvenlik şeklinde tanımlanan bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına kaymıştır. Ayrıca güvenlik olgusunun kapsamı genişlemiş; savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma hallerinin dışında başta ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitim alanları güvenlik kavramına dahil olmuştur.

Bu nedenlerle 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2’nci
maddesinde milli güvenlik; “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının ve bütünlüğünün milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasıdır” şeklinde tanımlanmıştır.

TÜRKİYE’NİN MİLLİ MENFAATLERİ VE MİLLİ HEDEFLERİ

Güvenlik kavramındaki değişim ve gelişime uygun olarak; devletin bekası, bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetin korunması, milletin refahı, ülke ve bölge barışının sağlanması, yurtdışındaki soydaşlarımızın güvenlik ve refah içinde bulunması Türkiye’nin hayati milli menfaatleri olarak sıralanabilir. Çoğulcu demokrasi, insan haklarına saygı ve geçirilen evrim sonunda ulaşılan ve benimsenen sosyal ve yasal hayat biçiminin sürdürülmesi, milli gücümüzün geliştirilmesi, ekonominin serbest piyasa prensipleri ve istikrar içinde büyümesi, dünya ile entegre hale getirilmesi, refahın tabana yayılması yine milli menfaatlerimiz arasında yer alması gereken hususlardır. Ayrıca güvenliğin garanti altına alınabilmesi için menfaat birliğine sahip olduğumuz ülkelerle
müşterek tehdide karşı dayanışma ve ortak ittifak sistemi içinde bulunulması
önem arz etmektedir.

Bu kapsamda Türkiye’nin milli hedeflerini aşağıdaki şekilde belirtebiliriz.
Devletin Anayasal düzenini, milli varlık ve bölünmez bütünlüğünü, uluslar arası
alanda siyasi, askeri, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil tüm menfaatlerini ve ahdi hukukunu her türlü iç ve dış tehlikelere karşı korumak ve kollamak,
Yurt içinde milli birlik ve beraberliği, huzur güven ve istikrarı sağlamak,
Vatandaşların Anayasa ile teminat altına alınan hak ve hürriyetlerini korumak,
hayat şartlarını ve refah seviyelerini demokratik düzen içerisinde ve sosyal adalet ilkelerine uygun olarak geliştirmek, Bağımsızlık, hürriyet, adalet ve hak eşitliğine dayanan bir dünya düzeni içerisinde, yurtdışında Türkiye’nin de güvenliğini sağlayacak şekilde sürekli ve adil bir barışın tesis ve idamesine yardımcı olmak, Türkiye’nin etrafında bir barış kuşağı oluşturmak,

Türkiye Cumhuriyetini siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, bilimsel ve teknolojik gücü ile bütün dünyada tanınan ve sayılan itibarlı ve güçlü bir mevkie kavuşturma çabalarına devam etmek, böylece Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak, Türkiye’yi silah, araç ve gereç bakımından dışa bağımlı olmaktan kurtarmak, Yurt dışındaki Türk vatandaşlarının ve soydaş topluluklarının güvenlik ve refahına  yardımcı olmak.

KÜRESEL GÜVENLİK BOYUTU

Değişen güvenlik anlayışı çerçevesinde gelecekte küresel kırılmalara aday bölgeleri incelediğimizde, bu bölgelerin başında Uzak Doğu gelmektedir. Uzak Doğu’da, Çin ve ABD’nin gelecekte siyasi, ekonomik nedenlerle Tayvan veya Kuzey Kore sorunlarından dolayı karşı karşıya gelmeleri için yeterli potansiyel mevcuttur. Asya’da devletler arası büyük çatışma olasılığı diğer bölgelerden daha yüksektir.

Yine bir başka küresel kırılma hattı da zengin enerji kaynaklarına sahip Orta Asya ve Kafkasya’ya bölgeleridir. Soğuk Savaş sonrası küresel güç olma vasfını kaybeden ancak son yıllarda süratli bir şekilde toparlanan ve geleceğin küresel güç adaylarından Çin’le de yakın bir işbirliği içerisine giren Rusya bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelebilecektir.

Dünya enerji kaynaklarının büyük bir bölümünün bulunduğu, çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü Ortadoğu bölgesi ise, daima dünyanın öncelikli konusu olagelmiştir.

Bu bölgede, bölgesel bir kırılmaya yol açabilecek enerji birikimini sağlayacak
gerginliklerin daima var olacağı unutulmamalıdır. Gelecekte bu bölgede enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda küresel bir kırılma yaşanabilir.
Günümüzde klasik tehdit algılamaları dışında küresel güvenlik ortamının en
önemli asimetrik tehdit algılamalarından birisi uluslararası terörizmdir. Son derece organize bir yapıya sahip terörist örgütler, gelişen ve ulaşılması daha da kolay bir hale gelen teknolojiler sayesinde, büyük bir imkân ve kabiliyete ulaşmışlardır.

Kitle imha silahlarının kontrolsüz olarak yayılması ve bunların uluslararası sistem
dışında kalan, uluslararası hukuka saygılı olmayan devletlerin veya terörist örgütlerin eline geçmesi önemli bir risk oluşturmaktadır.

Ayrıca uluslararası organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı
gibi konular uluslararası güvenlik politikalarında dikkate alınması gereken tehdit ve riskleri oluşturmaktadır. Çevre sorunları ve salgın hastalıklar riski de her geçen gün önemini artırmaktadır.

BÖLGESEL GÜVENLİK BOYUTU

Türkiye dünyanın en istikrarsız bölgeleri olan Ortadoğu ve Kafkaslara komşudur.
Ortadoğu tarihi ve kültürel varlığı, zengin petrol kaynakları ve dünya ulaştırma yollarının kesişme noktasında bulunması gibi özelliklere sahip olmasına rağmen, bitmeyen bir şiddetin merkezi hâline gelmiştir. Başta bölge insanları olmak üzere, bütün dünyanın güvenlik ve refahını etkileyen Ortadoğu’daki istikrarsızlığın olumsuz yansımaları en çok Türkiye’de hissedilmektedir.

Kafkaslarda ayrılıkçı bölgeler ile mücadelesini sürdüren Gürcistan, Acaristan
problemini çözmüştür. Ancak Güney Osetya ve Abhazya her zaman için büyük
problem kaynakları olmaya devam etmektedirler. Rusya’nın gelişmelere müdahale etmesi risk faktörünü arttırmaktadır. Gürcistan’ın ulusal birliği ve toprak bütünlüğü, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliği ve Türkiye’nin Orta Asya açılımı açısından büyük önem arz etmektedir.

Doğu komşumuz Ermenistan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamakta,
uluslararası arenada asılsız Ermeni soykırımı iddialarının tanınması için girişimde
bulunmakta, BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgali altında bulundurmaktadır.

Diğer doğu komşumuz İran teokratik bir rejime sahiptir ve geçmişte rejimini,
Türkiye de dahil olmak üzere mücavir ülkelerdeki rejimleri etkilemek için kullandığına dair kuşkular vardır. Ayrıca İran’ın nükleer çalışmalarını diğer ülkeler gibi Türkiye de kaygıyla izlemektedir. İran’ın, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan gizli olarak nükleer tesisler inşa etmiş olduğu ve uranyum zenginleştirme çalışmaları yaptığı saptanmıştır. Kuzey Kore’den başlayıp, Hindistan, Pakistan ve İran üzerinden geçen ve bölgemizdeki diğer muhtemel nükleer güçlere uzanan nükleer eksen, Türkiye açısından büyük bir hassasiyet teşkil etmektedir.

Güney komşumuz Irak’ın siyasi ve toprak bütünlüğü Türkiye için hayati öneme
sahiptir. Irak’taki gelişmelerin iki yönü vardır. Birinci husus, PKK terör örgütünün
Irak’ın kuzeyindeki varlığıdır. PKK burayı bir sığınak olarak kullanmaktadır. Irak’ın kuzeyindeki PKK teröristleri Türkiye’ye sızarak eylemler yapmaktadır. İkinci önemli husus ise, Kerkük’le ilgilidir. Kerkük, içinde birçok etnik gurubu barındıran bir şehirdir.

Kerkük aynı zamanda önemli petrol kaynaklarına sahiptir. Kerkük’ün ve zengin
petrol kaynaklarının belirli bir gruba mal edilmesi bölgedeki yangının daha da büyümesine neden olabilir.

Suriye ile uzun yıllar boyunca karşılıklı tehdit algılamasına dayanan soğuk ilişkiler yerini, 1998 yılında imzalanan “Adana Mutabakat Belgesi” ile bir iyileşme sürecine bırakmıştır. Bu olumlu ilişkiler her geçen zaman daha da iyiye gitmektedir. Türkiye Suriye ile İsrail’in görüşme masasına oturmasını sağlamış ve ara bulucu görevi üstlenmiştir. Türkiye Lübnan’daki gelişmeleri de yakından takip etmiş ve ülke içindeki çatışmaların sonlandırılmasına önemli katkılar sağlamıştır. Orta Doğu’da baş ağrıtan bir başka önemli sorun da İsrail-Filistin sorunudur.

Balkanlara geldiğimizde ise; bu bölgenin en fazla sorun teşkil eden bölgesi Kosova’dır. Kosova bağımsızlığını ilan etmiş ve bağımsız bir devlet olarak uluslararası camiada yerini almıştır. Ancak buradaki tansiyonun yükselme ihtimali hala mevcuttur.

Yunanistan ile ilişkilerde olumlu yönde gelişmeler olmasına rağmen Yunanistan
Milli Savunma Politikasını, tehdidin doğudan (Türkiye’den) geldiği varsayımına dayandırmaktadır.

Bu kapsamda adaları silahlandırmakta, 6 millik kara suları üzerindeki
hava sahasının 10 mil olduğu iddiasında bulunarak Ege uluslararası hava sahasını daraltmakta ve özellikle de Ege Denizinin bir Yunan denizi olduğunu çağrıştıracak şekilde ülkemizden FIR’ı geçerek uluslararası hava sahasına giren her askeri uçağımızı silah yüklü uçaklarla önlemektedir. Bu durum bölgede her zaman bir kriz çıkma olasılığını gündemde tutmaktadır.

Kıbrıs konusuna gelince; Kıbrıs, Türkiye’nin milli menfaatleri ve uluslararası antlaşmaların kendisine yüklediği sorumluluklar açısından hiçbir zaman ilgisinin azalmaması gereken konuların başındadır. Güvenlik açısından Kıbrıs’ın önemi iki temel esasa dayanmaktadır. Bunlardan birincisi; Türkiye Cumhuriyeti’ne ve TSK’ne Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuz güvenlik sorumluluğudur. İkincisi ise, Garanti ve İttifak Antlaşmalarında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’deki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır.

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üyesi olduğu AB nezdinde Türkiye’yi
zor durumda bırakacak girişimlerde bulunmaktadır. Türkiye ile olan sorunlarını
AB’nin sorunları haline getirmeye çalışmakta, Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesini ve müzakere sürecinin ilerlemesini engellemektedir. Türkiye ile mevcut sorunlarını AB’yi kullanmak suretiyle kendi lehine çözmeye çalışmaktadır.
Çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü Ortadoğu bölgesi uluslararası terör örgütlerinin barınma ve uygulama merkezi durumuna gelmiştir. Asimetrik bir tehdit olan terörizm bu bölgede gelişmekte ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eylemlerde bulunmaktadır. Kıtalar arası geçiş yolları üzerinde bulunan bölge, terörist faaliyetlerin yanı sıra organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yumuşak güvenlik konularında risk ve tehditlerle karşı karşıyadır. Ayrıca bölge çevre sorunları, su kaynakları ve salgın hastalıklar konularına karşı da hassastır.

ÜLKE GÜVENLİĞİ BOYUTU

Türkiye yeni güvenlik algılamaları çerçevesinde soğuk savaş döneminde olduğu
gibi ülke topraklarına yönelik bir istila tehdidi ile karşı karşıya değildir. 

Ancak Türkiye; çok boyutlu, çok yönlü, öngörülmesi güç ve sınır tanımayan asimetrik tehdit ve risklerin yaşandığı, istikrarsız bölgelerin merkezinde yer almaktadır. Türkiye’nin güvenlik algılamaları; komşu ülkelerde oluşabilecek istikrarsızlıklar, Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkabilecek istenmeyen oluşumlar, Türkiye’nin menfaatlerine indirilebilecek büyük darbeler; su sorunu ve Kitle İmha Silahları (KİS) tehdidi gibi simetrik risk ve tehditleri içermektedir. Ayrıca terörizm, bölücü ve irticai faaliyetler, uluslararası uyuşturucu trafiği ve yasa dışı göçle mücadele gibi asimetrik özellikli risk ve tehditler de bu geniş yelpaze içinde yer almaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütünlüğünü, birlik ve beraberliğini, Anayasa
ile belirtilen demokratik parlamenter düzeni, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı amaçlayan PKK Terör Örgütü’nün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve zaman zaman da büyük şehirlerde gerçekleştirdiği bölücü terörist faaliyetler günümüzde Türkiye’nin güvenliğine yönelik en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Bazı dış güçlerin desteği ve Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun coğrafi yapısı, ekonomik ve sosyal durumu terör örgütünün varlığını devam ettirebilmesinin en önemli nedenleridir. Ülke içinde kurtarılmış bölge tesis etmenin imkânsızlığını gören terör örgütü Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğun faydalanarak bu bölgede yerleşmiş, halk üzerinde korku ve panik ortamı yaratarak siyasallaşma sürecine girmiş, dış ülkelerde çeşitli isim ve şekillerde örgütlenerek dış platformlarda etkinliğini artırmaya çalışmaktadır.

Cumhuriyet’in temel niteliklerinden olan laikliğe karşı bazı faaliyetler toplumda
irtica tehlikesi ile ilgili kaygıları artırmıştır. Devletin Anayasa’da tarif edilen niteliklerini değiştirmeye yönelik her hareket gibi irtica da devlete ve rejime yönelik bir tehdittir.

Laiklik ülkemizde aynı zamanda iç barışın da önemli bir şartıdır. İrtica ile mücadelede insan haklarına aykırı olarak halkın temel inançlarına ve değerlerine karşı çıkılması ve farklı inanç ve değerlerin halka dayatılması Türkiye’deki birlik ve beraberliğe zarar vermektedir. Çağdaş laik anlayışa aykırı olarak bu görüş ve eylemlerin sistematik bir hal alması ve halk üzerinde baskı oluşturulması da Türkiye’nin birlik ve beraberliğine yönelik önemli bir tehdidi oluşturmaktadır.

Ülke içindeki siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal istikrarın bozulmasına yönelik gelişmeler de yeni güvenlik anlayışlarında güvenliğe yönelik tehditler olarak değerlendirilmektedir. Devlet erkleri ve kurumları arasında uyumsuzluk, hukuk devleti yerine kanun devleti anlayışının benimsenmesi ve hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı eylemlerde bulunulması, demokrasi karşıtı otoriter yönetim yaklaşımları doğrultusunda girişimlerde bulunulması, farklı inanç, görüş ve etnik kültürlere karşı hoşgörüsüzlüğün yaygın bir hal alması ve bu anlayışın eylemlere dönüşmesi Türkiye’de güvenliği tehdit eden önemli gelişmelerdir. Toplumda bütün bunların birbirleriyle sinerji sağlayacak şekilde uygulandığına yönelik kaygıların artması gelişmelerin tehdit boyutuna ulaştığını göstermektedir.

Ayrıca uluslararası organize suçlar, yasa dışı göç, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı
gibi faaliyetler, doğu-batı, kuzey-güney geçiş yolları üzerinde bulunan Türkiye için yumuşak güvenlik tehditleri olarak değerlendirilmektedir. Çevre sorunları ve salgın hastalık riskleri de diğer bölgelere nazaran Türkiye’yi daha fazla etkilemektedir.

MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI

Türkiye’nin Milli Güvenlik Politikası milli değerleri ve mili çıkarları partiler üstü
olarak ele almaktadır. Milli güvenlik açısından Türkiye’nin çıkarları; Türkiye’nin savunulması, elverişli dış ilişkiler ve düzenlemeler oluşturulması, ekonomik refahın sağlanması, demokratik değerlerin geliştirilmesi şeklinde dört ana kategoride toplanabilir.

Türk milli güvenlik politikasının, milli gücün kullanılması suretiyle elde edilmesini
öngördüğü hedefler ise şunlar olmalıdır.

Ülkenin hürriyet, bağımsızlık ve bölünmez bütünlüğünün korunması, Anayasa ile belirlenen düzenin, ilke ve değerlerin idamesi, Halkın huzur, refah ve güvenliğinin sağlanması, Ülke içinde ve civarında insan hakları, demokrasi ve serbest ekonomiye dayanan sürekli bir barış, istikrar ve güven ortamı oluşturulması, Diğer ülkelerle dostluk ve ittifak ilişkilerinin geliştirilmesi,
Ülke ekonomisinin içte ve dışta gelişip büyümesi. Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi nin temelini dinamik bir dış politika, caydırıcılık, kolektif güvenlik ve kriz yönetimi oluşturmalıdır.

Türkiye bölgesel barış ve istikrarın korunması amacıyla dinamik bir dış politika
yürütmeli, jeopolitik imkânlarını etkin bir şekilde kullanmak suretiyle bölgesel inisiyatif sahibi ülke konumunu güçlendirmelidir. Bölgenin en güçlü ülkelerinden biri olarak, uluslar arası sorunlara ağırbaşlı, sabırlı ve sorumluluk duygusu içinde yaklaşmalı, komşularıyla işbirliği sağlamak, yakınlaşmak ve olumlu ilişkiler geliştirmek için her türlü fırsattan istifade etmeli, bölgesinde barış ve güvenliğe katkıda bulunmalıdır.

Türkiye’nin Lübnan’daki iç çatışmaların sonlandırılmasına ve Suriye-İsrail barış görüşmelerinin başlamasına yaptığı katkılar güzel örneklerdir. Bu kapsamda Rusya- Gürcistan, Ermenistan-Azerbaycan ve Makedonya-Yunanistan sorunların da da inisiyatif alınabilir.

Başta bölge insanları olmak üzere, bütün dünyanın güvenlik ve refahını etkileyen
Orta Doğu’daki istikrarsızlığın, 21’inci yüzyılın en büyük sorunlarından biri hâline
geldiği görülmektedir. Tarihi ve kültürel varlığı, zengin petrol kaynakları ve dünya ulaştırma yollarının kesişme noktasında bulunması gibi özelliklerine rağmen, bitmeyen bir şiddetin merkezi hâline gelen Orta Doğu’da; barış, istikrar ve refahın sağlanması, dış politika önceliklerimiz arasında yer almalıdır. Bu çerçevede Türkiye, uluslararası toplumla birlikte bölge ülkelerinin karşılaştığı sorunların aşılması için her türlü girişimde bulunmalıdır.

Türkiye, demokratik, laik yapısı, hukukun üstünlüğünü esas alan yönetim biçimi,
güçlü devlet geleneği, pazar ekonomisi, sosyal ve kültürel yapısı ile Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu üçgeninin ortasında bir istikrar adası olmaya devam etmelidir.

Türkiye bölgesel bir güç ve bir dünya devleti olma hedefi doğrultusunda çalışırken içte hem ekonomik yönden, hem de birlik ve beraberlik yönünden daha güçlü olmak zorundadır. İçte, güvenlik ve istikrarın devam ettirilmesi milli güç unsurlarına çarpan etkisi yapmakta ve etkinliğini artırmaktadır. Ülke içinde huzur, güven ve istikrar ortamının oluşturulması için demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde kültürel hoşgörü geliştirilmeli, devlet kurumları arasında uyum sağlanmalıdır.

Caydırıcılığın sağlanabilmesi için modern bir silahlı kuvvetlere sahip olmak zorunludur.

Ayrıca soğuk savaş sonrasında her geçen gün önemi artan yumuşak güvenlik
konularında gerekli tedbirlerin alınabilmesi için iç güvenlik güçlerinin geliştirilmesi de gereklidir. Silahlı güç ile birlikte siyasi, ekonomik, teknolojik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal gücün birbirleriyle uyumlu ve dengeli olarak geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Güçlü demokrasi, güçlü ekonomi ve güçlü savunma Türkiye’nin milli güvenlik politikasının temellerini oluşturmalıdır.
Güvenliğin uluslararası bir şekil alması kolektif güvenliği gerekli kılmaktadır.

Bu sayede caydırıcılık ve güvenliğin etkinliği arttırılırken maliyetler düşürülmeli dir. Bu çerçevede Türkiye Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Avrupa Birliği başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlarda ve bölgesel oluşumlarda aktif olmalıdır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası içerisinde yer almak Türkiye için stratejik bir önem ve önceliğe sahiptir. Avrupa ile bütünleşmiş Türkiye, jeopolitik avantajını kullanarak Avrupa Birliği’nin geliştirdiği Ortak Dış ve Güvenlik Politikasıyla, dünyanın sorunlu bölgelerinde küresel aktör olma gayretlerine önemli katkı sağlayabilir.

Batı’daki bazı ülkelerin Türkiye’yi dünyanın problemli bölgelerine karşı bir cins
tampon devlet olarak görme eğilimlerine rağmen Türkiye, Batı’nın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Jeopolitiğin bir gereği olarak Türkiye diğer açılımlarını da etkin olarak kullanmalıdır. Ancak bu açılımlar Batı’ya karşı bir alternatif olmamalıdır. AB ile ilişkilerinin olumlu yönde gelişmesi Türkiye’nin diğer açılımlarında öncü rol oynamasına önemli katkılar sağlar. Aynı şekilde Türkiye’nin diğer açılımlarını etkin olarak geliştirmesi Türkiye-AB ilişkilerine olumlu yansımalar yapacaktır.
Türkiye, içinde bulunduğu jeostratejik mevki itibariyle, belirsizlik ve potansiyel
risk ve tehlikelerle tanımlanan bir bölgenin merkezinde, barış ve güvenliğe katkıda bulunabilecek bir istikrar adası durumundadır. Bu nedenle Türkiye’nin içinde olmadığı bir Avrupa güvenlik ve savunma mimarisinin eksik kalacağı açıktır.

Hızla değişen güvenlik ortamında meydana gelebilecek krizlere süratle çözümler
üretebilmek, oluşan risklere tedbirler getirilirken fırsatlardan da yararlanmak için etkili bir kriz yönetim sistemi geliştirilmelidir. Kriz yönetim sistemi kapsamında istihbarat kurumları, askeri ve diğer güvenlik güçleri arasında etkili bir koordinasyon oluşturulurken, milli güç unsurlarından sinerji sağlayacak şekilde dengeli ve etkili olarak faydalanılmalıdır.

Ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik iç ve dış
tehdit odaklarından kaynaklanan simetrik ve asimetrik tehditlerin mümkün olduğu kadar erken teşhis ve tespit edilmesi maksadıyla, istihbarat faaliyetlerindeki etkinliğin ve istihbarat kurumları arasında işbirliğinin arttırılması önem arz etmektedir. Ayrıca bölge ülkeleri istihbarat kurumları arasında işbirliği olanaklarının araştırılması da gereklidir.

Meydana gelebilecek fiilî tecavüzler, sınır ötesinden itibaren karşılanarak, en kısa
sürede ve asgari kayıpla bertaraf edilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için etkin istihbarat, erken ikaz ve uyarı sistemine ihtiyaç vardır. Ayrıca proaktif bir kriz yönetim sistemi ile süratli ve etkili müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.

Günümüzün güvenlik ortamında Türkiye’nin güvenliğine yönelik en önemli tehdit
terörizmdir ve bunu destekleyen bölücülüktür. Irak’ın kuzeyindeki durum ise bu
tehdidin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Bu tehdide karşı Türkiye son zamanlarda olduğu gibi uluslararası desteği arkasına almalı, güvenlik güçleriyle PKK terör örgütüne karşı mücadelesini aralıksız sürdürmelidir. Bu mücadeleye paralel olarak bölgede terörün gelişmesine neden olan olumsuz koşulların düzeltilmesi amacıyla kapsamlı bir planın bir parçası olarak ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal tedbirler alınmalıdır. Ekonomik hayatın gelişmesi, işsizliğin önlenmesi, sağlık imkanlarının yaygınlaştırılması ve eğitim konularında alınacak tedbirler ile devletin bölgedeki varlığı artırılmalı, devlet ile halkın kucaklaşması sağlanmalıdır.

Ülke içindeki siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal istikrarın sağlaması ve korunması güvenlik açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu alanlarda istikrarın bozulması ülke güvenliğine yönelik en önemli tehdidi oluşturmaktadır. Günümüz koşullarında güvenlik ve istikrar ülke içinde demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleştirilmesi ve demokrasi kültürünün geliştirilmesi ile mümkün olmaktadır. Devlet erkleri ve kurumları arasında uyumun sağlanması, çağdaş anlayışa uygun olarak hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmesi, farklı inanç, görüş ve etnik kültürlere karşı hoşgörü kültürünün oluşturulması istikrar için olmazsa olmaz koşullardır.

SONUÇ

20. yüzyılın sonunda ve 21. Yüzyılın başında hızla değişen güvenlik ortamına uy-
gun olarak güvenlik anlayışları da büyük değişim göstermiştir. Güvenliğin boyutları ülke güvenliği kavramından uluslararası güvenlik olarak tanımlanan bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına kaymıştır. Ayrıca güvenliğin kapsamı genişlemiş savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma hallerinin dışında ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyokültür ve eğitim alanları da güvenlik kavramına dahil olmuştur.

Milli Güvenlik Politikası’nın dayandığı temel düşünce, milli güvenliğin sağlanması
ve milli hedeflerin elde edilmesinde tüm milli güç unsurlarının birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmasıdır. Ekonomik güç, milli güvenlik politikaların da giderek merkezi bir unsur durumuna dönüşmüştür. Dünyadaki ve ülke içindeki ekonomik gelişmeler güvenlik politikalarına doğrudan etki yapmaktadır. Türkiye’nin savunma gücünün ekonomik büyüme ve kalkınma ile ilişkili olduğu dikkate alınmalıdır.

Ayrıca iç ve dış politikalar da gittikçe artan şekilde birbirinden ayrılmaz bir hale gelmektedir. Ülke içindeki siyasi gelişmeler dünyadaki gelişmelerle uyumlu olmak zorundadır. Bu kapsamda dünyadaki demokratik gelişmelere uyum sağlanması ve insan haklarına saygının geliştirilmesi önem arz etmektedir. 

Dolayısıyla Türkiye’nin milli güvenlik, dış, iç, ekonomik ve milli savunma politikalarının birbirine bağımlı, uyumlu ve koordineli yürütülmesi gerekmektedir.

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi klasik tehdit algılamaları kapsamında ülke topraklarına yönelik bir istila tehdidi ile karşı karşıya değildir. Ancak Türkiye; ulusal ve uluslararası güvenliği etkileyen çok boyutlu, çok yönlü, öngörülmesi güç ve sınır tanımayan asimetrik tehdit ve risklerin yaşandığı, istikrarsız bölgelerin merkezinde yer almaktadır. İçinde bulunduğu zor coğrafyada Türkiye için risk ve tehditler, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır.

Uluslararası, bölgesel ve ulusal güvenlik ortamı değerlendirildiğinde Türkiye’nin Güvenlik Stratejisinin temelini; dinamik bir dış politika, caydırıcılık, kolektif güvenlik ve kriz yönetimi oluşturmalıdır. Bu strateji ise altı temel sütun üzerine oturtulmalıdır.

Bunlar;

Bölgesel barış ve istikrarın korunması amacıyla dinamik bir dış politika yürütülmesi,

Ülke içinde huzur, güven ve istikrar ortamının oluşturulması için demokrasi,

İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde kültürel hoşgörünün geliştirilmesi, devlet kurumları arasında uyumun sağlanması, Etrafımızdaki simetrik tehditlere karşı mevcut dengeleri ve milli menfaatlerimizi korumak için caydırıcı bir gücün oluşturulması, Ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik tehditlere karşı gerekli tedbirlerin alınması, Doğu Akdeniz’deki güvenliğimizin temel noktasını teşkil eden Kıbrıs’taki hak ve menfaatlerimizin korunması, Uluslararası yeni risk ve asimetrik tehditlerin, özellikle uluslararası terörün ülkemizdeki faaliyetlerinin önlenmesi ve ülke dışındaki menfaatlerimize zarar vermesinin engellenmesidir.

    Bu çerçevede; Türkiye bölgesinde barış ve güvenliğe katkıda bulunmalı ve çevresindebir “Barış ve Güvenlik Kuşağı” oluşturmalıdır. Bulunduğu bölgeye yönelik tüm stratejileri etkileyebilecek, strateji ve güvenlik üreten bir ülke olmalıdır. Bölgesinde bir güç ve denge unsuru olarak işbirliği, yakınlaşma ve olumlu ilişkiler geliştirmek için, her türlü fırsattan istifade etmelidir.

   Çağdaş güvenlik anlayışları çerçevesinde, milli güç unsurlarının yanında kolektif güvenliğin sağlayacağı imkânlardan da azami istifade edilmelidir. Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlarda ve bölgesel oluşumlarda aktif olunmalıdır.

    Avrupa Birliği üyesi olma yolundaki vizyonunu sürdüren Türkiye için, Avrupa
Güvenlik ve Savunma Politikası içerisinde yer alınması stratejik bir önem ve önceliğe sahiptir. Avrupa ile bütünleşmiş ve bulunduğu coğrafyanın avantajını da kullanan Türkiye, Avrupa Birliği’nin geliştirdiği Ortak Dış ve Güvenlik Politikasıyla, dünyanın sorunlu bölgelerinde küresel aktör olma gayretlerine önemli katkı sağlayabilir.

    Gelinen aşamada; bir yanda NATO’nun Avrupa Birliğine desteği, diğer taraftanda Avrupa Birliği üyesi olmayan müttefiklerin, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na(AGSP’ye) katılımı konusunda hassas bir denge kurulmuş tur. Türkiye, buhassas denge içerisinde yer alan ülkelerden biri olarak, Avrupa’nın savunma ve güvenliğiyle doğrudan veya dolaylı ilgisi bulunan, tüm çok uluslu operasyonlarda fiilenve etkin olarak yer almaya devam etmelidir. Bunlar; Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlikve İşbirliği Teşkilatı ve NATO çerçevesinde icra edilen operasyonlar olabileceği gibi, Avrupa Birliği’nin NATO imkân ve yeteneklerini kullanarak, tek başına icra edeceği askerî operasyonları da içermelidir.

Sonuç olarak; Türkiye’nin güvenlik stratejisi bir yandan vatanın ve milletin ebedî varlığını ve devletinin bölünmez bütünlüğünü muhafaza ederken diğer taraftan halkın refahına, maddî ve manevî mutluluğuna hizmet etmelidir. Türkiye’nin dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olmasına ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasına yönelik güvenli ve güvenilir bir ortam hazırlamalıdır.


***

9 Kasım 2018 Cuma

Toplumla Yüzleşme Yüz Nakli Üzerine Fenomenolojik Bir Çözümleme

Toplumla Yüzleşme Yüz Nakli Üzerine Fenomenolojik Bir Çözümleme  



Zülküf KARA 
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013 (1-142 s.) 
Güz 2013 . Cilt 3 . Sayı 6 
Yrd. Doç. Dr. Musa Öztürk 
Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 
mmusaozturkk@gmail.com 

Sosyal bir varlık olarak insan, toplum içerisinde yaşamak mecburiyetindedir. 
Toplumsal yaşama katılım bedenlerimiz aracılığıyla gerçekleşir. 

Bedenlerimiz toplumsal kimliğimizi ve kişiliklerimizi yansıtması açısından son derece önemlidir. Bedenin fiziksel doğasının çözümlenmesi, sosyal bilimcilere ve bilhassa da sosyologlara önemli ipuçları sağlar. Canlı beden çevreyi algılama ve yorumlamada temel aracımız olduğundan kültürün ve toplumsal yapının kodlarını içerir. 1980 sonrası dönemde post-yapısalcı kuramcıların Kartezyen düşünce geleneğini yoğun bir şekilde eleştiriye tabi tutmaları bedene ve 
beden sosyolojisine olan ilgiyi arttırsa da henüz yeterli düzeyde bir beden 
teorisine sahip olduğumuz söylenemez. Zülküf Kara’nın bu çalışması hem alana yönelik teorik bakış açısını belli bir zemine oturtması hem de kuramsal verilerin alan araştırmasıyla test edilmesine imkân vermesi açısından ülkemizde bir ilk olma özelliği taşımakta. Hastalık olgusuna fenomenolojik bir perspektiften bakmak, gündelik hayatta hastalığın nasıl inşa edildiğini kavramaya yönelik önemli ipuçları sağlar. Kara, son yıllarda Türkiye’de gerçekleştirilen yüz nakli 
örnekleri üzerinden sosyolojinin sınırlarını genişleterek bir beden fenomenolojisi 
okuması yapmıştır. Hem hastalar hem de doktorlarla yüzyüze görüşmeler yapmak suretiyle teorisini-pratikle güçlendirme yoluna giden yazar inter disiplin er bakış açısıyla beden sosyolojisinin sınırlarını genişletme adına araştırmasını şu sorular üzerine inşa etmiştir: 
Kartezyen felsefi anlayışın tersine acaba biyolojik beden bilinç sahibi olabilir mi? 
Biyolojik bedenin bilinçli hali, bedeni fenomenolojik düzeyde ele almayı olanaklı kılar mı? 
Eğer böyle bir bilinç söz konusu ise canlı beden, hastalık hali durumunda maruz kaldığı toplumsal gözetleme biçimleriyle nasıl başa çıkmaktadır? 
Sosyal ve kültürel çevre, hastalıklı bedenden nasıl bir hastarolü beklemektedir? 
Nakille birlikte toplumla yüzleşme imkânı bulan kişinin öznel bedensel deneyimleri, bireysel ve toplumsal kimliğinde ne tür değişikliklere sebep olmaktadır? 

Bu değişiklikler çerçevesinde yüz nakliyle transfer edilen yalnızca doku nakli midir yoksa kimlik parçacıkları da nakil edilmekte midir? (2013: 13-15). 

Beden, iki açıdan fenomenolojiye konu olmaktadır. Bunlardan birincisi canlı beden, ikincisi ise bilinçli bedendir. Fenomenologlar sübjektif bedenle objektif bedeni birbirinden ayırmaktadırlar ki bu, bilincimizle deneyimlerimiz arasındaki ayrımdan beslenir. Göz önemli bir disiplin aracıdır. Toplumsal hayatta başkalarının bakışları üzerinden “gözaltına alınan” beden, zaman içerisinde objektif bedene dönüşerek nesneleştiğinden, kişinin dünyasını merkezileştirmektedir. Bu etkileşimde yüz, başkalarının eğreti bakışları altında çıplak ve korumasızdır. Özellikle, bedensel şekil bozukluklarının görünür olduğu bireylerde bu durum, utanma ve suçluluk üzerinden kendisini dışa vurmaktadır. Mesela; yüz nakli gerçekleştirilen hastaların ifadeleriyle söyleyecek olursak; 
“Bakışlardan kaçmak mümkün değil. Sürekli yüzünüzü çevirmek zorunda kalıyorsunuz. 

O zamanda kendimden kaçıyor hissine kapılıyordum. Bakışlar çoğu zaman acımasız ve aşağılayıcıydı. Kendimi kullanılmış gibi hissediyordum. İnsanlar bana bakarak kendi yüzlerine şükrediyorlardı” (Cengiz Gül, 49).

“Hayatım boyunca hiçbir çocuğu öpemedim. Bu içimde ukde olarak kaldı. Otobüste, durakta, yolda herkes bana ters ters bakıyordu. Kimseye belli etmiyordum ama için için ağlıyordum. Acılarımı hep içime attım” (Turan Çolak, 50). “Artık bakışlarımı başka yöne çevirmekten yorulmuştum. Çünkü herkes bana bakıyordu dışarıya çıktığımda. Sürekli suçlu gibi hissetmeme neden oluyordu bu bakışlar. Benim bir hatam yoktu. Yalnızca yüzüm yanmıştı. Bilmiyorum belki de onlar da haklı, ben olsam ben de bakardı yüzü bu şekilde yanmış birine. 

Fakat bakışlar ne zaman bitecek diye bekliyor insan” (Cengiz Gül, 50). 
Utanmak, kişinin kendisini başkasının gözüyle görmesidir. Utanç; açığa vurma ve reddetme şeklinde ortaya çıktığından bunun yoğun olarak hissedildiği beden türü dismorfik (çirkin) bedendir. Kişi, toplumun kendisini hapsetmiş olduğu fasit dairenin dışına utanç verici durumdan kurtulmayla çıkacağına inanmaktadır. Aksi takdirde dismorfik utanç, ritmik olarak kişinin hem kendisi hem de başkaları tarafından benlik saygısı bağlamında kendisini yeniden üretmektedir. Diğer bir ifadeyle kişi, başkalarının yıkıcı ve keskin bakışlarının baskısını kendi üzerinde 
hissederek onlar tarafından boğulmaktadır. 

“Hiç bu kadar aşağılandığımı hissetmemiştim. Bir türlü bakışlardan kurtulamıyor dum. Herkes bana öcü muamelesi yapıyordu. Sürekli utanç içinde olduğum için insanlara karşı saygımı kaybetmiştim” (Cengiz Gül, 57). 

Tıbbi açıdan hastalık, bedene ait fonksiyon bozukluğuna indirgendiğinden 
nesnel bir tanıya karşılık gelir. Medikal tanı belli işaret ve semptomlarla 
kendini gösteren patolojik anormalliğe karşılık geldiğinden tıp; hastayı değil hastalığı tedavi etmeye odaklanır. Hastalık olgusuna sosyolojik yaklaşımdaki hâkim görüş ise, hasta olmanın organizmanın biyokimyasal işleyişindeki bozukluktan ziyade toplumsal ilişkiler durumuna göndermede bulunur. Sosyolojik açısından hastalık, sosyal sistem içinde ferdin yerine getirmekle yükümlü olduğu rolleri oynama yeteneğini azaltan bir durumdur (Kara, 2013: 65-66). 

Buradaki eşik, doktorun hastalığı onaylamasıdır. Hastalık, doktor tarafından onayladığında ve kişi tarafından da rahatsızlık olarak kabullenildiğinde yeni bir kimlik edinme de gerçekleşmiş olmaktadır. Kronik hastalıklarla kimlik-kişilik 
ilişkisi sosyal inşa sürecinde gerçekleşmektedir. Bu hastalıklara bağlı olarak 
bedenlerimiz değiştiği gibi bedensel deneyimlerimiz, duygularımız ve davranışlarımız da değişmektedir. Mesela; hastalık, bireyin sosyal rollerini 
sürdürmesine engel olduğunda sosyal dışlanmaya kapı aralamakta; 
dışlanma ise hastalığın etkisini ikiye katlanmaktadır (Kara, 2013: 69-71). 

Kara, bu noktadan itibaren araştırmasında, “hastalıkların benlik ve kişiliği nasıl ayraç içine aldığı ve söz konusu kişilik ve benliğin bu süreçte kendilerini nasıl yeniden kurdukları üzerine” odaklanmaktadır (2013: 72). Benlik ve kişiliğin günlük hastalık deneyiminin temel yönlerini oluşturduğu varsayımından hareketle, hastalığın başlamasıyla bedensel işleyişin değiştiğini ve aynı zamanda benlik kavramıyla kişilik kavramının yer değiştirdiğini ileri sürmektedir. 

Toplumla yüzleşirken yüz, kimliğimizi tanımlamada önemli bir etkendir. İletişimimizin büyük bir kısmı yüzün sözsüz olan kısmıyla gerçekleştiğinden diğer organlarla mukayese edildiğinde yüzün temsil gücü kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Kara, yüzün, sadece hissettiklerimizi yansıtması bakımından değil aynı zamanda anatomik çeşitliliği içermesi açısından da önemli olduğuna işaret etmektedir. Yüz, üç nedenden dolayı kişisel kimliği yansıtmaktadır. İlk olarak, bedenin en karmaşık şemasını yansıtması bakımından yüz, aynı zamanda toplumsal karşılaşma alanını oluşturur. İkinci olarak, estetik sunumumuzun 
çoğu yüzde temsil edilir. Üçüncü olarak insanlar arasında iletişimi temelde 
mümkün kılan yine yüzdür (2013: 76-77). Yüz nakli genel organ nakillerine göre eşsiz bir deneyimdir. Yüzde meydana gelebilecek herhangi bir deformasyon kişinin bütün hayatını etkileyebilmesine imkân vermesi açısından son derece önemlidir. 

Kalp nakliyle ilgili çalışmalar 1960’lı yıllara dayansa da yüz nakliyle ilgili ilk çalışmalar 2000’li yılların başlarına rastlamaktadır. Ülkemizde; Cengiz Gül’e, Uğur Acar’a ve Turan Çolak’a uygulanan biyolojik doku transferleri tam yüz nakillerine ilk örnekledir. Hatice Nergiz’e ise kısmi yüz nakli uygulanmıştır. Genel olarak yüz nakillerinde doku naklinin ilkesel bilgisi ve immünolojik yönleri göz önünde bulundurulmaktadır. 

Burada temel amaç, rekonstrüktif cerrahi metotlarına rağmen estetik ve fonksiyonel olarak istenilen düzeyde başarı sağlanamamış hastaya, normale en yakın sonucu elde etmektir. İmmünolojik yönlerden kasıt, herhangi bir organ ya da allogreft dokunun, bağışçının dokularına karşı verdiği bağışıklık tepkisi üzerine kuruludur. Tepkinin büyüklüğü, nakledilen organa, alıcını doku uyumluluk hassasiyetine ya da dokuya göre değişiklik göstermektedir (Kara, 2013: 82-83). 

Tıbbi açıdan büyük bir başarı olarak sunulan bu operasyonların göz ardı edilen bazı yönleri vardır. Mesela, nakil yaptıran hastalar işleminin gerçekleştirilmesinden sonra doku yetmezliği veya doku reddini önlemek amacıyla ömür boyu immünsüpresif tedavi görmek zorundadırlar. 
Meselenin bu boyutu pek ön plana çıkartılmamakta ve kamuoyundan 
gizlenmektedir. Tıbben ölü olarak kabul edilen bir bedene ait herhangi 
bir organı başka bir bedende canlı tutabilmek ancak tıp bilimiyle mümkün 
olacağından, canlı bedenin vereceği tepkiyi de bastırmak yine tıp bilimine düşmektedir (Kara, 2013: 83). 

Nakil yapılan/yaptıran hastaların ömür boyu ilaç kullanması gibi bir durum söz konusudur. Hem doktorlar hem de hastalar bu konuyla ilgili ciddi risklere vurgu yapmaktadırlar. Mesela; Estetik Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Naci Karaoğlan’a göre; 

“Yüz nakli yapılmış bir kişide ameliyat sonrası yeni yüzün nasıl bir emosyonel 
ve psikolojik yansımalar ortaya çıkaracağını bilmiyoruz. Biz estetik ve plastik 
cerrahlar günümüzde bilimin bize sunduğu cerrahi ve cerrahi olmayan yöntemlerle kişilerin isteklerine yönelik, yüze değişik şekillerde müdahale etmekteyiz. Bu kişiler yüzlerinde kendi istekleri doğrultusunda yapılan estetik operasyona bağlı değişiklikleri bile ilk aşamada kolay tolere edemezken, tüm yüzün tamamen değiştirilmiş olmasını nasıl tolere edeceklerdir bilmiyoruz. Yüz naklinde cerrahi ve tekniksel sorunların kolay aşılabileceği gözükürken, ömür boyu immünsupresyona ihtiyacın veya bu ilaçlara bağlı yan etkilerin yok edilememesi, günümüz için bir ciddi engel olarak önümüzde durmaktadır. Bu sorun aşılsa bile etik, psikolojik, hukuksal ve sosyal konularda bir takım yeni sorunların ortaya çıkabileceğini şimdiden düşünmeliyiz (Kara, 2013: 110). 

Hasta, Cengiz Gül’e göre ise; 

“ömür boyu ilaç kullanacaksın dedi doktor… enfeksiyon riski var… böbrek yetmezliği… kalp yetmezliği… başka hastalıklar… böbrek ya da karaciğer naklinden farkı yok dedi doktur” (Cengiz Gül, 86). 
“Her gün ilaç alıyorum. Hapları yani, bağışıklık sistemini bastırmak için. Beden 
sürekli tepki veriyor. Bedenim her şeye karşı savaşıyor. Yüz dışarıdan geldiği 
için herhalde bedenim sürekli savaş halinde. Ben kabullensem dahi bedenim 
bir ömür boyu tepki verecek. Ben ve bedenim sürekli rekabet halindeyiz anlayacağınız” (Cengiz Gül, 101). 

Nakil yapılan hastaların ifadelerinden anlaşıldığına göre kişinin herhangi bir şekilde yüz görüntüsünün deforme olması kimlik bunalımına neden olmaktadır. Başka birinin yüzünü alarak bunu telafi etmeye çalışmak, sorunu çözmek yerine kimliğin karmaşık sorunlarını daha da arttırmaktadır. Yüz, beyin, bilinç, kimlik ve kişilik arasındaki karmaşık ve bir o kadar da uyumlu ilişki, yüzdeki olası deformasyonla bozulmaktadır. Biyolojik uyumun bozulması toplumsal ve psikolojik uyumsuzluğu da tetiklemektedir. Biyolojik dokudan toplumsal dokuya 
geçişte pek çok araştırmacı, kalp ve karaciğer nakillerinin yaşam standartlarını düzelttiğine dair gelişmeleri rapor etmekle birlikte; organ nakillerinin beraberinde getirdiği stresini ve ona eşlik eden psiko-sosyal sorunlara da dikkat çekmişlerdir. Kısaca belirtmek gerekirse; nakledilen organın canlılığına dair korkular, olası reddedilme sonrasındaki korku, immünsupresif ilaçların, malignite ve enfeksiyonu içeren yan etkilerine ilişkin endişeler, naklin, mevcut beden imajı ve kimlik duygusu içerisinde bütünleşmesi/bütünleşmemesi, nakledilen organı alma deneyimine karşı, bağışçı ve bağışçıların ailesiyle ilişkili minnettarlık 
duygularını içeren duygusal tepkiler, bunlar arasında sayılabilir (Kara, 2013: 85-86).

Kara, çalışmasında “Yüz nakli mi kimlik transferi mi?” sorusunu sormaktadır. Bu sorunun cevabını ararken çoğu zaman bilinçli bir tercih olarak bu tartışmalardan uzak durulduğunu belirtmekte ve bunu “hem bu nakil türünün çok yeni olması hem de tıbbi bir başarının etik tartışmalarla gölgelenmesi nin önüne geçilmek gibi nedenler”e bağlamaktadır (2013: 92). 

Bu süreç, bir yandan doktorla hasta arasındaki mesafeyi arttırarak doktorun otoritesini tanrısallık konumuna yükseltirken diğer taraftan operasyonların etik boyutunun toplumsal baskı üzerinden örtülmesine yol açmaktadır. 

“Günümüzde ideal ve estetik beden anlayışı o kadar yaygınlaşmıştır ki, örneğin deforme olmuş bir yüzle karşılaşmak ya da fiziksel engelli biriyle karşı karşıya gelmek fenomenolojik olarak kişi ile gördüğü şey arasında derin toplumsal ve bireysel mesafe yaratmaktadır… ideal beden imgesi dışında deforme olmuş bir bedenin gündelik gerçekliği akla o kadar aykırı gelir ki, ilk tepki çoğunlukla göz yanılsaması veya ucube izlenimi yaratan hileyi aramaktır… Acaba doğru mu gördüm.” Kara (2013: 97-99). Dismorfik beden imajıyla yaşamak zorunda olan bireyler, toplumsal baskıdan kurtulmak ve toplumdan onay almak için 
kendilerini yüzlerini değiştirmeyi zorlamaktadırlar. Kara, yüz naklinin kişinin bireysel ve toplumsal kimliğine olan etkilerinin iki şekilde olabileceğini ileri sürmektedir. Bunlar; kimliğin yüzü kabul etme ve yüzün kimliği kabul etme süreçleridir. Kişisel kimlik açısından canlı beden kimliğin merkezi bir parçasını teşkil eder. Be den zihnin bir nesnesi olmaktan çok özün bir parçasıdır. Bundan dolayı aslında her bir organ kişiliğimizin bir tarafını ele vermektedir. Organ 
nakledilen kişiler yalnızca psikolojik bir tecrübe yaşamazlar, aynı zamanda 
başka birinin özünden canlı beden parçası taşıdıkları tecrübesini de yaşarlar. Antropolog Lock Margaret’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, “organlar karşıdakine biyolojik beden parçalarından çok “kişilik parçacıkları” taşırlar. Organ nakli yapılan çoğu hastalar, organını taşıdıkları donörün cinsiyeti, etnik kimliği, deri rengi, kişisel ve sosyal statüsüyle ilgili olarak endişe yaşamaktadırlar” (Kara, 2013: 100-102). Kara’ya göre, “Modern Ölünün Kalbi Atmaya Devam Ediyor” etmektedir. Organ nakilleri tıbbî otoritelerin onayıyla, beyin ölümü gerçekleşmiş 
donörün canlı organlarının alınmasıyla gerçekleşmektedir. 

Araştırmacı burada üç noktaya dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi; 
beyin ölümü gerçekleşmiş birinin tıbben ölü olarak kabul edilip yüzünün 
alınması, ikincisi; ömür boyu ilaç kullanmak ve bunun getirdiği sağlık 
sorunları ve üçüncüsü de etik tartışmalardır. Kara, bu çalışmasında çok 
önemli bir şeyi tartışmaya açmaktadır ki, bu onun çalışmasının en özgün 
yönünü oluşturmaktadır. Ona göre; “Tıbbın, biyolojik beden üzerindeki 
otoritesiyle birlikte bir canlının ölü ya da diri olduğuna artık doktorlar karar vermektedirler. Ölümün tıbbileştirilmesi olarak da adlandırabileceğimiz 
bu yaklaşım beyin ölümü tanısıyla gerçekleşen ve organ naklini mümkün kılan bir tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern dönemle birlikte ölme tanısının da değiştiğini söyleyebiliriz. Geleneksel dönemlerde bir insanın kalbinin durması onun öldüğünü gösterirken, bugün artık kalbin durması bir insanın ölmüş olduğu anlamına gelmemektedir. 

Ölçü, kalp atışları değil, beyin fonksiyonlarıdır. Eğer bir insanda bütün 
beyinsel fonksiyonlar durmuşsa, o bir ceset değil ama ölüdür. Modern 
dönemin ölüsünün kalbi çarpmaya devam etmektedir (2013: 105-106 ). 
Modern dönemde doktorlar, ölümün ve hastalığın kontrolünü din 
adamlarından ve diğer insanlardan alarak bu alanda tek otorite olduklarından, 
tamamen tıbbi bir bakış açısıyla hareket etmektedirler. Yüz nakli operasyonları, tıp tarihi açısından eşsiz bir başarı olarak kabul edilse de bunun arkasında seküler bir bakış açısının olduğu görülmektedir. Mesela; Dr. Serdar Nazif Nasır’a göre, “işin dinsel ya da felsefi yönünü düşünsem bu ameliyatı yapmam zorlaşırdı. Ben cerrah olarak bunları düşünmemeye çalışıyorum ve işimi yapıyorum.” (2013: 111). 

Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği fetva da doktorların bu tutumunu 
desteklemektedir. 
Fetvaya göre; “Yüz nakli tedavi amaçlı estetik cerrahi bir işlemdir; organ nakli gibi değerlendirilebilir. Ancak donörün velisinin izni şart. Bağışlanan yüz için de ücret talep edilmemeli. Yüz nakli uygulaması, esas itibariyle tedavi amaçlı bir estetik cerrahi işlemdir. 

Ancak yüz, müstakil bir organ olmamakla birlikte başın bir cüzü olması dolayısıyla organ hükmüne tabi kılınabilir. Bu sebeple, organ nakli hükümlerinin yüz için de geçerli olması gerekir (Habertürk Akt. Kara, 2013: 112). 

Estetik cerrahi uzmanı, Doç. Dr. Naci Karaoğlan; “mevcut defekt aslında günümüzde kullanılan plastik cerrahi yöntemlerle onarılacak boyutta iken böyle komplike ve risklerle dolu bir yolun seçilmiş olmasını tartışmaya açmaktadır. Bu naklin etik olarak suçlanan diğer tarafı, naklin kişinin hayatının kurtarılmasına yönelik değil, kişinin görüntüsünün düzeltilmesine yönelik olmasıdır” (Kara, 2013: 110). 

“Modern zamanlarda zaten herhangi bir dini kurumun tıbbın otoritesine karşı bir görüş bildirmesi “bilimsel olarak” kabul görmeyeceğinden, bu bilim dalının gerçekleştirdiği doku transferlerinin bir kimlik transferini de doğurabileceği pek akla gelmemektedir. İnsan sağlığı ön plan çıkartılarak bedenin organizma olarak yaşaması tercih edilir. Bedenin bilinç sahibi olduğuna dair kanaat ruh-beden ayrımı kabulünden hareketle gözlerden uzak tutul”maktadır (Kara, 2013: 112). Nakil yapılan kişiler üzerinde yürütülen araştırmalara göre transfer edilen organın türüne göre bireyin kimliği de değişmektedir. Mesela, The Sun    Gazetesi’nin haberine göre; 

Hastalar nakil sonrasında, “Artık daha hassasım”, “Yemek yapmayı öğrendim”, 
“Başkasının bir parçasını bedenimde taşımış olmaktan dolayı kendimi gururlu 
hissediyorum” gibi düşüncelere sahip olduklarını anlattı. Karaciğer nakli yapılan 
Simon Cooper (29), operasyon sonrasında küfür etmeye başladığını söyledi. 
Kalp nakli yapılan Shaun Bird (52) ise operasyon sonrasında yemek yapmaya 
karşı bir ilgisinin olduğunu belirtti. ABD’li Sonny Graham nakil sonrasında en 
ilginç değişimi yaşayanlardan. İntihar eden birinin kalbinin nakledildiği Graham 
da intihar etti. Böbrek nakli yapılan Henry Kimbell (26) da operasyon sonrasında sevmemesine rağmen bira içmeye başladığını söyledi (Akt. Kara, 2013: 104-105).

Modern toplumda dinin, diğer pek çok alanda olduğu gibi beden 
alanından da tıp lehine çekilmesi ya da dışlanması söylem gücünü zayıflatmaktadır. 

Söylem gücü zayıflayan/zayıflatılan bir din güçlü bir meşruiyet algısı oluşturamamaktadır. 

Böyle bir ortamda meşruiyet krizinin tetiklemiş olduğu toplumsal baskıdan kurtulmak isteyen birey, toplumun zorlamasıyla dismorfik beden biçimini değiştirmeye yönelmektedir ki bu onu, ömür boyu ilaç kullanmak gibi kısır bir döngünün içine çekmektedir. 

Dinsel söylemin beden üzerinden ziyade toplum üzerinden bir okuma yapması “varoluşsal” açıdan daha kabul edilebilir çözümleri beraberinde getirebilir. 

Yrd. Doç. Dr. Musa Öztürk 
Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 
mmusaozturkk@gmail.com 


***

Muhammed Abduhun Moderniteye Katkısı BÖLÜM 2

Muhammed Abduhun Moderniteye Katkısı  BÖLÜM 2 


Abduh’un Moderniteye Katkıları 

Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh tarafından başlatılan reform hareketi 
eğitim sistemini özgürleştirip yeniden şekillendirmeye ve dinî ideallerin ve düşüncelerin yeniden canlanmasına önemli katkılarda bulundu. Onun çalışmaları ve mücadelesi, Mısır’ın yasal, sosyal ve siyasal yapısında daha önce örneği görülmemiş değişimlere sebep oldu ve modern İslam arzusuna canlılık kazandırdı. Abduh’un öngördüğü modern dünya görüşü, rasyonel ruhun gücünü düzenlemede, modern ve liberal fikirlerin canlandırılmasında; ayrıca modern Mısır’da sosyal, kültürel, siyasal, dinî ve eğitimle ilgili alanlarda dinamik değişimlerin meydana gelmesinde önemli bir etkendi.

Eğitim Reformu 

Abduh’un reform tutkusu Tanta kentindeki Ahmed Bedevi Camii’nde ve Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’nde gelişmeye başladı. Eğitimdeki muhafazakar sistem ile karşılaşması reform işine girişmesine ve öğrencilerin eleştirel analize tabi tutmadan ve anlamadan “parçaları ve yorumlarını ve daha sonra yorumların şerhlerini ve nihayet şerhlerin şerhlerini okumak zorunda oldukları” (Amin, Uthman 1953, 3) demode müfredatı dönüştürme işini üstlenmesine sebep oldu. 

Sınıf ortamı, ders müfredatı ve öğrenme yöntemini sistemleştirmek ve uygun 
etik ve ahlak disiplinleri, bilim, felsefe, tarih ve diğer klasik edebi geleneği kapsayan bir eğitim sistemi oluşturmak için Batının bilimsel eğitim sistemiyle yarışmaya ve onunla birlikte gelişmeye imkan sağlayacak çığır açıcı girişimlerde bulundu. Abduh’un El-Ezher kurumunda değişim işini üstlenmesinde ve bu hummalı faaliyetindeki stratejik odak noktasını Yvonne Haddad, Abduh’un reform programı üzerine yakınlarda yayınladığı bir makalesinde açık bir şekilde belirtir: “Onun, bizzat yaşadığı, kavramak için hiç bir imkanın sağlanmadığı eserleri, şerhleri ve yasaları ezberleme, papağan gibi tekrarlayarak öğrenme 
tecrübesi, daha sonra Mısır eğitim sisteminde baştan aşağı bir reform 
yapmaya kendini adamasında etkili olmuştur” (Haddad, 31). Şeyh Muhammed 
Mustafa El-Marağî bu motivasyondan yoksun öğrenme eyleminin durumunu şöyle tanımlar: “[Muhammed Abduh] feri sönük bir çağda yetişti, o ve onun gibileri Kur’an ve kanonik yazı kaynaklarından mahrum ve Arapların dilinde, kendi kökenlerinden yoksun bir şekilde, ruhsuz ve sıkıcı kuralları çalışıp durdular...” (Haddad, 31). Abduh, Avrupa’daki bir hemşerisine yazdığı mektubunda, Mısır hükümetinin başlattığı İngilizler tarafından tatbik edilen eğitim politikasını eleştirdi. O, bütün müfredat yapısını, ders ücretlerini, konuları, öğretme ortamını ve öğelerini ve okul ve öğretmenlerin temel ihtiyaçlarının geliştirilmesini içeren başlıca bir reform girişiminde bulunmaya 
çalıştı. El-Ezher Üniversitesi’nin standardını ve seviyesini yükseltmenin 
gerekliliğine ve liberal ve güçlü bir Mısır ulusu inşasında İngilizlerin 
rolüne vurgu yapıyordu: “Mısır hükümeti on iki milyonluk bir bütçenin sadece iki yüz bin lirasını eğitime harcıyor. Okul ücretlerini de, eğitimi sadece zengin ailelerin ulaşabileceği bir lüks haline getirecek şekilde yükseltmeye devam ediyor... Mısır’da yüksek eğitim veren sadece üç kurum var; hukuk, tıp ve mühendislik okulları. İnsanlığın diğer bilgi alanları Mısırlılardan esirgeniyor, sadece orta öğretim kurumlarında biraz, o da yapay bir şekilde, eğitime dahil edilmiştir. Mısır hükümetinin planı ilk olarak, okuma ve yazmanın öğretildiği ilkokullara yardım etmek, sonra, eğitimin ülkede yayılmasını mümkün olduğunca engellemek ve nihayet orta ve yüksek öğrenimi dar bir çevreyle 
sınırlamak gibi görünüyor. İngilizlerin bundan ne kazanacağını anlayamıyorum. 
Aksine, güçlü ve özgür bir Mısır devleti İnglizlerin yararına olacaktır. Biz ne kadar refaha ulaşırsak, onların yararlandığı kaynak da daha zengin olur” (Khoury, NabilAbdo 1976, Muhammad Imara 1972, 170-172). 

Cinsiyet Eşitliği 

Abduh feminist hareketin güçlü bir savunucusuydu. Onun “kadınların 
eğitimi ve onların yararına reform” (Charles Adams, 232) mücadelesi 
Zeynel Arifin Abbas, (Azyumardi Azra 2002, 184-5) Kasım Emin (1863-1908), Zeynel Abidin Ahmed (1895-1973), Seyyid Şeyh Ahmed al- Hadi (1867-1934), Şeyh Muhammed Tahir Celaleddin (1869-1956) gibi birçok önemli Müslüman idealist ve reformcu üzerinde ciddi bir etki yarattı. Abduh’un temel çabası “Müslüman toplumda kadının statüsü hakkındaki yanlış algılamaları” (Zanariah Noor, 2007) düzeltmek, Mısır aile hayatını düzenleyen kanunda reform yapmak, kadını özgürlüğüne kavuşturmak ve kadın hak ve statüsünü yükseltmekti (Charles Adams, 232). O, “erkek ve kadının hem hak ve ödevlerde, hem de akıl, duygu ve benlik bilincinde eşit olduğunu” söylüyordu (Haddad Yvonne, 
56). Fetâvâ el-Menar’da Abduh tarafından çıkarılan birçok etkili fetva 
(Charles Adams, 205), bu düşüncesini onaylar ve destekler niteliktedir. 

O “kadın hakları ve aile reformunu güçlü bir şekilde savundu” (Haddad 
Yvonne, 30), kadının statüsü ve konumu ile ilgili konuları destekledi, 
çokeşlilik meselelerinde fikirlerinden asla vaz geçmedi ve kadının siyaset 
ve toplumsal alanda konumunu ve statüsünü iyileştirmek için hukuki kararlar çıkarılmasını teklif etti (Zanariah Noor 2007). 

Abduh, İslamî feminizmin yapısının Batı usulü feminizmden farklı olduğu hususuna da sürekli vurgu yaptı. Kuran’ın ruhuna ve Rasulullah’ın Sünneti’ne uygun olarak ideal bir şekilde yapılandırdığı özgün feminizmin çerçevesi ‘İslamî bir modele’ dayanıyordu. Dr. Ahmed Faruk Musa, Abduh’un feministlerin haklarını iyileştirme çabasını ‘İslamcının gözünden feminizm’ başlıklı makalesinde özenle ortaya koyar: “Feminizm olarak bilinen mücadele Müslüman dünyada 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında başladı. Bu hareket, son derece zeki bir adamın çalışmaları sayesinde Müslüman kıtalarda yayıldı 
ve ülkemizin kıyılarına kadar ulaştı. Bu müstesna şahıs Muhammed Abduh’tur” (Farouk Musa, 2011). 

Abduh, hukuk sahasında Müslüman kadının haklarını da etkileyen, 
kapsamlı bir reformu savunuyordu. Kadın ve erkeğin eşit haklarını 
ve onurunu sürekli olarak savundu ve çokeşliliğe “ancak ve ancak eşit 
adâlet ve tarafsızlık garanti edildiğinde müsaade edilebileceğini” öne 
sürdü. Bunu başarmanın imkânsızlığı göz önünde bulundurulduğunda, 
Kur’anî idealin tek eşlilik olması gerektiği sonucuna vardı. Bu, Kuran’ın 
en yüksek ve nihai hedefi olan eşitlik ve adâleti koruma ilkesiyle ve 
et-Tefsîru’l-Menâr’da usta bir şekilde dile getirdiği gibi, Kuran’ın ahlâkî 
temeliyle de uyumluydu: “Allah, adâletsizlikten uzak tutmak için kurallar ve (evlilikle ilgili) imkânlar sunmuştur. Bu, adâletin bir şart olarak koşulduğu gerçeğini ve yükümlülüğün gereklerini yerine getirmek için çaba gösterilmesi gerektiğini doğrular. Çokeşlilik bu tür zorunluluklardan biridir, sadece güvenilir bir şekilde adil davranması ve adâletsizlikten, zulümden tamamen arınmış olması durumunda ancak bir erkeğe bu hak verilmiştir. Bu kısıtlamalar göz önüne alındığında, modern çağda çokeşlilikten ne tür problemlerin ortaya çıktığını dikkate alırsak, bir insanın çokeşliliği idare edebilecek bir şekilde eğitilmesinin bile imkânsızlığı âşikârdır. Bir erkeğin iki eşe sahip olduğu bir ailede ne bir fayda vardır, ne de orada bir düzen hüküm sürebilir” (Farouk, 2011). 

Sosyal ve Siyasal Reformlar 

Hareketinin esas amacı Mısır’daki sosyal hayatın bütününde sosyal reform yapmaktı. Tüm topluma yayılan gerçek bir içsel reformun İnglizleri dışarı atmanın teminatı olacağını umuyordu. Değişim, Mısır’da ciddi gelişmelere sebep oldu ve birçok muhtemel reformun meydana gelebilmesi için daha birçok yeni alanlar açtı. Charles C. Adams’ın ifade ettiği gibi, toplumun bütün örgülerini, dokularını başarılı bir şekilde etkilemişti: “Muhammed Abduh’un çağrısı birçok çevreden cevap buldu ve ülkenin hayatını birçok yönde etkiledi” (Adams, Charles, 206). Mısır’da milli bir bilinç oluşturarak ve uygun sosyal kurumları kurarak, Müslüman toplumun yeniden canlanmasına ve reformuna ciddi bir 
katkıda bulundu (Khoury, 154) ve sosyal grup ve partilerin sağlam bir 
şekilde gelişmesini teşvik etti. Hareketin, dinî uygulamaların yayılmasında 
ve devam ettirilmesinde, sosyal problemlerin yok edilmesinde, kadın haklarının savunulmasında, modern edebiyatın ve klasik Arap dilinin canlanmasında, El-Ezher’de reformun arttırılmasında, dinî ve kültürel bilincin gelişmesinde, okul ve refah gruplarının kurulmasında, toplulukların ve çeşitli dergilerin kurulmasında ve bilgiye ve fikirlere gereken önemin verilmesinde muazzam bir etkisi oldu. 
Milli ve siyasal reformda, Abduh, Milliyetçi Partinin siyasal idealizmi  desteklemesine ciddi katkılarda bulunarak, reform için kayda değer bir gündem oluşturdu ve bu programını açık seçik bir şekilde Wilfred Blunt’a yazdı. Önerileri arasında şu maddeler vardı, 

(1) Milliyetçi Parti, Babıali ile olan ilişkilerini sürdürmek ister ve Sultan’a (Halife’ye) finansal ve insan kaynakları açısından yardım etmeyi kabul eder. Ancak, Mısır’ın bağımsız yönetiminin elinden alınarak, Osmanlı devletine 
dahil edilmesine yönelik her türlü girişime karşı çıkacaktır. 

(2) Parti, âdil olduğu ve Şerîat’e uygun olduğu sürece Halife’nin otoritesini kabul 
eder. Ayrıca, Halife’ye, Mısırlılara verdiği özgürlük sözünü yerine getirmesini hatırlatır. 

(3) Parti, Mısır’ın finansal işlerini düzenlemede Fransızların ve İngilizlerin yardımını kabul eder ve bu düzenlemede Avrupalıların gözetiminin başarıyı garantileyeceğine güvenmektedir. Ancak, Avrupa kontrolünün geçici olduğunu, sadece Mısır’ın borçları ödeninceye kadar süreceğini düşünmektedir. 

(4) Mısırlılar, artık haklarının farkına varmışlardır ve özgürlüklerini elde etmek için ısrarcı olacaklardır. Parti, Halk Meclisini güçlendirmeye, basın özgürlüğüne ve eğitimin yayılmasına çağrıda bulunmaktadır. 
(5) Milliyetçi Parti, dinî değil, siyasal bir kurumdur. Kanun önünde bütün herkes eşit görüldüğü için, dinleri gözetilmeksizin bütün Mısırlıları kucaklar. Ayrıca, Mısırlılar, kanunlarımıza uydukları ve vergilerini ödedikleri sürece Mısırda 
yaşayan Avrupalılara da muhalif değildir.
 (6) Parti, ülkeyi hem ekonomik hem de manevi açıdan reform yapmaya kararlıdır ve bu ancak ve ancak kanunun muhafazasıyla, bilimin yayılması ve siyasal özgürlük ile gerçekleştirilebilir (Khoury, Nabil Abdo, 159). 

Bunlar, açık bir şekilde, onun pragmatizmini ve ordu, askeri konuşlanma, Mısır’ın dış ilişkileri ve ülkenin siyasal yönelimi gibi, uluslararası ve sosyal anlamda 
ciddi bir güce sahip bu tür çeşitli siyasal alan ve kurumlarda, reform  mücadelesindeki güçlü etkisini göstermektedir. 

Şer’i Mahkemelerde ve El-Ezher’de Reform Hareketleri ve Tecdid Gündemi 

Abduh, Mısır Baş Müftüsü olarak, kendi imkânları ölçüsünde, İslam 
hukukunu gözden geçirerek ve çoğunlukla İbn-i Kayyım El-Cevziyye’nin 
eserlerinden yararlandığı, Kur’an ve Sünnet’teki temel öğretilere dayanan 
fetva ve kararlar çıkararak yargısal reformu başlattı: “Muhammed 
Abduh ve Reşid Rıza, ‘fetvalarının’ veya hukuki fikirlerinin metodunu 
İbn-i Kayyım’ın İ’lâmü’l-Muvakkiîn eserinden almışlardır, çünkü İbn-i 
Kayyım, otoritesini Kur’an’ın ayetlerine ve Rasûlullah’ın Sünneti’ne 
dayandırır” (Charles Adams, 204). Abduh, ayrıca, hukukî kararlarının 
temelinde, taklidi reddederek, maslahat-ı mürsele ve telfik prensiplerini 
benimsemeye çalıştı ve ictihadı destekledi. İslam’ın bütün büyük 
fıkıh mezheplerinin hukukî kaidelerini kucaklayan ve çeşitli fikirlerin 
dinamizmini, evrenselliğin ve kuşatıcılığın özgün ruhunu yansıtacak 
yasal fetvalar çıkarmak için durmaksızın çalıştı. 

Abduh’un reform ilkeleri, “yüksek öğrenim veren devlet okullarındaki 
hocalar ve çeşitli kamu kurumu başkanları gibi hukuk alanında yüksek makamlarda bulunan” (Rıza, 137) genç ‘Efendilere’ ve nüfusun Avrupalılaşmış kesimine kıyasla, toplumun Şeyh veya Ezher kesimine o kadar çekici gelmedi. Yine de, biraz batılı eğitimi görmüş Ezher akademisyenlerinin çoğu onun fikirlerini açık bir şekilde desteklediler. Ezher’in reformu için gösterdiği “cömert çabayı ve bizzat kendisinin Ezher dersliklerinde verdiği dersleri” (Charles Adams, 207) göz önünde tutarsak, Abduh’un El-Ezher reformuna yaptığı âbidevî katkının gayet etkili olduğu görülür. 

El-Ezher’i gelenekçi ulemanın ve fakültelerdeki muhafazakâr elementlerin 
etkisinden özgürleştirmek adına önemli çabalar sarf edildi ve dinî müfredatın yönetimi, hukukî fetvalar, yayınlar, temel metodoloji ve eğitim alanlarında önemli reform girişimleriyle benzeri görülmemiş bir canlanma büyük ölçüde gerçekleştirildi. Abduh, ayrıca, Hristiyanların misyonerlik hareketleriyle mücadele etmek için, Şeyh Muhammed Reşid Rıza’nın yöneticiliğini üstlendiği İslamî Propaganda Topluluğu’nu (Dava) kurdu. 

Şeyh Muhammed Abduh’un modern İslam düşüncesine yaptığı büyük katkı gayet etkili bir gazete olan El-Urvetü’l-Vüska gazetesinde savunduğu misyonuyla özetlenebilir. Bu gazeteyi reformu başlatmak ve dinî geleneği canlandırmak için devrimsel girişiminin temel merkezi olarak kullandı. Açık seçik bir vizyonu vardı; 

(1) Geçmişin gerilemeye sebep olan problemlerini çözmek için yöntemler belirlemek, 
(2) Müslümanlara zafer ümidi aşılamak ve umutsuzluğu yok etmek, 
(3) Babaların ve ataların prensiplerine bağlı kalmada sabra davet etmek, 
(4) İslam’ın ilkelerine bağlı kaldıkları sürece Müslümanların gelişemeyecekleri 
suçlamasına karşı mücadele etmek, 
(5) Önemli siyasal olaylarla ilgili bilgi sağlamak ve 
(6) milletler arası ilişkileri geliştirmek ve kamu refahını yükseltmek. 

Böylesine önemli bir reform ve modernizmi savunma girişimi toplum üzerinde ciddi bir etki yarattı ve Abduh’un çalışmaları “hem öğrencileri, hem de Batı ile yaptığı anlaşmaların çok ileri gittiğini düşünenler üzerinde etkisini sürdürmektedir” (Haddad, Yvonne, 30-32). Abduh, Mısır’da İslam modernizminin kurucusudur ve modern Arap dünyasının dinî ve milli çıkarlarını savunarak gösterdiği çaba, İslam dünyasının bütününde büyük çapta yankı uyandırmıştır. İslam gelenek ve öğretisinin önemli bir yorumcusu ve modernist İslam’ın 
büyük bir taraftarı olan Abduh, 19. ve 20. yüzyıllarda esaslı bir entellektüel 
hareket oluşturmuştur. Onun çalışmaları, İslam içtihat ekollerinin görüşlerini ve uzlaştırmaya çalıştığı çeşitli farklı grupların dinî görüş ve fikirlerinin zenginleşmesine katkıda bulunmuştur. Manevi ve dinî bilinci canlandırıp tesis etmeye özel bir çaba göstererek, Kur’an ve sünneti takip etmeyi savunmuştur (Zaki Badawi, 4). Dinî özerkliği savunma, Avrupa sömürgeciliğine karşı direnme, hüküm süren bidat uygulamalarına karşı koyma, muhafazakâr ve demode taklidi ortadan kaldırma, aklın özgürlüğünü savunma ve üstünlüğünü desteklemede 
onun hareketinin tesiri kayda değerdir ve onun düşünce ekolünün rasyonalist 
ve modernist eğilimlerini yansıtır.

Hareketinin temel amacı dinî bilincin yeniden canlandırılmasıydı. 

Bu canlanmaya yön verecek olan güdü İslam’ın özgün ruhu ve selefin uyguladığı düzenli ve ahenkli gelenekti. 

İslam’ın modern zamanın şartlarını sağlayamayacağı ve gereklerini karşılayamayacağı varsayımına karşı bir meydan okuma ve “zamanın en ileri bilimsel fikirleri ile bağdaştığını” (Adams, Charles, 240) ve uyumluluğunu ispat etme çabasıydı. 

Ona göre İslam’ın ve Müslüman toplumun yenilenmesi, sadece batılı seküler modernleşme temel alınarak değil, İslam hukukunda ve toplumsal alanda meydana gelecek bir değişimle gerçekleştirilebilirdi. Onun seçkin reform gündemi, sadece ihtişamlı geçmişi idealleştirmek değil, İslamî idealleri batılı modern ve seküler hayatın siyasal, sosyal ve bilimsel meydan okumalarına cevap verebilecek bir şekilde yeniden yorumlamak ve düzenlemekti. Asıl çabası akıl ile vahyi uzlaştırmaktı ve öğrencileri Seyyid Şeyh El-Hadi, ‘İslam Ahkâmı ve Akıl’, Muhammed Esed ise ‘Kuran’ın Mesajı’ adlı eserlerinde bunu açık bir şekilde ortaya koydular. 

Sonuç 

Abduh’un moderniteye katkıları rasyonalizmin geleneksel dinî ilkelerini yeniden düzenlemede güçlü bir etki oluşturdu. Şüphesiz o, önemli reform girişimlerinde bulundu ve modern İslam hareketlerinin başlatılmasında ve Müslüman dünyada, bilimsel rönesansın planlanmasında önemli katkılarda bulundu. Çalışmalarının asli boyutu İslamî ve batılı idealleri sentezleme çabasında, yargı reformunda, aklî ve dinî özgürlüğü savunmasında ve kadını güçlendirmesinde görülebilir. Mücadelesi, Müslüman dünyanın sosyal, siyasal ve ekonomik sistemlerinde, 
daha önce benzeri görülmemiş boyutlarda reformlara ve El-Ezher’de uygulanan eğitimsel modellerde başarılı yeniliklere sebep oldu. Onun düşünce ekolü gelenek ve fikirlerin yeniden canlanmasında başarılı bir etki yarattı ve hala, özellikle Afrika ve Güney Doğu Asya olmak üzere, Müslüman dünyada değişimi etkilemeye devam etmektedir. Onun başlattığı modern reform hareketi eğitim sisteminin reformunda, ictihad kapısının yeniden açılmasında, entellektüel becerilerin ihyasında ve modern İslamî dünya görüşünü canlandırmada önemli katkılarda bulundu.


Kaynakça 

Abduh, Muhammad. 1966. The Theology of Unity. Translated by Ishaq Musa‘ad 
and Kenneth Cragg. London: n.p. 
Adams, Charles. C. 1929. Mohammed ‘Abduh: the Reformer, Moslem World, 
xix, Jan, 266. 
Adams, C. C. 2010. Islam and Modernism in Egypt: A Study of the Modern Reform 
Movement Inaugurated by Muhammad ‘Abduh. Kuala Lumpur: Islamic 
Book Trust. 
Al-Attas, Sharifah Shifa (ed.).1994. Islam and the Challenge of Modernity. Kuala 
Lumpur: 
International Institute of Islamic Thought and Civilization. 
Amin, ‘Uthman. 1953. Muhammad ‘Abduh. Translated by Charles Wendell. 
Washington, D.C.: n.p. 
Ana Belen Soage. 2008. “Rashid Rida’s Legacy” The Muslim World. vol. 28. 
Aswita Taizir. 1994. Muhammad Abduh and the Reformation of Islamic Law 
(M.A. Thesis, The Institute of Islamic Studies, Mcgill University. 
Azyumardi Azra. 2002. Jaringan Global dan Lokal Islam Nusantara. Bandung: 
Mizan. 
Barker, Chris. 2005. Cultural Studies: Theory and Practice. London: Sage. 
Berman, Marshall. 1988. All That Is Solid Melts Into Air: The Experience of 
Modernity. Second ed. London: Penguin. 
Berry, Donald Lee. 1990. The Thought of Fazlur Rahman as an Islamic Response 
to Modernity (Ph.D Tesis, Faculty of the Southern Baptist Theological 
Seminary). 
Delanty, Gerard. 2007. “Modernity.” Blackwell Encyclopedia of Sociology, edited 
by George 
Ritzer. 11 vols. Malden, Mass.: Blackwell Publishing 
Esposito, John L. 1984. Islam and Politics. New York: Syracuse University 
Press. 
_____________ (ed.). 1995. The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic 
World. Vol. 3. 
New York, Oxford: Oxford University Press. 
Fazlur Rahman. 1969. Islam. Chicago: University of Chicago Press. 
Gibb, H.A.R. 1928. Bulletin of the School of Oriental Studies, London, vol. iv, 
758. 
Heidegger, Martin. 1938. “Die Zeit des Weltbildes” [The Age of the World Picture], 
in Martin Heidegger, The Question Concerning Technology, and Other 
Essays, translated by William Lovitt. New York: Harper & Row. 
Hisham Sharabi. 1970. Arab Intellectuals and the West: The Formative Years, 
1875-1914. Baltimore, MD: John Hopkins University Press.

A.N. AMIR & A. O. SHURIYE & A. F. ISMAIL 
240 
Imarah, Muhammad. 1972. Al-A‘mal al-Kamilah [Complete Works of Muhammad 
Abduh]. Vol. 3. Beirut: n.p. 
John F. Wilson. 1987. “Modernity”, Encyclopedia of Religion. Vol. 9. Edited by 
Mircea Eliade. New York: Macmillan Publishing. 
____________.1987. “Modernity and Religion: A Problem of Perspective”, in 
Modernity andReligion. Edited by William Nicholls. Waterloo, Ontario: Wilfrid 
Laurier University Press. 
Khoury, Nabil Abdo. 1976. “Islam and Modernization in the Middle East: Muhammad 
‘Abduh, An Ideology of Development” (Ph.D. Thesis, State University 
of New York, Albany). 
Sedgwick, Mark. 2010. Muhammad Abduh. Oxford: Oneworld. 
Mahmudul Haq. 1970. Muhammad ‘Abduh: A Study of A Modern Thinker of 
Egypt. Calcutta: Aligarh Muslim University Press. 
M.G. Reardon, 1987. “Christian Modernism”, Encyclopedia of Religion. Vol. 
9. Edited by 
Mircea Eliade. New York: Macmillan Publishing. 
Peter Berger, Brigitte Berger and Hansfried Kellner. 1974. The Homeless Mind: 
Modernization and Consciousness. New York: Vintage Books. 
R. Hrair Dekmejian. 1985. Islam in Revolution. New York: Syracuse University 
Press. 
Rashid Rida. 1367. Ta’rikh al-Ustadh al-Imam ash-Shaykh Muhammad ‘Abduh. 
Cairo: n.p. 
Richard Bendix. 1968. “Modern Society” in American Sociology: Perspectives, 
Problems, 
Methods. Edited by Talcott Parsons. N.p.: Basic Books Inc. 
Robert Neely Bellah. 1970. Beyond Belief: Essays on Religion in a Post- 
Traditional World. New York: Harper & Row Publishers. 
Toulmin, Stephen Edelston. 1990. Cosmopolis: The Hidden Agenda of Modernity. 
New York: Free Press. 
Youssef, Michael. 1985. Revolt Against Modernity: Muslim Zealots and the 
West. Leiden, The Netherlands: E.J. Brills 
Zaki Badawi. 1978. The Reformers of Egypt: A Critique of al-Afghani, ‘Abduh 
and Ridha. N.p.: The Open Press. 
Zanariah Noor. 2007. “Gender Justice and Islamic Family Law”, Kajian Malaysia, 
40:4, 512- 517. 
http://en.harakahdaily.net/index.php/columnist/ahmad-farouk-musa/388- 
feminism-through-thelens- of-İslamîsts.html 

***

Muhammed Abduhun Moderniteye Katkısı BÖLÜM 1

Muhammed Abduhun Moderniteye Katkısı  BÖLÜM 1 


A.N. AMIR & A. O. SHURIYE & A.F. ISMAİL 
Çev. Osman ŞAHİN2 


Özet: Bu çalışma Şeyh Muhammed Abduh’un moderniteye katkılarını ve El- 
Ezher ve Mısır toplumunda yaptığı değişim ve reform çabalarını incelemektedir. 
Çağdaş düşünce ışığında İslam’ın yeniden yorumlanmasında ve dönüşümünde 
dinamik bir rol alan ve İslamî reform tarihinde çok önemli bir etkiye sahip olan Abduh “Mısır’da modern düşüncenin ilk lideri”, “20. yüzyıl İslam düşüncesinin babası” ve “Arap dünyasında modernist hareketin bir öncüsü” olarak övüldü. İslam modernizmine katkısı eğitim sistemini liberalleştirmesinde, müftülük kurumunu yeniden yapılandırmasında, İslamî dünya görüşünü dönüştürmesinde, İslamî feminizmi savunmasında ve gelenek ve İslamî idealleri batı ile bütünleştirmesinde açık bir şekilde görülür. 

Giriş 

Muhammed Abduh’un modern İslamî harekete katkısı açıktır ve 20. yüzyıl İslamî reformun oluşumundaki rolü olağanüstüdür. Çünkü “o, Mısır’da başka herhangi bir insandan çok daha fazla kendisinin önem kazandırdığı din ve akademinin yeni bir terkibini başlatmış ve İslamî bir çerçeve içerisinde, açık ilerleme fikirlerinden esinlenen bir edebiyat yaratmıştır” (H.A.R. Gibb, 1928). Bu çalışma Abduh’un moderniteye katkılarını ve İslam toplumundaki dinamik etkilerini tartışmaktadır. 
Biz, alandaki birkaç akademik otoritenin çalışmalarına ayrıntılı göndermeler 
yaparak, “Modernite” ve “Modernist İslam” terimlerinin anlamı ve tanımı ile ilgili kısa bir tartışma ile başlayacağız. 

Modernitenin Doğası 

Modernite veya modern çağ, çoğunlukla, feodalizmden kapitalizme doğru geçiş, endüstrileşme, sekülerleşme, rasyonelleşme, ulus-devlet, onu oluşturan kurumlar ve gözetleme mekanizmaları ile belirlenen (Barker 2004, 444), gelenek sonrası (post-traditional), veya ortaçağ sonrası dönem (Heidegger 1938, 66-67) olarak tanımlanır. Kavramsal anlamda modernite, modern çağ ve modernizm ile ilişkilidir, ancak, bağımsız bir fikir oluşturur. Aydınlanma, batı felsefesinde belirli bir hareketi ifade ederken, modernite, daha çok, sadece kapitalizmin yükselişiyle ilişkili sosyal ilişkileri ifade eder. 
Modernite ayrıca belirli bazı entellektüel kültürleri, özellikle de Marksizm, varoluşçuluk ve bazı sosyal bilimlerin kuruluşu gibi sekülerleşme ve endüstrileşme sonrası yaşam ile ilişkili hareketi ifade eder. Modernite bağlamsal olarak 1436- 1789 ve 1970’ler ve daha sonraki döneme kadar uzanan entellektüel hareketle ilişkilendirilir (Toulmin 1992, 3-5). 

Modernite, geçmişten vazgeçmeyi, yeni bir başlangıcı ve tarihsel kökenin yeniden yorumlanmasını tercih etmeyi ifade eder. Dinden, özellikle de Hristiyanlığın hegemonyasından kurtuluş ve onu takip eden sekülerleşme çağrısı, modernitenin merkezini oluşturur. Modernite fikri politika, sosyoloji, kültür, felsefe, bilim ve sanatta dallanıp budaklanır. 

Modernite kavramı ile modernizm, modern ve modernleşme kavramları 
arasındaki farklılık 19. yüzyılda (Delanty 2007), modernite kavramının 
modern çağdaki özgün anlamını ve doğasını tanımlama girişimiyle beraber ortaya çıkmaya başlar. 

John F. Wilson “modern” terimini “bağıntılı bir terim” olarak tanımlar: 
“Eski olanın karşısında yeni olanı, geleneksel olanın, miras alınanın 
karşısında yenilikçi olanı belirtir” (Wilson 1987, 18). Bu yüzden modern terimine tarihsel açıdan göreceli bir kavram olarak bakmak gerekir (Örneğin 1900’lerde modern mimari veya heykeltıraşçılık olarak düşünülen bir eser 1990’lardaki modern sanat ifadesinden çok daha farklıdır) (Berry, 1990, 7). Richard Bendix ‘modern toplumu’, “şimdinin veya yakın geçmişin daha önceki bir dönemdekiler ile çelişen sosyal koşulları olarak tanımlar” (Richard Bendix 1968, 275). Modern, bir bakıma, modernleşmeden farklı olarak, yenilikçi günümüz çağıdır. Modernleşme ise “yeni olanın desteklenerek toplumun siyasi ve ekonomik boyutlarının programlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasıdır” (John Wilson, 
10); yani, modernleşme süreci, yeni keşif ve yenilikler ışığında belirli 
bir kültürün siyasi ve ekonomik kurumlarının geleneksel karakterlerini 
yeniden şekillendirir veya yapılandırırır. Wilson modernleşmeyi daha çok politik ve ekonomik bağlamda, modernizmi ise dinî gelenek ile bağlantılı olarak ele almayı tercih eder. Peter Berger modernleşmeyi “ekonominin teknoloji odaklı dönüşümünde temellenen bir takım kurumların yayılması ve gelişmesi” olarak tanımlar (Peter Berger 1974, 9). 

Modernizm, en geniş tanımıyla, modern düşünce, karakter ve uygulamadır. 
Özellikle, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında batılı toplumlarda meydana gelen kapsamlı değişikliklerin ortaya çıkardığı sanattaki modernist hareketi, bir takım kültürel eğilimleri ve bunlarla ilişkili kültürel hareketleri ifade eder. Modern endüstriyel toplumun gelişmesi, şehirlerin hızlı bir şekilde büyümesi ve I. Dünya Savaşının patlak vermesi, modernizmi şekillendiren ana etkenlerdir. Bazı uzmanlar modernizmi “pratik deney, bilimsel bilgi veya teknoloji yardımı ile insanoğlunun yaratma, çevresini yeniden şekillendirme ve geliştirme gücünü onaylayan, sosyal olarak ilerici bir düşünce akımı” olarak tanımlarlar (Bermann 1988, 16). 

Çoğu gelenekçi, modernizmin, dinî mirasa potansiyel olarak modernleşmeden 
daha büyük bir meydan okuma olduğunu düşünürler. Robert Bellah modernizmi “entellektüel ve kültürel meselelerde açık seçik ve bilinçli bir şekile modern olana bağlılık” olarak görür (ya da en azından yapılan eleştiri ve hor görmelere karşı yeni olanın iddialarına destek olarak görür) (Robert Bellah 1970, 72-3). Ona göre modernizm, katılımcının uzlaşarak ya da günün kültürel veya entelektüel yeniliklerine uyum sağlayarak, belirli bir dinî geleneği aydınlatmak adına 
vicdani bir çabasını gerektirir.

Hristiyanlıkta modernizm (19.) ondokuzuncu ve (20.) yirminci yüzyıllarda gelişen ilerici teolojik düşünceyi ifade eder (M.G. Reardon 1987, 14). Alfred Loisy, Ernst Troeltsch, William Bousset ve bazı diğer Hristiyan modernistlerin çalışmaları (19.) ondokuzuncu yüzyıldan beri Hristiyan modernist düşüncenin ilerici ruhunu yansıtır. Aynı dönem Sir Seyyid Ahmed Han, Emir Ali, Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani, Şeyh Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza gibi yüksek itibarlı Müslüman modernistlerin ortaya çıkışına da şahittir. 
Modernist hareket özellikle 20. yüzyılda sanat, mimari, müzik, edebiyat, kültür, alfabe, tasarım ve teknoloji alanlarında, ifade özgürlüğü, deneyim, radikalizm ve devrimci görüş ve fikirleri vurgulayan yeni, köklü bir yaklaşımı teşkil eder.

İslam Modernizmi 

İslam modernizmi temel olarak, İslam dinini oldukça katı bir tutuculuğun 
boyunduruğundan kurtarma ve onu modern hayatın karmaşık taleplerine uyumlu kılacak yenilikleri gerçekleştirme teşebbüslerini içeren dinî bir reformdur. Daha çok teolojik kaygılardan esinlenmiş ve bu kaygılar tarafından yönlendirilmiştir (Charles C. Adams, 2010). Charles C. Adams’ın bu tanımından onun, dinî reformizm ile İslam’ı dini tutuculuğun katılığından kurtarma ve modern hayatın taleplerine uyumluluğunu gösterme kaygısı taşıyan teolojik düşünceler tarafından tayin edildiğini düşündüğü anlaşılmaktadır. Adams, Mısırlı 
modernist Abduh’u “esasen kültürel bir hareketi ve İslam’ı modern Avrupa medeniyetinin koşullarına uyarlamayı amaçlayan Hindistanlı rasyonalist reformculardan” ayırır (Charles C. Adams, 2010). Siyasal İslam üzerine yaptığı önemli ve belirleyici analizinde John L. Esposito, Müslüman modernistin arzusunu harika bir şekilde açıklar: “Müslüman modernistler, İslamî miraslarını çağdaş dünyanın ışığında yeniden yorumlayıp şekillendirerek, Müslüman toplumu canlandırma ihtiyacını ortaya koydular. Bu, Batı ve modern hayatın siyasal, kültürel ve bilimsel meydan okumasına bir cevaptır. Modernist, İslam’ın akıl, bilim, teknoloji, demokrasi, meşrutiyet ve temsili hükümet biçimi gibi 
modern kurum ve fikirlerle uyumluluğunu (veya uygunluğunu) göstermeye 
çalıştı” (Esposito, 1984). Ona göre İslam modernizmi hem Müslüman ülkelerin 
süregelen zayıflığına hem de sömürgeciliğin siyasal ve dinî-kültürel tehdidine bir cevaptı. 

Oxford Modern İslam Dünyası Ansiklopedisi İslam modernizmini, “Müslümanların modern duruma uygun eğitim, hukuk ve siyaset kurumları geliştirebilmelerine imkân sağlamak için Müslüman modernistlerin İslam’ı ılımlı bir şekilde yeniden yorumlama ve bunu devam ettirme” çabası olarak tanımlar (David Commins, 1995, 118). R. Hrair Dekmejian Müslüman modernist ile muhafazakârların iddialarını birbirinden ayırır; modernist “reform yapıp İslamı çağdaş hayata uyumlu hale getirmeye çalışırken, muhafazakârlar, geleneksel İslamî öğretilere 
sarılıp Batılı ve diğer etkileri reddeder” (R. Hrair Dekmejian 1985, 21). 

Hisham Sharabi, Müslüman modernisti ele aldığı mükemmel incelemesinde,  modernistin dile getirdiği kalkınma ve aydınlanma gücüne ayrıcalıklı bir yer verir ve o, söz konusu çalışmasında şöyle der: “Modernizm genel olarak Batılı medeniyete, yeniliğe ve değişime doğru yönelmiş pozitif bir tavır olarak anlaşılmalıdır. Muhafazakârlık ise Batı’ya ve her çeşit yeniliğe karşı negatif bir tavır olarak görülmelidir. Modernizm özünde pragmatik ve uyumlu olan dinamik bir görüş açısı gösterirken; muhafazakârlık temelde pasif ve dış uyarıcılara neredeyse hiç tepki veremeyen statik bir pozisyondur” (Hisham Sharabi 1970, 6). Müslüman modernistler İslamî ideallerle modernlik arzusunu uzlaştırmaya 
ve modernite ile imanı bütünleştirmenin yollarını bulmaya çalışır. Fazlur Rahman Müslüman modernistleri “İslamî değer ve prensipleri modern düşünce bağlamında yeniden formüle etmek veya modern düşünce ve kurumları İslam ile bütünleştirmek için, bilinçli ve açık seçik bir çaba gösteren kişiler” olarak tanımlar (Fazlur Rahman 1969, 222). Rahman, modernitenin meydan okumasına uyum göstermekle beraber Kur’an’ın değerinin muhafaza edilebileceği konusunda ısrarcıdır. Onun tanımı, İslam’ın diğer dinlere olan üstünlüğüne inanan ve meta-İslam (İdealizm) ile tarihi İslam arasındaki uyumsuzluğu gidermeye çalışan Müslüman modernistlerle aynı yolu takip eden diğer Müslüman reformcularınki gibi ilerici bir zihniyeti ortaya koyar. 

Abduh’un Moderniteye Dair Görüşleri Abduh tercihen, özellikle Müslüman toplumun ilerlemesine katkıda bulunan modernite fikirlerini benimser. Onun önerdiği modern idealin temeli büyük ölçüde İslam’ın rasyonalliği, liberalliği ve evrenselliği üzerine oturur. “Abduh, İslam kültürünün katı yapılarının, aslında 
mantıksal ve değişken olan dini geri tuttuğuna inanır” (Mark Sedgwick 2009, 1). 

İslam pratiği, esasında, akılcı ve mantıksal gerçeğin ontolojik temeline 
dayanır ve İslam öğretisi ortak idrak ve anlayışa göre, açık seçik ve anlaşılırdır. Abduh, değişimi haykırarak ve “daha modern bir İslam düşüncesini savunarak” reform için temel çerçeveyi ustalıkla işler ve klasik geleneği ve fikirleri aydınlatmak için kayda değer bir çaba sarfeder. 

Bu mücadele modern toplumda İslamî ideallerin yeniden canlanması, 
özgürlüğün yayılması ve siyasal İslam’ın rönesansını temsil eder. 

Abduh, modernitenin İslamî yapıda ve medeniyette temellendiğini kabul etmek gerektiğini savunur, çünkü, “İslam, modern şartlarla uyumlu olacak şekilde reform edilirse ancak, bir dünya dini olarak gerçek karakteri apaçık ortaya çıkacaktır” (C.C. Adams, 204). Abduh’un modern idealleri ve fikirleri tefsir, hadis, felsefe, bilim, akaid (İslam teolojisi), geleneksel yargı ve şerh alanlarına ve modern İslam hareketine yaptığı çeşitli etkilerde görülebilir. Muhammed Esed, Kur’an açıklamasında açıkça Abduh’tan etkilendiğini belirtir; “Okuyucu, benim açıklayıcı notlarımda Muhammed Abduh’un (1849-1905)
görüşlerine yaptığım birçok atıflar görecektir. Abduh’un Modern İslam dünyası  bağlamındaki önemini hakkıyla tarif etmek imkânsızdır. Hiç abartısız bir şekilde denilebilir ki, çağdaş İslam düşüncesindeki her bir eğiliminin kaynağı, tüm modern Müslüman düşünürlerin en önde geleni olan bu adamın direk veya dolaylı etkisine dayandırılabilir. Onun planlayıp başlattığı, tarafımdan da kapsamlı bir şekilde kullanılan et-Tefsîr el- Menâr isimli Kuran tefsiri 1905’te ölümüyle kesintiye uğrar, daha sonra öğrencisi Reşid Rıza tarafında devam ettirilir (ama maalesef o da tamamlayamadı)” (Muhammad Asad 1980, xviii). 

Abduh’un Kuran’ın modern ve rasyonel bir yorumunu ortaya koymadaki en büyük katkısı ve mirası, modernist fikirlerini desteklediği müthiş eseri et-Tefsîr el-Menâr’dır. Abduh “modern değer ve kurumların esasen İslamî olan ideallerle uzlaşabileceğini göstermenin sadece mümkün değil, zorunlu olduğuna” inanıyordu (Charles Kurzman 2002, 

3). “Daha uzlaşmacı ve evrimci bir yaklaşım” (Yvonne Haddad, 32) benimsemesindeki kapsayıcılığı, onun dünya görüşünü ve prensip olarak modernist bakış açısını karakterize eder. O, Batılı idealleri benimsemenin Müslümanları durağanlık, çökme ve geri kalmışlıktan kurtaracağına ve bilim ve teknolojinin faydalarından yararlanmanın yollarını açacağına güçlü bir şekilde inanıyordu. 

Abduh’un Başlattığı Modern Reform Hareketi 

Muhammed Abduh Mısır’da İslamî reformun ilk savunucusu ve öncüsü ve entelektüel İslamî düşünce ve hareketin yeniden canlanmasında çok büyük katkısı olan önemli bir 20. yüzyıl modernistiydi. Abduh’un başlattığı reform hareketinin temel özelliği “bu hareketten sorumlu olan belli başlı” üç kişi tarafından belirlenmiştir; Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza. Onlar reform planına doğrudan etkide bulundular ve amacına ulaşması için önemli ve hayati olan nüfuz gücünü sağladılar. Aynı ortak 
platformu paylaşıyorlardı ve şu konulara kendilerini adamışlardı; 
(1) Özgün ve en karaktersitik dinî idealleri hem içe hem de dışa dönük 
şekilleriyle yeniden üretmek, 
(2) Dinî İslam anlayışını yeniden şekillendirmek ve günümüz Müslümanlarının dinsel ibadet ve inançlarını yeniden canlandırmak, 
(3) Ağır ve sıkıcı teoloji ciltleri yerine direkt olarak Kur’an çalışmalarına ve tefsire ağırlık vermek ve bu sayede, imanın, hakiki kaynağından elde edilmesine imkân sağlamak, 
(4) Teolojinin doktrinlerini avamın anlayabileceği bir hale getirmek, 
(5) Bidatlara ve günümüzün yozlaşmasına karşı savaşmak, 
(6) ictihad kapsını yeniden açmak ve her şeyde ilk ilke ve kaynaklara geri dönmek (Haddad, 203). 

Reform fikri Avrupa ile karşılaşması ve Pan İslam’ın öncü savunucusu 
Cemaleddin Afgani’nin yaptığı dinamik etkiyle ortaya çıktı ve gelişti (Youssef Michael 1985, 54). Afgani, Esadabad’lı büyük reformcu ve uyanışçı, “ (modernist) hareketin Sokrat’ı” (Zaki Badawi 1978, 7) ve “Doğunun Uyandırıcısı” olarak tasvir edildi. O, bütün ümmeti yeniden canlandırıp bütünleştirmeye ve İslam’ın siyasal kaderini tayin etmeye çalışıyordu. 

Mısır, Hindistan, Sudan, İran ve İstanbul’da yürüttüğü mücadelesinde 
sosyal reform, özgür düşünce ve Müslüman toplumun geleneksel normlarına sirayet etmiş olan taklidin yok edilmesine davet etti. 

Oldukça ünlü ve önemli olan El-Urvetü’l-Vuska isimli dergisinde belirttiği gibi Doğu’daki sömürgeci gündemi şiddetle eleştirdi: “İngilizler Hindistan’ın zenginliklerini Hintlilerden esirgiyorlar. Hintliler kendilerinden daha zayıf olduğu için, istediklerini kendi mallarıymış gibi alıyorlar” diyordu. Avrupa’nın üstünlüğü mefhumunu da reddetti ve emperyalistlerin zaptettikleri topraklardaki kaynak ve zenginlikleri yanıltıcı propaganda ve düzeneklerle kontrol etme taktiklerini de şiddetle kınadı: “Bu (batılı) ulus medeniyetinin sağladığı bütün bilimsel 
kazançlar ve her tür güzellikler, sebep oldukları savaşlar ve acılarla kıyaslandığında, şüphesiz, bilimsel yararların, savaşlar ve acıların yanında 
küçücük olduğu görülür. Bilim ve medeniyetin bu tarz sonuçlarla ilerlemesi katıksız cehalettir, büsbütün barbarlıktır ve sınırsız vahşettir. 

Bu bakımdan insan, hayvandan aşağıdır” (Ana Belen Soage 2008, 1). 
Abduh, Afgani’nin vizyonundan ciddi anlamda etkilenmişti ve onun çalışkan bir destekçisi ve öğrencisi oldu. Onun karakterini ve sesini taklit ederek mücadelesini ve gayretini yaydı. Abduh’un sosyo-politik olarak aktif olan dünyası, düşünsel incelemelerinin ufkunu genişletti ve felsefe, teoloji, hukuk, sosyal ve siyasal bilimler ve mistisizmi kucaklamasına imkan sağladı. Bu, onun klasik İslamî yazıları yeniden yorumlama kararında ve El-Ezher’de radikal değişim ve reformu benimsemesinde etkili oldu. Bunda, kısmen, Afgani’nin yaratıcı ve dinamik fikirlerini öğrencilerine aşılaması ve onlara “Avrupa’nın, kendi ülkelerinin hayatına karışmasına karşı çıkmanın gerekliliğini ve tüm Müslümanları  birleşik bir topluluk olarak görmenin önemini” açıklamasının 
da rolü vardı (Haddad 2005, 32). 

Abduh’un Diğer Çağdaş Modernite Düşünürleri Üzerindeki Etkisi 

Abduh’un modernist projesi çeşitli düşünce akımlarını sentezlemeye çalışıyor ve Batılı ve İslamî idealler arasındaki farklılığı uzlaştıran ortak bir platformu destekliyordu. Onun en büyük arzusu kutsal yazıların yorumlanmasında takip edilen muhafazakâr yöntemlere ve katılığa meydan okumak ve zamanın sosyal ihtiyaçlarına ve genel refah ilkesine özel önem gösterilmesini sağlamaktı. Bu mücadele, özellikle Abduh’un öne çıkan aklî çıkarsama ve fikirlerinden etkilenen ve Şeyh ve fikirleri üzerine kapsamlı yazılar yazan Mustafa Abdurrâzık ve kar
deşi Ali Abdurrâzık (Aswita Taizir 1994, 2), Muhammed Ferid Vecdi, Muhammed Hüseyin Heykel, Taha Hüseyin, Kasım Emin, Abbas Mahmud el-Akkad, İbrahim Abdülkadir el-Mazini, Dr. Mansur Fehmi gibi daha birçok genç Mısır’lı modernist üzerinde muazzam bir etki yarattı. 

Şeyh Ahmed Ebu Katvah (ö. 1906), Şeyh Abdülkerim Selman ve Şeyh 
Seyyid Vefa, Şeyh Muhammed Halil, Şeyh Hassuna El-Nevevi (1840- 
1925), Şeyh Muhammed Bakit, Şeyh Muhammed Mustafa el-Maraki, 
Şeyh El-Seyyid Abdurrahim el-Damardash Paşa (1853-1930), Ibrahim el- 
Lakani (ö. 1906), Ibrahim el-Hilbavi, Ibrahim el-Muvailihi (1846-1906), 
Hifni Nazif (1856-1919), Ahmed Fethi Zağlul Paşa (1863-1914), Seyyid 
Mustafa Lutfi al-Manfaluti (1876-1924), Muhammed Hafiz Ibrahim 
(1873-1932) ve daha birçok Menar Partisinden ve Ezher grubundan bazı 
etkili ulema da, onun fikirlerini onayladılar ve destekledirler. 

Mısır’da böyle farklı kesimlerden gelen destek gösteriyordu ki, reform 
atmosferi güçlü bir şekilde hissediliyordu ve değişim zorunlu ve gerekliydi. 
“Abduh’un etkisinden kaynaklanan reform mayasının farklı yönlerde etkisini 
gösterdiği” aşikârdı. Abduh’un fikirlerinin sonuçları her yere nüfuz etmişti, özellikle genç Türkleri (kaum muda), Malay ve Java’daki Azharitleri ve Kiyai Haji Ahmed Dahlan, Dr. Abdul Kerim Emrullah (Hacı Resul), Hacı Abdul Melik Abdul Kerim Emrullah (Hamka), Hacı Zeynel Abidin Ahmed (Zaaba), Seyyid Şeyh Ahmed al-Hadi, Şeyh Muhammed Tahir Celaleddin, Muhammed Natsir ve Abbas Taha gibi Malay Takımadalarından daha birçok genç ve yetenekli lider nesli etkilemişti. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***