8 Ocak 2015 Perşembe

DÜNYA EKONOMİSİNİN 5.CI DEV GÜCÜ BASIN NEREYE GİDİYOR.. Medyanın Açmazları ve kırılma Zamanı


DÜNYA EKONOMİSİNİN  5.CI DEV GÜCÜ  BASIN   NEREYE GİDİYOR..  

Medyanın açmazları ve kırılma zamanı



Medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Mustafa Sönmez
22 Mart 2004 – 

Medya tartışmaları, özellikle seçim dönemlerinde yeniden alevlenir. Medyanın tarafgirliği, bir silah olarak kullanılması, yozlaşması yeniden yeniden tartışılır. Medyada kimsenin karşı çıkmadığı bir erozyon var ve bu erozyonun da elbette ki, ekonomik bir temeli var. Ticari bir alan gibi görünmekle beraber, medyanın “kar elde etmekten çok, bir silah olarak kullanılmakta olduğu” ve askeri harcamalarla benzer özellikler gösteren “medya harcamaları”nın, önümüzdeki dönemde ilginç gelişmelere gebe olduğu söylenebilir. Medyada olası gelişmelere geçmeden önce, “sektör”ün analizi yerinde olacaktır.
Hemen belirtelim ki, Türkiye, kişi başına geliri, okur-yazar oranı, kentleşme eğilimleri, reklam pastası, tüketim harcamaları v.b. ekonomik ve sosyal göstergeleri ile hiç uyumlu olmayan bir medya niceliğine sahip. Sayılarla ifade edelim:
TV’ler: 16’sı ulusal, 15’i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu),
Radyo: 30 ulusal, 108 bölgesel, 1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu,
Yazılı basın: Tüm ülkede dağıtımı yapılan 32 gazete ve 85 dergi.
Bu nicelikteki medya kuruluşu neyle döner ? Medyanın iki tür geliri var. Birincisi reklam gelirleri, ikincisi gazete,dergi satışları. Ancak bu iki kanaldan giren gelirin bu nicelikteki medyanın maliyetlerini karşılaması mümkün değil. Yine sayılara dönelim.
REKLAM GELİRLERİ
Reklamcılar Derneği verilerine göre, medyayı besleyen reklam harcamaları yıllar itibariyle şöyle gelişmiş:


1993’te 650-700 milyon USD

1994’te 375 milyon USD,
1995’te 635 milyon USD
1996’da 770 milyon USD
1997’de 950 milyon USD
1998’de 930 milyon USD
1999’da 925 milyon USD
2000’de 1.055 milyon USD
2001’de 540 milyon USD
2002’de 730 milyon USD
2003’te de 2002’nin performansının tekrarlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu reklam harcamalarının, açık hava, sinema payları çıkıldığında, örneğin son iki yılda medyanın reklam girişlerinin 655 milyon dolar dolayında olduğunu anlıyoruz.
2002 yılı ortalama USD kuru olan 1.512.000 TL hesabıyla mecraların yayın gelirleri 715 milyon USD ve toplam reklam pastası 953 milyon USD’dir. Ancak elektronik ve yazılı basının reklam geliri 654 milyon doları ancak bulmaktadır.
Reklam gelirlerinin, önümüzdeki birkaç yıl daha hızlı artmasının ise hiçbir belirtisi yoktur. İç pazarın daraldığı, özel tüketim harcamalarının 2000 öncesi düzeye ulaşamadığı dikkate alındığında ve Türkiye’nin borç yükü, borç ödeme öncelikli ekonomi politikalarının tüketim harcamalarına negatif etkisi göz önünde bulundurulduğunda, reklam yatırımlarında hissedilir bir artış ihtimalinin çok düşük olduğunu söylememiz mümkün.
SATIŞ GELİRLERİ

2003 sonu itibariyle Türkiye’deki gazetelerin satış rakamları ve satış gelirine bakıldığında yayınlanan 32 adet gazetenin her gün 4 milyon 200 bin dolayında satış yaptığı, bu satıştan da (dağıtım payını göz ardı ediyoruz) 953 milyar liralık (700 bin dolar) gelir elde ettiği görülüyor. Yani Türkiye’de gazete satışıyla gerçekleştirilen ciro aylık 28.6 trilyon liraya (21.2 milyon dolar) yıllık 343 trilyon liraya (254 milyon dolara) ulaşıyor.
Böylece medyanın reklam ve satış geliri toplamı (654+254) 908 milyon doları buluyor.
Resmi ilanlar, dergi satış gelirleri ve makul bir yanılma payı ile birlikte, bu rakamı biraz daha artırıp 1 milyar dolara çıkaralım ve şimdi şu soruyu soralım:
Yılda 1 milyar dolarlık bir reklam ve satış geliri, 16 ulusal kanalı, yıllık üretimi 1,5 milyarı aşan 32 gazeteyi, 85 dergiyi ve 30 ulusal radyoyu yaşatmaya yeter mi ?
Nitekim, tek başına bir TV kanalının yıllık operasyon giderinin 100 milyon dolar olması bile tek başına, detaylı bir analize gitmeden, medyanın yağıyla kavrulmadığını ve sürekli sübvansiyon gördüğünü söylememize yeterli. Kuşkusuz bu sübvansiyonun miktarı , yatay ve dikey birleşmelerle aşırı yoğunlaşmış (tekelleşmiş) medyada, gruptan gruba farklı niceliklere sahiptir.
DOĞAN GRUBU’NUN PAYI YÜZDE 42

Medyada en büyük paya sahip olan ve tuzu en kuru izlenimi veren Doğan Grubu, reklam pastasındaki payını yüzde 40-42 dolayında olarak açıklıyor. Bu, 654 milyon dolarlık medya reklam pastasının yüzde 42’sini oluşturan 275 milyon doların Doğan Grubuna ait olması demektir.
Doğan grubu gazeteleri satış gelirinden yüzde 41 pay alıyorlar. Bu, 254 milyon dolarlık gazete satış gelirinin 104 milyon dolarının Doğan Grubu’na ait olması demektir. Özetle Doğan Grubu TV ve yazılı medyası 275 milyon dolarlık reklam, 104 milyon dolarlık gazete satış geliri olmak üzere 379 milyon dolarlık bir sektör girdisine sahip görünüyor. Bunu kabaca 400 milyon dolar olarak kabul edelim.
Ama tuzu en kuru görünen Doğan Grubu’nun bile, medya faaliyetlerini sübvansiyonla götürdüğünü söyleyebilecek sarih bir görüntüye sahibiz. Yine, sadece bir TV kanalının operasyonel giderlerinin yılda 100 milyon dolar olduğu kabul edilirse, kabaca 400 milyon doları bulan Doğan Grubu gelirinin iki TV kanalının finansmanına ve yılda 630 milyon adet gazetenin üretimine yetmeyeceğini söylemek mümkün.
Medya pazarından belli paylar alan ama sırtlarında batık banka yükleri olan Çukurova, Sabah ve Star gruplarının da çok büyük sübvansiyonlarla faaliyet icra etmekte olduklarını söylememiz mümkün. Bunlardan Star grubu için, sektörün dışına düşürülmüş grup, tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Sektörde en büyük sübvansiyonu ya da “medya ile silahlanma harcaması”nı yapan grubun Çukurova olduğunu söylemek mümkün. Sahip olduğu Digitürk ile futbol maçları naklen yayınını oldukça ağır koşullarda üstlenen Çukurova Grubu, sadece bu operasyonunu sürdürmek üzere önemli sübvansiyonlar aktarmaya mecbur kalırken diğer TV kanalları (Show TV ve Skytürk) ve yazılı basınını ayakta tutmak için de önemli kaynaklar aktarmak durumunda kalıyor.
Etibank kaynaklarını kural dışı kullanan Bilgin Grubu ise Turgay Ciner ile yaptığı işbirliği sayesinde ayakta durur görünmekte, ancak hem Sabah-ATV grubunun hem de Cumhuriyet’in kendisini döndürmesi, Turgay Ciner’in artan oranlarda sermaye enjeksiyonunu gerektirmektedir. Bu grupların artan medya harcamaları, rakip Doğan Grubunun da medya harcamalarını artırmaktadır. Bu, karşılıklı silahlanmaya giden iki ülke ya da blokun, ekonomilerine belli bedeller ödetmeleri durumuna çok benzemektedir.
NTV ve TV 8 gibi bağımsız medya kuruluşlarının, sübvansiyonlarının katlanabilir boyutlarda olduğunu tahmin etmekteyiz. İslami kesimdeki medyanın ise katlanabilir ve sürdürülebilir bir cemaat dayanışması ile sermaye enjeksiyonunu sürdürebildiklerini söyleyebiliriz.

KIRILMA ZAMANI


Reklam ve satış gelirleri ile, kar ve sermaye birikimi bir yana, başa baş noktasına bile yaklaşamayan, dolayısıyla sürekli sermaye takviyesi ihtiyacı içinde olan medya sektöründe faaliyet, medya sermayedarları için neden hala vazgeçilmez niteliktedir? Yanıtı zor olmayan bir soru. Medyaya, bir “sektör” olmaktan çok, bir “silahlanma, güç edinme aracı” optiğinden bakılırsa soruyu yanıtlamak kolaylaşır.
Evet, özellikle günümüz Türkiye’sinde medyada “kaybedilen kaynak”, medyanın sağladığı “dışsal faydalar”ın karşılığıdır. Nedir o dışsal faydalar? Siyasete karşı “sopa ve/veya havuç” olmak. Rakibe karşı “savunma ve/veya saldırı gücü” olmak, Grubun öteki alanlarındaki sektörlerini, medyanın gücünden yararlandırmak v.b.
Ancak, harcamaların, “dışsal faydalar”ı aştığı durumlar, medyaya sahip olan gruplar açısından bir “ateşten gömlek”e dönüşmekte, bumerang misali dönüp sahibini vurabilmektedir. En taze örnek Star Grubu’dur.
Yaklaşık 1 milyar dolarlık bir gelirle sürdürülebilir bir faaliyet şansı olmayan ve sürekli dışarıdan sermaye enjeksiyonu talep eden medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Yakın gelecekte, özellikle batık banka kamburu olan bazı gruplar açısından medya harcamalarının, umulan “dışsal fayda”yı çok aşacağının ve sürdürülemez boyuta tırmanacağının birçok belirtileri vardır.
Medya, hissedilir bir kabuk değişimine gebe görünmektedir.

31 Aralık 2014 Çarşamba

"ABD Müttefik Değiştirirken" O ÖNEMLİ İSİM YAZDI: ABD'nin en iyi müttefiki artık Kürtler!



 "ABD Müttefik Değiştirirken" 


21. Yüzyıl Dergisi Aralık 2014 Sayısında  "ABD Müttefik Değiştirirken"  BAŞLIGIYLA YAYINLANDI..,






Konuyla ilğili Irak Kürdistanı yayın organında çıkan yazı..,


O ÖNEMLİ İSİM YAZDI: ABD'nin en iyi müttefiki artık Kürtler! 


New York (Rûdaw) - ABD Dışişleri Bakanlığı eski danışmanlarından Columbia Üniversitesi Barış ve İnsan Hakları Çalışmaları Başkanı David Phillips, "Artık müttefikler değişiyor. Kürtler bölgede ABD'nin en iyi dostu" dedi.

Geçtiğimiz günlerde New York'ta Kobani ile ilgili düzenlen konferansta yaptığı, "Irak Kürdistanı bir iki yıl içinde bağımsızlığını ilan eden ilk devlet olacak" açıklamasıyla dikkatleri üzerine çeken Phillips, bu kez ABD'ni bağımsız ve etkili medya kuruluşlarından Huffingtonpost için dikkat çekici bir yazı kaleme aldı.

“Kobani kavşağı” başlıklı yazısında, Phillips, “Kürtler’in IŞİD karşında verdiği mücadelenin, örgütün yanısıra bölgedeki dengeleri de alt üst edeceğini” kaydetti. Kobani'nin yakın tarihteki en önemli kavşak olduğunun altını çizen Phillips, Batı'nın son gelişmeler üzerinden hem IŞİD'le savaşan Kürtler'in ve hem de eski bir müttefik olan Türkiye'nin durumunu yeniden değerlendirmeye aldığını vurguladı.

Kobani'nın hem stratejik, hem de sembolik öneme sahip olduğunu kaydeden Phillips, Kürtler’in de bu sayede bir araya geldigine dikkat çekerek şunları yazdı:

"Kürtler, aralarındaki farklılıklara rağmen, zorluklar karşısında birlikte hareket etmeyi bildi. Kobani Suriye ve Türkiye Kürtleri açısından, Halepçe'nin Irak Kürtleri açısından oynadığı gibi birlestirici bir rol oynadı."

Türkiye'nin Kobani'deki tutumunun, Kürdistan Hükümeti ile Türkiye ilişkilerine de zarar verdiğini belirten Phillips, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kobani ile ilgili söylemlerini eleştirerek, şöyle devam etti:

"Erdoğan kendisini ABD'nin bir müttefiki olarak görüyor ama aynı zamanda Kobanı'yi savunan cesur savaşçıları da aşağılıyor. Ankara sandı ki, ABD'ye geri adım attırabilecekler, ama Başkan Obama Türkiye'nin itirazlarını dikkate bile almadı."

Kürtler’in, “IŞİD terör örgütünün halkla ilişkiler başta olmak üzere her alanda kullanacağı ve sinir bölgesini kontrol etmek için vargücüyle yüklendiği bir şehri savunarak, şimdiden büyük bir başarıya imza attığını” ifade eden Phillips, bu nedenle bölgede dengelerin de değişeceğini yazdı.
"ABD ile PYD arasındaki koordinasyon çok önemli sonuçlara yol açacak. ABD'nin, Türkiye'nin güvenilirliğini yeniden değerlendirken, Kürt-Amerikan ilişkileri açısından tarihi bir adım olarak PKK'yı terör listesinden düşürmeyi de göz önünde bulunduruyor. Bölgede artık müttefikler yer değiştiriyor. Kürtler bölgede  Amerika'nın en iyi müttefiki olabileceğini gösterdi. Kürtler’le işbirliği yapmak, IŞİD'i yenmek için çok önemli bir işlev görecek."

Phillips, akademik kimliğinin yanısıra, ABD eski başkanılarında Clionton ve Bush  ile Başkan Obama hükümetlerinde de dışişleri bakanlığı danışmanları arasında yer almıştı.

http://rudaw.net/turkish/world/221120143
..


Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor



Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor

Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
30 Kasım 2011 Çarşamba
Ozan Örmeci 


Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.
18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik rejimlerle tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.


Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır.


Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye'nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır.


Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu model cazibesiyle içeriden karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev yapacaktır. Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5]


Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.


Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.


İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye'den daha güçlü bir rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir.


Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesi gerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır.




KAYNAKLAR


- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.

- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi:http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.
[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968'de Çekoslovakya'daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı'ndan (Prag Spring) esinlenildiği tahmin edilmektedir.

[2] Bobby Ghosh, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi:http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü liderlerinden Murat Karayılan'ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.[4] İran'ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. Bu açıklamayı İsrail'in İran'a 2014'ten önce bir müdahale planladığı şeklinde okumak mümkündür. (Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)[5] "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
***

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE.., SURİYE İLİŞKİLERİ., 2






ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE..,  
SURİYE İLİŞKİLERİ., 2





3.5.Davutoğlu’nun Suriye Ziyareti 

Ağustos 2009’da Irakta meydana gelen çeşitli saldırılardan Suriye’nin sorumlu tutulması üzerine Irak–Suriye 
ilişkileri oldukça gerginleşmiş bunun üzerinde Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 31 Ağustos’ta önce Bağdat’ı, 
sonrasında, aynı gün içinde de Şam’ı ziyaret ederek, Irak–Suriye gerginliğinin giderilmesi noktasında arabuluculuk 
girişiminde bulundu ve tarafların arasında uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bu kapsamda Davutoğlu, taraflardan krizi daha da 
derinleştirici bir dil kullanmamalarına özen göstermelerini istedi, karşılıklı saygı esasında sorunların ele alınması 
yönünde çağrıda bulundu(http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa, 27.07.2012). 

3.6.Türkiye–Suriye Arasında Vizelerin Kalkması 

Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak 16 Eylül 2009’da Türkiye’ye bir ziyarette 
gerçekleştirmiştir. Yapılan karşılıklı görüşmeler sonucunda, (16 Eylül 2009’da) Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli 
Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. İki ülke arasındaki bütün ilişkilerin her aşamasında faaliyet 
göstermesi beklenen ve her iki ülkenin başbakanlarının eş başkanlığı ve her iki ülkeden de onar bakanın katılımı ile 
gerçekleştirileceği kararlaştırılmıştır. Bu Konsey ile taraflar arasında gündem konuları belirlenecek, karşılıklı görüş 
alış–verişi ve müzakereler yoluyla politikalar ve işbirliği zemini belirlenecektir(Ayhan, 2009:3). 

Yine aynı gün, Suriye ve Türkiye Dışişleri Bakanları, Türkiye ile Suriye arasındaki vizeleri kaldıran anlaşmayı 
imzalanmıştır. İmza töreninde, Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu, iki ülke arasındaki vizelerin tümüyle kaldırıldığına 
karar verildiğini beyan ederken, Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de, iki ülke arasında taşımacılık yapan tırlara 
uygulanan vergilerin kaldırılması yönünde karar verildiğini açıklamıştır. 16 Eylül tarihinde gerçekleşen görüşmelerde, 
ayrıca, ikili ilişkiler, Kürt açılımı, Irak–Suriye gerilimi ve İsrail–Suriye dolaylı barış görüşmelerinin yeniden başlatılması 
konuları ele alındı. 18 Eylül 2009 tarihinde ise vizesiz geçiş uygulaması başlamıştır. 
(www.cnnturk.com/2009/turkiye/09/16/turkiye.ile.suriye.arasinda.vize.kalkti/543804.0/index.html27.07.2012) 

3.7.Türkiye–Suriye Bakanlar Kurulu Toplantısı 

12–13 Ekim 2009’da aynı gün Halep ve Gaziantep’te düzenlenen Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği 
Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda ilişkilerin kurumsal altyapısının inşa edilmesine dair önemli adımlar 
atılmıştır. Türkiye–Suriye Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda, birçok alanda karşılıklı müzakereler yapılmıştır. 
Birinci Bakanlar Kurulu toplantısında, karşılıklı olarak diplomatların eğitilmesi, dış ticaret hacminin beş milyar dolara 
çıkarılması, başta Gaziantep–Halep olmak üzere Türkiye–Suriye tren yolu ulaşımına ağırlık verilmesi, Suriyeli ve Türk 
lisans düzeyindeki üniversite öğrencilerinin değişim programına katılması ve Fırat-Dicle ve Asi nehri ile ilgili sorunların 
çözülmesi ve bir dizi baraj yapılması kararlaştırılmıştır(Sayın, 2010:15). 

4.ARAP BAHARI SONRASI TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ 

2010 yılının son günlerinde üniversite mezunu, 26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Bouazizi’nin ekonomik 
sıkıntılardan bunalarak kendini yakması sonucu Ortadoğu’da öncelikle Tunus’ta başlayan demokratikleşme yönündeki 
halk taleplerinin hızla yayılarak tabiri caizse domino etkisi yaratarak bütün Ortadoğu’yu kapladığını görmekteyiz. 
Dünyanın tüm dikkati Ortadoğu üzerine kilitlenmiş vaziyettedir. Mısır Tunus ve Libya gibi ülkelerde yılların dikta 
rejimlere son veren halkı nelerin beklediğini zaman gösterecek. Diğer ülkelerde birçok haklar elde edilmekle beraber 
nihayetlenmemiş karışıklıklar bulunmaktadır. Ortadoğu için sürekli, gündeme getirilen demokratikleşme pratiklerinin 
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ciddi manada belirsizlik arz etmektedir. 

Ortadoğu her zamanki gibi gündemdeki ön sıralardaki yerini almış fakat bu kez patlamalar ve çatışmalarla değil 
Arap halklarının uyanışıyla kendinden söz ettirmiştir(www.usak.org.tr, 27.07.2012). Bu durum tüm dünyanın dikkatini 
daha da fazla bu bölgeye yöneltmiştir. Bildiğimiz gibi Ortadoğu demokratik gelenekten yoksun bir bölgedir. Ancak 
tamamen demokratik bir kökenin olmadığını söylemek de doğru değildir. Diğer yandan bölgenin içinde bulunduğu 
toplumsal, ekonomik, siyasi durum da demokrasi önünde önemli engeller arz etmektedir. Geri kalmışlık psikolojisi ve 
güvenlik algılaması Ortadoğu otoriter yönetimlerine yol açtığını görmekteyiz. Ancak Yemen ve Suriye gibi içlerinden bir 
kısmı diğerlerine göre daha fazla içine kapanmış, daha totaliter bir yönetim sergilemiştir. Orta doğunun geneli için 
temel belirleyici gücün askeri yapının olduğunu görmekteyiz. Mısır ve Libya’da ordu Mübarek’i yalnız bıraktığı için 
Mübarek iktidardan uzaklaşmış, Suriye’de ise ordu Esad’ın yanında yer alarak isyanı bastırmak amaçlı çatışmalara 
girmiştir. Yani ifade edilmelidir ki bir birinde farklı şartlar taşısa da Ortadoğu ülkeleri bu dönüşümü eşzamanlı 
geçirmektedir. 

4.1.Suriye’de Olayların Başlamasının Ardından Değişen Türkiye-Suriye İlişkileri 

İsyan dalgasının bütün Ortadoğu’yu kaplaması sıranın Suriye’ye geleceğinin net bir göstergesiydi.Suriye’de ilk 
gösteriler Mart ayının (2011) ortalarında Deraa şehrinde ortaya çıkmıştır. Gösterilerin başlangıcı duvarlara yazı yazan 
gençlerin tutuklanmasıyla patlak vermiş. 18 Mart Cuma günü yapılan gösterilerde güvenlik güçlerinin 4 eylemciyi 
öldürmesinin ardından eylemler geniş bir boyut kazanmış ve insanlar sokaklara dökülmüştür. Cenazeler kaldırılırken 
bir gencin daha öldürülmesi süreci hızlandırmış artık önü alınamayacak bir savaşın başlangıcı olmuştur. Bu aşamada 
Beşar Esad’ın Vali ile Emniyet müdürünü görevden alması ve yardımcısı Faruk El Şara başkanlığında bir heyet 
göndermesi olayları yatıştırmaya yetmemiş aksine olaylar git gide artış göstermiştir. 

Bu olayları tetikleyen iki önemli husus olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi, Arap Coğrafyasında yaşanan 
isyanların halklarının artık özgür, demokratik ve insanca bir yaşam talebini güncelleştirmesi ve bu taleplerin 
Suriye’deki ezilen kesimler ve özellikle ülke gençliği üzerinde yarattığı etki. İkincisi ise, Suriye’de on yıllardır uygulanan ekonomik, sosyal, siyasal politikalara karşı birikmiş öfkenin olduğunu belirtebiliriz 

(http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=52&ArticleID=2019, 27.07.2012). 

Olayların başlamasından beri olayları temkinli bir şekilde takip eden Türkiye 15 Mart 2011 tarihinden sonra her 
geçen gün yeni bir sivil kaybın olmasını dikkatli bir şekilde izlemiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu birçok kereler 
Heyetler göndererek veya bizzat kendisi giderek rejimin yaptığı hatalara ve sivil kayıplara dikkat çekmiş fakat tatmin 
edici bir karşılık veya bir çözümle karşılaşamamıştır. İlerleyen dönemlerde gün geçtikçe ilişkiler gerilmiş ve kopma 
noktasına gelmiştir. Olayların tırmandığı 26 Ocak 2012 tarihinde yaptığı açıklamada olayın geldiği noktayı özetlemiş ve 
Esad’a çağrı yaparak yaşanan olayların bir an önce sonlanmasının ve Esad’ın değişimi kendi eliyle başlatmasını 
söylemiş aksi takdirde sonun Kaddafi’ye benzeyeceğini vurgulamıştır. Ayrıca Davutoğlu:“Libya konusunda da Suriye 
konusunda da bu ilkeye bağlı kaldık. Libya’da uzun süre dış müdahaleye karşı çıktık. Kaddafi halkını dinlemek ve uzlaşmak 
yerine o halkı öldürmeye başlayınca ilkesel olarak o halkın yanında yer almaya başladık. Kaddafi tavsiyelerimizi dinlemiş 
olsaydı, bugün Libya’da halkıyla barış içinde yaşıyor olabilirdi.” (http://www.stargazete.com/politika/esad-i-cokuyardik-
ama-o-da-kaddafi-gibi-bizi-dinlemiyor-haber-419079.htm, 27.07.2012). Davutoğlu’nun ortaya koyduğu ilkeler 
çerçevesinde bugünde Türkiye tarafının Esad ve rejimini karşısı olduğunu göstermektedir. 

Son dönemde karşılıklı yapılan soğuk ve sert açıklamalar ve Suriye’nin PKK’ya yeniden kapısını açması 
faaliyetlerine izin vermesi zaten Türkiye-Suriye ilişkilerinin yeterince gergin olmasını sağlamıştı, üstüne 23 Haziran 
2012 tarihinde keşif uçuşu yapan Türk jetinin Suriye tarafında düşürülmesi gerginliğin bir savaşa dönüşmesine neden 
olacak duruma getirdi. 

5.SURİYE’DE YAŞANAN OLAYLARIN SINIR BÖLGESİNE YANSIMALARI 

2002 sonrasın dönemde gelişen ilişkiler çok iyi bir noktaya geldiğini yukarda birçok yerde ifade etmiştik. Ardından 
ilişkilerin kötüleşmesi ve hatta durmasının getirmiş olduğu etki Türkiye-Suriye sınırında olan şehirlerimizi çok derin 
bir şekilde etkilemiştir. Ve bölgede yaşanan Arap Baharı öncesi ‘Sınır Baharı’ sona ermiştir. Özellikle Hatay ve 
Gaziantep’in bu olaylar ve sonrasındaki süreçten derinden etkilendiğini görmekteyiz. 2010 yılında Yıllık 2,5 milyar 
dolar olan resmi ve bunun nerdeyse 2 katı olan gayri resmi ticaret hacminin nerdeyse noktasına geldiğini görmekteyiz 
(http://www.suriyeticaretofisi.com/suriye-ekonomisi,27.07.2012). 

İlk olarak yaşanan sorunların en fazla etkilediği şehir olan Hatay’ın durumundan bahsedecek olursak: Suriye’de 
yaşanan iç karışıklıktan kaynaklanan durgunluk ticaret hayatını olduğu kadar havayolları turizm sektörü ve bunun gibi 
birbiriyle bağlantılı birçok sektörü derinden etkilemiştir. 

Antakya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Başkanı Hikmet Çinçin, Türk Hava Yolları başta olmak üzere, diğer havayolu 
şirketlerinin Hatay Havaalanı'ndaki seferlerindeki azalmanın altında yatan ana nedenin, Suriye Arap Cumhuriyeti 
vatandaşlarının, olaylar nedeniyle Hatay Havaalanı'nı kullanmamaları olarak açıklamış 
(http://www.haberler.gen.al/2012-01-26/hatay-ticareti-suriyedeki-olaylardan-olumsuz-etkilendi, 27.07.2012). 

Antakya Ayakkabıcılar Odası Başkanı Gökhan Oral da Suriye’deki olaylar nedeniyle 5 milyon ürün sattıkları pazarı 
kaybettiklerini söylemiştir. ATSO Başkanı Hikmet Çinçin, Suriye Arap Cumhuriyeti ile Türkiye arasında 30-40 yıla dayanan 
bir soğuk savaş dönemi yaşadığını, ancak bu soğuk savaş dönemini müteakiben son 5 yıl içerisinde ciddi bir iyileşme ve 
ilişkilerde birbirine yakınlaşma olduğunu hatırlatmıştır. 

Çinçin, Türkiye-Suriye arasında başlatılan vize muafiyeti döneminde her iki ülkenin de küçük esnafından büyük 
esnafına kadar herkesin mutlu olduğunu, ancak son yaşanan olaylar ve karşılıklı yaptırımlardan sonra ciddi bir 
daralmanın baş gösterdiğini belirtti. Çinçin, bu daralmayı şu sözlerle açıkladı: “Hatay açısından konaklama tesisleri 
sahipleri, acenteler, lokantalar, ihracatçılarımız, nakliye filo sahiplerimiz ve her gün alışverişle muhatap olan küçük 
esnafımız, yani bavul ticareti adı altında yapılan bir ticaret vardı Suriye Arap Cumhuriyeti ile aramızda. Burada bavul 
ticaretinde daralma yüzde yüze yakın seviyede.” 

Suriye’nin, Hatay’a komşu ülke olma sıfatının ötesinde, Hataylı iş adamlarının Ortadoğu’ya yaptıkları yatırımlarda 
önemli bir kapı olduğunu söyleyen Çinçin, “İki ülke ilişkilerinin dışında Suriye Arap Cumhuriyeti'nin bizim için önemi, 
Suriye topraklarını kat ederek biz bu yolla ihracat yapıyoruz. Ortadoğu’ya ulaşıyoruz. Ve bu yolla giden nakliye 
firmalarımız Ortadoğu’nun en ücra köşesine gidiş geliş 8 gün içerisinde mal teslim edip tekrardan yükleme noktasında 
dönerek, ayda yaklaşık 3,5 sefer sayısına ulaşmaktadır. Ancak alternatif diye önümüze getirilen RO-RO Taşımacılığında, bu 
sefer süreleri henüz başlamamış ve bana göre alt yapısı bitmemiş olan bu RO-RO’da 20 ile 25 gün arasında bir sefer 
yapılabileceği ifade edilmektedir. Artı bin 400 dolara yakın bir sefer başına maliyet gelmektedir. Bunun da anlamı Türk 
mallarının Ortadoğu’da yüzde 20-yüzde 30 arasında pahalanmasıdır. Ve Türk ihracatçısının rekabet gücünün kırılması 
anlamını taşımaktadır.” diye ifade etmiştir. 

Hatay’dan Suriye’ye açılan Cilvegözü ve Yayladağı sınır kapılarında da ağırlaşma olduğunun altını çizen Çinçin, “Giriş 
çıkışlarda ağırlaşmalar var. Suriye Arap Cumhuriyeti'nin ifade ettiği gibi bilgisayar sisteminden kaynaklı ağırlaşmalar var. 
Ayrıca, maliyet arttı. Bu 300 ile 850 dolar kadar her TIR’a Suriye Arap Cumhuriyeti çeşitli başlıklar altında paralar tahsil 
etmekte. Bu da Türkiye ihracatçısının rekabet gücünü olumsuz etkilemekte.” şeklinde konuştu. Suriye’de yaşanan olayların, 
Hatay’ı olduğu kadar o bölgeyi de etkilediğini aktaran Çinçin, “Ben Halep’teki otellerin haline de lokantaların durumlarına 
bakıyorum. Onların durumu bizden çok daha kötü. Temennim, bir ortak platformda buluşup bu ilişkileri yumuşatmaktan 
yana.” diye belirtmiştir. 

Suriye’de yaşanan iç karışıklıktan doğan sıkıntıları sadece iş adamları ve nakliye firmaları çekmedi. Ayakkabıcılık 
sektörü de Suriye’deki olaylardan olumsuz etkilendi. Antakya Ayakkabıcılar Odası Başkanı Gökhan Oral, Suriye başta 
olmak üzere, Ortadoğu’ya açılan pazarlarını yaşanan iç karışıklık nedeniyle kaybetme noktasına geldiklerini söyledi. 
Suriye’de yaşanan olaylardan etkilenen sektörlerin başında ayakkabıcılığın geldiğini söyleyen Oral, olaylar öncesinde 
Hatay’a gelen Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşlarının ayakkabıcı esnafına haftada 3 bin ila 4 bin TL arasında para 
kazandırdığını söyledi. Suriye’nin ayakkabıcı esnafı ve üreticileri için önemli bir kaynak olduğunun altını çizen Oral, şöyle 
dedi: “Suriye, bizim için önemli bir kaynak. Burada birçok arkadaşımız en az haftada 3 bin-4 bin TL gibi ciddi rakamlarla iş yeri kasasına para gelen bir yerdi Suriye. Aynı zamanda Suriye’nin diğer bir ayrıcalığı, Suriye üzerinden Lübnan’a, Ürdün’e diğer Arap ülkelerine de direk geçiş yapan ve satış yapan arkadaşlarımız vardı. Sadece Suriye’deki müşterilerimizi kaybetmedik, Suriye üzerinden Hatay’a gelen ve Suriye üzerinden diğer bölgelere giden ticaretimiz de engellendi. Şu anda kapılarda çok ciddi sorunlar var. Ve Suriye Hükümeti tarafından da Türk mallarına çok ciddi vergiler uygulanmakta. 

Bunlar da Hatay’da ayakkabıcılık sektörüne son derece ciddi sıkıntılar yaşatıyor. Suriye’ye ve Suriye üzerinden diğer Arap ülkelerine ortalama yıllık 5 milyonun üzerinde ayakkabı satışı yapıyorduk. Şu anda bu durma noktasına geldi desek doğru olur.”Suriye’den artık Hatay’a paranın gelmediğini ve Suriye Arap Cumhuriyeti'nin giriş ve çıkışlarda para çıkışını yasakladığını da aktaran Oral, “Çok ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Oradan gelen arkadaşlarımız da orada problemler olduğunu anlatıyorlar. Geçişlerde de zaten sıkıntılar ortada. Artı oradan buraya para gelmez oldu. Suriye çıkış kapılarından çıkışlarda para çıkışını yasaklamış durumda. Paranın gelmediği yerde de ticaret olmaz sanırım. 5 milyon ayakkabı 1 ya da 1,5 trilyon demektir. Bu da Hatay’ın ekonomik bütçesi için önemli bir eksikliktir.” diye konuşan Antakya Sanayi ve Ticaret Odası başkanı yaşanan olumsuzlukları net bir şekilde ifade etmiştir. 

Gaziantep bölgesindeki önemli bir ticaret merkezi olan zincirli bedesten esnafı bir gazeteye verdikleri röportajda yaşadıkları sıkıntıları ifade etmişlerdir 

Karaaslan Ticaret-Ökkeş Karaaslan: “Zincirli Bedesten’de 2 yıldır esnaflık yapıyorum, buraya genellikle yerli ve yabancı turistler geliyor. Şu anda esnaflar ancak kendi kendini idare ediyorlar. Suriye’de yaşanan olaylar bedestenimizi 
bayağı etkiledi. Gaziantep halkı burayı hala tam olarak tanımıyorlar. Bedesten eskiden et haliydi hala birçok kişi burayı et hali sanıyor.” 

Onur Bakırcılık-Ramazan Ekici: “Zincirli Bedesten açıldığından beri burada esnaflık yapıyorum. Suriye’re yaşanan olaylar nedeniyle bedestende hiçbir hareket kalmadı. Kent halkı fazla gelmiyor, genellikle yabancı turistler geliyor ancak yabancılar da pek alış veriş yapmıyorlar. Suriye’ye giden turlar Gaziantep’ten geçerdi Suriye’deki olaylar sebebiyle artık turlar da gelmiyor.” 

Göz Nuru Takı-Ümran Güler: “Zincirli Bedesten’de 3 yıldır esnaflık yapıyorum, buradaki esnafların durumu şu anda çok kötü. Suriye’de yaşanan olaylar Gaziantep’e de olumsuz yansıdı ve şu anda Zincirli Bedesten’e kimse gelmiyor. Esnaf neredeyse dükkânlarına kilit vuracak hale geldi. Piyasaların düzelmesi için öncelikle Suriye sınır kapısının açılması lazım. 

Sınır kapısının kapalı olması büyük sıkıntı yaratıyor.” 

Haksal Gümüşçülük-Faruk Haksal: “Zincirli Bedesten yeni açılan bir alış veriş merkezi, burada esnaflık yapmamın amacı yabancıların çok gelmesinden kaynaklanıyor. Ancak Suriye’de yaşanan olaylar nedeniyle işlerimiz tamamen durdu. 
Ekonomik sıkıntılar nedeniyle millet para harcamaktan korkuyor. Suriye kapısının kapanması bizim Cumartesi-Pazar günleri yaptığımız satışları tamamen bitirdi. Kentimize gelen turlar sayesinde maddi anlamda büyük destek alıyorduk.” 
(http://www.gaziantepgunes.com/haberdetay.asp?haber=14895, 27.07.2012) 

6.SONUÇ 


Devletlerin dış ve iç politikalarında takındıkları tutumların mutlaka bir maliyeti olmaktadır. Görüldüğü üzere Ulasal düzeyde komşularla ilgili uygulanan bu politikaların merkeze olan etkisinden çok komşu şehirlere etkisi olmaktadır. Bu 
yüzden alınan kararların yerele danışılarak alınması olayın bir paydaşı olması sağlanmalıdır, çünkü yaşanacak olumsuzların en fazla etkisi yerel halka olacaktır. Bu kaybın algılanması merkez için zordur çünkü bu istatistikler 
merkez için küçük olabilir fakat bir şehir özelinde büyüktür. 

Konumuz çerçevesinde ifade edecek olursak Yüzyıllar boyu dost ve kardeş olarak yaşayan halkların arasına sokulmaya çalışılmış mesafe ve iki halkı birbirine yabancılaştırma çabaları başarılı olamamış yine ilk müsait, özgür ve 
demokratik ortamda kendini bulunmuştur. Bu barış ve karşılıklı güven ortamında insanlar psikolojik rahatlık ve huzurun yanında ekonomik manada da büyüme yaşanmışlardır. Fakat ardından gelen süreç bu durumu tam tersine çevirmiş ve soğuk savaşın dönemindekinden de kötü duruma getirmiştir. 


M.TAN, A.BELLİ, A.AYDIN / II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

KAYNAKÇA 


Açıkalın, Serpil, “Ortadoğu’da Ekmek ve Demokrasi Savaşında Tarih Yazılıyor, Mısır’da Neler Oluyor?”, 

http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1919, 13.03.2012. 
Akdemir, Salih(2000), “Suriye’deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşmasındaki Rolü”, Avrasya Dosyası Dergisi, C. 
6, S. 1, ASAM Yayınları, İstanbul. 
Aslan, Ozan Nejat(2006), Demokratikleş(tir)me Sürecinde Suriye, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalar Enstitüsü 
Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi AnabilimDalı YL Tezi, İstanbul. 
Aras, Bülent – Toktaş Şule(2008), “Güvenlik Demokrasi ve İstikrar Sarmalında Suriye ve Afganistan”, Seta Yayınları, Ankara. 
Ayhan, Veysel,(2009), “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu 
Analiz Kasım’09 Cilt1 -Sayı 11. 
Aras, Bülent – Toktaş Şule(2008), “Güvenlik Demokrasi ve İstikrar Sarmalında Suriye ve Afganistan”, Seta Yayınları, Ankara. 
Bahadır, Gürhan, (2010), “İslam fethinden Haçlılara Kadar Antakya”, Cantekin Yayınları, Antakya, 
Cirit Hakan (2007) Sınır Aşan Sular ve Türkiye, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Diyarbakır: Dicle Üniversitesi Sosyal 
Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır. 
Dursun, Davut, “Ortadoğu’nun Ekonomik Sosyal ve Siyasi Yapı Özellikleri Üzerine Genel Tespitler”, Sosyal Siyaset 
Konferansları Dergisi, Yıl, ?, S. ?, . 
Ekici, Birol, “Mısır Arap Cumhuriyeti Yönetim Sistemi”, http://www.politikadergisi.com/makale/misir-siyasal-tarihi-ve bugunu, 12.03.2011. 
Erhan, Çağrı, “Ortadoğu İçin Üç Senaryo”, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1974, 20.05.2012. 
Hamit Pehlivanlı, Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, “Türk Dış Politikasında Hatay (1918-1939)”, (ASAM Yayınları, 2001). 
Kambur Tuğçe Elif, (2012), “2002’den Arap Baharına Türkiye Suriye İlişkileri”, Arap Baharı ve Suriye, Ed. Adıbelli Barış, 
IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, İstanbul. 
Köylü Murat, Serdaroğlu Rıfat, Uçar Zahide, Bulut Levent, (2012) “Darağacı (BOP) Türkiye-İran-Suriye”, Bilim+Gönül Yayınları, İstanbul. 
Parlar, Suat(1997), “Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar”, Bibliotek Yayınları, İstanbul. 
Orhan Oytun, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Stratejik İşbirliği Dönemi”Türkiye-Ortadoğu Uluslar Arası Dostluk ve İşbirliği 
Sempozyumu-Hatay,3-5 Kasım 2009 . 
Sağır, Muharrem, Ortadoğu’da Sırça Köşkler Yıkılırken, http://www.usak.org.tr/myazdir.asp?id=2007, 18.04.2012. 
Sayın,Yusuf,(2010) “Türkiye–Suriye İlişkilerinin Stratejik Derinliği”, 
http://yusufsayin.com/makaleler/turkiyesuriye.pdf, 20.06.2012. 
Sofuoğlu Adnan, Dağıstan Adil, (2008) “İşgalden Katılıma Hatay”, Phoenix Yayınevi, Ankara 
Şen, Sabahattin(2004), “Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım, Suriye Baas Partisi ve İdeolojisi”, Birey Yayıncılık, İstanbul/ 
Yılmaz, Sait(2010), “Ortadoğu’ya Demokrasiyi Getirmek”, Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi, Yıl 3, S.5/ 
Togay Zeynep, (2010), “Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri”, 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=793 E.T.: 20.06.2012 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/besaresad/besaresad.html, 30.07.2012 
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/09/080904_syria_summit.shtml, 27.07.2012 
http://www.mfa.gov.tr/suriye-ile-emlak-muzakereleri.tr.mfa, 27.07.2012 
http://yasinatlioglu.blogspot.com/2004_12_01_archive.html, 25.07.2012 
http://www.gaziantepgunes.com/haberdetay.asp?haber=14895,27.07.2012 
http://www.kilispostasi.com/modules.php?name=News&file=article&sid=755 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/01/09/eko105.html, 28.06.2012 
http://www.stargazete.com/politika/esad-i-cok-uyardik-ama-o-da-kaddafi-gibi-bizi-dinlemiyor-haber419079.htm,28.06.2012 
http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=52&ArticleID=2019, 27.07.2012 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Suriye , 26.10.2012 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hatay_Cumhuriyeti ,26.10.2012 
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/09/16/turkiye.ile.suriye.arasinda.vize.kalkti/543804.0/index.html, 

M.TAN, 
A.BELLİ, 
A.AYDIN 
II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

27.07.2012 

PDF FORMATINDA OKUMAK İÇİN
http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/Imagesimages/files/10.pdf
..