8 Mart 2015 Pazar

Turgut Özal Dönemi ve Nakşîler




Turgut Özal Dönemi ve Nakşîler








Özal kimdi ve nasıl parladı?






Kenan Evren ve Turgut Özal











Korkut Özal, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu

Peki, tüm bu Nakşî ya da bir şekilde İslamcı bakanlar ne yaptılar? Birincisi ciddi hem de çok yaygın bir Nakşibendî kadrolaşması devlet içinde yerleşti. Bu Türkiye’nin toplumsal ve siyasî zemininin daha da sağa kaymasında neden olacaktı.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından Türkiye’de siyasette yeni bir isim parlayacaktı: Turgut Özal. Gerçekten de Turgut Özal 1980’den 1993’teki ölümüne kadar Türkiye’nin bu on üç yılına (hatta belki daha sonrasına da) damgasını vurmuştur. Özal kimdi? Nasıl bir anda bu kadar parlamıştı? Kimlerden destek almıştı? Amaçları nelerdi?
Turgut Özal 1927’de Malatya’da doğmuştu. Anne tarafından Kürt’tü. Bu Kürt kimliği onun sık sık vurguladığı ve hayatı boyunca attığı adımlarda da etkisi olan bir öğedir. İTÜ’de okur. 1950 yılında da mezun olur. Daha öğrencilik yıllarında sağcı çevrelerle ilişkileri vardır. Devlet kurumlarında ve özel sektörde çalışır. 1965’te Süleyman Demirel’in danışmanlığını yapar. Siyasete girişi ise nispeten daha geç, 1977’de olacaktır.

Turgut Özal’ı siyasete çeken kişi kardeşi Korkut Özal olmuştu. Korkut Özal bilindiği gibi MSP’liydi. 1973’te MSP’den Erzurum milletvekili olmuştu. Ayrıca MSP’nin önde gelenlerin birçoğu gibi o da İskenderpaşa Nakşibendî Dergâhı’yla ilişkiliydi. Bu bağlarını da az çok her zaman korumuştur. 1977 Genel Seçimlerinde bu sefer Turgut Özal da MSP’den İzmir milletvekili adayı olur. Fakat seçilemez. Bunun üzerine bürokrasiye geri döner. Birkaç yıl sonra esas siyasî çıkışı gelecektir.

1979’da kurulan 12 Eylül’den önceki son Demirel hükümeti döneminde Başbakanlık Müsteşarı olur. Aynı zamanda DPT’de görevlidir. Fakat bu hükümet çok uzun ömürlü olamayacak, 1980 darbesi siyasî hayatı felç edecektir. 

Fakat bu ortam Turgut Özal için bir şans olur.

12 Eylülcüler, Bülent Ulusu’yu hükümet kurmak için görevlendirirler. 21 Eylül 1980’de de Ulusu’un başbakanlığında Türkiye’nin 44. Hükümeti kurulur. Bu hükümet 1983’ün sonuna kadar görevde kalacaktır. Turgut Özal bu hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak göreve gelir. 1977 Seçimlerinde kazanamadığı başarıyı, 12 Eylül sayesinde fazlasıyla kazanmıştır. Özal 14 Temmuz 1982’deki istifasına kadar bu görevde kalır. Artık kamuoyunda iyi tanınmaktadır. Ve kafasında başka planlar vardır. Sıra bunları uygulamaktadır.

ANAP kuruluyor ve iktidar oluyor
Turgut Özal 20 Mayıs 1983’te Anavatan Partisi (ANAP) adında bir parti kurdu. ANAP ve Özal “dört eğilimi” birleştirme iddiasındaydı. Yani 1980’den önce siyasette bulunan dört büyük partiyi kastetmişlerdi: CHP, AP, MHP ve MSP. Bu her anlamda çok akıllıca bir hamleydi çünkü hem bu partiler hem de liderleri olan Ecevit, Demirel, Türkeş ve Erbakan siyasî yasaklıydı. Bu yasakların uzun zaman sürme ihtimali vardı. Bunların tümünün orta düzey yöneticileri boştaydı ve kitleleri öyle ya da böyle bir yere oy verecekti. Üstüne üstlük 12 Eylül’ün yarattığı umutsuzluk ve karanlık ortamı insanları yeni bir arayışın peşinden sürükleyebilirdi. Özal tüm bu müessirleri çok iyi değerlendirmişti.
6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimlere darbecilerin izin verdiği üç parti katılabilecekti. Bunlardan biri Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi’ydi ki 12 Eylül’ün partisi olarak tanınmıştı. Diğeri ise Necdet Calp’ın iyice törpülenmiş sosyal demokrat görünümlü Halkçı Partisiydi. Darbeciler özellikle MDP lehine ve ANAP aleyhine çalıştılar. Sonuçsa beklentilerinin tam tersi oldu. ANAP seçimden ciddi bir başarıyla çıktı.

ANAP % 41 oy alarak 211 milletvekili çıkartmıştı ve tek başına hükümet kurabilecek duruma ulaşmıştı. Gerçi bu Özal’ın gerçek rakiplerinin sahaya çıkamadığı bir müsabaka olmuştu. CHP’lilerin kurduğu SODEP, MHP’lilerin Mehmet Pamak’a (sonradan Mazlum-Der başkanı Kürt-İslamcı) kurdurdukları Muhafazakâr Parti ve MSP’lilerin Refah Partisi darbecilerin vetosuna uğramıştı. Özal’ın başarısının temelinde tüm bu faktörler fakat en çok da 12 Eylül’ün bizzat kendisi vardı.

Turgut Özal 13 Aralık 1983’te ANAP’ın ilk hükümetini kurdu. Artık Özallı yıllar başlamış oluyordu. Daha bu ilk hükümette Millî Eğitim Bakanlığı yapacak olan Vehbi Dinçerler Nakşibendî bağlarıyla başta eğitim olmak üzere tüm alanlarda yaşanacak gelişmeleri haber verir gibiydi.

ANAP ve Nakşîler
ANAP gerçekten iddia ettiği gibi “Dört Eğilim”i bünyesinde sentezlemiş bir parti miydi? Pek öyle olmadığı anlaşılıyordu. Bunun da ötesinde bu birbirinden çok farklı eğilimlerin sentezlenmesinin mümkünlüğü de çok tartışma götürürdü. Fakat ANAP açısından dikkat çekici bir gerçek vardı: 1980 öncesinde MHP ve MSP içinde mücadele etmiş, sağ kesimin militanlığını yapmış birçok isim önemli yerlere gelebiliyordu. Kimi MTTB’li, kimi Aykut Edibali’nin Mücadele Birliği çevresinden, kimi eski MSP’li çokça isim bakanlık dâhil üst basamaklara tırmanmışlardı. Kaldı ki Turgut Özal’ın bizzat kendisi de eski bir MSP’liydi.
Burada önemli olan bir nokta da Özal ailesinin İskenderpaşa Nakşîleriyle ilişkisiydi. Bilindiği gibi İskenderpaşa Dergâhı ve şeyhi Zahit Kotku, MNP ve MSP’nin kuruluşunda çok etkili olmuşlardı. Fakat bir süre sonra Erbakan’ın kendi bildiği gibi davranması Cemaat açısından önemli bir sukutuhayal olacaktı. 1980 yılında Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun vefatının ardından yerine damadı ve İstanbul Üniversitesi’nde profesör olan Mahmut Esat Coşan geçti. Erbakan’la Coşan’ın ilişkileri ise önceki döneme göre daha da gerginleşecekti. Bu noktada İskenderpaşa Cemaati, Erbakan yerine daha çok gelecek vaat ettiğini düşündükleri Turgut Özal’a destek verdi. Ki Özallar da Cemaat için yabancı bir aile değillerdi. Özellikle Korkut Özal, İskenderpaşa’nın önemli bir mensubuydu.
Aile o kadar Cemaatle iç içeydi ki 1988’de anne Hafize Özal vefat ettiği zaman Süleymaniye’de Zahit Kotku’nun medfun olduğu yerde toprağa verilecekti. Aynı şey Özalların küçük kardeşi Yusuf Bozkurt Özal için de 2001’de tekrarlandı.
Gerçi Turgut Özal’ın ilişkileri tarikatla da her zaman pragmatik kalacaktı. Fakat diğer taraf açısından da aynı faydacı tutum söz konusu olduğu için bu ittifak çok kolay oldu. 1987 Genel Seçimlerine gidilirken ittifak daha belirgindi. Oluşan kabinedeki Kürt-İslamcı ağırlık da ona göre olacaktı.

1987 Seçimleri ve tekrar Özal Hükümeti
29 Kasım 1987’deki seçimlere ANAP yine Özal liderliğinde gitti. Fakat artık siyasî yasaklar kalkmıştı ve Özal’ın karşısında gerçek rakipler vardı. Bu rakipler bölünmüş ya da yıpranmış olsalar da sonuçlara tesir edeceklerdi. ANAP’ın oyları % 8,8 kadar düşerek % 36’da kalmıştı. Ama bu gene de tek başına hükümet kuracak kadar sandalye kazanmasını sağladı. Bu tabloda seçim barajının da etkisinin olduğunu tespit etmek gerekir.

Erdal İnönü liderliğindeki SHP % 27 civarındaki oyuyla ikinci, Süleyman Demirel’in DYP’si ise % 19’la üçüncü parti olmuştu. 1980 öncesinin CHP’sinin lideri Bülent Ecevit DSP adında yeni bir parti kurarak seçime girmişti ama aldığı % 8’lik ciddi oya karşın baraj altında kalmıştı. Artık Erbakan’ın başında olduğu RP % 7 oy aldı. Bu Özal’a ve Nakşî oylarının bölünmesine rağmen gücünü koruduğunun çok önemli bir göstergesidir. Bunun analizine de ayrıca gireceğiz.
Seçimden baraj altında çıkan Alparslan Türkeş liderliğindeki MÇP % 2,9’da kalmıştı. Bu 1980’den önceki oylarının çok altındaydı. 1977’de MHP olarak aldıkları oy oranının yarısı kadardı. ANAP, Millî Görüş’ü eritememişti ama Ülkücülere ciddi anlamda kayıp verdirmişti. Seçimden sonuncu sırada çıkan parti ise Aykut Edibali’nin liderliğindeki Islahatçı Demokrasi Partisi olmuştu. Oy oranı % 0,8 dolaylarındaydı fakat bu oran ve Edibali’nin sağ kesimdeki tanınmışlığı bir sonraki seçimlerde ittifak arayışlarında önemli bir rol oynamasına sebep olacaktı.

Yeni Özal Hükümeti işte bu seçim tablosunun ardından 21 Aralık 1987’de kuruldu. Yeni hükümetin tanıdık isimlerinden biri Kamran İnan’dı. İnan, bilindiği gibi güneydoğunun meşhur Nakşî şeyh ailelerindendi. Diğer bir tanıdık isimse Yusuf Bozkurt Özal olmuştu ki onun da ailesi dolayısıyla Nakşî bağları malumdu. Devlet Bakanı olarak görev alanlardan bir diğeri halen AKP’de bulunan Cemil Çiçek’ti. Çiçek, öğrencilik yıllarından Aykut Edibali’nin yakın çevresindeydi. Onun kurduğu antikomünist, Türk-İslam sentezi olarak tanımlanabilecek bir çizgide olan Yeniden Millî Mücadele grubundan yetişmişti. Bu hükümette Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanı olarak görev yapacak olan Hüsnü Doğan da İskenderpaşa Nakşibendîleriyle ilişkiliydi. Bu kabinde bulunan ve yıllar sonra AKP döneminde de İçişleri Bakanlığı yapacak olan Abdülkadir Aksu ise hem Diyarbakırlı ve Kürt kimliğiyle hem de Nakşibendîliğiyle anılmaktaydı.
Peki, tüm bu Nakşî ya da bir şekilde İslamcı bakanlar ne yaptılar? Birincisi ciddi hem de çok yaygın bir Nakşibendî kadrolaşması devlet içinde yerleşti. Bu Türkiye’nin toplumsal ve siyasî zemininin daha da sağa kaymasında neden olacaktı. Özal, bu kadroların önünü açarak bunların kendi çevresinde kalmalarını da sağlayacağını ummuştu belki ama bu gerçekleşmedi. Bir süre sonra bu kadrolar ama geç ama erken İslamcı siyasete döndüler. Kimi RP, kimi FP dönemlerinde tekrar yer değiştirdi. Kimileriyse daha da sonraları AKP’li oldular.
Neticede Özal 1989’da Cumhurbaşkanı seçildi ve ANAP bundan sonra tekrar eski ANAP olamadı. Daha sonra kurulan Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki ANAP hükümetleri de Mehmet Keçeciler ve Eyüp Cenap Gülpınar (1925’te Şeyh Sait İsyanıyla ilgili olarak idam edilmiş Nakşî Şeyhi Eyüp’ün torunu, Abdülkadir Aksu’nun dünürü) gibi Nakşîleri içine aldı. Ama 1991 Seçimlerine gelindiğinde artık İslamcılık açısından farklı bir yükseliş başlayacaktı.

http://www.turksolu.com.tr/464/kataberk464.html

..

4 Mart 2015 Çarşamba

Cumhuriyet Gitti... Hilafet Geliyor!!! PEŞİNDEN FELAKET GELİYOR..,




Cumhuriyet Gitti... Hilafet Geliyor!!!
PEŞİNDEN FELAKET GELİYOR..,



17.05.2004/Sayı:56

Cumhuriyet gitti... Hilafet geliyor!!!
Geçtiğimiz yaz, 9 Hazirandan başlayarak üç sayı üst üste bir çağrı yaptık gazetemizden: Ordu Göreve!
9 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Düşmanları: AB-ABD-AKP”, 23 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Göreve”, 7 Temmuz tarihli gazetemizin kapağı ise “İndirin Şu Hükümeti” idi.
Hemen ardından da “Türk’ün Ateşle İmtihanı” sayımızı çıkarttık.
İki aylık yayınımızın amacı, Ordu’nun tasfiye edilmeye çalışıldığı bir dönemde ve ortamda, bunun önüne geçmekti. Kritik mesele, AB’ye uyum adı altında MGK’da yapılacak değişikliklerdi. Yine mevcut yasalarda yapılması planlanan tüm değişiklikler, Ordu’yu tasfiyenin planlanmış, tasarlanmış adımlarıydı.
Bu oyunu gördüğümüz andan itibaren, hem Türk milletine Ordu’ya sahip çıkması, hem de Ordu’ya Türkiye’ye sahip çıkması çağrısını yaptık. Eğer bu yapılmazsa, ya da geç kalınırsa olacaklar tam bir felaketti.
Türkiye bugün o felaket tablosunun içindedir.
Felaket açık:
-Kıbrıs gitti...
-MGK gitti...
-YÖK gitti...
-Cumhuriyet gitti...
-ABD geliyor!!!
-AB geliyor!!!
-Kürdistan geliyor!!!
-Ermenistan geliyor!!!
-Büyük Yunanistan geliyor!!!
-Hilafet geliyor!!!
Felaketin sorumlusu Atatürkçü geçinenler
Peki bu Türkiye tablosu kimin eseri?
Bizce bugünkü felaketin asıl sorumlusu, molla iktidarı değil, o iktidarın planlarını göre göre, bunu engelleyecek adımları atmayan, atacaklara engel olan, kendilerini Atatürkçü-Milli olarak adlandıran, köşebaşlarını tutmuş, bir avuç Atatürkçü geçinen zevattır.
Atatürkçüler, Cumhuriyet’in özgün bir rejim olarak, Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Ordu arasında bir “birliktelik” rejimi olduğunu bilirler. Cumhuriyet, içerden ve dışardan gelecek tehlikelere karşı, kendini ayakta tutacak ve koruyacak kurumları yaratmıştır.
Ancak anlaşılan o ki, kendisini koruyacak olan anlayışı yaratmada yeterli başarıyı elde edememiştir.
Molla iktidarı, içerden ve dışardan aldığı güçle, Cumhuriyet’in dinamiklerini dinamitledi. Bunu yaparken çok akıllı taktikler üretti.
Önce demokrasi diyerek, Ordu’yu pasifize etti, bunu yaparken eline AB sopasını alıp Atatürkçüleri susturdu.
Ordu’yu pasifize edip Atatürkçüleri susturunca, Cumhurbaşkanlığını da safdışı etti.
Bu noktada devletin sahipsiz bırakıldığını, koruyup kollayacakların “terhis edildiğini” gören, tüm devlet bürokrasisi esir edildi.
Son noktada, türban ve imam hatip diyerek YÖK Yasasını getirdiler. Böylece Cumhuriyet’in son direnme mevzisi üniversiteler teslim alındı.
Kıbrıs giderken Cumhurbaşkanı’nın son çırpınışlarını dinleyen olmamıştı, şimdi YÖK giderken Ordu’nun son çığlıklarını dinleyen olmuyor.
Ama bu, bizim eserimiz...
Herşey farklı olabilirdi...
Geçtiğimiz yaz yaptığımız uyarılar dikkate alınsaydı durum çok farklı olabilirdi.
Haziran ayında molla iktidarı çok güçsüzdü. Kıbrıs’ta Milli Güçler hâlâ iktidardaydı. En önemlisi, mollanın Ordu korkusu vardı. Bir şey yapacağı zaman, “Ordu ne der?” diye kendi kendine soruyordu.
Bu noktada, Türkiye’yi ve Cumhuriyet’i savunan güçler, Türk Ordusu’nun etrafında kenetlenerek ve “sıklet merkezi”ni buraya kurarak, molla iktidarına karşı bir direniş mevzisi yaratabilirdi.
Henüz Ordu’nun eli kolu bağlanmamıştı...
Bu aşamada Atatürk Gençliği “Ordu Göreve” pankartıyla meydana inince, molla iktidarı sus pus olup kalmıştı. Bu, onlar için önemli bir uyarıydı. Ordu için de bu çok uygun psikolojik bir üstünlük aracıydı.
Eğer o gün o pankarta küfretmek, pankartı açanları provokatörlükle suçlamak yerine, “evet ben de o pankartın arkasındayım” sesini çıkartsaydılar, çok farklı olurdu.
Ne mi olurdu?
Bilindiği gibi pankart konusunda bir tek Ordu konuşmamıştı!
Ama pankartı sahiplenenler bir bir safa girseydi, Ordu’da yaşanan dönüşüm yaşanmaz, yurtsever komutanların eli kolu bağlanmazdı. Ve o utanç verici Kıbrıs açıklamalarını yapacak şahıs, değil molla iktidarını desteklemek, mecburen molla iktidarına karşı tavır almak zorunda kalırdı. Kalırdı, yoksa orada daha fazla kalamazdı!
Ama öyle olmadı.
Çünkü Milli Güçlerin bu büyük çıkışı, bir grup Rus ve Çin ajanı güçler tarafından sabote edildi. Topal ajan, hemen çıkıp mollayı destekleyen açıklamalar yaptı. Bir kısım rektör olmuş, hatta darbe için kulis yapan ama basın höt diyince korkan rektör müsveddesi Atatürkçü gençlere saldırı başlattı.
Büyük basın bunları öne çıkarttı.
Öyle bir hava yaratmaya çalıştılar ki, milyonların Ordu Göreve feryadı sanki marjinal bir istekti. Oysa marjinal olan tek şey, bu talebi sabote eden bu ajanlardı.
Bu ajanlar, Ordu’nun yanına sokulup, onu destekler göründükleri bu zamanda, Ordu düşmanı 40 yıllık tarihlerinde bile veremedikleri zararı vermiş, Ordu’yu pasifize etmişlerdir.
Şimdi, Türkiye bunun bedelini ödüyor...
19 Mayıs’a giderken
Ordu’yu böylece pasifize eden karanlık ajan tayfası, bugün içine sızıp darmadağın ettiği milli güçlere, bu defa da Avrasyacılık adı altında Rus ajanlığı tohumları ekiyor.
Tam da 19 Mayıs’a giderken, Mustafa Kemal’in, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir. Ya İstiklal Ya ölüm” diyemeyecek bir grup Atatürkçü kılığındaki pısırık ve şahsiyetsiz zevat “Ya AB/ABD, ya da Rusya” diyip Rusya’nın kucağına atlıyor!
Bir ülkeye, bir Ordu’ya ve Atatürkçülere daha fazla ne kadar zarar verilebilirdi bilemiyoruz...
CIA’nın operasyonu başarıya ulaşmıştır...
ABD topal ajanını ne kadar ödüllendirse azdır.
ABD, Irak’ta işkence ve tecavüzlere girişirken, bu sahte ulusal kanaldan da aynı tecavüz haberleri geliyor.
İğrenç...
İsteyen “Ordu göreve” pankartının ardına, isteyen tecavüzcülerin ardına geçebilir.
Oyun bitti, biz bizeyiz...

http://www.turksolu.com.tr/56/basyazi56.htm

.

Yahudi Mezalimi – 3





 Yahudi Mezalimi – 3 


İğneli Fıçı 
Ömer Ekrem Keçeci
31 Temmuz 2014 


   Şam, Peder Toma Vak’ası. 4 sayfa boyunca tafsilatlı anlattığı bu hadisenin hulâsası şudur: 10 gün boyunca kayıp olan ve o muhitte sevilen Peder Toma için Osmanlı idaresi geniş bir tahkikata girişir. Tahkikat neticesi bazı Yahudiler tevkif edilir, falakaya yatırılınca itiraf ederler. Nasıl katledip nereye gömdüklerini anlatırlar ve kanını da Hahambaşıya verdiklerini söylerler. Hahambaşı geldiğinde o da itirafta bulunur. Tarif edilen yerlerde Peder Toma ve uşağının cesedi çıkarılır. 14 Yahudi suçlu bulunur, 12’si idam edilir. Rotschildler dahil bütün dünyanın Yahudi zenginleri 10 binlerce lira harcadı bu hadisenin duyulmaması için.. Hadiseden 30 sene sonra İngilizlerin Şam Büyükelçisi olan Richard Burton da meseleyi araştırıp, Dini Yahudi Cinayetleriyle ilgili kitabında etraflıca yazmıştır. Toma’nın Şam’daki mezarında (bugün ne hâlde bilmiyoruz –ÖEK) Arapça ve İtalyanca, Yahudilerin katlettiği yazılıdır. (s.28-32) – 32 ile 36. Sahifeler arası mahkeme tutanaklarından da iktibaslar mevcut. 1882. Macaristan’da cereyan eden Tisza Eszler Vak’ası.. 4 sayfa tafsilat verdiği bu hadisenin özeti de şudur ki; 14 yaşında olan bu kızın kaçırılmasını annesi, Yahudi’nin 5 yaşındaki oğlunun ifadesiyle haber alır. Derhal polise haber verir. Meseleye Dr. Joseph Bary el koyar. Bu araştırmalarının neticesini 50 sene sonra, Macaristan Ali Mahkeme Reisi olmasının akabinde neşrettiği 600 sahifelik kitabında aktarır. Adı “A Tiszaeszlar Bunper” (Tisza Eszlar Cinayeti Vak’ası). Bu hadise hakkında Macaristan Adalet Nâzırlığı yapmış Theodor Pauler’in hatıratında da malumat vardır ki bu kitap Macar Milli Müzesindedir. 5 yaşındaki mezkur Yahudi oğlanının ifadesiyle başlayan soruşturmada kaçıranların itiraflarına kadar varıldı. Ancak borç içindeki Macarlara yüksek para verilmek suretiyle mahkeme Yahudiler lehinde sonuçlandırılmıştır.. (s.33-37) 1899. Bohemya’da cereyan eden Polna Vak’ası. 19 yaşında, kafası kopmak üzere ancak etrafa tek kan damlası dökülmemiş halde bir kızın cesedi bulundu. Belli ki cinayet başka yerde işlenip ceset oraya atılmıştı. Peschak isminde bir adam aynı koruda cesedin bulunduğu yerde, kızın kaybolduğu gün Hilsner adında bir Yahudi ile 2 diğer Yahudi’yi gördüğünü söyledi. Hilsner tevkif edildi, itiraf etti. Diğer 2 yahudi delil kifayetsizliği denilerek cezalandırılmadı. Hilsner müebbed aldı. Şayan-ı dikkattir ki, bu davada katil Yahudi Hilsner’in avukatı sonraları kurulan Çekoslavakya’nın Cumhurreisi olan Masaryk idi.(s.37-38) 20. yy’dan mühim bir vak’a. 1911-1913 Rusya’nın Kiev şehrinde, Beiliss vak’ası. 4 sayfa tafsilat verilmiş hadisenin hulâsası şudur: 13 yaşında bir çocuğun cesedinin bulunması üzerine tetkikata başlandı. Kafaya darbeler vurmak, şah damarını kesmek, kanını akıtmak ve iç organlarını ezmek suretiyle katliam edildiği anlaşıldı. Şüpheler Beiliss isminde bir Yahudi’de toplandı ve herif tevkif edildi. Katliamın kendisine ait Taş Ocağında yapıldığı anlaşıldı. Ayrıca burada gizli bir Havra açığa çıkarıldı!.. Mahkeme esnasında da kayda değer hadiseler cereyan etti. Beiliss aleyhinde şehadet eden 2 çocuk, satılmış bir polisin verdiği zehirli pastayla öldürüldü. Yahudi doktor otopsi yaptı, difteri dedi. Kiev Rektörü Prof. Skorski dahil birtakım tıp mütehassısları tam bir Yahudi dini cinayetine benzetti. Daha sonra bunlar ve davanın hakimi, savcısı Bolşevikler tarafından katledildi. Ancak Yahudi lehinde konuşan Prof. Pavlov ise Bolşevik Rusya’nın en ünlü alimlerinden biri oldu!.. Çarlık Rusya’nın İmparatorluk Orduları Generali Aleksandr Netveldof, “Le Front Unique” mecmuasında, 1957’de, 59. Sahifede, “Rusya ve Yahudiler” adı altında yazmış olduğu makalede; Lenin’in kendisini ziyaret eden Hahambaşına “Desteğimizden memnun kaldınız mı? Ben cinayeti Hıristiyanların yaptığını düşünüyorum ve daimi Yahudi davasını bu mevzuda desteklerim ve polis kayıtlarını bugün öyle tahsis ettirmiş bulunuyorum” dediğini aktarır. Bu suretle Beiliss yakayı kurtarmış oldu ve sonradan ABD’ye gitti. Lenin’e şükran borcunu ödeyebilmek için orada kızıl faaliyette bulundu ve 1934’te geberdi gitti. (s.38-41) Türkiye’de en yeni vak’a. Rumi Takvim 1317, 21 Mayıs. Malumat Gazetesi’nde 1 Yahudi’nin, çuvala sımsıkı bağlayıp 6 yaşında bir çocuğu götürmekte iken bir zabitin hareketlerini şüpheli bulması neticesinde yakalandı. Civardaki Yahudiler rüşvet teklif edince onları da nezarete aldı. Galeyan olmaması için haberin devamı verilmemiş. (s.52-53) Çarpıcı bir başka malumatı da, 2. Dünya Harbinde İngiliz İstihbarat zabiti Ronald Reeferson’un notlarından aktarmış Atilhan. 10 sayfalık bu meselede hulasaten, Japonlarla işbirliği yapan IRA teşkilatı liderinin, kaçırılan oğlu Saigal’ı getirmeleri halinde itirafçı olacağı ifadesi üzerine başladıkları arama faaliyetini aktarır. Uzun araştırmalar neticesi, 1 Yahudi’nin evinden gelen çok kötü koku, cesedi açığa çıkardı ve bayram için hamursuza konduğunu gösterdi. Çok etkilendiğini anlatan İngiliz zabit, eşine mektup yazarak Yahudiler arasında oturdukları mahalleden çocuğunu alıp hemen uzaklaşmasını istiyor.. Hadise Yeni Delhi’de vukua geliyor.. 10’larca misalden son bir tanesini aktaralım özetle:  Hafız Sami Bey’in eşi Sıdıka Hanım çocuk yaşta sokakta oynuyor. Asil bir sessizlik içerisinde iken bir Yahudi’nin sırtlan gibi yaklaştığının hiç kimse farkına varmıyor.. “Kız, gel sana şeker vereyim” – “İstemem” diyalogundan sonra, Yahudi, bir elinde şekeri gösterirken diğer eliyle ağzını tıkıyor ve kucaklayarak torbaya atmaya çalışıyor. Atik çocuk silkinerek “Yetişin!” diye bağırınca, o sırada sokakta peydah olan erkekler Sıdıka Hanımı Yahudi’nin elinden kurtarıp Yahudi’nin pestilini çıkarıyorlar ve karakola yolluyorlar.. (Atilhan, ‘bundan 45 yıl kadar önce’ diye anlatmaya başladığı ve hulasaten verdiğimiz bu hadiseyi, ‘Merak edenler gerisini Sıdıka Soydanses’ten sorabilirler’ diyerek bitiriyor – s.156-157). İşte, tüm sapıklığı, dehşeti ve insanların nefret ve kinini kendine hedef eden bir Yahudi bayramı ve asırlarca -sapına kadar haklı olarak- maruz kaldığı katliam ve düşmanlığa rağmen Yahudinin, şu bayramın bu vahşet tablosunu meydana getirmede gayreti.. Buna mukabil, biraz kınama, lisan-ı hâlle gelen neşe ortamını dağıtıcı tepki ve çevresinde muhabbet sahibi insan sayısının azalması gibi sebeplerden birçok hakikat-i İslamiyeyi, ameli, emirleri nehiyleri terk ve/veya göz ardı eden, hatta öğren(e)meyen bir  Müslüman cemiyeti.. Yahudi’nin katledebilmek, en sapık ve arızalı bir inanca hayatını uydurabilmek için gösterdiği gayretin yarısını bile göstermemek.. Sonra da İslam aleminde bugünkü tablo.. E müstahak değil miyiz?.. 
kaynak:

 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162973/igneli-fici-yahudi-mezalimi-3.html

.

Yahudi Mezalimi – 2





 Yahudi Mezalimi – 2



İğneli Fıçı 
Ömer Ekrem Keçeci
 26 Temmuz 2014 11:24 


Atilhan’ın, muhtevasını öğrendikten sonra en ziyade ulaşmak istediğimiz bir kitabı idi bu.. Sahaflarda bulduğumuz 3 nüshadan birini takibe aldık. Siparişe niyetlendiğimiz vakit satıldığı haberi geldi. Sipariş gününden evvel başka bir tanesini takibe aldık, sipariş günü onun da satıldığı bilgisi geldi. 3. Ve o gün için son bulduğumuz, yıpranmış bir nüshayı (7. Baskı) hızla getirttik. Sarahatle ifade edelim ki, 3’ünün toplamı bir fiyatta bile olsa, şu içeriği bilsek, tereddütsüz yine getirirdik.. Şimdi bu ulaşılması zor, kıymetli eserden, Yahudinin bayram cinayetlerinin fiili misallerine geçelim: İngiltere’de bilinen ilk iğneli fıçı vak’ası, Norviç şehrinde 12 yaşında bir İngiliz çocuğunun çarmıha gerilip vücudunun hançerlendiği 1144 senesinde.. Bu Hamursuz Bayramında cereyan etmiştir. Çocuğun cesedi bir torbanın içinde saklanmış bir halde, bir ağacın içinde bulunuyor. Hıristiyanlığı kabul etmiş bir dönme Yahudi, hadiseyi itiraf ediyor ve Yahudilerin her sene böyle bir Hıristiyan çocuğunu kurban ederek, hürriyetlerine kavuşacaklarına ve Filistin’e tekrar dönebileceklerine inandığını söylüyor.. (s.16) Sene 1181. Bury St. Edmunds’da Hamursuz Bayramında Robert isminde bir Hıristiyan çocuğu kurban ediliyor. Hıristiyan cemaati hazin bir merasimle cesedi mahalle kilisesine gömüp mucizeler getireceğine inanıyor. Bu vak’a Kanterburi’nin Gervase Kronikinde kayıtlı olup yazarı Rohrbacher’dir. (s.17) Sene 1255. Linkoln, İngiltere. Hugh isminde bir erkek çocuğu kaçırılır, işkence edilir, iğneli fıçıya atılır ve sonra çarmıha gerilir. Çocuğun zavallı annesi uzun araştırmalar sonucu, cesedini Joppin adlı bir Yahudinin bahçesinde bulur. O zamanın mahalli hakimi bu Yahudiye, eğer hadiseyi itiraf ederse hayatını bağışlayacağını va’d eder. Yahudi her şeyi itiraf eder ve bu suretle 91 Yahudi tevkif olunur. Yapılan mahkemenin neticesinde bunlardan 18’i idam edilir. O zamanın İngiltere Kralı 3. Henry, bizzat tahkikatı idare etmiş, öldürülen çocuğun annesine tazminat verdirmiş ve hadiseyi itiraf eden Yahudi’nin de hayatını bağışlamamıştır. Maktul Hugh bir “aziz” mertebesine yükseltilmiş ve onun mezarı hâlâ Linkoln katedralinde aynen muhafaza edilmektedir.(..) Bu hadise o zamanın İngiltere Kralı 3. Henry’nin Zabıt raporlarında kayıtlıdır. (s.18-19) Sene 1279. Northampton, İngiltere. Haydn’ın “Tarihler Lügatı”nda kayıtlığı olduğuna göre Yahudiler, bir genci katledip kanını kullandıkları için takibata uğramışlar ve ceza olarak da 50 tanesi asılmıştır. Bu hadise hakkında ayrıca malumat Reiley’in “Londra Hatıraları” adlı eserinde 15. Sahifede ve H.Desportes’in “Le-Mystere du Sang” adlı kitabında bulunur.(s.19) Sene 1247. Fransa’nın Valreas mıntıkasında (..) 2 yaşında bir kız çocuğunun cesedi, şehir sularının dibindeki hendekte bulunur. Yahudiler tazyik edilince bunu kendilerinin yaptıklarını itiraf ederler, çocuğun kanını arzu ettiklerini açıklarlar, fakat bunun merasim için olmadığını söylerler. Papa 4.Innocent, sanık Yahudilerin 3 tanesinin itiraf etmeden idam edildiklerini kaydediyorsa da, 1903’te intişar eden Yahudi Ansiklopedisi’nin 3. Babının 261. Sahifesinde, bütün sanıkların itiraf ettikten sonra idam edildiği yazılıdır.(s.21) Avusturyalılar Tarafından Hiçbir Zaman Unutulmayan Kanlı Yahudi Ayini: Batı Avusturya şehirlerinden Insbruck’un Cenubu Şarkisindeki ‘Sobad Hall’ malikânesinin yanında “JUSENSTEIN” (Yahudi Taşı) isimli büyük bir taş vardır ki şimdi ziyaretgâh olarak kullanılmaktadır. (..)Bu kanlı taşı ziyaret etmeye gelen turistlere(..), orada vuku bulmuş hadise hakkında birer kartpostal ve vak’ayı anlatan bir broşür verilir. Bu broşür, Isnbruck Resmi Ulûmu Diniye Teşkilatı Reisi Dr. Bruna Wechner’in imzasını taşır. (..) Hadise kısaca şöyledir: 1462 senesinde, Yahudiler mutâd ayinlerine başlamak üzereydi(Tarih,Temmuz 12). Ayinlerinin tam istenildiği gibi olması için mutad Yahudi olmayan birisinin kanına ihtiyaç vardı. Kanından istifade edilecek zavallıyı da bulmakta zorluk çekmediler. Bu, bigünah zavallı Anderl Oxner isminde Avusturya’da RINN bölgesinde oturan iki buçuk yaşında,zavallı saparı altın topu gibi bir Alman yavrucağı idi. Bu zavallı çocuk bin bir işkenceye maruz kaldıktan sonra, şimdi Yahudi Taşı(Judenstein) diye bilinen taşın üzerinde damarları açılıyor, kanı toplandıktan sonra, vücutta kalan son kan damlalarından istifade için, Alman yavrusu Yahudi taşının yanındaki bir kayın ağacına baş aşağı asılıyor.. Her sene, bilhassa 12 Temmuz’da her milletten ve her dinden yüzlerce ziyaretçi ve turist bu Yahudi taşını ziyarete gelip, yaşlı gözlerle zavallı Anderl Oxner’in çektiği ıstırapları anarlar. (s.23) Atilhan, verilen kartpostalın resmini 24. Sahifede neşretmiş.. Asırlar önce irtikap ettikleri, kelimelerle tarifi muhal bu şerefsizliği, beraber yaşadıkları milletlerin nefretlerine, sürgünlere, yakılmak suretiyle idamlara ve benzer tehditlere maruz kalmalarına rağmen asırlar sonra halâ yaşatan, aynı vahşeti tekrar eden ve bu sapkın inancına sımsıkı sarılmış bir millet, merasimle olmasa da bugün halâ aynı dehşette cinayetlerine devam ediyor.. İnancından milim sapmamış, zevkle katlediyor, bütün dünyada sevilmemeleri ve maruz kaldıkları muamelelere rağmen.. Buna mukabil, şu sapkın inançla aynı cümlede anmaktan bile içtinap edeceğimiz İslam inancına mensup Müslümanlar, şu güzide inancının, dünya ahiret en müthiş bir surette afiyette olmasını temin eden emir ve nehiylerinin, en yüksek ahlak kaidelerini telkin eden tebliğinin uzağında duruyor, temel birçok konuda malumat yoksunu bulunuyor, Yahudi bu menfur bayramını bile terk etmez ve Yahudi olarak yaşamaya devam ederken, gavurlara özeniyor, Hıristiyan popçusu topçusunun sözlerini, İslam mekârimine tercih ediyor!..  Gel de cinnet geçirmeden şu tabloyu seyret, gel de bu vaziyete düşüren, içimizden çıkmış, yöneticilik yapmış hainlere iliklerine kadar kin duyma!.. Nasıl olur da Müslüman, dinine, Yahudinin inancına bağlandığından daha sıkı bağlanamaz?!!.. İşte biri, tüm azınlıkta ve nefrete muhatap olma durumuna rağmen, inancına göre ailede, cemiyet hayatında, okulunda eğitim/öğretim verirken; diğeri, inancına muhalif bir eğitim verir, inancına muarızlığa itecek bir cemiyette, muhafaza olmasına vesile olacak ilmi-fikri teçhizatla mücehhez etmezse, arada böyle tarif hudutlarını aşan bir fark çıkar.. Hulasaten son bir misal aktaralım, daha yakın tarihtekiler bir dahaki yazıya inşaallah: Drumont’un La France Juive adlı eserinde, 1670’te, Metz’de geçen bir hadise anlatılır. Buna göre Rafael Levi adlı Yahudi, 1 çocuğu kaçırıp parçalara ayırır, ormana atar. Kendisinden şüphelenen halk evinde çocuğun kemiklerini bulur. Levi yine de inkâr eder. Ancak mahzende bir testi içinde sakladığı çocuğun kanı da meydana çıkınca, itiraf eder ve yakılarak idam edilir.. (s.26-27) 
kaynak:


 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162827/igneli-fici-yahudi-mezalimi-2.html


..

Yahudi Mezalimi - 1




 Yahudi Mezalimi - 1 


 Cum, 25 Temmuz 2014 

Ömer Ekrem Keçeci


İğneli Fıçı 


Evvela şunu belirtelim ki, Yahudinin İğneli Fıçı katliamları, Yahudilik ve Masonlukla ilgili pek çok kitap yazıldığı halde birçoğunda geçmez.. Ele alanların içinde de Atilhan gibi hususi bir kitap dolduracak kadar delilleriyle yazmış ve işin Türkiye veçhesini, Osmanlı’da yaşanan hadiselerden misallerini vermiş başka birisini bulmak zordur.. Bundan maada Atilhan’ın bu eserine ulaşmak da kolay değildir. Bereket versin ki, diğer birçok eserine nazaran, bu eserinden internete iktibas edilmiş birçok malumat bulma imkânı vardır.. Lakin bu da çok tafsilatlı değildir. Düşman çok ciddi bir dirilik ve gayrette iken, onu layıkıyla tanımadan, kinine karşı gerekli düşmanlıkla hemhal olmadan, lazım olan gayrete sahip olmak ve mukabelede bulunacak bir noktaya gelmek zordur. Az bilinen bu meseleyi tafsilatıyla aktarmaya bu sebeple de ihtiyaç duyduk. Bu yazıda işi tetkik eden araştırmacıların beyanları ve kendi itiraflarına misaller var, fiili örneklerine dair kaynaklar ise inşaallah diğer yazıda öne çıkarılacak. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan. Kitabın daha 4. Sayfasında, “Türk Adaletinin Çok Kıymetli Bir Tarihi İlâmı” başlığıyla, H.1127’de, Ahmet adlı bir yavrucağı iğneli fıçıya atılmak üzere kaçırıp katleden Yahudiler ve Hahamlarıyla ilgili kararı neşredip, “başka delil istemez!” diyerek en kuvvetli bir surette giriş yapıyor.. Tabi bunla iktifa etmeyip daha onlarca kaynağı da sıralamış: Mortagn Başrahibi, M.Prevorst’un “Bulandistlere Göre Azizlerin Hayatı” kitabında, “İşte hamursuz(Yahudinin katliamları yaptığı bayramı) yaklaştı. 15,16,21,22 Nisan. Dört seneden beri Rusya’da Hıristiyan çocuklarına kıran geldi” kaydı mevcut(s.6).. Yeni Sabah Gazetesi, 23.05.1954 tarihli nüshada, ‘meşhur pilot’ Mehmet Altınbay, hulasaten, “Odessa’da çok çocuk kaçırıldığını, halkın bunu Yahudilerden bildiğini, bir gün bir ustabaşının evinde yemek yenirken yemeğin içinden insan tırnağı çıktığını, ustabaşının polise haber verdiğini, polisin ciddi araştırmaları neticesi birçok kasapta hayvan eti yerine İNSAN ETİ satıldığını ifşa ettiğini” yazıyor(s.6-7)..   Arkeoloji kazılarında Mr. R.A.S. Macalister, İbrani mabedlerinde, kurban edilmiş çocuk cesetlerinin bulunduğunu gösteren resimler çekmiştir. Muharref Tevrat 5. Bölümde, Yahudi peygamberi İzaiah, “kayaların arasındaki vadilerde çocukları katledenler” diye vasıflandırılıyor. ‘Civilisation’ adlı kitapta, G.A.Dorsey ise, “Onların Kudüs’teki mabedleri, bir Hindu ve Aztek mabedini gölgede bırakacak derecede korkunç ve kanlı kurban cinayetlerinin vuku bulduğu bir merkezdi” demekte.. 1904’te yayınlanan Yahudi Ansiklopedisi’nin VIII kısmında, 653. Sahifesinde şu itiraf var: “Mütefekkirler tarafından kabul edilen bir esas varsa, o da, Yahudi krallığının son devirlerinde, milletin kralı ve ilahı olan Yehova’ya, insanların kurban edildiği hakikatidir ve bu usul peygamberlerin fikirlerine aykırı idi..”(s.9) Yahudi Bernard Lazare, 1934’te yayınladığı “L’Antisemitisme” kitabının 2. Kısmının 215. Sahifesinde, İğneli Fıçı vak’aları hakkında şöyle yazıyor: “İğneli fıçı vak’aları halk arasında yerleşmiş bir fikirdir, bu ise, tamamıyla bir masal değildir, hakikaten ortaçağlarda(..)Yahudiler Kabalistik ve Talmudik ayinlerinde kan kullanmışlardır. (..)Muhtemeldir ki, Yahudi sihirbazlar bu iş için gayri Yahudi çocukları kurban ederek kanlarından istifade etmiş olabilirler”(s.10-11) Alman Prof. Dr. Erich Bischoof, bu kanlı ayinler üzerinde uzun tetkiklerde bulunmuş ve enteresan noktalar keşfetmiştir. Bilhassa Yahudilerin kabbalistik teosopisi hakkında yazılmış olan (Berdiwetsch Yayınevi, 88 b), ‘Thikunne Zohar’ adını taşıyan bir dini kitaptaki şu parça şayan-ı dikkattir: “..Hayvandan bir farkı olmayan yabancıların öldürülmeleri hakkında bir ayet vardır. Bu öldürme kanuni bir metodla yapılmalıdır. Yahudi dinine inanmayanların, Allahımıza kurban edilmeleri icap eder”(s.11). Sir Richard Burton, Talmud’u en ince teferruatına kadar tetkik ettikten sonra bu kitabın nazariyelerine göre Yahudi – gayrı Yahudi münasebetlerini meydana çıkarmıştır. Aşağıdaki parçalar Sir Burton’un “Yahudi ve Çingene” adlı (..) eserinden alınmıştır: Sahife 73 şöyle diyor: “Modern Yahudi inancının en mühim noktası şudur: Yabancı, yani bizim dinimize bağlı olmayan insanların hepsi, kaba hayvanlardır. Onların dağda gezen sırtlanlardan daha fazla bir hakları olamaz”.  Sahife 81’de şöyle diyor: “Talmud der ki, Allahımız Yahova’yı memnun edecek iki kanlı ayinimiz vardır, biri Paschal Holocaust(Hamursuz Bayramı), diğeri de çocuklarımızın sünnet merasimi”(s.12) Hamursuz’da çocuk katliamı ise şöyle irtikap edilir: “Bunun için en mükemmel ve sıhhatli bir çocuk seçilir ve damarında tek damla kan kalmayıncaya kadar kanı akıtılır. Yalnız bununla kalmayıp çocuk tıpkı Hz. İsa gibi çarmıha gerilerek(Bizim inancımızda Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi yoktur, Atilhan da bunu başka bir yerde ifade eder, burada la teşbih vela temsil ifade etmiş) işkenceye tabi tutulur. Vücudunda yaralar açılır,  başına dikenlerden bir çelenk konur, sünnet edilir. Çocuğun kanı ya kurutularak kullanılır ya da hamursuza konur.”(s.14) “Böyle bir şey bu asırda yapılır mı” suali doğal olarak akla gelir.. Kitapta –ve bizim de bildiğimiz- Yeni Sabah’tan yukarıda aktardığımız hadise dışında yarım asırlık bir süreçte buna dair bir delil görmedik.. Lakin, merasimle olmasa da çocuk hatta bebek katliamlarının sevap olduğu yönünde fetva veren, kitaplarına yazan Hahamları, bunu tatbik eden İsrail’i, bombalamaları film seyreder gibi keyifle seyredenleri yakinen müşahede etmekteyiz.. Bunun dışında Atilhan’ın bizzat konuştuğu ve bir Yahudi tarafından kaçırılmak üzereyken son anda kurtarılan Sıdıka Soydanses misali gibi, yakın zamandan hadiseler de var ki, tarih boyunca cinayetlerine sıraladığı 10’larca sayfa tutan örneklerden bir kısmını diğer yazıda aktaracağız inşaallah. 
kaynak:


 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162757/igneli-fici-yahudi-mezalimi-1.html