24 Haziran 2017 Cumartesi

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK BÖLÜM 1




ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK  BÖLÜM 1 


Ankara Üniversitesi 
SBF Dergisi, 
Cilt 68, No. 3, 2013, s. 113-139 


Doç. Dr. Ceylan Tokluoğlu 
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 

Özet 

Ziya Gökalp erken cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliği kurucularının tanınmış simalarındandır. 1920’lerde Türkiye devletini kuranların geliştirdiği resmi 
ideolojiyi şekillendiren en etkili kaynak olarak pek çok kişi Gökalp’in Türkçülük ideolojisine işaret etmektedir. Gökalp’in Türkçülük ideolojisi, günümüzde 
Türk ulusal kimliğinin içeriğinin sorgulandığı sürece paralel olarak, resmi ideolojinin kaynaklarına dair yapılan tartışmaların bir parçası haline gelmiştir. 
Gökalp’in yazıları her zaman farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Bazıları onun Türkçülüğünün Türk etnisitesi üzerine temellendiğini (dışlayıcı) iddia 
ederken, diğerleri Türkiye’de yaşayan tüm etnik gruplara eşitlik sunan (dâhil edici) bir Türkçülük olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışma, Gökalp’in 
milliyetçiliğinin Türk kültürü ve Türk ulusu vurgusuna rağmen Türk devletine sadakat ve aidiyet fikrini savunduğunu tartışmaktadır. 

Anahtar Sözcükler: Ziya Gökalp, Türkçülük, Milliyetçilik, Devletçilik, Milli Kültür/Hars 

Giriş 

Ziya Gökalp (1876-1924), klasik ulus devlet teorisyenlerinin ana tartışmalarına çok benzer bir biçimde, ortak bir dil, din, kültür, geçmiş (tarih) 
ve gelecek ekseninde Anadolu halklarını birleştirmeyi hedefleyen bir toplum modeli geliştirmiştir. Öngördüğü yeni toplum modelini “Türklük” ve 
“vatanseverlik” olarak tanımlanabilecek milliyetçilik temaları üzerinden işlemiştir. Diğer bir ifadeyle zamanının geçerli siyasa biçimi olan teritoryal 
ulus devlet modelini temel alan Gökalp, Türkiye’deki ulus inşası sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Gökalp ayrıca kültür ve ulusun birleşmesinden doğan 
“ulusal kültür” kavramını baz alarak, Türkiye’nin Batı medeniyetine dâhil olabileceğini savunmuştur. Gökalp’e göre dilde ve dinde birlik esasına dayanan 
ulusal kültür bireyler tarafından benimsenip içselleştirildiğinde, hars ve medeniyet arasındaki ilişki bir karşıtlık ilişkisi olmaktan çıkacak ve Türkiye 
Batı medeniyeti içindeki yerini alacaktır. 

Gökalp’in Türkçülüğü, Batı’da yaşanan ulus ve devlet inşası sürecine paralel ilerlemiştir. Temelinde, kültür üzerinden tanımlanan ulus ve 
vatanseverlik kavramları bulunmaktadır. Türk kültürünün Batı medeniyeti ile uzlaşıp uzlaşmadığı (Türkçülüğün kozmopolit değerlerle ilişkisi), Türkçülüğün 
Osmanlı mirasını reddi ya da kabulü, Türk kimliğinin ne ölçüde İslami değerlerle beslendiği ve son olarak, Türk tanımının etnik temelli (dolayısıyla 
dışlayıcı) bir tanım olup olmadığı gibi sorular, zamanında Gökalp’in cevabını aradığı sorulardır. Bu makalenin amacı yukarıda sıralanan sorulara Gökalp’in 
verdiği cevapları tartışmak ve geliştirdiği kavramsal set üzerinden üretmeye çalıştığı siyasete ilişkin bazı genel çıkarımlar yapmaktır. Gökalp’in 
Türkçülüğünün içeriği farklı yorumlamalara açıktır. Gökalp’in eserlerindeki Türklük ve Türk kültürü vurgusu onun kimi zaman Turancı, kimi zaman da 
etnik milliyetçi olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Gökalp’in kullandığı kavram seti ve terminolojisi yeterince karmaşıktır. Değişen siyasi 
koşullara göre farklı dönemlerde farklı fikirler savunmuştur. Önemli olan Gökalp’in evrilen düşüncelerinin geldiği son aşamayı gözönüne alarak, bir 
bütünlük içinde değerlendirmektir. Bunun yanısıra, Gökalp üzerindeki Durkheim etkisine odaklanıp, Dış Türklerden gelen etkiyi gözardı etmek de 
Gökalp’in Türkçülüğünün farklı yorumlanmasına neden olmaktadır. Hüseyinzade Ali Bey’in görüşleri Gökalp’in Türkçülüğünün içeriğini önemli 
ölçüde şekillendirmiştir. Bu çalışma, kısaca tartışılacak olan Durkheim ve Hüseyinzade Ali Bey etkisi altında şekillenen Gökalp’in Türkçülüğünün 
evrildiği son noktayı tartışmayı hedeflemektedir. Buradan hareketle geliştirdiği toplum modelinin etnik temelli, dışlayıcı bir milliyetçilik olmadığı iddia 
edilecektir. 

Devlet, millet ve kültür arasındaki ilişki oldukça karmaşık olup, farklı milliyetçilik yaklaşımlarında bu kavramlar birbirleriyle farklı şekillerde ilişkilendirilmektedir. 
Connor’a göre milliyetçiliğin ilk kullanımı ulusa duyulan sadakat fikrini ifade ederken, daha sonraki dönemde devlete duyulan sadakat 
anlamına gelecek şekilde değişmiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan bu değişimin kaynaklarını tesbit etmek zordur. Connor, 1930’lar ve 1940’ların 
başında gelişen militan Alman ve Japon milliyetçiliğine işaret ederek, milliyetçiliği devlete duyulan sadakat duygusu ile eşitlemenin hatalı olduğunu 
iddia etmektedir. Bunun yanısıra, otoritelerin, bir devletin temsil ettiği toplumun belli kesimlerinin kendi uluslarına duyduğu sadakati tanımlayacak 
bir terim üzerinde anlaşmakta zorlandıklarını söylemektedir. Etnisite, primordializm, çoğulculuk, aşiretçilik, bölgecilik, komünalizm ve yerel sadakat 
duygularının yaygınlığı bu zorlanmaya işaret etmektedir. Ayrıca, Connor’a göre milliyetçiliği devlete duyulan sadakat anlamında kullanıp, farklı kökleri ve 
çağrışımları olan kelimeleri ulusa duyulan sadakat için kullanmak, yukarıda sözü edilen karışıklığı daha da zor hale getirmektedir (Connor, 1978: 384-386). 

Sadakat ve aidiyet duygularının siyasi bir program temelinde devlete mi yoksa kültüre mi yönelik olarak inşa edilmesi gerektiği fikri, yukarıda tartışıldığı gibi oldukça karmaşık bir konudur. Bu çalışmada, Gökalp’in, kültüre, dine ve ulusa duyulan bağlılık duygusunu, devlete duyulan bağlılık duygusundan daha güçlü, daha derin ve daha sürekli gördüğü; fakat ortak (milli) kültür ve dil teması üzerinden aslında devlete aidiyet fikrini işlediği tartışılacaktır. Gökalp, ulus devlet modelinin öngördüğü gibi yeni bir ulusun temelini oluşturacak siyasi bir program geliştirmiştir. Vatan ve vatanseverlik temaları bu programın önemli kavramlarıdır. Burada ana hatları ile özetlenen tartışma esas olarak Gökalp’in Türkçülük hakkında yazdığı eserler üzerinden geliştirilecektir. 

İnalcık, Gökalp ve Toynbee’yi karşılaştırdığı yazısında Toynbee’ye göre, tarihte, devletten çok bireylerin eylemlerinin ürünü olan medeniyetin daha sürekli ve önemli bir rol oynadığını söylemektedir (İnalcık, 1964: 212-213). Gökalp her ne kadar kültürü medeniyetin üzerine taşımış ve toplumsal hayata kendine özgü kuralları olan bir gerçeklik atfetmiş olsa da, aslında Toynbee’ye benzer bir şekilde ulusal (kültür) veya uluslararası (medeniyet) değerler sistemini tarihin itici gücü olarak ön plana çıkarmaktadır. 

• Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 
• Ceylan Tokluoğlu 
• Ziya Gökalp ve Türkçülük .. 115 68-3 

Öte yandan kültür bireyin üzerinde, organik bir gerçeklik olarak tanımlanmış olsa da özünü değer yargıları oluşturmaktadır. İnalcık, Gökalp ve Toynbee’nin 
görüşleri arasındaki pek çok farkı tartışırken, birbirlerine en çok yaklaştıkları noktanın her ikisinin de “medeniyete (kültür) tarih içinde baskın bir rol biçtiklerini” söylemektedir (İnalcık, 1964: 222). Bu çalışmada tartışılacağı gibi, Gökalp’in kurguladığı düşünsel sistemde devletin sürekliliği fikri aslında dışlanmamaktadır. Aksine, Gökalp için devlet merkezdedir ve dil, din ve kültür üzerinden kurulan ulusa aidiyet fikri, sınıfsal ve etnik farklılıkları önemsiz hale getiren modern ulus devletin varoluşunun özünü teşkil etmektedir. Bu çerçevede Gökalp’in ideolojisini Türkçülük olarak degil, Avrupa modeli temelinde geliştirilmiş milliyetçilik olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Gökalp, devlete öncelik vermek yerine, kültüre öncelik vermiştir; çünkü birlik, beraberlik ve 
sürekliliğin kaynağını “birleşik bir kültür” (Türk kültürü) yaratılmasında görmüştür. 

Gökalp’in Türkçülüğü çok farklı şekillerde değerlendirilmektedir. Parla, Gökalp’in Türkçülüğünü kültürel bir Türkçülük olarak tanımlamakta ve milliyetçilik anlayışının açıkça dil ve kültür (hars) milliyetçiliğine dayandığını söylemektedir (Parla, 1989: 43). Öte yandan Türk milliyetçiliğinin, Alman milliyetçiliğinde olduğu gibi kültürel ve ırksal bir temelde şekillenen ulus kavramı üzerine inşa edildiği sıkça ifade edilen bir başka görüştür. Örneğin Sezer, Almanya’da olduğu gibi Gökalp’in “millilik” ve “kültür” kavramlarını birlikte kullanarak, “milli kültür” kavramını yarattığını ve bunu Türkçülüğün temeline koyduğunu söylemektedir (Sezer, 1988: 232). Sözü edilen bu benzerlik, Alman ve Türk toplumlarının 19. yüzyılda millet olma çabası içine girmelerinden ve benzer tutumlar takınmalarından kaynaklanmaktadır (Sezer, 1988: 232). Benzer bir şekilde Berkes de Gökalp’in, Alman Romantikleri veya Rus Slavofillerini ve popülistlerini andıran bir biçimde toplumu ulusla1 özdeşleştirdiğini söylemektedir. Gökalp, halk veya ulusun istenilen veya istenmeyen, kabul veya reddedilmesi gerekenler konusunda nihai ve mutlak ölçüt olduğuna inanmaktaydı. Gökalp’e göre çağdaş toplumun nihai gerçeği ulus, bireylerin davranışını yönlendiren nihai güç ise ulusal ideallerdir. Bu nedenle Gökalp, Türklerin en öncelikli görevinin çağdaş medeniyetin koşullarına ayak uydurabilmek adına ulusun uyandırılması gerektiğini düşünmektedir. Bu görüşün sonucunda pan-Türkçülerin siyasi Türkçülük kavramı kültürel bir kavrama dönüşmüştür (Berkes, 1954: 383). 

1. Bu yazıda nation kelimesinin karşılığı olarak ulus kullanılmıştır. Başka yazarlara referans verildiğinde bu yazarlar millet kelimesini kullanmışlarsa, orijinal metne sadık kalınmıştır. 

1. Ziya Gökalp, Emile Durkheim ve Dış Türkler Gökalp’in etkilendiği kaynaklar çok çeşitlidir. Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının yanısıra, Alfred Fouille, 
Gabriella Tarde, Henri Bergson, Ferdinand Tönnies, Leon Cahun, Arnold J. Toynbee ve Emile Durkheim gibi birçok düşünür Gökalp’i etkilemiştir. 
Bunların arasında Durkheim ve Dış Türklerin etkisi en fazla hissedilendir. Aşağıda, Gökalp’i etkileyen bu iki kaynak kısaca tartışılacak, daha sonra Gökalp’in bu etkiler altında geliştirdiği özgün toplum modelinin tartışmasına geçilecektir. 

Durkheim’in Gökalp üzerindeki etkisinden sözetmeden önce, Durkheim’in temel görüşlerini ve ana kavramlarını Gökalp’in geliştirdiği fikirlerle ilişkilendirerek özetlemekte fayda vardır.

2. Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç alarak bunları Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönüşüm sürecini anlamak üzere yeniden yorumlamıştır. 
Aslında Durkheim ve Gökalp’in kendi toplumlarında sorun olarak tanımladıkları meseleler oldukça farklıydı. 

Gökalp, bir Türk milliyetçisi olarak Dukheim’in sosyolojisini Türk milliyetçiliğinin idelojisi (bir dünya görüşü) haline dönüştürmüş, bunu “Osmanlıcılık” ideolojisinin karşısına konumlandırmıştır. Dolayısıyla Durkheim’in sosyolojisinin ana fikrini yeniden yorumlamış ve Türkiye’nin aşması gereken konular olarak tanımladığı sorunları analiz ederken kendi özgün toplum modelini oluşturmuştur. 

Durkhiem için ekonomik gelişmenin en önemli olumsuz etkisi toplumsal ayrışma ve bunun sonucunda gelişen bireyselleşmedir. Artan bireyselleşme ahlaki krizin ya da çöküntünün kaynağıdır. Toplumun bütünlüğüne bir tehdit olarak algılanan bu durum karşısında Durkheim bireysel olanı toplumsal olandan ayırmış ve bunu yaparken, birey-toplum karşıtlığını geliştirdiği sosyolojik modelin merkezine oturtmuştur. Durkheim’e göre toplum bireye baskındır ve toplum aynı zamanda düzenleyici güçtür. Diğer bir ifadeyle bireyin özgürlüğüne yer yoktur ve bireyler toplumsal süreci kendi özgür iradeleri ile etkileyemezler. Durkheim’in sosyolojisinde birey topluma itaat eder ve kendini topluma adar (Durkheim, 1972: 115). Bu çerçevede Durkheim’in geliştirdiği en önemli iki kavram toplumsal iş bölümü ve 2 Yazarın bu konu üzerine yazılmış yayımlanmamış yüksek lisans tezi bulunmaktadır. 

Gökalp-Durkheim ilişkisine dair yapılan tartışma sözü geçen yüksek lisans tezindeki bazı genel fikirlerin kısa bir özetidir. Bk. Tokluoğlu, 1985. dayanışma dır. Durkheim’e göre artan iş bölümü ve ihtisaslaşma bireyselleşmeyi arttırmaktadır. Artan bireyselleşme toplumsal ayrışmaya neden olduğu için toplum düzenini tehdit etmektedir (Durkheim, 1973: 43). Durkheim için toplumsal düzenin sağlanması son derece önemlidir (Durkehim, 1960: 171172; 

Durkheim, 1973: 38). Ona göre iş bölümünün önemi modern toplumlarda olması gereken dayanışmanın kaynağını oluşturmasıdır. Diğer bir ifadeyle basit 
bir iş bölümünün olduğu endüstri öncesi toplumlarda “benzerlikten” doğan toplumsal dayanışmanın (mekanik dayanışma) yerini, ekonomik büyüme 
(endüstrileşme) ve gelişen iş bölümünden doğan bireylerarası bağımlılık ilişkileri (organik dayanışma) alacaktır. Bu sürece paralel olarak yeni ahlaki 
değerlere de ihtiyaç duyulacaktır (Durkheim, 1960: 43, 44, 403, 408-409). 

Gökalp, Durkheim’in bu kavramsal çerçevesini kabul etmekte ve organik toplumların yeni bir dayanışma yarattığı fikrine katılmaktadır (Gökalp, 1981a: 
38). İki düşünür arasındaki fark, Gökalp’in organik dayanışma fikrine milliyetçilik boyutunu eklemesidir. Aşağıda tartışılacağı gibi, Durkheim’in kollektif/sosyal vicdan (İng. collective conscience) kavramının (Durkheim, 1960: 79-80, 105-106, 109) yerine Gökalp mefkûre kavramını kullanmış, ulusal vicdanı (İng. national ideal) da en üstün mefkûre olarak tanımlamıştır. Özetle, Gökalp’e göre bencil, çıkarcı ve karamsar olan bireyleri birleştiren ve topluma boyun eğmelerini sağlayan ulusal vicdan/ideal, “ulus” kavramına eşitlenmektedir. Mefkûrelerin bireyleri birleştirici gücü vardır ve bu aynı zamanda bugün ve gelecek arasındaki ilişkiyi şekillendirmektedir (Gökalp, 1976: 68; Gökalp, 1982a: 56). 

Yukarıdaki tartışmaya bağlı olarak her iki düşünür için de toplumsal dayanışma kavramı çok önemlidir. Durkheim’e göre iş bölümü dayanışmanın kaynağı iken, Gökalp’in yaşadığı zamanda Türk toplumunda henüz yeterince gelişmiş değildi. Dolayısıyla Türk ulusunun dayanışma içinde olması için gerekli koşulların ne olması gerektiği Gökalp’in problem alanı olarak belirlediği en önemli konuydu. Buna uygun teorik ve kavramsal çerçeveyi geliştirmek de en öncelikli konuydu. Gökalp, iş bölümü kavramına farklı anlamlar yüklemiş ve farklı bir açıdan ele almıştır. Durkheim, iş bölümünü modern toplumlarda olması gereken toplumsal dayanışmanın kaynağı olarak değerlendirirken, Gökalp, Avrupa ülkelerinin izinde kalkınmanın ve gelişmenin gerekli bir şartı olarak ele almaktadır. Buradan hareketle, Türk ulusunun modernleşmesi yolunda politika geliştirilmesini hedeflemiş ve iş bölümünün olumlu sonuçlarına odaklanmıştır. Ona göre ekonomik gelişme toplumsal bir sorun değildir. Tam tersine ülkenin gelişmesinin önkoşuludur ve Gökalp bunun gerçekleşmesi için gerekli olan şartları araştırmaktadır. Gökalp’e göre geçiş dönemleri dayanışmayı sağlayan ortak duyguların (İng. collective sentiments) şekillenmesi için bir fırsat sağlamaktadır. Artan bireyselleşmenin milliyetçi duygularla önlenebileceğini düşünmektedir. Bu sürece yardım eden en önemli olgu güçlü bir ekonomi kurmaktır (Gökalp, 1982a: 78, 170, 171). Diğer bir ifadeyle güçlü bir ulusal idealin oluşması için ulusal ekonominin gelişmesi gerekmektedir (Gökalp, 1981a: 88). 

Yukarıda değinildiği gibi, Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç almış ve bunları farklı yorumlayarak kendi görüşlerine entegre etmiştir. 
Bunların ilki kültür-medeniyet ikilisidir. Medeniyet kavramının önemi Durkheim için merkezi değildir; fakat Gökalp için son derece önemlidir. Bunun nedeni, Gökalp’in sürekli olarak Avrupa medeniyeti ile Türk kültürü arasında bir karşılaştırma yapması ve kendi görüşlerini bu karşıtlık ilişkisi üzerine inşa 
etmesidir. Durkheim için medeniyet gelişen iş bölümünün yalnızca bir sonucudur. Oysa Gökalp için Avrupa medeniyetini taklit etmek tehlikelidir. 
Taklit edilse bile Türk kültürünün korunması birincil öneme sahiptir (Gökalp, 1973: 35). Diğer bir örnek, Durkheim için pek önemli olmayan suni ve doğal 
arasındaki farktır. Gökalp için bireyden kaynaklanan herşey suni, toplumdan kaynaklanan herşey doğaldır. Buna bağlı olarak bireyler medeniyeti yaratır ve 
medeniyetler sunidir (aynı zamanda uluslararasıdır). Öte yandan toplumlar kültürü yaratır ve kültürler doğaldır (aynı zamanda ulusaldır) (Gökalp, 1973: 
29, 95-96). Merkezi bir önemi olan suni-doğal ayrımı bir başka açıdan da önemlidir. Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti suni, Türk kültürü ise doğaldır. 
Diğer bir ayrım duygular ve akıl arasındaki ayrımdır (Gökalp, 1973: 32). 

Gökalp’e göre akıl (İng. reason) toplumsal dayanışmanın kaynağı olamaz. İki yazar arasındaki bu farklara rağmen yine de Durkheim’in “toplum/toplumsal” 
kavramı Gökalp’in “doğal” kavramına benzerdir (ya da doğal kavramı toplum kavramının yerini almaktadır) çünkü her iki kavram da bir “topluluğun” (İng. 
community) varlığına ihtiyaç duyar, her ikisi de toplumsal kategorilerdir. Diğer bir ifadeyle “doğal” ve “topluluk” kavramları aynı anlama gelmektedir. Bu 
noktada topluluk kavramı ve topluluktan ulus oluşumuna geçiş süreci önem kazanır. Aşağıda tartışılacağı gibi, Gökalp, eserlerinde ulus olma sürecini ve 
ulusal dayanışma olgusunu detaylı bir şekilde irdelemiştir. Bu çerçevede en öncelikli konu olarak ele aldığı konu, Avrupa medeniyeti ile Türk kültürünü 
ulusal dayanışmaya zarar vermeden nasıl birleştirebileceğidir. 

Gökalp’in kültür-medeniyet, akıl-duygu ve suni-doğal olarak kurguladığı karşıtlıklar ancak birey-toplum ayrımının köklerine inerek anlaşılabilir. Gökalp 
“toplum” kavramını ve onun gücünü önemsediği için yüzünü Durkheim sosyolojisine çevirmiştir. Ona göre özgür ve yaratıcı bireyin toplumu 
dönüştürme gücü yoktur, önemli olan ulusal bağımsızlık ve demokrasidir. Tarihsel gelişme sürecinde bencil, çıkarcı ve karamsar olarak tanımlanan 
bireyler değil, toplum önemli bir rol oynamaktadır. Gökalp, Durkheim’in topluma atfettiği düzenleyici güç rolünü milliyetçiliğe aktarmıştır çünkü ulus, özünde kültürel bir birimdir ve bireyin üzerindedir. Gökalp’e göre milliyetçilik en üstün idealdir ve burada bireylere yer yoktur. Bu çerçevede, Durkheim’in toplumun bireye üstün olması fikrini, ulusun bireye üstün olması olarak yeniden yorumlamıştır. Diğer bir ifadeyle Durkheim’in “toplum” kavramı yerine “ulus” kavramını koymuştur. Yaşadıkları dönemin ahlaki ve toplumsal çalkantılarına cevap olarak Durkheim korporatizm önerirken, Gökalp milliyetçilik önermektedir. Sonuçta her iki düşünür de birey-toplum arasındaki ilişkiyi yaşadıkları toplumların sorunlarına göre yeniden ve farklı biçimlerde yorumlamışlar dır. Bu konular aşağıda farklı bir bağlamda tekrar ele alınacaktır. 

Gökalp üzerindeki diğer bir etki Dış Türklerden gelen etkidir. Hüseyinzade Ali Bey’in Gökalp üzerindeki etkisinden söz edilse de, bu konu üzerine yazılanlar yok denecek kadar azdır. Oysa Yusuf Akçura (1876-1935), İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914), Hüseyinzade Ali Bey (Turan) (1864-1942) ve Mehmet Emin Resulzâde (1884-1955) etkisi Gökalp’in Türkçülüğünün köklerini anlamak açısından çok önemlidir. Gökalp’in Türkçülüğünün Turancılıkla ilişkisi ve Dış Türklerden kopuşu başka bir makalenin konusu olduğundan,3    bu konu aşağıda sadece ana hatlarıyla özetlenecektir. Bunun devamında Rusya Türklerinden gelen bu etkiyi Durkheim’in “ Toplum ” kavramsallaştırmasıyla nasıl sentezlediği ve “ Ulus ” fikri temelinde kendi özgün toplum modelini nasıl yarattığı ele alınacaktır. 

19. yüzyılın sonunda resmi Ruslaştırma politikasına cevap olarak Tatar ve Azerbaycan Türkçülüğü doğmuştur. Bu dönemde İsmail Gaspıralı meşhur 
“Dilde, fikirde, işte birlik” sloganını geliştirerek, tüm Rusya Müslümanlarının birliği fikrini geliştirmiştir. Müslümanların çoğunluğu aynı zamanda Türki 
halklar olduğu için, Gaspıralı’nın dinî birlik çağrısı aynı zamanda Rusya (Müslüman) Türklerinin birliği anlamına gelmekteydi (Kırımlı, 2005: 147-149, 
156-158; Zenkovsky, 1960: 31-32). Diğer bir ifadeyle Gaspıralı tüm Rusya Türklerinin dinî, kültürel ve dilsel birliğini, İslam dünyasının tamamının 
güçlenmesini savunmuştur. Bu etki altında Gökalp da Türk dili konuşan bütün Türk halklarının ırksal veya siyasi birliğini değil, kültürel birliğini savunmuştur. Spencer’a göre de, Gökalp’ın ırk, din ve siyasi bir imparatorluk fikirlerini içermeyen “Türk kültürü ve toplumu” ve “türdeş maneviyat” fikirlerini geliştirdikten sonra Panturancılık problemi ile karşı karşıya geldiğini ve bunu, Turanı geleceğe yönelik bir ideal olarak tanımlayarak çözdüğünü iddia etmektedir (Spencer, 1958: 650-651). 

Gaspıralı’nın akrabası olan Tatar Yusuf Akçura, 1904 yılında, Türkçülüğün manifestosu olarak kabul edilen “Üç Tarz’ı Siyaset” (Türk Yurdu dergisinin çıktığı dönem) adlı makalesini yazmıştır. Akçura bu yazısında Osmanlı ulusu yaratma fikrini, uygulaması imkânsız olduğu gerekçesiyle reddedmiştir. Kısıtlı bir hareket olarak gördüğü Panislamizm ile daha fazla imkân dâhilinde gördüğü Pantürkizm ideolojileri arasında kesin bir tercih yapmamakla birlikte, Pantürkizme yönelmiştir (Georgeon, 2002: 508-509). Akçura bu makalesinde aynı zamanda Pantürkçülüğün özünü de tartışmış ve Gaspıralı ve arkadaşlarının geliştirdiği kültürel vurguyu, siyasi vurguya kaydırmıştır. 

3 Bk. Tokluoğlu, Baskıda. 

Özetle Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarındaki Türklerin yanısıra başka ülkelerdeki azınlık Türklerinin tümünün siyasi anlamda birleşmesini savunmuştur (Landau, 1995: 14; Landau, 2004: 43; Zenkovsky, 1960: 38-39). Bu nedenle Pantürkçü ideolojinin giderek siyasi bir karakter kazanmasından ağırlıkla Akçura sorumlu tutulmaktadır (Zenkovsky, 1960: 39; Deniz, 2006: 45). Oysa Deniz’e göre Akçura’nın “Üç Tarz’ı Siyaset” makalesindeki fikirleri geliştiren, Batıcılık ve Türkçülüğü daha belirgin olarak öne çıkaran, 1913 yılında “Üç Cereyan” makalesini yazan Gökalp’tir (Deniz, 2006: 36). 

20. yüzyılın başındaki Pantürkçü milliyetçi uyanışta Azerbaycanlılar da son derece etkili olmuşlardır. Bunlardan birisi olan Mehmet Emin Resulzâde, 
Müsavat Partisi’nin muğlak Panislamcı ideolojisini Türkçülüğe yönlendiren kişi olarak bilinmektedir (Swietochowski, 1996: 219).4 

Aynı zamanda ümmet ve ulus kavramları arasında açık bir fark olduğunu savunmuştur. Ona göre ümmet kavramının yalnızca dinî bir anlamı vardı ve 
İslam dinine inanan herkesin ortak vicdanını ifade etmekteydi. Ulus ise ortak dil, kültür, tarih ve din temelinde oluşmuş bir topluluğu tanımlamaktaydı. 
Ortak din bu topluluğun özelliklerinden sadece bir tanesini oluşturmaktaydı. Diğer bir ifadeyle ulus, dinî bir grup anlamına gelemezdi (Balayev, 2004: 90). 

Bir diğer Azerbaycanlı düşünür Hüseyinzade Ali Bey’dir. Hüseyinzade Ali Bey’in, Gökalp’i, Akçura’dan daha fazla etkilediğini iddia etmek mümkündür. Buna örnek olarak Gökalp’in, 1911 yılında, Genç Kalemler dergisinde yayımlanan Turan isimli şiirinden önce Hüseyinzade Ali Bey’in aynı isimli şiirinin, 1906 yılında, Bakü’de çıkardığı Füyuzat adlı dergide yayımlanması gösterilmektedir (Heyd, 1950: 107; Hostler, 1957: 142). Mardin de, Türklerarası bir birlik meydana getirmekten ve Turan’dan ilk söz eden düşünürün Hüseyinzade Ali Bey olduğunu yazmaktadır (Mardin, 1983: 199). Hüseyinzade Ali Bey Füyuzat’ta, 1907 yılında, meşhur “Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Çağdaşlaşmak (Avrupa medeniyeti)” sloganını geliştirmiştir. Daha sonradan Türkçülüğün kaynağını oluşturacak olan bu üçlü sloganda Türkçülük en önemlisi sayılmıştır (Bayat, 1998: 32-33; Swietochowski, 1985: 60-61). Hüseyinzade Ali Bey’in İstanbul’a gelişi Gökalp üzerinde büyük bir etki yapmıştır (Vakkasoğlu, 1984: 102-103). Gökalp’in Türkoloji çalışmalarına olan ilgisi yine Hüseyinzade Ali Bey ile başlamıştır. Gökalp, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim” sloganını doğrudan Hüseyinzade Ali Bey’in eserlerinden almıştır. Gökalp’in 1913 yılında kaleme aldığı “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak” adlı yazısı 
aynı zamanda Akçura’nın 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” yazısındaki tez ile Hüseyinzade’nin 1907 yılında ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği, İslam 
ve Avrupa medeniyeti sentezini uzlaştırma girişimidir (Hanioğlu, 2005: 56). Diğer bir ifadeyle İslamcıların gerçek İslamlaşma fikirlerini, çoğu Rusya’dan 
göçen Türkçülerin Türkçülüğünü ve laik bir toplum isteyen Garpçıların muâsırlaşma tezlerini uzlaştırma girişiminde bulunmuştur (İnalcık, 2000: 14). 

4 Resulzâde’nin hayatı ve eserleri hakkında bk. Uzunel, 2010: 69-75. 

Gökalp, 1913-1914 döneminde Türk Yurdu’nda yazdığı makaleleri, 1918 yılında, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak isimli bir kitap olarak yayımlamıştır. Kitabın başlığındaki bu kavramları doğrudan Hüseyinzade Ali Bey’in geliştirdiği Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak sloganından almıştır (Bayat, 1998: 32; Deniz, 2006: 47; Swietochowski, 1985: 59; Swietochowski, 1996: 219; Heyd, 1950: 149). Gökalp, bu kitapta dönemin iki önemli akımı olan Panislamizm ve Osmanlıcılığa karşı Türkçülük ve Batıcılığı vurgulamıştır. Sezer’in belirttiği gibi, Türk kültürü ile bir karşıtlık ilişkisi içinde algılanan Osmanlı medeniyetini reddetmenin Türk kültürüne ve kimliğine zarar vermeyeceği düşünülmüştür (Sezer, 1988: 230). Aslında Türkçülük adı verilen bu ideoloji, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Pantürkçülük (Turancılık) akımlarının milliyetçilik vurgusu temelinde bir tür sentezidir (Heyd, 1950: 71). Gökalp’e göre bu üçlü formüldeki Türk ulusu, kültürün tüm öğelerini, özellikle de Türklüğün hissî ve ahlakî değerlerini kapsamaktadır. İslam ümmeti ise Müslümanlığın siyasi ve hukuki boyutunu değil, sadece dinî inançlarını kapsamaktadır. Avrupa medeniyeti ise Batı’nın maddi ve bilimsel metodlarını içermektedir. Gökalp’e göre, bu üç alan birbirini tamamlamaktadır (Hostler, 1957: 108). 

Yukarıda sözü edilen sentezde Emile Durkheim’in görüşlerinin önemli bir etkisi vardır.5 Gökalp, İslamlaşma ve Türkçülük akımlarını Durkheim’in çizdiği çerçeve temelinde muâsırlaşma fikri ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle Gökalp, Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali Bey etkisi ile Türkçülüğü öne çıkarmış, Durkheim’in toplum kavramına atfettiği unsurları ulus kavramına aktarmış, yine Durkheim’in toplumsal dayanışma kavramı çerçevesinde milli kültür, İslam dini ve Türk dilini ulusal dayanışmanın en önemli kaynakları olarak tanımlamış ve son olarak, Durkheim için çok önemli olmayan kültür-medeniyet ayrımını yeniden yorumlayarak, Batılılaşmadan Batı medeniyetinin parçası olunabileceği fikirlerini sentezlemiştir. 

5 Heyd, Ülken’e referans vererek Gökalp’in Durkheim’le 1912’den sonra ilgilenmeye başladığını ve bu konuda arkadaşı Hüseyinzade Ali Bey’in etkisi olduğunu söylemektedir (Heyd, 1950: 32). 

Yukarıda değinildiği gibi, Gökalp, Durkheim’in toplum kavramı yerine ulusu, toplumsal/sosyal vicdan veya toplumsal bilinç kavramı yerine de ulusal 
vicdan veya ulusal bilinç kavramını koymuştur.6 Gökalp üzerine çalışan hemen herkes bu görüşü paylaşmakta, fakat ulus üzerine olan bu vurgunun ne anlama 
geldiği konusunda anlaşmazlığa düşmektedirler. Gökalp’in yazılarında sürekli tekrar eden tema, Türklerin Batı medeniyetini nasıl kabul edecekleri ve bunu 
kendi Türk ve İslam geçmişleri ile nasıl uzlaştıracakları sorusuydu. Kültürel değerlerin kaynağı olan temel toplumsal birim ulustur. Bağımsız bir birim olan 
ulus, Gökalp’e göre modern Batı medeniyetinin temelindedir. Diğer bir ifadeyle modern Batı medeniyeti, toplumsal evrim sürecinde devlet olma haline 
erişmiş çeşitli halkların oluşturduğu uluslararası üründür (Berkes, 1954: 375, 384). Türkiye, teokratik (ümmet) bir medeniyetten, temeli modern milliyetçilik 
olan bir medeniyete geçmekte olduğu için çalkantılıydı. Gökalp’in bu iki noktayı kanıtlaması için, ulusun sosyolojik gerçekliğini toplumsal evrim açısından tartışması, tarihsel oluşumunu araştırması, öğelerini analiz etmesi ve uyumsuz noktaların köklerini ortaya çıkararak, bunların nasıl iyileştirilebileceğini hesaba katan kültürel eleştiri yöntemi geliştirmesi gerekiyordu (Berkes, 1954: 384). 

İnalcık, Ülken’e referans vererek Gökalp’in, Türk milletini oluşturan çeşitli etnik grupların, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi kaynaşması gerektiğini vurguladığını yazmaktadır (İnalcık, 2000: 12). Ayrıca Balkan savaşlarında Türklerin Rumeli’yi kaybetmesinin bir “milli Türk devleti” fikrinin zeminini hazırladığını ve bu çerçevede Gökalp’in içtimai devrim için gerekli gördüğü “Yeni Hayat” fikrini geliştirdiğini belirtmektedir. Yeni Hayat, öz Türk kültürüne dönme projesidir ve bu doğrultuda yeni değerler sisteminin oluşturulmasıdır (İnalcık, 2000: 13; Gökalp, 1982b: 40-46). Kültür bireyin üstünde adeta organik bir realitedir; o toplumun sosyal dayanışmasının temelini teşkil eder, böylece toplumun bütünlüğünü ve devamını sağlar. İnsanın iradi eseri olan medeniyet bu bakımdan kültürden kesin olarak ayrılır (İnalcık, 2000: 21). 

6 Gökalp’e göre şuur ve vicdan kelimelerinin ikisi de Fransızca’daki conscience kelimesinin karşılığıdır (maşeri vicdan/umumi vicdan). Ona göre Fransızlar şuur 
kelimesini psikolojide, vicdan kelimesini ise sosyolojide kullanmaktadır, fakat her ikisi de conscience demektir. Gökalp vicdan kelimesini tercih etmektedir. Gökalp’in kuramında vicdan, bir konunun dini, âhlaki, siyasi, hukuki, lisani, bedii, iktisadi, mantıki olarak değerlendirilmesi, kıymetler demektir. Vicdan, bu kıymetleri ruhumuzda yaşamamız demektir. Kıymetler, içtimai şe’niyetin (toplumsal gerçekliğin) oluşmasını sağlar ve objektif değil, subjektifdirler. Bireyler, farkında olmadan ve kendi kişisel hislerinden ve yargılarından bağımsız olarak kıymetleri dışsal ve bağımsız bir gerçeklik olarak içselleştirirler (Gökalp, 1981a: 130). Kıymetlerin kaynağı cemiyetin kendisidir (Gökalp, 1981a: 130-131) ve “her milletin kıymet duyguları kendisine mahsustur” (Gökalp, 1981b: 41). İçtimai şe’niyet bir milletin vicdanında yaşayan tüm kurum ve itikatlardan oluşmaktadır (Gökalp, 1981a: 26, 131, 136). 

Aşağıda, Gökalp’in Türkçülüğü nasıl yorumladığı kendi eserleri üzerinden detaylı olarak tartışılacaktır. Bu tartışmanın iki ayağı bulunmaktadır. 
Bunların ilki Gökalp’in ırk, kavim ve devlet ilişkisi üzerine düşündükleridir. Diğeri ise ümmet ve medeniyet fikrinden koparak, Türk milleti ve Türk kültürü 
tanımlarını nasıl geliştirdiğidir. 

2. Irk, Kavim ve Devlet 

Gökalp, Pantürkçülük içindeki ırkçı kavramları eleştirmekte, kültürel-eğitimsel ideali önemli görmektedir (Landau, 2004: 34; Zenkovsky, 1960: 107). Berkes, Gökalp’e yakıştırılan ırkçılık ve Turancılık düşüncelerinin kaynağı sayılan Çarlık Rusyasındaki Türk dilli toplumları ve onların sorunlarını Gökalp’e kıyasla daha yakından tanıyan kişinin Akçura olduğunu belirtmektedir (Berkes, 1985: 209). Berkes, Akçura’nın Türkiye’ye ilk geldiği yıllarda “kavim” ve “ırk” terimlerini birbirine karıştırarak kullandığını; fakat Gökalp’in “ırk”, dil akrabası olarak “kavim” ve laik halk birimi olarak “millet” terimlerini şaşılacak bir açıklıkla birbirinden ayırdığını vurgulamaktadır (Berkes, 1985: 212). Gökalp, Malta’da verdiği “Türklük Anlayışı Nedir? Ulusal Harsımızı Nasıl Geliştirmeliyiz?” adlı konferansında Türkçülüğü kavim, ümmet ve ahali kavramlarından farklı tutarak, Türk kültürü çerçevesinde tanımlamaktadır. Buradan hareketle Türkçülüğü, “Avrupa medeniyeti içinde bir Türk harsı vücuda getirmek” olarak tanımlayıp, “Asrın mefkûresi olan ‘ulus-devlet’ ise bizim için Türkçülüğü ifade etmektedir” demiştir (Karakaş, 2008 içinde: 463). 

Deniz, Kara’ya referans vererek bu konuda bir tespit yapmaktadır. Önceleri, “millet din-mezhep; kavim kabile-kan bağı-mahallî kültür; cins ise ırk 
anlamında kullanılmaktaydı” (Deniz, 2006: 50). Millet kavramı giderek nation anlamında “kavm” kavramına, ümmet ise (eski) millet kavramına dönüşecekti. 
Önemli olan Akçura’nın ırk olarak tanımladığı olgunun, Gökalp tarafından millet olarak ifade edilmesidir (Deniz, 2006: 50). Aşağıda Gökalp’in kavim 
kavramı kendi eserleri çerçevesinde tartışılacaktır. Tartışmanın konusu Gökalp’in kavim ve ulus kavramlarını çok net bir çizgiyle ayrıştıramamasının 
nedenleridir. 

Gökalp ulusu hem ümmetten (din vurgusu) hem de kavimden (dil vurgusu) ayırırken, kavim-ulus ilişkisinde kararsız bir tablo çizmektedir. 

Gökalp kavimleri (aşiret) saf etnik grup olarak düşünmektedir; fakat ulusu kavmin devamı olarak gördüğünde, hem ulusu hem de ulusun harsını etnisite 
üzerinden tanımlamak zorunda kalacaktır. Gökalp her ne kadar ulusun kavim olmadığını belirtse de, ulusu birleştiren duyguların dil ve din duyguları 
olduğunu söyleyerek, aslında kavmi bir unsur olan dile ve ümmet unsuru olan dine başvurmaktadır (Berkes, 1985: 203). Bütün ulusların kökeninde bir kavim 
esası olduğunu söyleyen ve kavmi bir dil ailesi olarak tanımlayan Gökalp bu zorluğu aşmak için ulusu şöyle tanımlamaktadır; “Kavim gayet eski bir 
zamanda ve lisani bir cemaat halinde yaşamış ve sonra dağılmış bir millet demek olur” (Berkes, 1985 içinde: 203). Gökalp’e göre bazı kavimler tekrar 
dirilirler, fakat ulus olarak yeniden uyandıklarında artık eski kavim değildirler. 

Bunun nedeni başka kavimlerle temas etmiş olmaları ve bu kavimlerle ortak bir medeniyet hayatı oluşturmuş olmalarıdır. Özetle kavimler zaman içerisinde 
farklı medeniyet ve farklı ümmet çevrelerinin içinde yer alabilirler, fakat köklü geçmişlerinden gelen özelliklerini (dil gibi) korurlar. Gökalp Türk kavmine 
dair şöyle bir saptama yapmaktadır; “Görülüyorki Türk kavmi, ‘Ben varım,’ dedikten sonra sorumluluğunu daha iyi anlıyor ve bu gün ulusallık 
duygularından el çekmeleri mümkün olmayan dindaş ve devletdaşlarıyla daha güzel anlaşma yollarını bulabiliyor” (Gökalp, 2005: 65). 

Berkes’e göre Gökalp kültür terimini farklı zamanlarda farklı anlamlarda kullanmıştır. Gökalp’in kullandığı kültür tanımlarının ilki “bir kavmin 
kültüründen söz ettiği zamandır”, ikincisi “bir ulusun kavmi mirası olan kültüründen söz ettiği zamandır”; üçüncüsü “bunlarla kaynaşarak ulusal kültüre 
aşılanmış <>lerden söz ettiği zamandır” (Berkes, 1985: 204). Berkes’in bu saptaması yukarıda işaret edilen kararsız durumu açıklamaktadır. 
Gökalp ulusları kavmin devamı olarak tanımlamamakta, fakat aslında bütün ulusların kökeninde bir kavim esası olduğunu düşünmektedir. Kavim ve ulus 
arasındaki devamlılığı sağlayan olgu dil olgusudur (Berkes, 1985: 203). Bu noktada Gökalp şöyle demektedir; “Bir lisanı konuşanlar ekseriyetle bir soydan 
gelen insanlar olduğu için bir millet aynı zamanda bir kavim demektir... Kavim gayet eski bir zamanda ve lisani bir cemaat halinde yaşamış ve sonra dağılmış 
bir millet demek olur” (Berkes, 1985 içinde: 203). Gökalp için kavim bir başka nedenden dolayı da önemlidir. Gökalp bunu aşağıdaki gibi açıklamaktadır; 

Hayatiyat ve ruhiyata gelince, kavim ferdlerden mürekkebdir. Ve fertlerin de birer uzviyeti ile ruhiyeti vardır. Hayatiyat bu ferdi uzviyetlerden, 
ruhiyat bu ferdi ruhiyetlerden bâhistir. Hâlbuki Kavim, bu ferdî uzviyetlerle ruhiyetlerden büsbütün başka bir şeyrdir... Kavmin müstakil 
mahiyeti hâiz içtimaî bir şe’niyet olduğu esas olarak kabul edildikten sonra, kavme ait bütün hâdiselerin sebeblerini içtimaî âmiller arasında 
aramak zarûreti meydana çıkar (Gökalp, 1977: 7). 

Yukarıdaki alıntıda tanımlandığı gibi Gökalp için kavim, çeşitli ve giderek karmaşıklaşan cemiyet hallerinin öncesinde var olan, bu bakımdan 
nispeten daha saf bir zümredir. Bu, ulusun özünü anlamak ve onu kavramsallaştırabilmek açısından önemlidir. Gökalp, kavim oluşumundaki 
dayanışma türünü, ulus oluşumundaki “hars birliği”ne (ortak dil, ortak duygular, ortak terbiye) denk düşünmektedir. Bir kavmin vicdanında yaşayan 
kıymet hükümlerinin 7 (Değer hükümleri) toplamı o kavmin harsıdır ve “kıymet hükümlerinde hâkim olan ferdi şuur değil, içtimai vicdandır” (Gökalp, 1981b: 29). Kıymet hükümleri her cemiyette başka türlü olduğu için milli bir yapısı vardır. Dolayısıyla kıymet hükümlerinin toplamı olan hars da millidir. Ayrıca 
kıymet hükümlerinin temeli mefkûrelerdir (Gökalp, 1981b: 30, 49, 109). 

Medeniyet ise akılla yaratılan ve başka ülkelerden taklit edilen kavramların ve tekniklerin toplamıdır. Oysa ancak bir cemiyetin paylaştığı ortak duygular harsı 
oluşturmaktadır. Hars duygular demektir, medeniyet ise bilgi, bilim ve teknik demektir. Gökalp cemiyeti “aynı lisana ve aynı harsa malik bir zümre” 
olarak tanımlamakta ve “muhtelif cemiyetlerden mürekkep olan bir zümre, cemiyet olamaz” demektedir (Gökalp, 1982a: 258). 

Gökalp cemiyetleri aşiretler ve devletler olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Devletleri de müttehide (confederation), ümmet (peuple), Millet (nation) 8 ve 
cemaat (communaute) olmak üzere dört grupta sınıflamaktadır. Devlet türleri arasında aşirete en çok benzeyen müttehidelerdir. Bu devlet türlerinin her 
birinin kendine özgü bir harsı bulunmaktadır.9 Yani ümmet harsı, millet harsı ve cemaat harsı birbirlerinden farklıdır (Gökalp, 1981b: 56, 57). 

7 Heyd, Gökalp’in İstanbul’da olduğu dönemden itibaren “kıymet” terimi yerine “mefkûre” terimini kullanmayı tercih etttiğini belirtmektedir (Heyd, 1950: 48, bir numaralı dipnot). 

8 Atabaki’nin belirttiğine göre Osmanlı idaresi millet tanımının bu yeni anlamını benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır, fakat bu kullanım sürgündeki genç 
Osmanlılar arasında tepkilere yol açmıştır. Mesela Namık Kemal millet teriminin ulus olarak kullanılmasını eleştirmiş ve millet terimini sadece dini cemaat 
anlamında kullanmıştır. Atabaki, Osmanlı İmparatorluğu’nda ümmet ve millet terimlerinin genellikle sırasıyla Müslümanları ve Hristiyanları tanımlamak için kullanıldığını; fakat İranlıların, Osmanlı toplumunun Müslüman kesimini ümmet (ommat) olarak değil de, millet (mellat) (mellat-e Osmaniyeh) olarak gördüklerini belirtmektedir. Atabaki bunun Osmanlıların kendilerinin ümmet ve millet kavramlarına yükledikleri anlamlar arasındaki önemli farkın gözardı edilmesi olarak yorumlamaktadır (Atabaki, 2000: 17, 19). 9 Heyd’e göre Gökalp hars kavramını Arapça kökenden türetmiştir ve bu Fransızcadaki karşılığına tam olarak uymamaktadır. Hars kelimesi kısa zamanda Türkçeye geçmiştir, fakat daha sonradan kültür kelimesi harsın yerini almıştır. Önceleri Gökalp harsı milli değerlerin toplamı olarak tanımlamış ve irfan veya medeniyet kavramlarını, kültür ve medeniyeti birbirinden ayrıştırmadan, aynı anlamda kullanmıştır. Fakat 1918’den itibaren hars, irfan (genel anlamda bilgi veya eğitim anlamında) ve medeniyet kavramlarını birbirinden net olarak ayırmıştır (Heyd, 1950: 63). 
Yine Heyd’e göre Gökalp hars ve medeniyet ayrımını dolaylı olarak Alman sosyolojisinden (Tönnies’in Gemeinschaft ve Gesellschaft ayrımı) almış görünmektedir (Heyd, 1950: 66). Gökalp, kültür kelimesinin Fransızcadaki karşılığının irfan, Almancadaki karşılığının ise hars olduğunu söylemektedir 
(Gökalp, 1981b: 37, 2 numaralı dipnot). Yine Gökalp, “Türkçülerin hars dedikleri şey, ne Fransızların culture’ü, ne de Almanların kültürü’dür” demektedir 
(Gökalp, 1973: 97). 

Buradan hareketle Gökalp ulus kavramını tanımlamaktadır. Millet (ulus) coğrafi bir cemaat değildir, “mesela İran dediğimiz zaman, bu memleketin 
yalnız İran milletini muhtevi olduğunu zannetmemelidir. Orada, İranilerden başka, birçok Türkler ve Kürtler de vardır... Anadolu’da birçok Kürt aşiretleri 
ve köyleri bulunduğu gibi, ekseriyeti Kürt olan mahallelerde de, umumen Türk bulunan şehirlerden başka birçok Türk köyleri de vardır. O halde, hiç kimse 
mensup olduğu ülkeye nisbetle milliyetini tayin edemez” (Gökalp, 1982a: 226). 

Benzer şekilde millet aynı ırk ve kavmiyet demek de değildir, çünkü cemiyetler ırkan saf ve kavmiyetçe halis değildirler. Gökalp’e göre “Kavim, aynı anadan, 
aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir. 

Eski Cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Halbuki, cemiyetler kablettarih (tarihten önceki) 
zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildir” (Gökalp, 1973: 18). Dolayısıyla saf bir kavmi Türkçülükten bahsetmek mümkün değildir. Yalnız terbiye yoluyla 
geçen sosyal özellikler önemlidir (Gökalp, 1973: 18-19). Millet, aynı imparatorluk dâhilinde ortak bir siyasi hayat yaşayanların oluşturduğu bir yapı 
da değildir. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nda değişik milletlerin aynı çatı altında birleşmiş olmalarından hareketle, Osmanlı İmparatorluğu’nun umum 
tebaasına “Osmanlı milleti” demek hatalıdır. Ayrıca, millet, bireylerin kendi keyiflerine ve menfaatlerine uygun olarak seçtikleri bir cemiyet de değildir 
(Gökalp, 1982a: 226-227; Gökalp, 1973: 17-23). Özetle Gökalp’e göre ne ırki, ne kavmi, ne de coğrafi Türkçülük vardır. 

Gökalp’in Türkçülüğün temelini oluşturan hars ve ulus kavramları, medeniyet ve ümmet kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Aşağıda önce hars ve 
medeniyet arasındaki farklar, ikinci olarak da ümmetten ulusa geçiş tartışılacaktır. 

3. Ümmet-Medeniyet ve Türk Ulusu-Türk Harsı 

Gökalp’in Türkçülük ve ulus kavramları, hars ve medeniyet arasındaki karşıtlıktan hareketle tanımlanmaktadır. Yukarıda değinildiği gibi Gökalp 
önceleri hars ve medeniyeti birbirine zıt bir ilişki içerisinde ele almıştır. Hars ve medeniyet birbirini içermeyen, birarada var olması imkânsız iki alan olarak 
tanımlanmıştır. İnalcık, Gökalp’in “Hars ve Medeniyetin Münasebetleri” (1918) başlıklı makalesine dayanarak, daha sonraları medeniyet tanımının sınırlarını genişlettiğini ve muhtelif harsların karışımından oluşan medeniyete kültüre yakın özellikler tanıdığını belirtmektedir. Medeniyetlerin de kültür gibi dini, âhlaki, hukuki, muakalevi, bedii (estetik), iktisadi, lisani ve teknik hayatı vardır. Son geldiği noktada bir medeniyet, belirli coğrafi sınırlar içinde birçok kavim ve devletleri içine alabildiği gibi, bir ulus zamanla medeniyet değiştirebilir. Orta Asya’da iken Uzak Şark medeniyet dairesine, İslâmi Sultanlık döneminde Orta Doğu medeniyet dairesine dâhil olan Türkler, hars birliğine dayanan ulus olunca Batı medeniyeti dairesine girmişlerdir. Gökalp’e göre birbirine zıt medeniyetler, aynı cemiyet içinde yanyana yaşayamazlar (İnalcık, 2000: 23). Sezer de, Gökalp’in hars ve medeniyeti ayrı alanlar olarak gördüğünü ve medeniyetin, uluslararası niteliği nedeniyle kültür alanına zarar verilmeden alınıp değiştirilebildiğini düşündüğünü söylemektedir. Dolayısıyla Doğu medeniyet alanından Batı medeniyet alanına kolayca geçmek mümkündür (Sezer, 1988: 230). 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,


****



28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 2


1990’larda Egemen Sınıf İçerisindeki Çatışma 

RP’nin güçlendiği yıllar aynı zamanda Türkiye’deki iktidar blokları arasındaki mesafenin açıldığı yıllardı. Esas mesele Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’de 
askerin başını çektiği bürokratik güç odaklarının tasfiyesi ve uluslararası sermaye ile tam entegrasyonun tesis edilmesi meselesi idi. 

TÜSİAD’ın başını çektiği liberal büyük sermaye arkasına AB’yi alarak sivilleşme ve demokratikleşmeyi öne çıkarıp askeri geriletmeye çalışırken 1990’larda 
Avrupa Birliği rüyasının bir hayli güçlü olduğunu belirtmek gerekir. Bu rüyanın gücü sayesinde AB Türkiye siyasetinde bir hayli etkili konumdaydı. 

Kemalizmin saksısında yetişen TÜSİAD’ın titrekliği gözlerden kaçmıyor, süreç AB reformları adı altında bir nebze olsun ilerletilmeye çalışılıyordu. 

TÜSİAD’ın bayraktarlığını yaptığı demokratikleşme, sivilleşme ve ekonomik refah hegemonik söyleminin karşısında TSK ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Atatürk 
ilkelerini öne çıkarıyordu. 1990’larda gücünün doruğunda olan PKK’nin etkinliği asker için önemli bir varlık gerekçesi iken İslami hareketin güçlenmesi de şeriat 
korkusu sayesinde askere bir kritik varlık gerekçesi daha kazandırıyordu. Bugün 1993’teki Sivas katliamının münferit bir galeyana gelme durumuyla başlamadığı nı artık herkes biliyor. RP ve BBP’lilerin önünü açan, onları engellemeyip saatlerce katliamı izlemekle yetinen devlet güçleri neyi planlamış olabilirdi? Tabloya esrarengiz biçimde hiçbir zaman aydınlatılamayan Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursu gibi Kemalist aydınların suikastini de eklersek durum biraz daha berraklaşıyor. “Şeriat geliyor” paniklemesiyle solcular ve Aleviler laikliğin bu ülkedeki sözde teminatı olan askeri desteklemeye başlayacaklardı. İstenen silahlı kuvvetlerin yanına silahsız kuvvetlerin de eklenmesiydi. 
Daha 10-15 yıl evvel asker postalı altında ezilen solcular ve Aleviler, 12 Eylül’ün siyasal İslamın gelişmesine ne kadar yardım ettiğini de unutarak askerin arkasın da saf tutmaya başladılar. 

Laiklik elden gidiyor paniğinin gücü ve siyasal alternatifsizlik bu durumu kaçınılmaz hale getirecekti. 

Egemen sınıf içerisindeki çatışmada TÜSİAD ve AB’nin elini zayıflatanlar şunlardı: Peşisıra gelen ekonomik krizler, Kürt sorunun keskinliği, ana burjuva 
partiler olan ANAP ve DYP’nin müthiş istikrarsızlıkları ile politik eksenin RP’ye doğru kaymaya başlamasıydı. Bunlarla ilgili TÜSİAD-AB bloğu birşeyler yapmadı 
değil. Burjuva liberal ( Yeni Yüzyıl, Radikal vb ) gazeteler çıkararak entelektüel hegemonya tesis etmek, insan hakları vb söylemlerinde bulunmak, AB reformlarını dayatmak, Susurluk kazası sonrasında başlayan eylemlere belirli şekillerde destek olmak vb leri dışında Cem Boyner önderliğindeki Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) ile siyasetteki düğümlenme yi aşmayı bile denediler. Ama tutmadı. Kürt sorununda raporlar hazırlattılar. En radikali Sabancı tarafından hazırlattırılan ve Kürt sorunu için en ileri özerklik ifade eden Bask modelini öneren bir rapor bile gündeme geldi ama bu raporun yayınlanmasının ardından Sabancı ailesi kendi mabedinde bir suikaste uğradı. 

En sonunda da RP’nin güçlenerek 1996’da iktidara gelmesi her şeyi değiştirecekti. 

RP’nin İktidar Bilançosu 

RP-DYP koalisyonunda Erbakan başbakandı. Erbakan’ın başbakanlıkta yaptıkları nın bilançosu en özet şekilde nasıl çıkartılabilir? İlk olarak İsrail ile yapılan en  büyük silah anlaşmalarının Erbakan tarafından imzalandığını belirtelim. Her taşın altında İsrail’i arayan anti semitik Erbakan Hoca için muazzam bir geri adımdı bu kuşkusuz. Büyük sermayenin neoliberal programının ana hatlarına da uygun davrandı Erbakan, Susurluk skandalının ardından olayın üzerinin örtülmesinde de başbakan olarak kilit rol oynadı. Kürt sorununda da asker karşısında tamamen el pençe durumundaydı. Ama bu eğilip bükülmeleri tek başına ele almak gerçeğin diğer yarısını görmemek olur. Erbakan, başbakanlığı boyunca Hıristiyan Batı’ya hiç gitmedi, bunun yerine Asya ve Afrika’yı turladı, İslam ülkelerine gitti. G-8’e karşı D-8’i ortaya attı, ne de olsa rüyasında İslam Birliği vardı. Hatta Libya gezisi sırasında Kaddafi’nin aşağılamalarına maruz kalınca içeride çok zor durumlara düştü. Erbakan, İsrail ile yapılan anlaşmaları imzalarken bir yandan da dış politikadaki bu hamleleriyle İslamcı damarı açısından durumu kurtarmaya çalışıyordu. Neoliberal ajandaya uygun davranır ken diğer yandan da kamu emekçilerine en büyük maaş artışları nı veriyordu. 


Milli Görüş, başından beri küçük çaplı sermayderın büyük sermayeye ve uluslararası tekellere karşı öfkesinin ifadesiydi aynı zamanda. Emperyalist kapitalist sistemin programını benimsemeye hazır değildi. İktidardayken de durmadan bunun çelişkisini yaşadı. Büyük sermayenin yol haritasına uymadığı ölçüde tepkileri üzerine çekecekti. Başından beri İran’a sempatisini saklamayan Erbakan ve partisinin iktidardayken İranla yakınlaşma stratejisi izlemesi hakim sınıfların ve tabi ki ABD’nin öfkesini daha da şiddetlendirecekti. 

(Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher.ın imzasıyla ABD.nin Ankara büyükelçiliğine gönderilen 15 Ekim 1996 tarihli belgede Refah partisine yönelik 
şu değerlendirmeler ve devamında bu partiye karşı harekete geçilmesi isteği 28 Şubat.a ışık tutar niteliktedir: “Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve 
Başbakan Erbakan.ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı.dan ayırıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye.nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu, bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.”) 

Erbakan’ın “ Kanlı mı olacak, Kansız mı olacak ” çıkışı, Kudüs gecesi gibi radikal İslamcı organizasyonların düzenlenmesi, Erbakan’ın sarıklı tarikat önderleri ile 
ulu orta yaptığı görüşmeler, Susurluk protestoları sürecinde “ Mum söndü oynuyorlar ” şeklindeki çıkışları, Şevki Yılmaz, Hasan Mezarcı gibi isimlerin Mustafa Kemal’e sövüp saymaları adeta düğmeye basmak için sabırsızlanan TSK’ya verilmiş gollük paslardı. RP ve Erbakan 28 Şubat postmodern darbesi geldiğinde uysalca boyun eğdi. Oysa Türkiye’nin en çok oy almış partisiydi. Milli Görüş teşkilatının geniş örgütlülüğüyle ciddi direnişler sergileyebilir, en azından kitlesel eylemler düzenleyebilirlerdi. Ama onlar durumu sessizce kabullendiler. Şimdilerde mağdur demokrasi kahramanları kesilenler o günlerde kuyruğu kıstırıp kenera çekildiler. Bu durum aslında pek şaşırtıcı değil. RP macerası başından sonuna kadar küçük burjuvanın doğasına uygun biçimde yaşandı. Küçük burjuvanın emperyalist kapitalist sistem karşısında tutunma şansı olamaz. Muhalefetteyken atıp tutan küçük burjuvanın acizliği iktidardayken tüm çıplaklığı ila ortaya çıkar. 

Neticede yukarıdan gelen basınç karşısında eğilip bükülmeler başlar, ya tamamen boyun eğilir ya da pes edilir. Erbakan kolayca pes ettirildi, kaybedecek çok şeyi olduğu için de direnişe soyunmadı. Bu durum küçük burjuva tepkiselliğinin bir diğer türü olan küçük burjuva sol radikalizmi için de geçerlidir. En son örnek Nepalli Maoistlerin iktidardayken emperyalist kapitalist sistemle uzlaşarak sisteme entegre olmasıdır. 

28 Şubatın Dinamikleri ve Sınırları 

28 Şubat sürecinin liderliği açıkça TSK’ya aitti. TSK başından beri dillendirip durduğu “şeriat tehlikesi” karşısında harekete geçmiş ve devletin ve milletin 
sahipliği konusundaki gücünü ve yetkisini bir kez daha ortaya koymuştu. Bu da TSK’nın “sivilleşme” adı altında kendisi üzerinde yaratılan basınçlardan belirli 
bir süreliğine de olsa kurtulması ve rahatlaması anlamına geliyordu. RP, ordunun müdahalesi için gerekli bahaneyi oluşturmuş olsa da RP’nin tasifyesi TÜSİAD için de olumlu bir gelişmeydi. Türkiye burjuvazisinin uluslararası ortakları hep Batılıydı şimdi bu süreci tersine çevirmeyi hayal eden, AB’ye Hıristiyan Kulübü yakıştırmasında bulunan bir başbakanla nereye kadar gidebilirlerdi. Erbakan, kendileri için hayat memat meselesi olan neoliberalizme tam sadakat konusunda bile uyumsuzdu. O yüzden Erbakan’dan kurtulmak konusunda onların da kafaları netti. 28 Şubat’ın post modernliği konusunda asıl fark yaratan destek de TÜSİAD’dan gelecekti. Askerler tam ve şiddetli bir müdahalede bulunmadılar aslında. Ama bu boşluğu büyük sermayenin medyası dolduracaktı. 
TV’ler sonrasında birçoğu düzmece olduğu açığa çıkacak Müslüm Gündüz gibi vakalarla dolup taşacaktı. Medya toplumsal bilinç üzerinde eşi görülmemiş bir 
etkide bulunuyor, bazı isimlerin üstünü çizerken bazılarınınkini göklere çıkarıyordu. Büyük sermaye medyasının bu kadar etkili olmasında Erbakan ve RP’nin mücadele etmeyip kuyruğu kıstırmalarının büyük payı var. Süreçte işveren örgütleri, TİSK, TOBB TÜSİAD’a yakın bir sivil toplum örgütüne 
dönüşmüş olan DİSK ile beraber açıklamalarda bulunabiliyordu. 

28 Şubat sürecinin ABD ve AB tarafından da desteklendiğini ve bunun nedenleri ni bir kez daha uzun uzun açıklamaya gerek yok. Ama Erbakan’ın ulusal ve  uluslararası sermayenin birleşik bir cephesi tarafından tasfiye edildiğinin altını çizmek gerekir. Hatta başta Fethullah Gülen olmak üzere bir çok İslami cemaatin ve İslami sermaye odaklarının Erbakan’a “ Fazla ileri gittin ” fırçası çektikleri bilinmektedir. 

28 Şubat sınırları neydi peki? 28 Şubat’ın esas hedefinin Erbakan olduğu, İslami hareketin bir bütün olarak belinin kırılması için hareket edilmediği iddiası, 
gerçeğe yakın bir durumu ifade ediyor. Bugün AKP’nin üstünü çizdiği iş adamlarına ya da CHP’li belediyelere yaptığı türden bir abluka İslamcı belediyelere yönlendirilseydi, Melih Gökçek gibi birçok belediye başkanı hakkında yolsuzluk dosyaları patlatılabilirdi. Belediye kaynaklarından mahrum kalmak kuşkusuz büyük bir kayıp anlamına gelirdi İslami hareket için. Aynı şey İslami holdingler için de pekala geçerliydi. İslami cemaatlerin elindeki sayısız yurt ve okula da kimi çok dar kapsamlı hareket dışında dokunulmadı.  ( 8 yıllık kesintisiz eğitim ve imam hatip mezunlarının önünün kesilmesi ki bunun için tüm meslek 
liseliler mağdur edildi ) dışında kayda değer bir yaptırım olmadı. Tabi ki türban yasağının sıkılaştırılmasını da listeye eklemek gerekir. 

Toparlayacak olursak 28 Şubat, siyasal İslamı ciddi şekilde ezip tamamen marjinalleştirmek yerine İslamcı hareketin emperyalist kapitalist sistem dışına 
kayan unsurlarının törpülenmesi anlamına gelmiştir. 28 Şubat’ın şahin kanadı olan TSK’nın bir bölümü, daha ilerisini istemiş olsa bile bu isteklerini hayata 
geçirmelerini mümkün kılacak bir güçler dengesinin varlığını hissedememişlerdir. Zaten tarihsel süreç 28 Şubat’ın asıl misyonunun kimi aktörlerinin arzusundan bağımsız olarak siyasal İslamı düzene entegre ederek büyük güçler için kullanışlı dinamik bir güç yaratmak olduğunu ortaya koymuştur. 

28 Şubat Sürecinde Solun Tutumu 

28 Şubat süreci tam da Susurluk kazasıyla ortaya ortaya dökülen kontrgerilla faaliyetlerini protesto eden ülke çapındaki eylemlerle çakıştı. 
Tüm ülkede ilçe merkezlerine kadar yayılan eylemlerde insanlar burjuva devletin mafyasıyla özel timiyle binlerce insanı katletmesini protesto ediyorlardı. 

Bu durum, sosyalist hareketin mesafe kat etmesi için çok elverişli koşulların oluşması demekti. Derken 28 Şubat süreci eylemlerin yönünü değiştirmeye başladı. 
Susurluk eylemlerinde zaten belirgin bir etkisi olan burjuva medya, açığa çıkan kitlesel enerjiyi Erbakan hükümetine karşı yönlendirmeye başladı. 
Erbakan hükümetinden gelen “gulu gulu dansı yapıyorlar”, “mum söndü oynuyorlar” türünden açıklamalar bu kutuplaşmanın güçlenmesine neden oldu ve 
neticede burjuva devlet ve sistem karşıtı bir hareket olarak başlayan Susurluk eylemleri, 28 Şubatın arkasındaki egemen sınıf ittifakının değirmenine su taşıyan bir içeriğe doğru kaydı. Böylece ülke çapındaki eylem sürecinin sunduğu fırsatlar sosyalist hareketin elinden kayıp gitti. 

Sosyalist hareket eğer doğru bir şekilde sürece müdahil olabilseydi iplerin burjuvazinin eline geçmesine engel olabilir miydi? Muhtemelen olamazdı, 
ama şunu da hatırlatmak gerekir ki o dönem sosyalist hareket şimdikinden çok daha güçlüydü. Onlarca fraksiyonun biraraya gelmesiyle oluşan ÖDP gücünün 
zirvesindeydi ve ÖDP’deki güçlerce kontrol edilen kamu emekçileri hareketi durumundaki KESK çok kitlesel, moralli ve militan bir örgütlenmeydi. 
KESK’in devreye girmesi 28 Şubat’ta TÜSİAD ile kol kola giren DİSK’i de mutlaka etkileyecekti. Ama ÖDP uzun süren bocalamalardan sonra ortacı bir tutum 
takınarak ( Ne RefahYol Ne Hazır Ol ) bu ihtimallerin gerçekleşme şansını ortadan kaldırdı. Gazi Mahallesi gibi semtlerde etkili olan ve o dönem aslında bir 
hayli güçlü olan sol grupların ise kendi ayrı dünyaları vardı ve ülkede yürüyen meseleler karşısında genel olarak siyasetsiz bir duruş sergiliyorlardı. 

Solun geri kalan ana gövdesi, DİSK gibi burjuvaziyle doğrudan aynı cepheye düştü. Belki TÜSİAD ile aynı platformlara imza koymadılar ama fiili mücadele 
bunu yaptılar. Örneğin İşçi Partisi 28 Şubat sürecinde öyle hızlı bir şekilde sağa savruldu ki grubun ulaştığı noktanın artık solla bir ilişkisi kalmamıştı. 
Diğer taraftan o zamanki adı SİP olan TKP üniversitelerde türban yasağını zorla uygulattıran güvenlik kuvvetlerine dönüşmüştü. Üniversite kapılarında biriken 
SİP’li öğrenciler türbanlı öğrencileri okullara sokmamak için rektörlük ve güvenlik  kuvvetleri ile tam işbirliğine soyunmuşlardı. SİP de bu süreçle beraber hızla sağa savruldu. Süreç TKP (SİP)’yi cumhuriyetin kazanımları korunmalı mantığıyla kırmızı beyaz Yurtsever Cepheler örgütleyip Türk bayraklarıyla eylemler yapmaya ve ülkemizi ABD’ye böldürtmeyiz noktasına kadar götürdü. 

Solun geri kalanı ise mütkiş bir basiretsizlikle 28 Şubat sürecini TÜSİAD ile yeşil sermayenin bir kapışması olarak anlıyor ve bu perspektifle tarafsız kalmayı 
salık veriyordu. Cılız mı cılız yeşil sermayenin TÜSİAD, TSK, ABD ve AB gibi bir blokla boy ölçüştüğünü iddia eden analizler, sadece ve sadece iddia sahiplerinin sınıf mücadelesinden pek de bir şey anlamadığını ortaya seriyordu. İşin arkasın da belki de suya sabuna dokunmama kolaycılığı da vardı. Zira sosyalist solun tabanı da öyle veya böyle yaratılan şeriat umacasından ciddi şekilde etkilenmişti ve bu yüzden 28 Şubat tabanda genel olarak olumlanıyordu. 
Bu yüzden 28 Şubat’a karşı net bir tavır almak tabanda pek hoş karşılanmaya bilirdi. Aslında ÖDP’nin “ Ne Refah Yol Ne Hazır Ol ” sloganına denk düşen bu tarafsızlık devrimcilikle pek alakası olmayan orta yolculuğun belirtisiydi. 

Sosyalistler, 28 Şubat karşısında (İşçi Demokrasisi gibi örgütler ile bazı aydınları bir kenera koyarsak) iyi bir tavır sergilemediler. Bu süreçte solun sağa kayışı 
büyük bir ivme kaydetti. 

Sosyalistlerin yanı sıra artık CHP’ye dönüşen sosyal demokrasinin de hızla sağa kayarak ulusalcı bir pozisyona sürüklendiğini ve bu süreçten sonra ülkede 
sosyal demokrat bir partinin artık var olmadığını belirtmek gerekir. CHP’yi bir kenera bırakırsak sosyalistler 28 Şubat’a karşı Susurluk eylemlerinin etkisini 
kullanarak ve KESK gibi sendikaları da devreye sokarak mücadele etseydi büyük fark yaratmış olacaklardı. Ülkenin ve bu arada solun sağa doğru kayışına fren konulacağı gibi hemen boyun eğen, sonra da ana ekseni AB-ABD rotasına giren İslamcıların kaypaklığı da gün gibi ortaya çıkmış olacaktı. 
28 Şubat’ın bugünleri belirlemede birincil faktör olduğu hesaba katılırsa sosyalist solun şimdikine kıyasla hem daha güçlü hem de daha prestijli olması gayet 
mümkün olabilirdi. 

İslamcı Harekette Ayrışmanın Kökenleri ve Gelişimi ve AKP’ye Yolların Açılması 

28 Şubat süreci Milli Görüş açısından da bir tıkanma noktasını ifade ediyordu. Süreç adeta Erbakan’ın yaptığı ve yapabileceğinin sınırlarını çizmişti. 
Kafasına vurulunca Erbakan hemen pısmış, partisi kapatılmış, kendisi siyasi yasaklı olmuş, ama neticede durumu kabullenmişti. Şimdi yeniden ipler kendi 
ellerinde olmak kaydıyla yeni bir parti kurup yoluna devam etmek istiyordu Erbakan. Fazilet Partisi kurulmuş, liderliğine emanetçi olarak silik bir tip olan Recai Kutan getirilmişti. Bu durum Milli Görüş kadrolarının önemli bir kısmı tarafından hoş karşılanmayacaktı. Bunların başında da İstanbul belediye başkanlığında yıldızı parlamış olan Tayyip Erdoğan geliyordu. 68 öğrenci hareketinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nde başı çekmiş ve sonrasında Milli Görüş hareketinde en yüksek noktalarda bulunmuş olan Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener gibi simalar diğer öne çıkan isimlerdi. Bu lider kadroların öncülüğünde Milli Görüş içerisinde Yenilikçiler olarak adlandırılan bir eğilim zamanla güçlenecek ve partiden koparak yeni bir parti kuracaklardı. Kuruluşundan itibaren roket hızıyla yukarılara çıkan bu parti Türkiye’nin sonraki yıllarına damgasını vuracaktı. 

Milli Görüş’ten kopan bu oluşumun bu kadar yükselebilmesinin sırrı neydi? Erbakan, TSK-TÜSİAD-ABD ve AB bloğu tarafından el birliğiyle alaşağı edilmişti. 
Oysa, T.Erdoğan tam tersine TSK hariç bu bloğun geri kalanlarınca yoğun bir şekilde desteklendi. Öyle ki siyasi yasaklı olduğundan hiçbir resmi ünvanı 
olmayan RTE Washington’larda bir başbakan gibi konuk edildi. Daha sonraysa ABD-AB-TÜSİAD bloğunun birlikte TSK’nın tepesine çökecekleri bir süreç 
yaşanacaktı. 

Dengelerin bu kadar kökten değişmesini mümkün kılan siyasi İslamın yaşadığı bölünme ve ayrılan grubun geçirdiği metamorfozdu. Milli Görüş ideolojik açıdan 
anti-batıcı, anti-semitik, küçük burjuvanın tepkiselliğini yansıtan anti-tekelci bir örgütlenmeydi. Bunun yerine İslam birliğine dayalı kalkınmacı milliyetçi bir 
rota çizilmesini savunuyordu. İktidara geldiğinde bile kendisini küçük düşürecek işler yapmak zorunda kalmıştı, ama yolundan sapmamıştı. 

Bu yüzden de iktidardan indirilecekti. 

Gelgelelim bir zamanlar en fazla orta ölçekli olan Erbakan’ın yaslandığı sermaye kesimleri artık iyiden iyiye büyümüşler ve bizzat kendileri tekellere  dönüşmüşler di. Her cemaat aynı zamanda holdinglere sahip bir kapitalist işletme olmuştu. Bu yüzden de bu kesimlerin küçük burjuva radikalizminin hayaller dünyasından kopmak istemesi ya da tersinden uluslararası sermaye ile intibaka yönelmesi eşyanın tabiyatı gereğiydi. 

Nitekim cemaatler ve MÜSİAD, 28 Şubat sürecinde Erbakan’ı fazla ileri gitmekle açıktan eleştiriyorlardı. Büyük sermayeye iyiden iyiye yaklaşan İslami  holding lerin hepsi acımasız bir neoliberalizm yanlısıydı. AB’ye sıcak bakıyorlar, ABD’nin bölgedeki gücüne karşı durarak bir yere varılamayacağından dem vuruyorlardı. (“Siyasi İslamcılığın bu burjuva yönü, zaman içinde gelişerek, merkez sağ partilerin iflasıyla tabanını da geliştirmek suretiyle İslamcı harekete „  Burjuva. damgasını vuracaktır. 12 Eylül sonrası bu tabanda örgütlenen MÜSİAD, özel finans kuruluşları ve holdingleşme çabaları, bu gelişmenin göstergeleri olarak anlamlıydılar. Bu gelişme, fikir hayatına da tesir etmiş, radikal İslamcılık törpülenirken, İslam ve iktisat arasındaki ilişkiler sosyalizmin tesirinden çıkarak, piyasa ve verimlilik üzerinden temellendirilmeye başlanmıştır.” MTSD, s. 639) 

Bütün bu maddi dönüşümler Meyvesini Milli Görüş’ün tıkanma noktasında verecek ve AKP doğacaktı. AKP, Irak’ın işgalinde ABD ordusunun Türkiye sınırlarını kullanarak K.Irak’a girmesi için çırpınacak ( Üstelik karşı yöndeki büyük toplumsal baskılara rağmen), T.Erdoğan BOP’un Eşbaşkanıyım diyecek, 
İran’a karşı İsrail’i koruyan füze kalkanını Kürecik’e yerleştirecekti. Dış politika daki ABD işbirlikçiliğinin listesi uzar gider, içeride de işçi sınıfının haklarına en azgın saldırıları gerçekleştiren büyük patron siyasetinin ateşli bir uygulayıcısı olur AKP. Emperyalist kapitalist sistemin ajanlığını yerine getirilirken bal tutan parmağını yalar misali semirdikçe semirmek zaten kimseyi şaşırtmaz. 

AKP’nin tarihsel misyonunun en önemli ayağı, ulusalcı refleksleriyle uluslararası sermayeyeyle tam entegrasyon önünde engel teşkil eden Kemalist odakların 
tasfiyesinin onca sancılı süreçlerin sonunda gerçekleştirilmesidir. Bu iradeyi sadece AKP gösterebileceği akılda tutulduğunda AKP’nin emperyalist kapitalist 
sistem için değeri daha iyi anlaşılabilir. 

Kaynakça: 

1- Gencay Şaylan, “Türkiye’de Laiklik”, Tuses, st 
2- Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, İletişim: 2004 
3- Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, Metis: 1990 
4- Sencer Ayata, “Patronage, Party and State:The Politicization of Islam in Turkey”, Middle East Journal, cilt:50, sayı:1, 1996 



****